6 Şubat 2009 Cuma
Güz Sancısı
Filme, hakkında hiç bir yorum ve yazı okumadan gittim. Tomris Giritlioğlu adı benim için yeterliydi. TRT'den beri izlediğim ve çok sevdiğim bu değerli yönetmenin, Salkım Hanımın Taneleri'ni sinemaya uyarlamadaki başarısının ardından, o kitabın, tarihimizde azınlıklara yapılanlar anlamında devamı gibi algılanabilecek Güz Sancısı'nın film olmuş halini kaçırmam olası değildi elbet. Üstelik, filmin sinemanın en sevdiğim salonunda oynaması ayrı bir keyifti. Bir ekstra keyif de filmin üçüncü haftası olmasına rağmen salondaki doluluktu.
Filmin açılışıyla birlikte ilk sahneler perdeye yansımaya başlayınca, güzel bir film izleyeceğim duygusu hakim oldu bende; hoş bir açılışı vardı çünkü. Film ilerledikçe, hayatımda ilk defa bir film üzerine yazacağım yorum için olumsuz cümleler ilk izlenimlerimle yer değiştirir bir hale büründüler bu kez beynimin içinde.
Bugüne kadar beğenmediğim bir film üzerine yorum yazmadım. Yazdığım yerlerde, insanlara bir yararı olsun diye hep beğendiğim filmler üzerine olumlu düşünceler aktardım. Ama bu film boyunca sürekli iyi sahneleri öne çıkarıp, kusurlara bahaneler aramaya başlasam da, yönetmene kıyamasam da, tüm sempatime rağmen çok sağlam ve bir film için çok ama çok elverişli bir konuya ciddi anlamda yazık olduğunu kabul etmek zorunda kaldım.
Sorun bütçe miydi ya da başka sebepler miydi bilmiyorum. Ama, Salkım Hanımın Tanelerindeki muhteşem oyuncular ve oyunculukları düşününce, bu filmdekiler -Beren Saat hariç- ortaokul müsamereleri düzeyindeydi. Figürasyon tam anlamıyla berbattı. Yağma sahneleri inandırıcılıktan son derece uzak ve üstünkörüydü. Erotizmden bu kadar uzak, ruhsuz ve beceriksiz bir sevişme sahnesini, bu düzeyde bir yönetmenden daha önce izlediğimi hatırlamıyorum.
Yapımcı bütçeyi sınırladıysa ve mecburiyetler vardıysa diye bir çıkar yol aramaya çabalasam da; yine de neden Tomris Giritlioğlu bu filmi bu oyuncularla çekti diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Tüm suçu oyunculara fatura edip yönetmeni aklamak istemiyorum. Ama, Salkım Hanımın Taneleri'nde figürasyon dahil onca başarılı seçimler yapmış bir yönetmen, bu filmde, neden bu kadar yanlış diye de sürekli düşünüyorum.
Kısacası, sinema için çok elverişli bir romandan yapılmış bu film; benim için, büyük bir hayalkırıklığı oldu. Keşke Salkım Hanımın Taneleri için yazdıklarımı, Güz Sancısı içinde tekrar edebilseydim. Ve herkese, koşa koşa gidip zevkle izleyin diyebilseydim. Çok üzgünüm.
5 Şubat 2009 Perşembe
Hayat Dersleri 1... Ben Neymişim Be Abi!.
İspanyol Pansiyonu yazıma çok hoş bir yorumla katkı yapan sevgili Arzu'nun: ''Hayat okulunda öğrenecek daha çok şey var çünkü:)'' cümlesi; bir sitede yer alan hakkımdaki kısa bir özet, sevdiğim kitaplar, filmler, şarkıcılar gibi soruların yanıtlarını da içeren profilimden etkilenerek ve orada yazılı eğitim durumumla ilgili beyanımdan yola çıkıp bana övgü dolu mesaj atan, yanlış anlaşılabilme olasılığına karşı da çok zarif bir cümleyle bu hassasiyetini vurgulayan, ülkenin çok önemli üniversitelerinden birinde öğretim görevlisi bir hanımla, özellikle bu şaşkınlık üzerine yaptığımız yazışmaları hatırlattı. Aslında onun bakışının temelinde kendi camiasından da bakarak ülke insanındaki- o hanıma göre- genel bir eksikliğe serzeniş de vardı.
Kendi adıma çok özel nedenlerle böyle bir eğitim yapamamış ve bunun eksikliğini hiç duymamış olsam da sözünü ettiklerimin hiç biri "üniversite de neymiş, okunmasa da olur"un bir savunusu değildir. Aksine, gençlerin bunun için sonuna kadar çaba göstermeleri gerektiğine inanan biriyim. Ama, hayatın sonu ve her şeyi de değil elbet! Çünkü, o gün yazdıklarımda da vurguladığım gibi... neyse girizgahı fazla uzatmadan o zaman neler demişim buyrun bir göz atalım.
''Zaten toplumun statü konusundaki genel yargıları bu kadar ortadayken ve her birimizin en azından bilinç altı bakışında; karşımızdakini bilmeden dinlemeden, sadece giyim kuşam, ekonomik durum, mesleki ve toplumsal statüye göre değerlendirme duygusu varken, bu şaşırmalar son derece olağan. Üstelik buna alınganlık gösterecek biri olsam oraya yazmaz ve de üç yıllık liseyi bile beş yılda bitirebilmiş olduğuma vurgu yapmazdım. Bunu bazı düşünüş biçimlerine, özellikle üniversite kazanamamış çocuklarının sürekli başlarına kakarak hayatı dar eden, üniversite diplomasının ya da herhangi bir okul diplomasının her şey olduğuna inanan ebeveynlere ve insanlara eleştirel bir bakış olması anlamında özellikle yaptım.
