21 Aralık 2008 Pazar
HOŞÇA KAL …
masal kokan battaniyeler altında düşlere dalma çağını geçmiş ama hala saçlarımı süt mısırı ördüğüm yaştayım...
uzaktan sevmeleri sevmek sanacak kadar ve hilesini görmezlikten gelip aynı sevdaya aynı kuvvetle sarılabilecek kadar aptal ve abuk tekrirleri ahenk sanma yaşımdayım...
rakamlarımı devrediyorum.
yeni bir yaşa değil yeni bir çağa açıyorum kucağımı
ufak bir kız oturuyor dizime
parlak gözlerini görüyorum
ve kız büyüyor...
büyüyorum..
onun masumiyetinin yanında canavar duruyor her şey
her şey susuyor o bakınca..
ismini soruyorum
isimsizliğine büküyor boynunu...
isimsizliğim...
benim şu başka yüzlere bürünme ,başka isimlerle başka bedenleri giydiğimi sanma anlarım...
başka isimleri aldığımda hep bir kendimi kandırma hali ve yine isimsizliğim...
aşklarım...
hayali sevgililerle aldattığım sevgililerim...
bir bankta ya da sakin denizlerin güneşli sahillerinde yanıma yanaşma çabaları,onların...
her seferinde saf kız modlarım,
ortada hiçbir şey yokken gülmelerim ve hoşlarına gitmesi...
arkadaşlarım...
patikalarından geçtim ben onların...söylenecek de çok söz birikmedi öyle...hepsini çok sevdim.
şiirler biriktirdim haznelerime ve olur olmadık zamanlarda okudum her birine ...
gözlerinde çatlak bir şair ve çoğu kez şakadan başkası değildim...
annem…
paylaşılacak bir şey olsa söylerdim elbet ve sende her seferinde sorgulayan gözlerle bakmazdın.
Yürüyüşünden konuşmana değin hayranlık duymazdım sana…
Ve güzel kadın! Ağlayacağın mektuplar yazmazdım…
Kimseler bilmiyor
Sende bilmiyorsun…
Bir teni seviyorum bir dokuyu bir ak yüzü seviyorum bir kokuyu seviyorum ben…
Küpelerini ve daha çok kolundaki aksesuarların şıngırtısını seviyorum
Ve ev içi adımlarından tanıyorum seni
Çok kez sen olmayı seviyorum...
Babam…
Şimdi bir bilse…:)
Yeni bir yaşa değil yeni bir çağa açıyorum kucağımı.
Şimdi bir kırık hayal bırakıyorum bu yaşımda.
öfke korku ve arzu bırakıyorum
Tüm sevmelerimin kombinesini alıp dokunulmaz ve erişilmez kılıyorum onları
Saklıyorum gün görmeyen kafeslerimde…
Çoğu kez haklı saydığım kendime kızıyorum.
kendimce ilan ettiğim acımazsız katillere; ve tabiatımın temizliğine inandığım zamanları topluyorum.
ayrılıklarımı bölüyorum…
dönüyorum.
dönmek kaçınılmaz böylesi zamanlarda.
Buradan bakıp hepsine ayrı ayrı gülümsüyorum,çoğu kez “işte bu” diyip seviniyorum,keşkeleri ve belkileri siliyorum fikrimden,bir bohça hazırlıyorum kendime ve çağıma gömüyorum hepsini,izsiz…
kezzaplı günlerim,hep sorduğum ve hep cevapsız kalan sorularım,imanım,yeminlerim,sözlerim,rollerim,hep tereddütle hep sıkıntıyla hep korkuyla içtiğim pencere önü sigaralarım,nikotinli ellerim,yakalanmalarım ve aka bindeki yalanlarım,olur olmadık zamanda yüz boyamalarım ve ayna karşında geçirdiğim onlarca saat,harçlıklarımın birikintisi içmelerim…
isimsizliğim…
ve hoşçakal sevgili 17 im.
Müzik, Damien Rice'ın 0 albümünden The Blower's Daughter adlı şarkıdır.
