11 Şubat 2009 Çarşamba
Ortadoğu'da Tırnağın Varsa Başını Kaşı
Bütünüyle Amerika'ya yaslanmış, oradan gelen desteklerle seçilmiş, verdiği tek kişilik sözler TBMM'ye toslamış ve sürekli yalpalamış, en iyisini ben bilirimci tutumlarla yönetilen uluslararası ilişkilerimize şu noktadan şöyle bir göz attığımızda, nereye geldiğimizi ve durumun çıkarlarımız açısından pek de parlak olmadığını görebiliriz.
Kısaca yakın tarihin satır başlarını hatırlarsak: Kırmızı çizgilerimiz vardı ve hepsi pembe oldu. Kuzey Irak'a elimizi kolumuzu sallaya sallaya gidebiliyorken; adamdan saymadıklarımızın icazetlerine mahkum olduk. Pejak silah bırakıp iflası ilan ettirildiğinde bölgedeki yeni gücün kim olacağı, kime karar verildiği de ortaya çıkmaya başlamıştı aslında. Vakti zamanında Azerbeycan'da yanlış ata oynamanın cezasını yıllarca çekmişken, bu kez Hamas'ın arkasında durup, bir aslan miyav dedi minik fare ''kükredi'' haline geldiğimiz şu günlerde; Davos aslanı başbakanımızı yere göğe koyamayan Ortadoğu halklarının aksine, yönetim erkini ellerinde tutanlardan; Arap olmayanlar bu işe karışmasın sesleri yükseldi. Son gelen anket sonuçları Filistin halkının Hamas'a bizim başbakandan çok çok daha uzak da olduğunu ortaya koydu.
Biz Davos'ta Peres'le kapışırken, Gazze israil bombalarıyla inlerken, sessiz kalıp bir köşede bekleyen, Hamas hamiliğini bizim başbakana devreden İran: Biraz da daha ılımlı Hatemi'nin seçilme olasılığının yükselmekte olduğundan yola çıkarsak; bu baskıyı hisseden Ahmedi Nejat'da, önlerindeki seçimi ve uzun vadeli çıkarlarını gözeterek, Amerika'ya usul usul yanaşma açılımları yapmaya başladı. Öte yandan İsrail'deki seçimleri büyük bir olasılıkla sağcıların kazanıp daha da sertleşeceklerini göz önüne alırsak, siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz türevi lafların sonuçlarını da yakın zamanda görebiliriz demektir bu... Davos'ta bir öfkeye teslim ettik çok şeyi yazımda altını çizdiğim öngörülerin bir bir gerçekleşiyor olması elbette üzücü...
Diplomasinin çok şey olduğunu bir kenara bırakıp ''monşerlere'' giydirmekten çekinmeyen aslan yüreklimiz; acaba, şu an ki stratejik önemimiz ve Ortadoğu'daki geleceğimiz ile ilgili güzel şeyler düşünebiliyor mu? Sanırım dış politikamızın çöktüğünü ve yıllardır sırtımızı yasladığımız stratejik önemimiz laflarının artık usul usul elimizden gittiğini görmek için kahin olmaya gerek yok. İran gerçek anlamda dik durup kafa tutarak, hem de alternatif güçlere oynayarak, onlarla ittifaklar kurarak Amerika'ya durumun vehametini sonunda farkettirdi ki; Barak Obama ile birlikte Amerikan politikalarındaki yumuşamalarda usuldan usuldan dillenmeye başladı.
Umarım son yıllarda çok gündelik baktığımız, olmadığı kadar Amerikan çıkarlarına endeksli ve sadece Amerika'yla ilişkilerimize bakarak, oradan gelenleri iç siyasete malzeme yapmaktan hiç çekinmediğimiz icazetçi dış politikamızdaki öngörüsüzlüğümüzden vazgeçip, dış politikanın uzun soluklu ve yıllar boyu üst üste koyulan taşlardan oluşan bir devlet politikası olması gerektiğini yeniden fark edip, en azından durumu kurtarmak adına aklıselime dönebilecek bir oluşumu gerçekleştirebiliriz. Durum şu an itibariyle umutsuz. Bölgedeki insiyatif hem Davos'ta Peres'in dile getirdiklerinden hem de son Obama açıklamalarından yola çıkarsak Amerika, Rusya, Mısır, İran, israil eksenine kaymış gibi gözüküyor.
Gelecek günlerde durumu daha net göreceğiz. Özellikle ekonomik açmazlarımızı da göz önüne alınca, boynumuza uzun bir süre önce geçirilmiş ilmiğin iyice daraldığını, önümüzdeki dönemde limon gibi sıkılacağımızı rahatlıkla düşünebiliriz. Bu sonuçlarda umarım, gerçek anlamda dik durmanın , uluslararası ilişlerdeki önceliklerin ne olması gerektiğinin, seçenekli olmanın öneminin bir dersi olarak siyaset tarihimizde yerini alır.
Etiketler:
Güncele ve Siyasete Dokunuş...
10 Şubat 2009 Salı
Düş'e Alt Yazı 7...Kahvaltı
00:01:06 adamın e-postasına düş(en)
.....dır .. ..n m..tan sonra ı...k ç..arım diyordun ama ya .a. ağır g..di ya da ...tan s..ra çekilmeyecek kadar ağır olan b....yim. Neyse b.n .a...e sana da ... g..ele. demek istedim.
00:02:22 kadının e-postasına düş(medi)
05:44:19 kadının e-postasına düş(medi)
06:20:12 kadının e-postasına düş(tü)
Ne maç ağır geldi ne sen...kendim kendime ağır geldim ve bir düşe sarılıp uykuma sığındım...önceki geceden uyku borcum çoktu kendime:))Ben seni dün gece ruhumun kuştüyü yastıklarında taşıdım, ta uykumun içlerine kadar ey gidinin kadını:))Günün en taze saatlerinde nergizler topladım sana; daha üzerinde sabahın damlaları varken...Şimdi aha bu klavyenin başında, yüzünün bütün hatlarına bakıp, en şefkatlisinden bir öpücüğü kondurdum en uygun yerine,çok isteyerek ve sevgiyle... sıcağına sokulup yanağına koyabilseydim yanağımı bak neler ederdim sana; sabah, sabah hiç uyandırmadan, uykuna ve düşlerine bulaşarak:))
Günaydın bebek, alıp içime sokasım orada sevesim geldi seni;sabahın tazeliğinden mi yoksa kendi derinlerimden mi bu yerinde duramazlığım... bakacağız:))
09:16:22 adamın e-postasına düş(tü)
Müzik,Vega-Hafif Müzik albümünden...