Bir de şu bakışın aslında ne kadar yanlış olduğunun da bir eleştirisi olarak düşünülebilir bu... Neyi düşünürüz hep: Üniversite mezunlarının her anlamda daha yetkin, daha donanımlı, daha bilgili olduklarını... Oysa üniversite, sizi yalnızca mesleki anlamda eğiten, yetiştiren, bu konuda donatan bir kurumdur. Elbette daha sosyaldir. Kültürel etkinliklere, sempozyum, panel benzeri tartışma ortamlarına sıklıkla sahne olmak gibi avantajları vardır. Ama bunların hiçbiri, bireyin bu yönde talepleri, eğilimleri ve merakları olmadan ilgileneceği olaylar değildir. Sonuçta siz üniversiteye belli bir taleple, birikimle geldiğinizde bu kültürel olanaklardan yararlanırsınız; bu tür ilgileriniz yoksa, bunların hiçbirine katılmazsınız.
Sizi kültürel anlamda geliştiren, olgunlaştıran olay doğduğunuz evde başlar. Aile fertlerinin size karşı tutumları, evinizin küçük mütevazi kitaplığında gördüğünüz kitaplar... Amcanızın siz okumayı yeni söktüğünüzde elinizden tutarak götürdüğü kitapçıda sizin için aldığı, eve gelir gelmez soluk soluğa okuduğunuz, cildini kapağını sevdiğiniz, okşadığınız, sizi başka bir boyuta taşıyan, hayaller kurduran ilk kitap... Sonra halanızın her ay sonunda maaşının bir kısmıyla sizin için aldığı kitaplar... Dayınızın her sizi ziyarete geldiğinde sizin için aldığı kitaplar... Bir diğer amcanızın sizi götürdüğü maçlar... İlkokul öğretmeninizin sizi fark eden sevecenliği ve ilgisi... Sinemaya giden bir aile... Size plaklar almanız için para veren bir babaanne... İlkokul mezunu ama ufku ve düşünce dünyası geniş, elinden geldiğince önünüzü açan bir anne baba... Tüm birikiminizi paylaşabileceğiniz arkadaşlar... Bunların tümü varsa ve siz merak ediyorsanız kendinizi geliştiriyorsunuz. Yoksa, bomboş geldiğiniz üniversitede kimse al bunu oku diye elinize bir şey tutuşturmaz. Zaten sizin alışkanlığınız, birikiminiz yoksa, tutuşturulsa da fark etmez. Yani, aslında insanı geliştiren okul eğitiminin yanı sıra, kendisi ve hatta hayatın ta kendisidir; kendinizin talepleri ölçüsünde...
Ve gerçekten ağaç yaşken eğiliyor. Çünkü bunu kendi çocuklarımı yetiştirirken de görüyorum. Her şey aile ortamında başlıyor ve hayat yolunda yürürken size eli değen insanların güzelliği ile şekilleniyor. Ve insan olma yolunda ilerlerken; paradan puldan, statüden, bunların tümünün sağladığı güçten daha değerli şeyler olduğunu görüyorsunuz. Düştüğünüzde onlar sizi ayağa kaldırıyor: Sevgi ve samimiyet... Beni yetiştiren, temeli atan tüm insanlarda olan cinsten... İçten, hiç bir hesabı olmayan ve alabildiğine karşılıksız...
Ben de hayatın içinde dolaşırken sizinkinin daha ötelerinde bir çok farklı şaşırmalarla karşılaşıyorum. Mesleğim gereği sıklıkla, özellikle yakın çevreye müşteri ziyaretleri yaparım. Ve her meslekten, her ekonomik durumdan ve kültürden insanlarla karşılaşırım. Bir de, özellikle taşradaki hayatın işleyişi, ilişkileri ve mantığı ilgimi çeker. İyi bir gözlemci olarak bu sosyal yapılarla ilgilenirim. Örneğin, taşrada bir oto tamircisiyle bir kaç kez sohbet ettikten, birbirimizi daha yakından tanıdıktan sonra bir gün bana ne mezunu olduğumu sordu. Aslında kendisi de ilgili, belli ki okuma hevesi yarım kalmış birisiydi. Ben lise mezunu olduğumu söylediğimde, onun ufku ''tahsilli insanın hali başka oluyor'' diyecek noktadaydı. Yani üniversiteden bakınca liseyi azımsarken, ilkokuldan bakan biri için nerdeyse erişilmez bir nokta gibiydi.
O, yaşadığı yerin ekonomik durum ve tanınmışlığı anlamında önemli insanıyken; ben, onun bakışında, kentte bir sıkıntısı olduğunda çözecek dostları olan, yaşadığı kentteki ilişkileriyle hastası olduğunda ya da bir kamu kurumundaki sorunu çözmesinde yardımcı olacak, paraya ihtiyacı olduğunda onu kentte parasız bırakmayacak güveni sağlayan, onu ziyarete gelmiş çayını içen, bunun gururunu oradaki dostlarına da gösterebildiği, oradaki itibarına itibar katan biriydim aynı zamanda... Ve onun bu iç seslerinin hiç birinde de yadırgatıcı bir yan yoktu. Çünkü içtenliği tüm bunların yalnızca insani duygular olarak yorumlanmasını sağlıyordu. Elbetteki farklı bir karakterde aynı şeyler çıkarcılık olarak ta yorumlanabilirdi. Benim bakışımlaysa: Aslında ikimiz de birbirini anlamış, sevmiş, saygı duymuş, bir dostluğu paylaşmanın keyfini yaşama noktasında bir müşterekte buluşmuş, eşit iki insandık. Ve ben aslında oradan ne kadar çok şey öğrenerek çıkmıştım ki bunları bir yazıya konu yapabildim.
Bu yazdıklarım statü eleştrisi üzerine ya da sizin yazdıklarınıza atıf değil; sadece, değerlendirme biçimlerimizde, kendi gözlemlediğimiz somut verilerden ziyade, dışardan yüklenmiş önyargıların ne kadar etkili olduğuna vurgudur. Çünkü kendimizi ifade etme biçimlerimizde hep dışarıya gösterme duygusu vardır. Bu duyguda akışkandır. Bir şekilde her birimize değişik oranlarda bulaşmıştır. Ve bunu aşabilmek için çok fırın ekmek yememiz gerekir.