20 Aralık 2008 Cumartesi
Radara Gir ki Görem 2
Önceki yazıda anlatılan olaydan bir süre sonra, şehir içi sayılabilecek bir yola göre Monza Pistinin start finiş düzlüğünde tur rekoru kıracak pilotun kullandığı aracın hızına eş değer bir hızda giderken, her zamanki üst geçidin arka direğine yatmış radarı farkettim. Onu farketmemle az ileride büyük bir zevkle bekleyen eli makbuzlu ekibin kucağına düşmemek için, dönebileceğim ilk (dönülmez) yerden dönüp dağlar tepeler aşan bir izbe yoldan tüyerek, düşman pususunu aşmanın gururu paçalarından akan bir yiğit edasıyla eve geldim.
Sonraki günler:
Günlerden bir gün; kendi işlerini halletmeyi maske yapıp babamın yeni öldüğü ve benim erken bir yaşta kendi seçimlerim doğrultusundaki tüm projelerimi ve hayallerimi çöpe atıp en büyük erkek çocuk olmanın yüklediği sorumluluklar çerçevesinde önüme koyulmuş ve kendi ahlakımın gereği bırakıp gidemeyeceğim bir mesleği kendimce projelendirdiğim, kanımın deli, yaşımın mecburen akıllı olduğu yıllarda, emekli bir banka müfettişi olan en amcam kıyıdan köşeden çaktırmadan "ne ediyo la bizim oğlan" teftişindeyken... şehrin farklı bir yanında kendi işiyle ilgili bir görüşmesi olduğu gün, o yıllarda bizimle çalışan ben yaşlarda birini yanına katarak onu götürmesini istedim.
Bunlar arabanın alışkın olmadığı koşullarda akıllı uslu seyir halindeyken ileride polisin yaptığı olağan çevirmelerden birinde, çoğu araba salınırken "sağa çek" işaretiyle durdurulup biraz beklemleri gerektiği söylenince ve "ne oldu ki?" tedirginliğinde sağa sola bakınırken, rengi her ne kadar sürekli değiştiriliyor olsa da tüm kamuflaj çabalarına rağmen herkesin "naber lan bizim radar," dediği, legalitesini bir türlü örtemeyen araç yanaşıyor.
Direksiyondan; ben amcamın yalancısıyım burun deliklerinden duman, ağzından alevler çıkan, yeni bilevlenmiş tırnakları kılıç gibi, gözlerini kan bürümüş yedi lenger Mamut Pelvan biri iniyor. Yine amcamın demesi; o güne kadar duyduğu, bildiği, dinlediği hiç bir öcü hikayesindeki karakterle eşleyemediği için, o yetişkin halde bile tırstığı bir yaratıkmış. O gün bugündür sülaladeki tüm çocukları mızmızlık ya da yaramazlık yaptıkları anda "seni radarcıya veririm" cümlesiyle mum hale getirmek mümkündür; ikiz felaketler hariç.
Radarcının "Nerde lan bu arabanın şöförü?"sorusu lav silahından çıkmış alev topu gibi dolarken arabanın içine, oturdukları koltukların altına saklanmaya çalışan bizim tayfa, koltuğun alt kızaklarından bir delik bulup da arabanın altından tüymeye çabalarken, arabayı kullanan arkadaşı ensesinden kapan radarcı "lan ben bu kediyi yemezmiyim" kıvamındayken bir anda, "sen kimsin?" oluyor. Abi işte ben kullanıyorum kem kümünde ( insanların kayıp listelerinde ne olduğu meçhul yıllar olduğu için) muhtemelen altına kaçırmış ama olayı anlatırken bize söylemeyen sürücümüze bakan zatı canavar, elinde tuttuğu bizim adamı kaldırdığı yükseklikten koltuğa olduğu gibi bırakıyor.
"Sen değilsin o," diyip şu cümleleri kurmaya başlayınca: "Bu arabayı uzun boylu kara kaşlı yakışıklı bir çocuk kullanıyor. Falan şehirli falanca ders öğretmeni şarışın bir sevgilisi var, bana o çocuğu verin." diyor. İnsanları kurdukları cümlelerden yakalamayı çok iyi bilen üstadım en amcam, radarcının bütün heybetini yıkar bir sesle masumane soruyor: "Niye arıyorsunuz ki, bir suç mu işledi?" Bir nebze gardı düşen radarcı: " Geçen gün benim pusumdan öyle bir hızda geçti ki" diye söze başlayarak alamadığı intikamını amca ellerinden aldırmak için en saygılı diliyle el frenini bırakıp anlatmaya devam ediyor: "Önümüzden bir toz bulutu geçtiğinde bermuda şeytan üçgeninde radar aleti alabora olan gemi mürettebatı halindeydik. Bir an tanrım nooluyoruz diye şehadet getirirken, kendimizi son anda toparlayıp, bu panik halinden kurtulduğumuzda ilerde çevirme yapan ekibe anonsumuzu yaptık. Ama gelen yanıt daha da ürkütücüydü; Öyle bir araç gelmedi. Araç dışında durup plakaları not alan arkadaş toz topraktan ağzını gözünü ortaya çıkarmaya çalışırken bir yandan, bizim görmezliğimizi de fark ettiğinden sadece mavi bir arabaydı diyebildi. Elimizdeki verileri bir araya getirdiğimizde bunun hangi araba olabileceğini aşağı yukarı tahmin edebildik." diyor.