Resim hand made
Etiketler:
akıp giden zamana notlar...
9 Şubat 2009 Pazartesi
Mommo...Berlinale'de Yarışan Bir İlk Film
Yönetmeni Atalay Taşdiken'in''Bu öykü, kısmen benim de tanık olduğum bir öykü... Dolayısıyla 'bu öykü bu senaryo ile ancak burada çekilir' diye düşündüm. Bu ev, bu hayat, bu dam, o şive, o kültür tabii ki de benim beslendiğim yere ait bir şeydir. Annesiz iki küçük kardeşin dayanışma öyküsünü anlatıyoruz. Bir kardeşlik manifestosu...Sadece bu coğrafyaya ait değil, bu ülkenin hatta, belki Asya'nın birçok ülkesinde benzer dramların yaşandığını biliyor, tanık oluyoruz. İnsanı etkileyen yanı da bıçak gibi gerçek oluşu.
Senaryoyu 'Mommo' diye isimlendirdik. Mommo, bizim bu coğrafyanın umacısının karşılığıdır. Çocukların korkutulduğu bir hayal korku kahramanıdır. Ancak hikayenin merkezindeki asıl bölüm iki kardeşin dayanışma öyküsüdür, böyle özetleyebiliriz.''dediği;Filmin müziklerini yapan Erkan Oğur’un uzun yıllardır üzerinde çalıştığı hem yayla hem de parmakla çalınabilen çellogitarının ilk kez duyulacağı;başrol oyuncusu iki küçük çocuğun, bölgedeki okullar taranarak seçildiği film:6700 başvurunun olduğu Berlin Film Festivali'nde onca film arasından sıyrılarak,hem festivalin en zor bölümü olarak nitelendirilen 27 filmin yeraldığı generation/genç kuşak bölümünde hem de 23 filmin seçildiği ilk filmini çekenler bölümünde yarışıyor.
Türkiye'yi temsil eden bu yapıt 15 şubatta sona erecek festivalin Genç Kuşak Yarışması'nın "K Plus" bölümüne seçilen, bize ait ilk film...Festival galası 12 şubatta Berlin'in en büyük sinema salonu ''Zoo Palast''ta yapılacak filmin iki küçük oyuncusu Elif ve Mehmet Bülbül gösterdikleri performans dolayısıyla festivali özel davetli olarak izleyecekler. Bu yıl sinemalarda gösterime girecek Mommo aklınızın not defterinde bulunsun:))
Daha çok ayrıntı için filmin kendi sitesi
6 Şubat 2009 Cuma
Güz Sancısı
Filme, hakkında hiç bir yorum ve yazı okumadan gittim. Tomris Giritlioğlu adı benim için yeterliydi. TRT'den beri izlediğim ve çok sevdiğim bu değerli yönetmenin, Salkım Hanımın Taneleri'ni sinemaya uyarlamadaki başarısının ardından, o kitabın, tarihimizde azınlıklara yapılanlar anlamında devamı gibi algılanabilecek Güz Sancısı'nın film olmuş halini kaçırmam olası değildi elbet. Üstelik, filmin sinemanın en sevdiğim salonunda oynaması ayrı bir keyifti. Bir ekstra keyif de filmin üçüncü haftası olmasına rağmen salondaki doluluktu.
Filmin açılışıyla birlikte ilk sahneler perdeye yansımaya başlayınca, güzel bir film izleyeceğim duygusu hakim oldu bende; hoş bir açılışı vardı çünkü. Film ilerledikçe, hayatımda ilk defa bir film üzerine yazacağım yorum için olumsuz cümleler ilk izlenimlerimle yer değiştirir bir hale büründüler bu kez beynimin içinde.
Bugüne kadar beğenmediğim bir film üzerine yorum yazmadım. Yazdığım yerlerde, insanlara bir yararı olsun diye hep beğendiğim filmler üzerine olumlu düşünceler aktardım. Ama bu film boyunca sürekli iyi sahneleri öne çıkarıp, kusurlara bahaneler aramaya başlasam da, yönetmene kıyamasam da, tüm sempatime rağmen çok sağlam ve bir film için çok ama çok elverişli bir konuya ciddi anlamda yazık olduğunu kabul etmek zorunda kaldım.
Sorun bütçe miydi ya da başka sebepler miydi bilmiyorum. Ama, Salkım Hanımın Tanelerindeki muhteşem oyuncular ve oyunculukları düşününce, bu filmdekiler -Beren Saat hariç- ortaokul müsamereleri düzeyindeydi. Figürasyon tam anlamıyla berbattı. Yağma sahneleri inandırıcılıktan son derece uzak ve üstünkörüydü. Erotizmden bu kadar uzak, ruhsuz ve beceriksiz bir sevişme sahnesini, bu düzeyde bir yönetmenden daha önce izlediğimi hatırlamıyorum.
Yapımcı bütçeyi sınırladıysa ve mecburiyetler vardıysa diye bir çıkar yol aramaya çabalasam da; yine de neden Tomris Giritlioğlu bu filmi bu oyuncularla çekti diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Tüm suçu oyunculara fatura edip yönetmeni aklamak istemiyorum. Ama, Salkım Hanımın Taneleri'nde figürasyon dahil onca başarılı seçimler yapmış bir yönetmen, bu filmde, neden bu kadar yanlış diye de sürekli düşünüyorum.
Kısacası, sinema için çok elverişli bir romandan yapılmış bu film; benim için, büyük bir hayalkırıklığı oldu. Keşke Salkım Hanımın Taneleri için yazdıklarımı, Güz Sancısı içinde tekrar edebilseydim. Ve herkese, koşa koşa gidip zevkle izleyin diyebilseydim. Çok üzgünüm.