Ben bunu yapmaya çabalayanlardanım. Ayrıca Türkiyedeki insanlar konusunda umutsuz olmayın, inanamayacağınız kadar iyi, insan olma vasfı yukarılarda kalabalıkla var, anlatacaklarımla umutlarınızın nasıl yeşerdiğini göreceksiniz.'' Demişim.
Kendi adıma çok özel nedenlerle böyle bir eğitim yapamamış ve bunun eksikliğini hiç duymamış olsam da sözünü ettiklerimin hiç biri "üniversite de neymiş, okunmasa da olur"un bir savunusu değildir. Aksine, gençlerin bunun için sonuna kadar çaba göstermeleri gerektiğine inanan biriyim. Ama, hayatın sonu ve her şeyi de değil elbet! Çünkü, o gün yazdıklarımda da vurguladığım gibi... neyse girizgahı fazla uzatmadan o zaman neler demişim buyrun bir göz atalım.
''Zaten toplumun statü konusundaki genel yargıları bu kadar ortadayken ve her birimizin en azından bilinç altı bakışında; karşımızdakini bilmeden dinlemeden, sadece giyim kuşam, ekonomik durum, mesleki ve toplumsal statüye göre değerlendirme duygusu varken, bu şaşırmalar son derece olağan. Üstelik buna alınganlık gösterecek biri olsam oraya yazmaz ve de üç yıllık liseyi bile beş yılda bitirebilmiş olduğuma vurgu yapmazdım. Bunu bazı düşünüş biçimlerine, özellikle üniversite kazanamamış çocuklarının sürekli başlarına kakarak hayatı dar eden, üniversite diplomasının ya da herhangi bir okul diplomasının her şey olduğuna inanan ebeveynlere ve insanlara eleştirel bir bakış olması anlamında özellikle yaptım.
Bir de şu bakışın aslında ne kadar yanlış olduğunun da bir eleştirisi olarak düşünülebilir bu... Neyi düşünürüz hep: Üniversite mezunlarının her anlamda daha yetkin, daha donanımlı, daha bilgili olduklarını... Oysa üniversite, sizi yalnızca mesleki anlamda eğiten, yetiştiren, bu konuda donatan bir kurumdur. Elbette daha sosyaldir. Kültürel etkinliklere, sempozyum, panel benzeri tartışma ortamlarına sıklıkla sahne olmak gibi avantajları vardır. Ama bunların hiçbiri, bireyin bu yönde talepleri, eğilimleri ve merakları olmadan ilgileneceği olaylar değildir. Sonuçta siz üniversiteye belli bir taleple, birikimle geldiğinizde bu kültürel olanaklardan yararlanırsınız; bu tür ilgileriniz yoksa, bunların hiçbirine katılmazsınız.
Sizi kültürel anlamda geliştiren, olgunlaştıran olay doğduğunuz evde başlar. Aile fertlerinin size karşı tutumları, evinizin küçük mütevazi kitaplığında gördüğünüz kitaplar... Amcanızın siz okumayı yeni söktüğünüzde elinizden tutarak götürdüğü kitapçıda sizin için aldığı, eve gelir gelmez soluk soluğa okuduğunuz, cildini kapağını sevdiğiniz, okşadığınız, sizi başka bir boyuta taşıyan, hayaller kurduran ilk kitap... Sonra halanızın her ay sonunda maaşının bir kısmıyla sizin için aldığı kitaplar... Dayınızın her sizi ziyarete geldiğinde sizin için aldığı kitaplar... Bir diğer amcanızın sizi götürdüğü maçlar... İlkokul öğretmeninizin sizi fark eden sevecenliği ve ilgisi... Sinemaya giden bir aile... Size plaklar almanız için para veren bir babaanne... İlkokul mezunu ama ufku ve düşünce dünyası geniş, elinden geldiğince önünüzü açan bir anne baba... Tüm birikiminizi paylaşabileceğiniz arkadaşlar... Bunların tümü varsa ve siz merak ediyorsanız kendinizi geliştiriyorsunuz. Yoksa, bomboş geldiğiniz üniversitede kimse al bunu oku diye elinize bir şey tutuşturmaz. Zaten sizin alışkanlığınız, birikiminiz yoksa, tutuşturulsa da fark etmez. Yani, aslında insanı geliştiren okul eğitiminin yanı sıra, kendisi ve hatta hayatın ta kendisidir; kendinizin talepleri ölçüsünde...
Ve gerçekten ağaç yaşken eğiliyor. Çünkü bunu kendi çocuklarımı yetiştirirken de görüyorum. Her şey aile ortamında başlıyor ve hayat yolunda yürürken size eli değen insanların güzelliği ile şekilleniyor. Ve insan olma yolunda ilerlerken; paradan puldan, statüden, bunların tümünün sağladığı güçten daha değerli şeyler olduğunu görüyorsunuz. Düştüğünüzde onlar sizi ayağa kaldırıyor: Sevgi ve samimiyet... Beni yetiştiren, temeli atan tüm insanlarda olan cinsten... İçten, hiç bir hesabı olmayan ve alabildiğine karşılıksız...
Ben de hayatın içinde dolaşırken sizinkinin daha ötelerinde bir çok farklı şaşırmalarla karşılaşıyorum. Mesleğim gereği sıklıkla, özellikle yakın çevreye müşteri ziyaretleri yaparım. Ve her meslekten, her ekonomik durumdan ve kültürden insanlarla karşılaşırım. Bir de, özellikle taşradaki hayatın işleyişi, ilişkileri ve mantığı ilgimi çeker. İyi bir gözlemci olarak bu sosyal yapılarla ilgilenirim. Örneğin, taşrada bir oto tamircisiyle bir kaç kez sohbet ettikten, birbirimizi daha yakından tanıdıktan sonra bir gün bana ne mezunu olduğumu sordu. Aslında kendisi de ilgili, belli ki okuma hevesi yarım kalmış birisiydi. Ben lise mezunu olduğumu söylediğimde, onun ufku ''tahsilli insanın hali başka oluyor'' diyecek noktadaydı. Yani üniversiteden bakınca liseyi azımsarken, ilkokuldan bakan biri için nerdeyse erişilmez bir nokta gibiydi.