Sözlerine; "Aklımızda o mavi arabanın resmi, her gün ve her yerde onu ararken, olaydan yaklaşık üç beş gün sonra yine bir görev dönüşü karşı şeritte gördüm onu" diye devam ediyor. "Normal seyir halinde olduğu için ben ilk kavşaktan dönüp ona yetişmek amacıyla arabanın tüm limitlerini zorlayarak arkasından gaz bastım. Beyefendi düşünebiliyor musunuz ben o yolda onca insanı, aracı riske ederek 160 km hıza çıktım, nerdeyse tabanı delip aşağı geçirecektim ayağımı. Yandaki arkadaşım koltuğa yapışmış, korkudan bembeyaz suratıyla az önce görüp peşine düştüğümüz aracın yer yarılıp içine girmiş halini görünce, bir cinciye başvuralım önerisinde bile bulundu. Ben tüm bu nedenlerle aradığımız arabayı az önce karşı şeritten giderken görünce gün bugündür deyip anons ederek, özellikle bağlasınlar diye durdurttum." demiş.
Tabii amcam o anda bana saydı mı, yoksa yakışıklı kelimesinden "hani bana da benziyo lan bu oğlan" gibilerden kendine pay çıkarıp sakinleşti mi bilimiyorum; bununla ilgili bir kayıt ya da belge yok elimde. Ama eminim kızsa döndüklerinde bana bu durumu "oğlum dikkatli sür şu arabaları" dozunda şevkatli bir nasihatla anlatmaz, eline aldığı not defterinin en eski sayfasından başlar, ağzıma yazdan hazır ettiği bütün tezekleri doldururdu. Demek ki benle gurur duymuş.
Neyse; zaten küçük olan şehrin banliyosunda yaşadığımız için, bir de akşam eve dönüşler karanlığa kaldığından, o yıllarda radarın teknolojisi de gece görüşüne yetmediğinden bu kedi fare oyununda bir nebze avantajım vardı. Karşıdan gelenlerin sellektörleri bir uyarı görevi yapsa da henüz cep telefonu keşfedilmemiş olduğundan bazen, anlık istihbaratın paylaşımı çerçevesinde sorunlar yaşayıp kırk yılda bir de olsa böyle pusulara düşüyorduk. O günden sonra uzunca bir süre radarın patronu ve ben o hasretler çeken kavuşmayı bir türlü mutlu sona ulaştıramadık; ta ki benim can arkadaşlarımdan biri ehliyetini kaybedene kadar...
devam edecek... Aslında etti de hangi yazının içine sıkıştırdığımı bulamıyorum:)
Ama bu yazıyı seven şunu da sevebilir!
Radarsal tarih çok hızlı araba kullananların ve bu hikayelerle büyüyen çocukların olduğu bir ailede ehliyet yaşına gelmiş, gelmekte olan bebeler için yazılmaktadır.Amca,baba,dayı olunca gerçekten zormuş:))
19 Aralık 2008 Cuma
Radara Gir ki Görem...
Uzun yıllar sonra içimizden biri, geçenlerde radara yakalanınca, şu anda ikimizin arasındaki bu durumu bebeler, özellikle sırık bebeler duyduğunda maskaraları olma ihtimali söz konusu olduğundan, şanlı geçmişten bir hikayeyi yazmak elzem oldu. Bir bölümde tamamlanması mümkün olmayan bu konuyu, kalabalık ailenin bebelerinin ilerde gurur duyacakları bir belge olarak tarihin tozlu raflarından alıp günışığına çıkarıp sonsuzluğa bırakıyorum.