5 Şubat 2009 Perşembe
Hayat Dersleri 1... Ben Neymişim Be Abi!.
İspanyol Pansiyonu yazıma çok hoş bir yorumla katkı yapan sevgili Arzu'nun: ''Hayat okulunda öğrenecek daha çok şey var çünkü:)'' cümlesi; bir sitede yer alan hakkımdaki kısa bir özet, sevdiğim kitaplar, filmler, şarkıcılar gibi soruların yanıtlarını da içeren profilimden etkilenerek ve orada yazılı eğitim durumumla ilgili beyanımdan yola çıkıp bana övgü dolu mesaj atan, yanlış anlaşılabilme olasılığına karşı da çok zarif bir cümleyle bu hassasiyetini vurgulayan, ülkenin çok önemli üniversitelerinden birinde öğretim görevlisi bir hanımla, özellikle bu şaşkınlık üzerine yaptığımız yazışmaları hatırlattı. Aslında onun bakışının temelinde kendi camiasından da bakarak ülke insanındaki- o hanıma göre- genel bir eksikliğe serzeniş de vardı.
Kendi adıma çok özel nedenlerle böyle bir eğitim yapamamış ve bunun eksikliğini hiç duymamış olsam da sözünü ettiklerimin hiç biri "üniversite de neymiş, okunmasa da olur"un bir savunusu değildir. Aksine, gençlerin bunun için sonuna kadar çaba göstermeleri gerektiğine inanan biriyim. Ama, hayatın sonu ve her şeyi de değil elbet! Çünkü, o gün yazdıklarımda da vurguladığım gibi... neyse girizgahı fazla uzatmadan o zaman neler demişim buyrun bir göz atalım.
''Zaten toplumun statü konusundaki genel yargıları bu kadar ortadayken ve her birimizin en azından bilinç altı bakışında; karşımızdakini bilmeden dinlemeden, sadece giyim kuşam, ekonomik durum, mesleki ve toplumsal statüye göre değerlendirme duygusu varken, bu şaşırmalar son derece olağan. Üstelik buna alınganlık gösterecek biri olsam oraya yazmaz ve de üç yıllık liseyi bile beş yılda bitirebilmiş olduğuma vurgu yapmazdım. Bunu bazı düşünüş biçimlerine, özellikle üniversite kazanamamış çocuklarının sürekli başlarına kakarak hayatı dar eden, üniversite diplomasının ya da herhangi bir okul diplomasının her şey olduğuna inanan ebeveynlere ve insanlara eleştirel bir bakış olması anlamında özellikle yaptım.
Bir de şu bakışın aslında ne kadar yanlış olduğunun da bir eleştirisi olarak düşünülebilir bu... Neyi düşünürüz hep: Üniversite mezunlarının her anlamda daha yetkin, daha donanımlı, daha bilgili olduklarını... Oysa üniversite, sizi yalnızca mesleki anlamda eğiten, yetiştiren, bu konuda donatan bir kurumdur. Elbette daha sosyaldir. Kültürel etkinliklere, sempozyum, panel benzeri tartışma ortamlarına sıklıkla sahne olmak gibi avantajları vardır. Ama bunların hiçbiri, bireyin bu yönde talepleri, eğilimleri ve merakları olmadan ilgileneceği olaylar değildir. Sonuçta siz üniversiteye belli bir taleple, birikimle geldiğinizde bu kültürel olanaklardan yararlanırsınız; bu tür ilgileriniz yoksa, bunların hiçbirine katılmazsınız.
Sizi kültürel anlamda geliştiren, olgunlaştıran olay doğduğunuz evde başlar. Aile fertlerinin size karşı tutumları, evinizin küçük mütevazi kitaplığında gördüğünüz kitaplar... Amcanızın siz okumayı yeni söktüğünüzde elinizden tutarak götürdüğü kitapçıda sizin için aldığı, eve gelir gelmez soluk soluğa okuduğunuz, cildini kapağını sevdiğiniz, okşadığınız, sizi başka bir boyuta taşıyan, hayaller kurduran ilk kitap... Sonra halanızın her ay sonunda maaşının bir kısmıyla sizin için aldığı kitaplar... Dayınızın her sizi ziyarete geldiğinde sizin için aldığı kitaplar... Bir diğer amcanızın sizi götürdüğü maçlar... İlkokul öğretmeninizin sizi fark eden sevecenliği ve ilgisi... Sinemaya giden bir aile... Size plaklar almanız için para veren bir babaanne... İlkokul mezunu ama ufku ve düşünce dünyası geniş, elinden geldiğince önünüzü açan bir anne baba... Tüm birikiminizi paylaşabileceğiniz arkadaşlar... Bunların tümü varsa ve siz merak ediyorsanız kendinizi geliştiriyorsunuz. Yoksa, bomboş geldiğiniz üniversitede kimse al bunu oku diye elinize bir şey tutuşturmaz. Zaten sizin alışkanlığınız, birikiminiz yoksa, tutuşturulsa da fark etmez. Yani, aslında insanı geliştiren okul eğitiminin yanı sıra, kendisi ve hatta hayatın ta kendisidir; kendinizin talepleri ölçüsünde...
Ve gerçekten ağaç yaşken eğiliyor. Çünkü bunu kendi çocuklarımı yetiştirirken de görüyorum. Her şey aile ortamında başlıyor ve hayat yolunda yürürken size eli değen insanların güzelliği ile şekilleniyor. Ve insan olma yolunda ilerlerken; paradan puldan, statüden, bunların tümünün sağladığı güçten daha değerli şeyler olduğunu görüyorsunuz. Düştüğünüzde onlar sizi ayağa kaldırıyor: Sevgi ve samimiyet... Beni yetiştiren, temeli atan tüm insanlarda olan cinsten... İçten, hiç bir hesabı olmayan ve alabildiğine karşılıksız...