O, yaşadığı yerin ekonomik durum ve tanınmışlığı anlamında önemli insanıyken; ben, onun bakışında, kentte bir sıkıntısı olduğunda çözecek dostları olan, yaşadığı kentteki ilişkileriyle hastası olduğunda ya da bir kamu kurumundaki sorunu çözmesinde yardımcı olacak, paraya ihtiyacı olduğunda onu kentte parasız bırakmayacak güveni sağlayan, onu ziyarete gelmiş çayını içen, bunun gururunu oradaki dostlarına da gösterebildiği, oradaki itibarına itibar katan biriydim aynı zamanda... Ve onun bu iç seslerinin hiç birinde de yadırgatıcı bir yan yoktu. Çünkü içtenliği tüm bunların yalnızca insani duygular olarak yorumlanmasını sağlıyordu. Elbetteki farklı bir karakterde aynı şeyler çıkarcılık olarak ta yorumlanabilirdi. Benim bakışımlaysa: Aslında ikimiz de birbirini anlamış, sevmiş, saygı duymuş, bir dostluğu paylaşmanın keyfini yaşama noktasında bir müşterekte buluşmuş, eşit iki insandık. Ve ben aslında oradan ne kadar çok şey öğrenerek çıkmıştım ki bunları bir yazıya konu yapabildim.
Bu yazdıklarım statü eleştrisi üzerine ya da sizin yazdıklarınıza atıf değil; sadece, değerlendirme biçimlerimizde, kendi gözlemlediğimiz somut verilerden ziyade, dışardan yüklenmiş önyargıların ne kadar etkili olduğuna vurgudur. Çünkü kendimizi ifade etme biçimlerimizde hep dışarıya gösterme duygusu vardır. Bu duyguda akışkandır. Bir şekilde her birimize değişik oranlarda bulaşmıştır. Ve bunu aşabilmek için çok fırın ekmek yememiz gerekir.
Ben bunu yapmaya çabalayanlardanım. Ayrıca Türkiyedeki insanlar konusunda umutsuz olmayın, inanamayacağınız kadar iyi, insan olma vasfı yukarılarda kalabalıkla var, anlatacaklarımla umutlarınızın nasıl yeşerdiğini göreceksiniz.'' Demişim.
Etiketler:
akıp giden zamana notlar...
3 Şubat 2009 Salı
Sanal Denen Aleme Ben Nasıl Bakıyormuşum?.. Bugün Onu Öğrendim!
Önceki gün, televizyonun ünlü kadın sunucularından biri, programında, evli bir kadınla, sanırım arkadaşlık sitelerinden birinde tanıştıktan sonra yaşadıkları sorunları anlatan biri üzerinden, internet kökenli ilişkileri ve yarattığı sorunları işliyordu. Bunu eleştirirken de, taraf olarak, kendisinin hiç MSN'den falan anlamadığını, nedir ne değildir bilmediğini falan söylüyordu. Ne hikmetse, bu tür konuları işleyen programcıların özellikle kadın olanları, hiç dokunmamışlar MSN'e ve ne olduğunu hiç bilmiyorlar bu işleyişin! Genelde bu tür programları izleyen ben, oralarda işlenen konularda, internet tanışıklıklarıyla meydana gelenleri kat be kat aşan bir çok olaya tanıklık ediyorum. Dolayısıyla kendimi bilirkişi makamına layık görüp, istatistiksel bir bakışla, net üzerinde yaşanan olumsuzlukların oradakilerden çok çok daha az yüzdelere isabet ettiğini söyleyebilirim. Aslında, sorunun kişinin dünyayı algılamasından kaynaklı olduğundan vazgeçip birey üzerinden sorunu açmak, oradaki arızaları göz önüne sermek varken, suçları başka yerlere yükleme popülizminin tezahürü bu durum üzerine; oturup, mazimin çok eski olmadığı bu aleme düştüğüm günden itibaren yaşadıklarımdan yola çıkarak, burası sanal mıydı'yı sorgulamaya başladım. Öyleydi de ben mi fark etmemiştim; damarlarıma zikrettiğim bu uyuşturucuyu...
Akıl kışkırınca bir kez, dur durak bilmediğinden; tatlı, tatlı netten edindiğim arkadaşlıkların notlarına, izlerine göz atmaya başladım. Yazdığım mail'leri, bana yazılan mail'leri, yaşanan anların mutluluğuna ve keyfine tebessümler ederek okuduğumu fark ettim. Ağzım kulaklarımla buluşmuş, kapanmak bilmiyordu. Eğer bu kadar gülebiliyorsam; bunlar, sanal ya da hayal olamaz, dedim, kendi kendime... Sonra, ne olur ne olmaz diye bir cimdik attım, onu da hissettim. Bir Kelebeğim Olmuşmuştu'nun giderken bana bıraktığı turkuaz bilekliğinin koyduğum yerdeki sahiciliğine baktım. Onu yolcu ettikten sonra, eve döndüğümde klavyenin başına oturup yazdıklarımın lezzetini ve sahiciliğini okudum bir kez daha... Ve sonra, birden, ameliyat sonrası kız kardeşte kalınmış bir haftanın dönüşünde bilgisayarımı açtığımda, oğlunun öldüğü gece acısını sığındıracak biri olarak beni görüp online bulamadığı MSN'ime döktüğü sızıları hatırladım. Telefonla aradığımda, verilen ilaçlarla boğulmuş, konuşamayacak kadar uyuşmuş sesinden ''canım dostum'' deyişini duydum.