Sorun ve üzerini kapatmaya çalıştığımız şey radara yakalanmaktan ziyade yakalanma hızındaki komik değer olduğundan, şanlı tarihten bahsederken, özellikle bu rezalete neden olan kişi ile ilgili olarak, tarih yazmanın ön şartı olduğundan ufak çapta bir abartı kullanılmıştır.
Radarsal tarihe giriş:
Yıllar önce bir akşam sofrasında kız kardeşim kendi harçlığına kıyamadığı için üstünü kapatamayarak cesur bir kararla benim tüm dalga geçmelerimi göze alıp, (ki bu cesaretini yiğidenin hakkını yiğideye ver sözüyle içimden teslim etmiştim) sabah okula giderken radara yakalandım deyince: ''Ne salaksın ya her gün aynı yolu gidiyorsun, o radarın nereye kurulduğunu biliyorsun ve keklik gibi yakalanıyorsun,'' deyip, lafı orada da bırakmıyarak, sofraya oturana kadarki sürede makinada yanlış ayarda yıkanmış yün kazak kıvamına getirmiştim onu...
En küçük kardeş daha emekleme döneminde babanın ve ehliyet yaşına gelmemiş benim yanımda "araba kullanmak nasıl bir şeymiş" gözlemleri yaparken, yürümeye başlamayla birlikte oyuncak arabaları bırakıp normal arabayla bahçe içinde ileri geri yaparak staj aşamasına geçtiği, "Arkadaş siz tosbağa hızında gidiyorsunuz, ben lisansımı dikiz aynasında ve önünde araba görmeye tahammülsüz abimin yanında yapacam" deyip yan koltuğa yapıştığı, kız arkadaşlarımla buluşmaya gideceğim zamanlarda da ancak odaya kitletip tüyebildiğim yıllar yani...
Bütün bir akşam nasıl radara yakalanırsın geyiğinin ertesi sabahı şehire inecek anne, babanne kim varsa arabaya doldurup yola çıktım, ki farkettiğimde işi işten geçmiş, ayağımı frene koyup iniş hızına geçebilmemle- o gün büyük bir sürprizle, ki asla iki gün üst üste kentin aynı noktasında ve aynı saatte durmadığını bildiğim ve manalı bir şekilde gülen yüzlerle "günaydın," diyen polislerin önünde ancak durabilmiştim. "Alma mazlumun ahını ya da gülme komşuna gelir başına"nın doğruluğunun bir kanıtı gibi duran bu anda, bazı yakınlarımızın statülerinden güç alarak polisle dik dik konuşmama rağmen bir faydasını göremeyip, uygun rakamların yazılı olduğu makbuzu elime almıştım.
Tabii o günün akşamında eve benden önce dönen değerli büyüklerim sayesinde haberi benden önce gittiğinden, kapıyı ağzı kulaklarında açan kızkardeşi görmek vücut kimyamı bozsa da, her koşulda suyun yüzünde kalmayı beceren ben; yakaladığı bu anı doya doya yaşasın diye sessiz ama ben sana sorarımcı bir gülümsemeyle içeri geçtim.
O lezzetli sofrayı; "Lan tosbağa hızında gidip radara yakalanıyosun, sonra kullandığı araba yüzden başlayan birine laf söylüyosun, zaten ben radar takıyo olsam aman yakalanmim hızında gider, yakalanırsam da aptallığıma yanardım. Ben otorite tanımıyorum bilmiyo musun, tırsısam anarşist olmazdım." gibi veciz sözlerle tatsız bir hale getirmeye başlamıştım ki, sansür bipine takılmadan masaya düşen "anarşist" sözcüğü yüzünden daha ağır ve kaliteli cümlelere geçemeden, okul bahçesine girmiş dipçik atan jandarmadan, polis copundan bile acıtan anne ve babanne salvolarını karşılamak söz konusu olmuş; çok cephede çatışmaya alışmış, bundan da zevk alan biri olarak, sadece onların yüreklerindeki endişe yüzünden beyaz bayrak çekmek zorunda kalmıştım. Çünkü ülke şartları çetin anne baba yürekleri dağlı yıllardı...
devamı...
18 Aralık 2008 Perşembe
Ara Sıcak...