Ben de hayatın içinde dolaşırken sizinkinin daha ötelerinde bir çok farklı şaşırmalarla karşılaşıyorum. Mesleğim gereği sıklıkla, özellikle yakın çevreye müşteri ziyaretleri yaparım. Ve her meslekten, her ekonomik durumdan ve kültürden insanlarla karşılaşırım. Bir de, özellikle taşradaki hayatın işleyişi, ilişkileri ve mantığı ilgimi çeker. İyi bir gözlemci olarak bu sosyal yapılarla ilgilenirim. Örneğin, taşrada bir oto tamircisiyle bir kaç kez sohbet ettikten, birbirimizi daha yakından tanıdıktan sonra bir gün bana ne mezunu olduğumu sordu. Aslında kendisi de ilgili, belli ki okuma hevesi yarım kalmış birisiydi. Ben lise mezunu olduğumu söylediğimde, onun ufku ''tahsilli insanın hali başka oluyor'' diyecek noktadaydı. Yani üniversiteden bakınca liseyi azımsarken, ilkokuldan bakan biri için nerdeyse erişilmez bir nokta gibiydi.
O, yaşadığı yerin ekonomik durum ve tanınmışlığı anlamında önemli insanıyken; ben, onun bakışında, kentte bir sıkıntısı olduğunda çözecek dostları olan, yaşadığı kentteki ilişkileriyle hastası olduğunda ya da bir kamu kurumundaki sorunu çözmesinde yardımcı olacak, paraya ihtiyacı olduğunda onu kentte parasız bırakmayacak güveni sağlayan, onu ziyarete gelmiş çayını içen, bunun gururunu oradaki dostlarına da gösterebildiği, oradaki itibarına itibar katan biriydim aynı zamanda... Ve onun bu iç seslerinin hiç birinde de yadırgatıcı bir yan yoktu. Çünkü içtenliği tüm bunların yalnızca insani duygular olarak yorumlanmasını sağlıyordu. Elbetteki farklı bir karakterde aynı şeyler çıkarcılık olarak ta yorumlanabilirdi. Benim bakışımlaysa: Aslında ikimiz de birbirini anlamış, sevmiş, saygı duymuş, bir dostluğu paylaşmanın keyfini yaşama noktasında bir müşterekte buluşmuş, eşit iki insandık. Ve ben aslında oradan ne kadar çok şey öğrenerek çıkmıştım ki bunları bir yazıya konu yapabildim.
Bu yazdıklarım statü eleştrisi üzerine ya da sizin yazdıklarınıza atıf değil; sadece, değerlendirme biçimlerimizde, kendi gözlemlediğimiz somut verilerden ziyade, dışardan yüklenmiş önyargıların ne kadar etkili olduğuna vurgudur. Çünkü kendimizi ifade etme biçimlerimizde hep dışarıya gösterme duygusu vardır. Bu duyguda akışkandır. Bir şekilde her birimize değişik oranlarda bulaşmıştır. Ve bunu aşabilmek için çok fırın ekmek yememiz gerekir.
Ben bunu yapmaya çabalayanlardanım. Ayrıca Türkiyedeki insanlar konusunda umutsuz olmayın, inanamayacağınız kadar iyi, insan olma vasfı yukarılarda kalabalıkla var, anlatacaklarımla umutlarınızın nasıl yeşerdiğini göreceksiniz.'' Demişim.
Kendi adıma çok özel nedenlerle böyle bir eğitim yapamamış ve bunun eksikliğini hiç duymamış olsam da sözünü ettiklerimin hiç biri "üniversite de neymiş, okunmasa da olur"un bir savunusu değildir. Aksine, gençlerin bunun için sonuna kadar çaba göstermeleri gerektiğine inanan biriyim. Ama, hayatın sonu ve her şeyi de değil elbet! Çünkü, o gün yazdıklarımda da vurguladığım gibi... neyse girizgahı fazla uzatmadan o zaman neler demişim buyrun bir göz atalım.
''Zaten toplumun statü konusundaki genel yargıları bu kadar ortadayken ve her birimizin en azından bilinç altı bakışında; karşımızdakini bilmeden dinlemeden, sadece giyim kuşam, ekonomik durum, mesleki ve toplumsal statüye göre değerlendirme duygusu varken, bu şaşırmalar son derece olağan. Üstelik buna alınganlık gösterecek biri olsam oraya yazmaz ve de üç yıllık liseyi bile beş yılda bitirebilmiş olduğuma vurgu yapmazdım. Bunu bazı düşünüş biçimlerine, özellikle üniversite kazanamamış çocuklarının sürekli başlarına kakarak hayatı dar eden, üniversite diplomasının ya da herhangi bir okul diplomasının her şey olduğuna inanan ebeveynlere ve insanlara eleştirel bir bakış olması anlamında özellikle yaptım.
Bir de şu bakışın aslında ne kadar yanlış olduğunun da bir eleştirisi olarak düşünülebilir bu... Neyi düşünürüz hep: Üniversite mezunlarının her anlamda daha yetkin, daha donanımlı, daha bilgili olduklarını... Oysa üniversite, sizi yalnızca mesleki anlamda eğiten, yetiştiren, bu konuda donatan bir kurumdur. Elbette daha sosyaldir. Kültürel etkinliklere, sempozyum, panel benzeri tartışma ortamlarına sıklıkla sahne olmak gibi avantajları vardır. Ama bunların hiçbiri, bireyin bu yönde talepleri, eğilimleri ve merakları olmadan ilgileneceği olaylar değildir. Sonuçta siz üniversiteye belli bir taleple, birikimle geldiğinizde bu kültürel olanaklardan yararlanırsınız; bu tür ilgileriniz yoksa, bunların hiçbirine katılmazsınız.