Sonra, Üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın'lı günler düştü aklıma... Ufacık bir mesajla başlayan ve hızla akıp giden süreç... Sonunu ikimizin de aşağı yukarı kestirdiği, ama duyguları bu kadar örtüşen iki insanın yaşamadan bırakamayacağı bir coşkunluktaydı zaman... İkimiz de işlerimizden ''eve'', "MSN'de bir bekleyenim var," duygusuyla dönüyorduk. Onun nöbet akşamlarının ıssız hastane koridorlarında, ben masasının yanındaki sandalyede çay içiyordum. Sonra ben yatağıma girdiğimde, o kalan zamanda hissettiklerini posta kutuma bırakıyordu; sabah kalktığımda okumam için... Her akşam evin içinde sanki bir arada yaşıyormuş gibiydi kulaklıklarımızdaki sohbetler... Ve onun şehrinde yapacaklarımızın planlarını yapıyorduk; bir heyecan bir heyecan... Çok keyifli o semtte, kent manzaralı lebiderya bir mekanda yemeğe karar vermiştik cumartesi akşamı için... Bir akşam üstü arkadaşlarıyla buluşacakları bara giderken aradığı telefondan yemek için yeri ayırttığını haber veren sesindeki coşku, sevgi ve heyecan için bir ömür verilmez miydi diye düşündüm bir an... Ve ben onu, tam da Elmadağ, Harbiye arasında bir yerde canlandırmıştım gözümde ki doğru bilmişim... Sonra, İstanbul'da buluştuğumuz ilk an, eve sarmaş dolaş yürüyüşümüz... O kahvaltı masasına sanki her gün oturuyormuşum kadar tanıdık mutfak...
Sonra, akşam dışarıda yemekten vazgeçip, birlikte, bin bir espriyle marketten alış veriş yapıp, aldığımız şaraplarla kurduğumuz masadaki mum ışıkları, duygular, lakırtılarımız, sofrayı birlikte toplayışımız, sahici değil miydi? Bir çok hayatın kenarından bile geçemediği güzellikleri üç güne sığdırmamış mıydık? Konserdeki kimseleri görmez bir keyfin sarmaş dolaşlığıyla omuzuma yaslanmış saçların hissettirdikleri başka nerede vardı? Gecenin bir vaktinde, konserden çıkıp geldiğimiz Beyoğlu'nda, Kaktüs'te içmeye karar veren ortaklık kaç kere rast gelmişti, 'gerçek hayatta'... Sonra bir bayramın son gününde Ankara'da, liseli çocuklar gibi aileleri ekip kafa çekerek ettiğimiz akşamın lezzeti, sanal mıydı? Ankara'ya geliş esnasında otobüse binerken aranıp haberdar edilen bana denmemiş miydi en güzelinden, seni seviyorum.
Sonra bir başka arkadaşım, Kendi Güzel, Gülüşü Muzır, Huysuz ve Tatlı Kadın: Ona ilk mesaj atmaya karar verdiğim andan itibaren konuşacağımın kim olduğunu biliyordum. Profilinde o kadar çok iz vardı ki!.. Ve o süreçlerdeki konuştuğum hiç bir saniyede ne sanaldım, ne bir beklenti üzerine konuşuyordum. Onunla konuşmaya başladığım evreye bir başka olgunluk ve sakinlikle gelmiştim... Üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın'a demiştim döneceğim akşam, Starbucks'ta kahve içerken; Bir Kelebeğim Olmuşmuştu beni dipten aldı... Sen Üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın, "Yüzdürdün, artık suyun üstündeyim."
Hayatımı, her şeyden ve herkesten sakladığım bir dönemde, sadece kendimi teselli etmek, hiç tanımadığım sesleri duymak için bulaşmıştım bu aleme... Beklentilerle yüklü değildim, tuzaklar kurmak gibi bir fikrim olmadığı gibi. Ben sahiciydim ve benim için oradaki herkes de sahiciydi. Normalde günlük işlerle yoğun bir sosyal hayat vardı zaten... Ama akşamları, boş evde bir sesti o sanal alem. Sonuçta ses oldu da, hem de fazlasıyla... Tek fark şu belki, dokunamıyorsun. Ama ben bu sanal alemde konuştuğum herkesle dokunduğumu biliyorum. Bu güne kadar gerçekten sanal bir duygu hissetmemişim!
Birde, reel'deki kadın arkadaşlarımla, x'le, y ile, ve Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün'le birlikte geçirdiğim zamanlarla, sanal alemdekiler arasındaki farkı düşündüm. Onlarla -Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün hariç- konuşmanın bana verdiği hiç bir heyecan ve kıpırtı yok... Tanıdığım, bildiğim, birlikte pek çok yere gittiğimiz; konserler, yemekler, ev oturmaları yaptığımız, birlikte olduğumuz sürelerde bir kadın gibi görmediğim arkadaşlar... Ve onlarla konuştuğumuz hiç bir şeyde duygusal bir derinlik yok, birbirimizle ilişkiler üzerine şeyler söyleyen sohbetler de yapsak, herhangi bir şeyi konuşuyormuşuz gibi kuru...
Ve sokakta dolaşırken kadınlara bakıyorum. İçlerinden hangileriyle birlikte olabilirim üzerine düşünüyorum. Geçmişte yaşadıklarımdan, bugünkü düşünüşümden bakınca; bir ilişkinin geçtiği evreleri göz önüne alıp olası sonuçların onlardaki acısını, yaratacağı kırıklıkları düşünüyorum. Sanal denen alemin benim açımdan daha vicdani olduğunu hissediyorum. Çünkü, hiç birlikte zaman geçirmeden bir insan hakkında profilinden, kelimelerden bakıp bir sürü ortak nokta bulabiliyor insan. Bir kazaya uğrama riskin azalıyor. Ve sonra hiç bir beklentin ve iki yüzlülüğün olmadan, sadece ruhların konuştuğu içtenlikli bir süreç yaşıyorsun. Ve o süreç, duygularını olgunlaştırıyor. Fiziksel özelliklerden önce bir ruhu beğeniyorsun ki bu benim için en güzel tecrübe oldu. Sonra, tıpkı liseli çocuk heyecanlarıyla bir aşk oyunu başlıyor. Herkes kıyılarda kenarlarda dolaşıyor... Kendine itiraf edemese de insan, karşının söylediği (kendi hemcinsi) bir isimde, anlık bir acabayla hafiften burulup sonra toparlıyor kendini. Yani sürekli gelişen, saf, heyecan verici, çocuksu, samimi bir flörtöz hal var o hayatta. Bu çok hoş ve eğlenceli...