La Paragas magazin servisi olarak çok sevdiğimiz okuyucularımızdan ülkemizin güzel sahil şehirlerinden birinde yaşamakta olan kızı kadar güzel, cimcime, inlerinize girmeyi başarma konusunda tatlı dilli, biraz meraklı Melahat, ruhuda kendi gibi güzel, bütün bu özellikleri yüzünden çok da sevdiğimiz bir kardeşimizin bir konuyla ilgili merak ettiği soruların yanıtlarını almak için bazı kapıları kurcaladığı, böyle bir çaba içinde olduğu istihbaratlarını da almış olduğumuzdan, onu fazla merakta bırakmamak adına, bir de kendisini gerçekten çok çok da sevdiğimizden, merak edilen olayın tarafıyla bir konuşma yaparak ulaştığımız bilgileri kendisiyle paylaşmak istedik.:))
Bu değerli okuyucumuzu daha doğrusu kardeşimizi merakta bırakan soruları söz konusu yazıların sahibi yazarımıza sorduğumuzda kendisi: ''Kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kız, zamanı eskimiş mektubun satır aralarında kalan kadın ve Tereza olarak bahsedilen kişilerin aynı insan olup, onunla bahsedilen zamanda süregiden bir beraberliğin farklı evreleri anlatılmaktadır'' demiş, sözlerini ''Varolmanın dayanılmaz hafifliğinde onu tanımadan önce benim algımda oluşmuş bir imaj ve ben, 'Zamanı Eskimiş Bir Mektubun Satır Aralarından' adlı yazıda, bir öfkeye teslim ettik herşeyiden dört ay sonra ilk kez onunla karşılaştığım bir an, 'Dün' adlı yazıda ilişkinin içindeyken benim gözümden hissetiklerim, 'Bir Tabloyu Oluşturmak' yazısının 'Bu Bir Şükran Yazısıdır' bölümünde, benim gözümden niye o benim için çok değerliydi ve 'Bugün Kırmızı Işıkta Arabanın Önünden Geçen Kızla Karşılaşınca' yazısında da onun bütün bir yaşamım içindeki yeri ve ondan sonrasında hissedeceklerime dört yıl önceden bir bakış anlatılmaktadır'' diye tamamlamıştır.
Yine okuyucumuzun, yazılarındaki coşkudan hissederek vardığı bir yargısıyla ilgili yeni bir şey var mı sorusu da o anda çalan, belki de sizin şu an dinlemekte olduğunuz şarkıyı bize verilmiş bir mesaj olarak algılayıp bundan aldığımız cesaretle yazarımıza yöneltilmiş, (ki biz de bu durumu merak etmekteyiz) yazarımız bu soruya tebessüm ederek, sorunun asıl kaynağını hissettiği için bir karşı soruyla yanıt verip, üstelikte ''oğlum sizin satmak için az sonra diye bir iş gerçeğinden hiçmi haberiniz yok'' diye magazincilik dersi vererek bizi de diken üstünde bırakmıştır.
La Paragas magazin servisi olarak konunun takipçisi olduğumuzu, herhangi bir kanıta ulaştığımızda, bu işten sorumlu paparazilerimizden ya da uluslararası ajanslardan herhangi bir haber ya da görüntü bize ulaştığında bunu paylaşacağımızı belirtir; bu değerli okuyucumuz, güzel (ama harbiden güzel) kardeşimize sevgilerimizi sunarız .
La Paragas Magazin Servisi
17 Aralık 2008 Çarşamba
Salkım Hanımın Taneleri
Salkım Hanımın Taneleri: Tomris Giritlioğlu'nun başarılı oyuncu seçimleri, dekorun, mekanların, ışığın kusursuz kullanımı, üstün oyuncu performansları ile Türk sinemasının dönem filmleri içindeki en başarılı örneklerinden biridir.
2. Dünya Savaşı sonrası; biraz da sermayeyi Türkleştirme çabalarıyla azınlıkların ötelenmesi mantığı üzerine kurulu varlık vergisi uygulamasının etkilerinin, bir gayrimüslim aile üzerinden anlatılmasıdır.
40'lı yılların ilk yarısında İstanbul’daki ticaret sermayesinin el değiştirmesini, bu süreçteki ahlaki ve kültürel yozlaşmayı, siyaset ekonomi ilişkilerinin imtiyaz sahibi olmayanları etnik dayanaklarla ayrıştırmanın yanı sıra bunun da ötesine geçip, temelde siyasi ayrılıklar üzerinden karşı görüşlüleri nasıl ötekileştirdiğini anlatır. Ülkenin çok önemli bir dönemini çok başarılı bir biçimde anlatan film, ne yazık ki kendi tarihine eleştirel bakmayı beceremeyen, hamasete dayalı kör bir milliyetçiliğe kurban gitmiştir..