Sizi kültürel anlamda geliştiren, olgunlaştıran olay doğduğunuz evde başlar. Aile fertlerinin size karşı tutumları, evinizin küçük mütevazi kitaplığında gördüğünüz kitaplar... Amcanızın siz okumayı yeni söktüğünüzde elinizden tutarak götürdüğü kitapçıda sizin için aldığı, eve gelir gelmez soluk soluğa okuduğunuz, cildini kapağını sevdiğiniz, okşadığınız, sizi başka bir boyuta taşıyan, hayaller kurduran ilk kitap... Sonra halanızın her ay sonunda maaşının bir kısmıyla sizin için aldığı kitaplar... Dayınızın her sizi ziyarete geldiğinde sizin için aldığı kitaplar... Bir diğer amcanızın sizi götürdüğü maçlar... İlkokul öğretmeninizin sizi fark eden sevecenliği ve ilgisi... Sinemaya giden bir aile... Size plaklar almanız için para veren bir babaanne... İlkokul mezunu ama ufku ve düşünce dünyası geniş, elinden geldiğince önünüzü açan bir anne baba... Tüm birikiminizi paylaşabileceğiniz arkadaşlar... Bunların tümü varsa ve siz merak ediyorsanız kendinizi geliştiriyorsunuz. Yoksa, bomboş geldiğiniz üniversitede kimse al bunu oku diye elinize bir şey tutuşturmaz. Zaten sizin alışkanlığınız, birikiminiz yoksa, tutuşturulsa da fark etmez. Yani, aslında insanı geliştiren okul eğitiminin yanı sıra, kendisi ve hatta hayatın ta kendisidir; kendinizin talepleri ölçüsünde...
Ve gerçekten ağaç yaşken eğiliyor. Çünkü bunu kendi çocuklarımı yetiştirirken de görüyorum. Her şey aile ortamında başlıyor ve hayat yolunda yürürken size eli değen insanların güzelliği ile şekilleniyor. Ve insan olma yolunda ilerlerken; paradan puldan, statüden, bunların tümünün sağladığı güçten daha değerli şeyler olduğunu görüyorsunuz. Düştüğünüzde onlar sizi ayağa kaldırıyor: Sevgi ve samimiyet... Beni yetiştiren, temeli atan tüm insanlarda olan cinsten... İçten, hiç bir hesabı olmayan ve alabildiğine karşılıksız...
Ben de hayatın içinde dolaşırken sizinkinin daha ötelerinde bir çok farklı şaşırmalarla karşılaşıyorum. Mesleğim gereği sıklıkla, özellikle yakın çevreye müşteri ziyaretleri yaparım. Ve her meslekten, her ekonomik durumdan ve kültürden insanlarla karşılaşırım. Bir de, özellikle taşradaki hayatın işleyişi, ilişkileri ve mantığı ilgimi çeker. İyi bir gözlemci olarak bu sosyal yapılarla ilgilenirim. Örneğin, taşrada bir oto tamircisiyle bir kaç kez sohbet ettikten, birbirimizi daha yakından tanıdıktan sonra bir gün bana ne mezunu olduğumu sordu. Aslında kendisi de ilgili, belli ki okuma hevesi yarım kalmış birisiydi. Ben lise mezunu olduğumu söylediğimde, onun ufku ''tahsilli insanın hali başka oluyor'' diyecek noktadaydı. Yani üniversiteden bakınca liseyi azımsarken, ilkokuldan bakan biri için nerdeyse erişilmez bir nokta gibiydi.
O, yaşadığı yerin ekonomik durum ve tanınmışlığı anlamında önemli insanıyken; ben, onun bakışında, kentte bir sıkıntısı olduğunda çözecek dostları olan, yaşadığı kentteki ilişkileriyle hastası olduğunda ya da bir kamu kurumundaki sorunu çözmesinde yardımcı olacak, paraya ihtiyacı olduğunda onu kentte parasız bırakmayacak güveni sağlayan, onu ziyarete gelmiş çayını içen, bunun gururunu oradaki dostlarına da gösterebildiği, oradaki itibarına itibar katan biriydim aynı zamanda... Ve onun bu iç seslerinin hiç birinde de yadırgatıcı bir yan yoktu. Çünkü içtenliği tüm bunların yalnızca insani duygular olarak yorumlanmasını sağlıyordu. Elbetteki farklı bir karakterde aynı şeyler çıkarcılık olarak ta yorumlanabilirdi. Benim bakışımlaysa: Aslında ikimiz de birbirini anlamış, sevmiş, saygı duymuş, bir dostluğu paylaşmanın keyfini yaşama noktasında bir müşterekte buluşmuş, eşit iki insandık. Ve ben aslında oradan ne kadar çok şey öğrenerek çıkmıştım ki bunları bir yazıya konu yapabildim.
Bu yazdıklarım statü eleştrisi üzerine ya da sizin yazdıklarınıza atıf değil; sadece, değerlendirme biçimlerimizde, kendi gözlemlediğimiz somut verilerden ziyade, dışardan yüklenmiş önyargıların ne kadar etkili olduğuna vurgudur. Çünkü kendimizi ifade etme biçimlerimizde hep dışarıya gösterme duygusu vardır. Bu duyguda akışkandır. Bir şekilde her birimize değişik oranlarda bulaşmıştır. Ve bunu aşabilmek için çok fırın ekmek yememiz gerekir.
Ben bunu yapmaya çabalayanlardanım. Ayrıca Türkiyedeki insanlar konusunda umutsuz olmayın, inanamayacağınız kadar iyi, insan olma vasfı yukarılarda kalabalıkla var, anlatacaklarımla umutlarınızın nasıl yeşerdiğini göreceksiniz.'' Demişim.
Etiketler:
akıp giden zamana notlar...
3 Şubat 2009 Salı
Sanal Denen Aleme Ben Nasıl Bakıyormuşum?.. Bugün Onu Öğrendim!