Bugün; bir hafta sonra rahatsızlık duyup şu kadını başımdan atayım diyeceğin ve yaşadıklarından derin pişmanlık duyacağın gerçek hayattan bir ilişki mi; yoksa, ruhunu dibine kadar tanıma olanağı bulabildiğin ve onun üzerine inşa edilmiş lezzette sanal bir ilişki mi? diye sordum ve düşündüm.
Resim,Videlec.org
Akıl kışkırınca bir kez, dur durak bilmediğinden; tatlı, tatlı netten edindiğim arkadaşlıkların notlarına, izlerine göz atmaya başladım. Yazdığım mail'leri, bana yazılan mail'leri, yaşanan anların mutluluğuna ve keyfine tebessümler ederek okuduğumu fark ettim. Ağzım kulaklarımla buluşmuş, kapanmak bilmiyordu. Eğer bu kadar gülebiliyorsam; bunlar, sanal ya da hayal olamaz, dedim, kendi kendime... Sonra, ne olur ne olmaz diye bir cimdik attım, onu da hissettim. Bir Kelebeğim Olmuşmuştu'nun giderken bana bıraktığı turkuaz bilekliğinin koyduğum yerdeki sahiciliğine baktım. Onu yolcu ettikten sonra, eve döndüğümde klavyenin başına oturup yazdıklarımın lezzetini ve sahiciliğini okudum bir kez daha... Ve sonra, birden, ameliyat sonrası kız kardeşte kalınmış bir haftanın dönüşünde bilgisayarımı açtığımda, oğlunun öldüğü gece acısını sığındıracak biri olarak beni görüp online bulamadığı MSN'ime döktüğü sızıları hatırladım. Telefonla aradığımda, verilen ilaçlarla boğulmuş, konuşamayacak kadar uyuşmuş sesinden ''canım dostum'' deyişini duydum.
Sonra, Üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın'lı günler düştü aklıma... Ufacık bir mesajla başlayan ve hızla akıp giden süreç... Sonunu ikimizin de aşağı yukarı kestirdiği, ama duyguları bu kadar örtüşen iki insanın yaşamadan bırakamayacağı bir coşkunluktaydı zaman... İkimiz de işlerimizden ''eve'', "MSN'de bir bekleyenim var," duygusuyla dönüyorduk. Onun nöbet akşamlarının ıssız hastane koridorlarında, ben masasının yanındaki sandalyede çay içiyordum. Sonra ben yatağıma girdiğimde, o kalan zamanda hissettiklerini posta kutuma bırakıyordu; sabah kalktığımda okumam için... Her akşam evin içinde sanki bir arada yaşıyormuş gibiydi kulaklıklarımızdaki sohbetler... Ve onun şehrinde yapacaklarımızın planlarını yapıyorduk; bir heyecan bir heyecan... Çok keyifli o semtte, kent manzaralı lebiderya bir mekanda yemeğe karar vermiştik cumartesi akşamı için... Bir akşam üstü arkadaşlarıyla buluşacakları bara giderken aradığı telefondan yemek için yeri ayırttığını haber veren sesindeki coşku, sevgi ve heyecan için bir ömür verilmez miydi diye düşündüm bir an... Ve ben onu, tam da Elmadağ, Harbiye arasında bir yerde canlandırmıştım gözümde ki doğru bilmişim... Sonra, İstanbul'da buluştuğumuz ilk an, eve sarmaş dolaş yürüyüşümüz... O kahvaltı masasına sanki her gün oturuyormuşum kadar tanıdık mutfak...
Sonra, akşam dışarıda yemekten vazgeçip, birlikte, bin bir espriyle marketten alış veriş yapıp, aldığımız şaraplarla kurduğumuz masadaki mum ışıkları, duygular, lakırtılarımız, sofrayı birlikte toplayışımız, sahici değil miydi? Bir çok hayatın kenarından bile geçemediği güzellikleri üç güne sığdırmamış mıydık? Konserdeki kimseleri görmez bir keyfin sarmaş dolaşlığıyla omuzuma yaslanmış saçların hissettirdikleri başka nerede vardı? Gecenin bir vaktinde, konserden çıkıp geldiğimiz Beyoğlu'nda, Kaktüs'te içmeye karar veren ortaklık kaç kere rast gelmişti, 'gerçek hayatta'... Sonra bir bayramın son gününde Ankara'da, liseli çocuklar gibi aileleri ekip kafa çekerek ettiğimiz akşamın lezzeti, sanal mıydı? Ankara'ya geliş esnasında otobüse binerken aranıp haberdar edilen bana denmemiş miydi en güzelinden, seni seviyorum.
Sonra bir başka arkadaşım, Kendi Güzel, Gülüşü Muzır, Huysuz ve Tatlı Kadın: Ona ilk mesaj atmaya karar verdiğim andan itibaren konuşacağımın kim olduğunu biliyordum. Profilinde o kadar çok iz vardı ki!.. Ve o süreçlerdeki konuştuğum hiç bir saniyede ne sanaldım, ne bir beklenti üzerine konuşuyordum. Onunla konuşmaya başladığım evreye bir başka olgunluk ve sakinlikle gelmiştim... Üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın'a demiştim döneceğim akşam, Starbucks'ta kahve içerken; Bir Kelebeğim Olmuşmuştu beni dipten aldı... Sen Üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın, "Yüzdürdün, artık suyun üstündeyim."
Hayatımı, her şeyden ve herkesten sakladığım bir dönemde, sadece kendimi teselli etmek, hiç tanımadığım sesleri duymak için bulaşmıştım bu aleme... Beklentilerle yüklü değildim, tuzaklar kurmak gibi bir fikrim olmadığı gibi. Ben sahiciydim ve benim için oradaki herkes de sahiciydi. Normalde günlük işlerle yoğun bir sosyal hayat vardı zaten... Ama akşamları, boş evde bir sesti o sanal alem. Sonuçta ses oldu da, hem de fazlasıyla... Tek fark şu belki, dokunamıyorsun. Ama ben bu sanal alemde konuştuğum herkesle dokunduğumu biliyorum. Bu güne kadar gerçekten sanal bir duygu hissetmemişim!