Yılmaz Karakoyunlu'nun dönem üzerine yazdığı bir romandan yola çıkılarak çekilen bu başarılı uyarlama; üzerindeki her türden görüşün tartışılmasıyla ülke tarihinin önemli bir sürecinin fark edilmesi ve anlaşılabilmesine olanak sağlayacakken, siyasetçilerin büyük millet meclisine taşıyacak kadar ileri gittikleri kısır tartışmalarına ve inkarcı geleneğimize kurban edilmiştir.
Oysa film bütün öyküsünü kışkırtıcı ve taraf bir tutum sergilemeden, insan hikayeleri üzerinden naif bir anlatımla ortaya koyar. Türk sinemasının en güzel oyunculuklarının sergilendiği bu film: Bu başarılı performanslar sayesinde ve etkili diyaloglarıyla sanki hayatımızın kenarında bir hikayeye tanıklık ediyormuşuz duygusu yaşatır. Geniş bir yelpazedeki farklı sosyal ve etnik kimliğe sahip insanları, çok iyi seçilmiş karakterlerle örneklemeyi başarır .
Bu filmde sanki herkes başroldür: Zafer Algöz, Uğur Polat, Güven Kıraç, Kamuran Usluer, Zuhal Olcay, Hülya Avşar, Derya Alabora, Nurseli İdiz olağanüstüdürler... Sarı gelini hem Ermenice hem Türkçe söyleyen Yavuz Bingöl yorumu gözlerinizi yaşartır, muhteşemdir.
Film bütün bu dönem fonunun ötesinde, içindeki insan öyküleri, gelenekteki aksaklıklar ve karakterlerin psikolojik derinliklerinin olağanüstü anlatımıylada öne çıkar... İzlememiş olmak ciddi bir kayıptır.
16 Aralık 2008 Salı
Elimde Kahve Kokusu Haber Okurken, İki Çift Laf Edesim Geldi...
Seviyorum bu ülkeyi... Sürekli insanın fikri zenginliğine katkı yapan, bir sürü sosyolojik anlatılar içeren kitapta rastlayamayacağınız kadar farklılığı bir günün içinde bulabileceğiniz zenginlikte bir ülke olduğu için...
Sabah elimde kahve kokusu gazetelere göz atıyorum...
Farklı mecralarda kendi çaplarında örgütlenmiş, hatta terminolojileri seçkincilik karşıtı söylemlerle dolu olduğu halde seçkincilikten kurtulamamış, anlı şanlı, popüler kültür karşıtı gibi gözüken ama kendi mecraları ve yaklaşımları yüzünden medyatik ve popüler olan insanlar güruhunun, her zamanki popüler ve saman alevi çıkışlardan birini yaparak ve üstelik kendilerini her zamanki gibi toplumun diğer katmanlarından, "onlar cahil, bir sürü bilmezler ve güdülenler" mantığıyla soyutlayarak,''1915’te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı ‘büyük felakete’ duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum'' sözleriyle vücut bulan özür haberine takılıyorum.
Meselem özür dilenmiş olması değil, tavrın toplumda varolan yanlış algılamalardan kaynaklanan ön yargılarla oluşturacağı kutuplaşma ve refleksler. Daha önce benzer özelliklerde bir çok imza kampanyasında gördüğümüz, ama onun dışında toplumu bilinçlendirme konusunda çabalarına tanık olamadığımız bu seçkinci ve samimiyetsiz insanlardan biri büyük iddialarla girdiği seçimde; samimiyetsiz, halktan kopuk ve tepeden bakar tavırları yüzünden kıç üstü oturmuş olmasına rağmen bunlardan ders çıkarmayıp, içtenliğin ve samimiyetin sıcak elinden yine tutmayarak, bu tavrın inandırıcılığını ve insana geçen sıcağını bir kenara bırakıp, yine kendilerini konumlandırdıkları radikal ve tepeden bakan bir uslupla buyurmuşlar.