Önceki gün, televizyonun ünlü kadın sunucularından biri, programında, evli bir kadınla, sanırım arkadaşlık sitelerinden birinde tanıştıktan sonra yaşadıkları sorunları anlatan biri üzerinden, internet kökenli ilişkileri ve yarattığı sorunları işliyordu. Bunu eleştirirken de, taraf olarak, kendisinin hiç MSN'den falan anlamadığını, nedir ne değildir bilmediğini falan söylüyordu. Ne hikmetse, bu tür konuları işleyen programcıların özellikle kadın olanları, hiç dokunmamışlar MSN'e ve ne olduğunu hiç bilmiyorlar bu işleyişin! Genelde bu tür programları izleyen ben, oralarda işlenen konularda, internet tanışıklıklarıyla meydana gelenleri kat be kat aşan bir çok olaya tanıklık ediyorum. Dolayısıyla kendimi bilirkişi makamına layık görüp, istatistiksel bir bakışla, net üzerinde yaşanan olumsuzlukların oradakilerden çok çok daha az yüzdelere isabet ettiğini söyleyebilirim. Aslında, sorunun kişinin dünyayı algılamasından kaynaklı olduğundan vazgeçip birey üzerinden sorunu açmak, oradaki arızaları göz önüne sermek varken, suçları başka yerlere yükleme popülizminin tezahürü bu durum üzerine; oturup, mazimin çok eski olmadığı bu aleme düştüğüm günden itibaren yaşadıklarımdan yola çıkarak, burası sanal mıydı'yı sorgulamaya başladım. Öyleydi de ben mi fark etmemiştim; damarlarıma zikrettiğim bu uyuşturucuyu...
Akıl kışkırınca bir kez, dur durak bilmediğinden; tatlı, tatlı netten edindiğim arkadaşlıkların notlarına, izlerine göz atmaya başladım. Yazdığım mail'leri, bana yazılan mail'leri, yaşanan anların mutluluğuna ve keyfine tebessümler ederek okuduğumu fark ettim. Ağzım kulaklarımla buluşmuş, kapanmak bilmiyordu. Eğer bu kadar gülebiliyorsam; bunlar, sanal ya da hayal olamaz, dedim, kendi kendime... Sonra, ne olur ne olmaz diye bir cimdik attım, onu da hissettim. Bir Kelebeğim Olmuşmuştu'nun giderken bana bıraktığı turkuaz bilekliğinin koyduğum yerdeki sahiciliğine baktım. Onu yolcu ettikten sonra, eve döndüğümde klavyenin başına oturup yazdıklarımın lezzetini ve sahiciliğini okudum bir kez daha... Ve sonra, birden, ameliyat sonrası kız kardeşte kalınmış bir haftanın dönüşünde bilgisayarımı açtığımda, oğlunun öldüğü gece acısını sığındıracak biri olarak beni görüp online bulamadığı MSN'ime döktüğü sızıları hatırladım. Telefonla aradığımda, verilen ilaçlarla boğulmuş, konuşamayacak kadar uyuşmuş sesinden ''canım dostum'' deyişini duydum.
Sonra, Üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın'lı günler düştü aklıma... Ufacık bir mesajla başlayan ve hızla akıp giden süreç... Sonunu ikimizin de aşağı yukarı kestirdiği, ama duyguları bu kadar örtüşen iki insanın yaşamadan bırakamayacağı bir coşkunluktaydı zaman... İkimiz de işlerimizden ''eve'', "MSN'de bir bekleyenim var," duygusuyla dönüyorduk. Onun nöbet akşamlarının ıssız hastane koridorlarında, ben masasının yanındaki sandalyede çay içiyordum. Sonra ben yatağıma girdiğimde, o kalan zamanda hissettiklerini posta kutuma bırakıyordu; sabah kalktığımda okumam için... Her akşam evin içinde sanki bir arada yaşıyormuş gibiydi kulaklıklarımızdaki sohbetler... Ve onun şehrinde yapacaklarımızın planlarını yapıyorduk; bir heyecan bir heyecan... Çok keyifli o semtte, kent manzaralı lebiderya bir mekanda yemeğe karar vermiştik cumartesi akşamı için... Bir akşam üstü arkadaşlarıyla buluşacakları bara giderken aradığı telefondan yemek için yeri ayırttığını haber veren sesindeki coşku, sevgi ve heyecan için bir ömür verilmez miydi diye düşündüm bir an... Ve ben onu, tam da Elmadağ, Harbiye arasında bir yerde canlandırmıştım gözümde ki doğru bilmişim... Sonra, İstanbul'da buluştuğumuz ilk an, eve sarmaş dolaş yürüyüşümüz... O kahvaltı masasına sanki her gün oturuyormuşum kadar tanıdık mutfak...
Sonra, akşam dışarıda yemekten vazgeçip, birlikte, bin bir espriyle marketten alış veriş yapıp, aldığımız şaraplarla kurduğumuz masadaki mum ışıkları, duygular, lakırtılarımız, sofrayı birlikte toplayışımız, sahici değil miydi? Bir çok hayatın kenarından bile geçemediği güzellikleri üç güne sığdırmamış mıydık? Konserdeki kimseleri görmez bir keyfin sarmaş dolaşlığıyla omuzuma yaslanmış saçların hissettirdikleri başka nerede vardı? Gecenin bir vaktinde, konserden çıkıp geldiğimiz Beyoğlu'nda, Kaktüs'te içmeye karar veren ortaklık kaç kere rast gelmişti, 'gerçek hayatta'... Sonra bir bayramın son gününde Ankara'da, liseli çocuklar gibi aileleri ekip kafa çekerek ettiğimiz akşamın lezzeti, sanal mıydı? Ankara'ya geliş esnasında otobüse binerken aranıp haberdar edilen bana denmemiş miydi en güzelinden, seni seviyorum.
Sonra bir başka arkadaşım, Kendi Güzel, Gülüşü Muzır, Huysuz ve Tatlı Kadın: Ona ilk mesaj atmaya karar verdiğim andan itibaren konuşacağımın kim olduğunu biliyordum. Profilinde o kadar çok iz vardı ki!.. Ve o süreçlerdeki konuştuğum hiç bir saniyede ne sanaldım, ne bir beklenti üzerine konuşuyordum. Onunla konuşmaya başladığım evreye bir başka olgunluk ve sakinlikle gelmiştim... Üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın'a demiştim döneceğim akşam, Starbucks'ta kahve içerken; Bir Kelebeğim Olmuşmuştu beni dipten aldı... Sen Üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın, "Yüzdürdün, artık suyun üstündeyim."