Birde, reel'deki kadın arkadaşlarımla, x'le, y ile, ve Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün'le birlikte geçirdiğim zamanlarla, sanal alemdekiler arasındaki farkı düşündüm. Onlarla -Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün hariç- konuşmanın bana verdiği hiç bir heyecan ve kıpırtı yok... Tanıdığım, bildiğim, birlikte pek çok yere gittiğimiz; konserler, yemekler, ev oturmaları yaptığımız, birlikte olduğumuz sürelerde bir kadın gibi görmediğim arkadaşlar... Ve onlarla konuştuğumuz hiç bir şeyde duygusal bir derinlik yok, birbirimizle ilişkiler üzerine şeyler söyleyen sohbetler de yapsak, herhangi bir şeyi konuşuyormuşuz gibi kuru...
Ve sokakta dolaşırken kadınlara bakıyorum. İçlerinden hangileriyle birlikte olabilirim üzerine düşünüyorum. Geçmişte yaşadıklarımdan, bugünkü düşünüşümden bakınca; bir ilişkinin geçtiği evreleri göz önüne alıp olası sonuçların onlardaki acısını, yaratacağı kırıklıkları düşünüyorum. Sanal denen alemin benim açımdan daha vicdani olduğunu hissediyorum. Çünkü, hiç birlikte zaman geçirmeden bir insan hakkında profilinden, kelimelerden bakıp bir sürü ortak nokta bulabiliyor insan. Bir kazaya uğrama riskin azalıyor. Ve sonra hiç bir beklentin ve iki yüzlülüğün olmadan, sadece ruhların konuştuğu içtenlikli bir süreç yaşıyorsun. Ve o süreç, duygularını olgunlaştırıyor. Fiziksel özelliklerden önce bir ruhu beğeniyorsun ki bu benim için en güzel tecrübe oldu. Sonra, tıpkı liseli çocuk heyecanlarıyla bir aşk oyunu başlıyor. Herkes kıyılarda kenarlarda dolaşıyor... Kendine itiraf edemese de insan, karşının söylediği (kendi hemcinsi) bir isimde, anlık bir acabayla hafiften burulup sonra toparlıyor kendini. Yani sürekli gelişen, saf, heyecan verici, çocuksu, samimi bir flörtöz hal var o hayatta. Bu çok hoş ve eğlenceli...
Bugün; bir hafta sonra rahatsızlık duyup şu kadını başımdan atayım diyeceğin ve yaşadıklarından derin pişmanlık duyacağın gerçek hayattan bir ilişki mi; yoksa, ruhunu dibine kadar tanıma olanağı bulabildiğin ve onun üzerine inşa edilmiş lezzette sanal bir ilişki mi? diye sordum ve düşündüm.
Resim,Videlec.org
Etiketler:
la paragas magazin
1 Şubat 2009 Pazar
La Paragas Pazar Sineması Sunar:)):Tree
Etiketler:
kısa filmler...
30 Ocak 2009 Cuma
Davos'ta;Bir Öfkeye Teslim Ettik Çok Şeyi...
Dün gece Davos'ta, ulusal gururumuza zirve yaptıran, geleneksel öngörüsüzlüğümüzün ve kontrolsüz aklımızın ürünü bir an yaşadık! Donanımsızlığın tavan yaptığı bir andı bu...
İç siyasette, içinde yaşadığı toplumun genlerinde varolan bilgisizliğe yakın, serinkanlılığa uzak, aceleci, olaylara anlık tepkiler veren, uzun vadeli ve serinkanlı bakışları içinde barındırmayan hamasete dayalı söylevlerde içgüdüsel coşkular yaşayan halkına karşı sürekli zemin bulmuş uslubundan her zaman sonuç alabilen başbakanımız, bu tavrını, ne yazık ki bakışları anlık değil de uzun vadeli ve serinkanlı olan insanların olduğu bir başka zemine taşıyarak, orada temsil ettiğinin kendisi değil de bir ulus olduğunu unutarak, müthiş bir gaf yapmıştır. Üstelik de, bu anın ardından düzenlediği basın toplantısında, bu çekip gidişin nedenini, statü anlamında kendine eş olmadığı gibi, diplomatik hiç bir değeri de olmayan bir insanı protesto maksatlı yaptığını beyan ederek, koskoca Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık makamını küçük düşürmüştür. Türkiye Cumhuriyetinin ya da herhangi bir ülkenin hangi başbakanı bu güne kadar bir moderatörü muhatap alıp, ona öfkeden çekip gitmiştir acaba? Eğer tavır Peres'e karşı olsa, bu bile yanlış da olsa anlaşılabilir bir şeydir, onuru vardır. Başbakanlık makamı, üstelik bütün dünya medyası önünde bir modarötöre kızıp, onu muhatap sayıp meydandan çekilme alanı değildir. Olmamalıdır.
Kendi yarın siyasetten çekilip gittiğinde, uluslararası ilişkilerin devamlılığı çerçevesinde başkalarının üstleneceği süreçleri hiç gözetmeyerek, tam bir racon kesme haliyle hareket edip; aslında çok ama çok haklı olduğu bir konuda bir çuval inciri berbat etmiştir. Serinkanlılık ve uygar karakter, karşındaki ne yaparsa yapsın meydanı terk etmek değildir. Aksine, o meydanda sonuna kadar haklarını savunmanın savaşını vermektir. İşin kötüsü, medyamızın duyurduğu doğru ise Peres özür dilemeye yönelik bir mesajla da insiyatifi ele almıştır. Gerginlik üzerine anlık bir öfkeye teslim olmayarak ve görüşlerinden vazgeçmeksizin; sadece, tavrına yönelik bir özür dileyip, tezlerini ve sözlerini savunma noktasında bir adım öne geçmiştir. Elbetteki dereyi geçene kadar sessiz kalıp dayı diyecektir. Ulusal çıkarlarının gereğini elde ettiğinde tıpkı Irak'ta başımıza geçirilen çuval benzeri bir anı da sürekli kollayacaktır.