Neden bu parlak ve engin bilgilerini yapacakları yerel toplantılarda, gerektiğinde mahalle mahalle dolaşıp halkla paylaşarak, konu üzerinden onları aydınlatarak, hiç taraf olmadan, önyargısızca, konunun iki tarafından insanları biraya getiren bir sivil örgütlenmeyle tartışıp, bu tartışmanın sonuçlarını yine medya aracılığı ile insanlarla paylaşmazlar? Ve yine bu olaydaki gibi, hemen aynı sertlikte karşı bildirilerin yayınlanmasına, ortalığın gerilip insanların saflara ayrışmasına neden olurlar. Bu kötü alışkanlıktan ve en iyisini ben bilirim tavrından ne zaman vazgeçip, benzer olaylar yaşandığında ötekine koşup konuşmayı, birbirimizi ikna edemesek de anlamayı, sentezler çıkarmayı öğreneceğiz acaba?
Eğer söz konusu olan özür dilemekse, bunu bütün bir halk adına devletin yapması gerekmez mi? Ve buradaki gibi bireysel sayılabilecek ve anlamını bulamamış bir diklikle, sadece ufak bir azınlığın egosantrik bir duruşla sahip çıkacağı bu tavır, ulaşacağı noktada ne derece başarılı ve yararlı olacaktır? Barışın sıcacık ve sevecen tadını duyumsatıp, insanları ona doğru mu yaklaştıracak, yoksa ortalığı birbirine katmakta üstlerine olmayan bir takım radikal odakların, mal bulmuş mağribi gibi sarılacakları bir söylem olarak bir süre onların amacına hizmet edip, sonra da işlevini yerine getirememiş bir şekilde rafa mı kalkacaktır?
Halk olmadan hiç bir şeyin olmayacağını bilmek için çok fazla bilgiye ihtiyaç yoktur. Bütün devrimlere ve en çok da Atatürk'e bakıldığında, Ulusal Kurtuluş Savaşının arkasındaki "Çılgın Türkleri" bir amaç etrafında toplamayı başarmış bir samimiyet, inanmışlık ve deha görebileceklerdir oysa.
Ne yazık ki, Türk ''aydınlarının'' ve solunun en eksik tavrı budur. Halkla kucaklaşmayı ve tokalaşmayı beceremeyen, bunu kendine yakıştıramayan, onları bir şey bilmez gören, kıç üstü oturmuş başarısızlıklarının bedelini halkın anlamazlığına kesip, burunlarından kıl aldırmayan en iyi ben bilirimci bu tavrıdır...
Bu ülkeyi sokak aralarından izleyen biri olarak şunu çok net söyleyebilirim: Bu halkın önemli bir çoğunluğunun kendi halindeyken kimseyle etnik, dinsel, ırksal, renksel, inançsal bir sorunu yoktur. Dolayısıyla kendinden kaynaklanan bir özür borcu da yoktur. Ama devletin ne kadar haklı gerekçeler yaratırsa yaratsın, öyle olmasaydı şöyle olurdu, bu olmasaydı şu olurdu gibi nedenlere sığınmadan, evlatlarını birbirinden ayırmayan bir baba bakışıyla, kurunun yanında yaşta yandı mantığını da bir kenara bırakıp, bu topraklarda yaşayıp o veya bu nedenle acı çekmiş insanlara özür borcu vardır, bu doğrudur. Bunu kendine güvenen bir büyük devlet olarak hiç yüksünmeden, göğsünü gere gere de yapmalıdır; becereleri ve düzeyleri kendinden menkul insanlara bırakmadan. Çünkü onların bu samimiyetsiz ve soğuk tavrı; sonuç alıcı ve doğruya hizmet eden bir çıkış değil, aksine itici, toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul görmez ve sempati yaratmaz bir yoldur.
Bence...:))
Müzik Andrés Segovia'nın Recital Intimo albümünden,
resim bugünkü Milliyet gazetesindendir...
15 Aralık 2008 Pazartesi
Bugün Kırmızı Işıkta Arabanın Önünden Geçen Kızla Karşılaşınca...
Bu halleri seviyorum.
Oğlanı sabah erken yolculadığım için mesainin başlamasıyla halledebileceğim işlere kadarki vakti bir parkta oturup poğaçaları kuşlarla paylaşarak geçirdim. O esnada kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızla bir öfkeye teslim ettik her şeyi anından bu zamana geçen 4,5 yıldaki izlerime baktım. Dört yıl önce ona uzunca bir mektup yazmıştım. Hatta çok sevdiğimiz bir otelin kış bahçesinde oturmuş piyano dinleyip bir şeyler içerken, kendisinin okumayacağından adım gibi emin olduğum mektubun önemli bölümlerini ben okumuştum ona...