Hayatımı, her şeyden ve herkesten sakladığım bir dönemde, sadece kendimi teselli etmek, hiç tanımadığım sesleri duymak için bulaşmıştım bu aleme... Beklentilerle yüklü değildim, tuzaklar kurmak gibi bir fikrim olmadığı gibi. Ben sahiciydim ve benim için oradaki herkes de sahiciydi. Normalde günlük işlerle yoğun bir sosyal hayat vardı zaten... Ama akşamları, boş evde bir sesti o sanal alem. Sonuçta ses oldu da, hem de fazlasıyla... Tek fark şu belki, dokunamıyorsun. Ama ben bu sanal alemde konuştuğum herkesle dokunduğumu biliyorum. Bu güne kadar gerçekten sanal bir duygu hissetmemişim!
Birde, reel'deki kadın arkadaşlarımla, x'le, y ile, ve Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün'le birlikte geçirdiğim zamanlarla, sanal alemdekiler arasındaki farkı düşündüm. Onlarla -Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün hariç- konuşmanın bana verdiği hiç bir heyecan ve kıpırtı yok... Tanıdığım, bildiğim, birlikte pek çok yere gittiğimiz; konserler, yemekler, ev oturmaları yaptığımız, birlikte olduğumuz sürelerde bir kadın gibi görmediğim arkadaşlar... Ve onlarla konuştuğumuz hiç bir şeyde duygusal bir derinlik yok, birbirimizle ilişkiler üzerine şeyler söyleyen sohbetler de yapsak, herhangi bir şeyi konuşuyormuşuz gibi kuru...
Ve sokakta dolaşırken kadınlara bakıyorum. İçlerinden hangileriyle birlikte olabilirim üzerine düşünüyorum. Geçmişte yaşadıklarımdan, bugünkü düşünüşümden bakınca; bir ilişkinin geçtiği evreleri göz önüne alıp olası sonuçların onlardaki acısını, yaratacağı kırıklıkları düşünüyorum. Sanal denen alemin benim açımdan daha vicdani olduğunu hissediyorum. Çünkü, hiç birlikte zaman geçirmeden bir insan hakkında profilinden, kelimelerden bakıp bir sürü ortak nokta bulabiliyor insan. Bir kazaya uğrama riskin azalıyor. Ve sonra hiç bir beklentin ve iki yüzlülüğün olmadan, sadece ruhların konuştuğu içtenlikli bir süreç yaşıyorsun. Ve o süreç, duygularını olgunlaştırıyor. Fiziksel özelliklerden önce bir ruhu beğeniyorsun ki bu benim için en güzel tecrübe oldu. Sonra, tıpkı liseli çocuk heyecanlarıyla bir aşk oyunu başlıyor. Herkes kıyılarda kenarlarda dolaşıyor... Kendine itiraf edemese de insan, karşının söylediği (kendi hemcinsi) bir isimde, anlık bir acabayla hafiften burulup sonra toparlıyor kendini. Yani sürekli gelişen, saf, heyecan verici, çocuksu, samimi bir flörtöz hal var o hayatta. Bu çok hoş ve eğlenceli...
Bugün; bir hafta sonra rahatsızlık duyup şu kadını başımdan atayım diyeceğin ve yaşadıklarından derin pişmanlık duyacağın gerçek hayattan bir ilişki mi; yoksa, ruhunu dibine kadar tanıma olanağı bulabildiğin ve onun üzerine inşa edilmiş lezzette sanal bir ilişki mi? diye sordum ve düşündüm.
Resim,Videlec.org
Akıl kışkırınca bir kez, dur durak bilmediğinden; tatlı, tatlı netten edindiğim arkadaşlıkların notlarına, izlerine göz atmaya başladım. Yazdığım mail'leri, bana yazılan mail'leri, yaşanan anların mutluluğuna ve keyfine tebessümler ederek okuduğumu fark ettim. Ağzım kulaklarımla buluşmuş, kapanmak bilmiyordu. Eğer bu kadar gülebiliyorsam; bunlar, sanal ya da hayal olamaz, dedim, kendi kendime... Sonra, ne olur ne olmaz diye bir cimdik attım, onu da hissettim. Bir Kelebeğim Olmuşmuştu'nun giderken bana bıraktığı turkuaz bilekliğinin koyduğum yerdeki sahiciliğine baktım. Onu yolcu ettikten sonra, eve döndüğümde klavyenin başına oturup yazdıklarımın lezzetini ve sahiciliğini okudum bir kez daha... Ve sonra, birden, ameliyat sonrası kız kardeşte kalınmış bir haftanın dönüşünde bilgisayarımı açtığımda, oğlunun öldüğü gece acısını sığındıracak biri olarak beni görüp online bulamadığı MSN'ime döktüğü sızıları hatırladım. Telefonla aradığımda, verilen ilaçlarla boğulmuş, konuşamayacak kadar uyuşmuş sesinden ''canım dostum'' deyişini duydum.
Sonra, Üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın'lı günler düştü aklıma... Ufacık bir mesajla başlayan ve hızla akıp giden süreç... Sonunu ikimizin de aşağı yukarı kestirdiği, ama duyguları bu kadar örtüşen iki insanın yaşamadan bırakamayacağı bir coşkunluktaydı zaman... İkimiz de işlerimizden ''eve'', "MSN'de bir bekleyenim var," duygusuyla dönüyorduk. Onun nöbet akşamlarının ıssız hastane koridorlarında, ben masasının yanındaki sandalyede çay içiyordum. Sonra ben yatağıma girdiğimde, o kalan zamanda hissettiklerini posta kutuma bırakıyordu; sabah kalktığımda okumam için... Her akşam evin içinde sanki bir arada yaşıyormuş gibiydi kulaklıklarımızdaki sohbetler... Ve onun şehrinde yapacaklarımızın planlarını yapıyorduk; bir heyecan bir heyecan... Çok keyifli o semtte, kent manzaralı lebiderya bir mekanda yemeğe karar vermiştik cumartesi akşamı için... Bir akşam üstü arkadaşlarıyla buluşacakları bara giderken aradığı telefondan yemek için yeri ayırttığını haber veren sesindeki coşku, sevgi ve heyecan için bir ömür verilmez miydi diye düşündüm bir an... Ve ben onu, tam da Elmadağ, Harbiye arasında bir yerde canlandırmıştım gözümde ki doğru bilmişim... Sonra, İstanbul'da buluştuğumuz ilk an, eve sarmaş dolaş yürüyüşümüz... O kahvaltı masasına sanki her gün oturuyormuşum kadar tanıdık mutfak...