Ortadoğu gibi dengelerin, çıkarsal ilişkilerin sürekli yer değiştirdiği kaygan bir zeminde, kısa vadeli, özellikle duygusal bakışlar ve tavırlar kimseye yarar getirmemiştir. Filistin sorunu daha uzun yıllar çözülmesi mümkün görünmeyen bir sorundur. Bizim derdimiz ve önceliklerimiz kendi çıkarlarımız olmalıdır. Elbetteki elimizi, ayağımızı, duygularımızı oradan çekmemeliyiz. Ama daha akılcı ve duygulardan uzak bakmamızın gerekliliği de ortadadır.
Kendimiz yıllardır çektiğimiz terör belasının içinde hala yaşarken, başkaları bizim terör örgütüne sahip çıktığında bas bas bağırırken, bir başka ülkeye bela bir terör örgütüne bu kadar sahip çıkmanın anlamı nedir? Başbakan, ideolojik anlamda yakın durabilir, sempati duyabilir ama ağzından düşürmediği empati lafından yola çıkarsak, kendisi İsrail başbakanı olsa (söylediklerinin bir çoğu doğru olmasa bile o kişinin) nasıl davranır, ne sözler ederdi acaba?
Olay iç siyaset açısından kazanım gibi görülüyor olsa da, coşku da yaratsa, sonuçları uzun vadede çok da Türkiye'nin yararına olmayacaktır. Oysa, doğru bir diplomatik tavırla ve biraz serinkanlılıkla yıllar boyu kaymağı yenebilecek bir an; üstelik başbakanın ifadeleri anlamında son derece doğru ve haklılıklar da taşırken, bir öfkeye ve küçük düşünmeye heba edilmiştir. Bu bir zafer değildir. Önümüzdeki günler, zaten son yirmi gündür insiyatifin elimizden usul usul gittiğini farkedemediğimiz İsrail Filistin sürecinde sözün, nasıl başka ülkeler doğru kaydığının bir göstergesi olacaktır. Üstelik, tüm dünyada bu sürece en doğru gözle, en insani ve en samimi bakan ülke bizken...
Keskin sirke gerçekten küpüne zararmış bir kez daha gördük. Olayın uzun vadedeki sonuçlarını göreceğiz. Aslında başbakanın basın toplantısı, kendisinin diplomatlarca uyarıldığının ve kendinin de yaptığı yanlışı fark ettiğinin bir göstergesidir. Umarım bu farkediş, son derece akıllı, serinkanlı bir tavırla yönetilecek bir süreçte kazasız belasız atlatılıp, işler yeniden rayına sokulur. Benim umudum var.
Etiketler:
Güncele ve Siyasete Dokunuş...
29 Ocak 2009 Perşembe
Keyifli Dakikalar İçin;Luciano's Piano Bar...
Çok şey isteyip bir şey yapamama hallerinin hüküm sürdüğü bir anda, birden aklıma geldiki; yaklaşık beş yıl önce, sık kulanılanlara eklediğim bir site vardı.
Bolero' dan, Bossa Nova 'ya;jazz dan Tango'ya aklınıza gelebilecek bir çok müzik türünden, pek çok klasik şarkıyı Luciano'nun piyanosundan dinleyebileceğiniz çok hoş bu siteyi paylaşmak istedim.
Ana sayfadan aşağı doğru geldiğinizde, sırasıyla, müzik türleri ve şarkı adlarıyla karşılaştığınız sitede, istediğiniz şarkının yanındaki noktayı tıklayarak dinlemeye başlıyorsunuz.İstediği tek şey bilgisayarınızda Quicktime yüklü olması... Eğer yoksa da uyarı verip indirmenizi sağlıyor.
Resmi tıkladığınızda Luciano's Piano Bar'a ulaşıyorsunuz.İyi eğlenceler:))
Bolero' dan, Bossa Nova 'ya;jazz dan Tango'ya aklınıza gelebilecek bir çok müzik türünden, pek çok klasik şarkıyı Luciano'nun piyanosundan dinleyebileceğiniz çok hoş bu siteyi paylaşmak istedim.
Ana sayfadan aşağı doğru geldiğinizde, sırasıyla, müzik türleri ve şarkı adlarıyla karşılaştığınız sitede, istediğiniz şarkının yanındaki noktayı tıklayarak dinlemeye başlıyorsunuz.İstediği tek şey bilgisayarınızda Quicktime yüklü olması... Eğer yoksa da uyarı verip indirmenizi sağlıyor.
Resmi tıkladığınızda Luciano's Piano Bar'a ulaşıyorsunuz.İyi eğlenceler:))
Etiketler:
la paragas magazin
28 Ocak 2009 Çarşamba
İspanyol Pansiyonu...
Erasmus projesi çerçevesinde Barseleno'da bir araya gelen farklı uluslardan öğrencilerin yaşamlarını konu eden, son derece özel kurgusu ve lezzetli mizahı ile mutlaka izlenmesi gereken çok hoş bir filmdir. İnce esprileri, daha statükocu bir çevreden çıkıp, daha bağımsız hareket edebilir hale ulaşan farklı kültürlerden ve farklı karakterlerden öğrencilerin bir araya gelmesiyle: kişilerin düşünce sisteminde ya da bilinçaltında kalmış bastırılmışlıkların açığa çıkması hallerinin yaratığı değişimleri, etkilenmeleri, bohem yaşamı ortaya koyan; size çok güzel bir Barselona turu yaptırarak içinizde orada olma isteği yaratan; elde içecekleriniz, yanında çerezleriniz, tadına vara vara izleyebileceğiniz; günün yorgunluğunu, sıkıntılarınızı üzerinizden çekip alabilecek, çok keyifli bir seyirliktir.
Özellikle, üniversite ya da ona hazırlanan öğrencilerde teşvik duygusu yaratabilecek, onları imrendirerek motivasyonlarını artırabilecek; içinde aşk, çekingenlik, tutku, keder, kısaca insana, özellikle genç insana ait her türden duygunun barındığı; mizahı ve görselliği çok lezzetli bu filmin bittiğinde bıraktığı tadı, seveceksiniz. Tıpkı Radiohead'in filmde sıklıkla karşınıza çıkacak No Surprises adlı şarkısı gibi...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)