Sonra, akşam dışarıda yemekten vazgeçip, birlikte, bin bir espriyle marketten alış veriş yapıp, aldığımız şaraplarla kurduğumuz masadaki mum ışıkları, duygular, lakırtılarımız, sofrayı birlikte toplayışımız, sahici değil miydi? Bir çok hayatın kenarından bile geçemediği güzellikleri üç güne sığdırmamış mıydık? Konserdeki kimseleri görmez bir keyfin sarmaş dolaşlığıyla omuzuma yaslanmış saçların hissettirdikleri başka nerede vardı? Gecenin bir vaktinde, konserden çıkıp geldiğimiz Beyoğlu'nda, Kaktüs'te içmeye karar veren ortaklık kaç kere rast gelmişti, 'gerçek hayatta'... Sonra bir bayramın son gününde Ankara'da, liseli çocuklar gibi aileleri ekip kafa çekerek ettiğimiz akşamın lezzeti, sanal mıydı? Ankara'ya geliş esnasında otobüse binerken aranıp haberdar edilen bana denmemiş miydi en güzelinden, seni seviyorum.
Sonra bir başka arkadaşım, Kendi Güzel, Gülüşü Muzır, Huysuz ve Tatlı Kadın: Ona ilk mesaj atmaya karar verdiğim andan itibaren konuşacağımın kim olduğunu biliyordum. Profilinde o kadar çok iz vardı ki!.. Ve o süreçlerdeki konuştuğum hiç bir saniyede ne sanaldım, ne bir beklenti üzerine konuşuyordum. Onunla konuşmaya başladığım evreye bir başka olgunluk ve sakinlikle gelmiştim... Üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın'a demiştim döneceğim akşam, Starbucks'ta kahve içerken; Bir Kelebeğim Olmuşmuştu beni dipten aldı... Sen Üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın, "Yüzdürdün, artık suyun üstündeyim."
Hayatımı, her şeyden ve herkesten sakladığım bir dönemde, sadece kendimi teselli etmek, hiç tanımadığım sesleri duymak için bulaşmıştım bu aleme... Beklentilerle yüklü değildim, tuzaklar kurmak gibi bir fikrim olmadığı gibi. Ben sahiciydim ve benim için oradaki herkes de sahiciydi. Normalde günlük işlerle yoğun bir sosyal hayat vardı zaten... Ama akşamları, boş evde bir sesti o sanal alem. Sonuçta ses oldu da, hem de fazlasıyla... Tek fark şu belki, dokunamıyorsun. Ama ben bu sanal alemde konuştuğum herkesle dokunduğumu biliyorum. Bu güne kadar gerçekten sanal bir duygu hissetmemişim!
Birde, reel'deki kadın arkadaşlarımla, x'le, y ile, ve Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün'le birlikte geçirdiğim zamanlarla, sanal alemdekiler arasındaki farkı düşündüm. Onlarla -Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün hariç- konuşmanın bana verdiği hiç bir heyecan ve kıpırtı yok... Tanıdığım, bildiğim, birlikte pek çok yere gittiğimiz; konserler, yemekler, ev oturmaları yaptığımız, birlikte olduğumuz sürelerde bir kadın gibi görmediğim arkadaşlar... Ve onlarla konuştuğumuz hiç bir şeyde duygusal bir derinlik yok, birbirimizle ilişkiler üzerine şeyler söyleyen sohbetler de yapsak, herhangi bir şeyi konuşuyormuşuz gibi kuru...
Ve sokakta dolaşırken kadınlara bakıyorum. İçlerinden hangileriyle birlikte olabilirim üzerine düşünüyorum. Geçmişte yaşadıklarımdan, bugünkü düşünüşümden bakınca; bir ilişkinin geçtiği evreleri göz önüne alıp olası sonuçların onlardaki acısını, yaratacağı kırıklıkları düşünüyorum. Sanal denen alemin benim açımdan daha vicdani olduğunu hissediyorum. Çünkü, hiç birlikte zaman geçirmeden bir insan hakkında profilinden, kelimelerden bakıp bir sürü ortak nokta bulabiliyor insan. Bir kazaya uğrama riskin azalıyor. Ve sonra hiç bir beklentin ve iki yüzlülüğün olmadan, sadece ruhların konuştuğu içtenlikli bir süreç yaşıyorsun. Ve o süreç, duygularını olgunlaştırıyor. Fiziksel özelliklerden önce bir ruhu beğeniyorsun ki bu benim için en güzel tecrübe oldu. Sonra, tıpkı liseli çocuk heyecanlarıyla bir aşk oyunu başlıyor. Herkes kıyılarda kenarlarda dolaşıyor... Kendine itiraf edemese de insan, karşının söylediği (kendi hemcinsi) bir isimde, anlık bir acabayla hafiften burulup sonra toparlıyor kendini. Yani sürekli gelişen, saf, heyecan verici, çocuksu, samimi bir flörtöz hal var o hayatta. Bu çok hoş ve eğlenceli...
Bugün; bir hafta sonra rahatsızlık duyup şu kadını başımdan atayım diyeceğin ve yaşadıklarından derin pişmanlık duyacağın gerçek hayattan bir ilişki mi; yoksa, ruhunu dibine kadar tanıma olanağı bulabildiğin ve onun üzerine inşa edilmiş lezzette sanal bir ilişki mi? diye sordum ve düşündüm.
Resim,Videlec.org
Etiketler:
la paragas magazin
1 Şubat 2009 Pazar
La Paragas Pazar Sineması Sunar:)):Tree
Etiketler:
kısa filmler...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)