Çok espri yapmıştık çok da gülmüştük. Hatta sen rahat durmazsın şimdi demesine o deftere bir imza atıp bir söz verdim; seninle el sıkışıp birbirimize teşekkür edip bitti demeden hiç bir şey yok demiştim.
O mektupta yazdıklarıma ve o zamanda hissetiklerime baktım bu gün... Bazen zamana not düşmek güzelmiş, insan nelerin değiştiğini de farkediyor. Neleri öngördüğünü, bunların ne kadarının gerçekleştiğini de... Hayatla bu anlamda oynamayı seviyorum. Ve sanırım elimdeki dataları doğru değerlendirip öngördüklerimin gerçekleşmiş hallerinden ''ben bildim ya!'' keyfi de alıyorum.
Zamanı eskimiş mektubun satır aralarından; noktasına virgülüne dokunmadan!..
Hayatımdan onca kadın geçmiş olmasına rağmen her birinde hayal ettiğim sevgilinin izlerini arıyordum. Her birinde de bir şeyler buluyordum. Her insan gibi benim kafamda da bazen bir roman kahramanından bazen bir film karakterinden bazen hayatın tam göbeğinden alınmış kadın imgeleri vardı. Bunların tümünden de aklımın oluşturduğu bir sevgili imajı. Ve her sevgilide hissettiklerimin çok derinlere işlemediğini biliyordum. Yalnızca samimiyetle, her birinin bir takım özelliklerinin ruhumun bir yanına hitap ettiğini bilerek seviyordum. Bu yüzden onlara ‘’seni seviyorum’’ demelerim bile aslında hayal ettiğim sevgiliyeydi.
Kendime de o yer için bir tek hak tanımıştım. Ve orayı sen aldın. Duygu anlamında baktığında da bundan hiç pişman olmadım. Ve senden ayrılsam bile, seni kalbimin bir yerine saklayacağım, orada duracaksın. Ve hayatıma başka kadınlar girecek. Ama bu kez onlarla arama giren bir gerçek olacak, hep mukayese edeceğim. Elbette onları da seveceğim; onlara da dokunacağım; belki daha çok konuşacak, daha çok seveceğim;
Ve onlarla da bir deniz esintisi yüzlerimizi okşarken, çıplak ayak kumlara oturmuş; kalbimizde ter basmış bir sevda, ateşli bir sevişmeye giden yolda yıldızlar mum olmuş, deniz en güzel bestesini bize çalarken, mahrem şeylerin titrek ve sessiz tonunda bir kitap üzerinden hayata dair ve ruhumuz vücutlarımızın tüm kıvrımlarına dokunarak konuşacağız.
Bazen bir sinema salonunda birbirimizin sıcağına sarılmış, bir aşk filminin her karesinin kendi ruhumuzda açtığı ufuklara teslim,aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay edeceğiz... Sinemadan çıkıp, soğuğun bizi hala sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden, ama yinede üşümüş ve sokulgan adımlarla, çocuk uykusundaki sokaklarda sevdalı sevdalı yürüyerek eve gidip;gecenin sessiz aydınlığında birbirinin notalarına dokunarak yaratılan müziğin ve şarabın eşliğinde, geceyi gündüze döndüreceğiz.
Bazen dışarıda lapa lapa kar yağarken sıcacık bir tren kompartımanından; akıp giden zamana...çağıl çağıl derelere... her geçilen evdeki hayat öykülerine... durulan her istasyon binasının muhteşem yalnızlığına... karın üstünde umursamaz bir neşeyle boğuşan köpek yavrularına... bir köy okulunun önünden geçerken; her biri, bir evin neşesi, mavi önlüklü beyaz yakalı köy yüzlü kurbağalara... Bir dağın yamacından evini yuvaya döndürecek odunları, eşeğinin sırtına yüklemiş götüren babaya… Bir önceki istasyonda binen kadının ineklerinin sütünü satıp elde ettiği parayla aldığı Pazaryeri gofretlerine...
Babanın yaktığı odunlarla ısınacak, köy yüzlü kurbağaların okuldan dönmesiyle neşelenecek, sonraki istasyonda gofretlerin yanında dumanı üstünde ekmeklerle inen badem gözlü kadının sofrasıyla yuva olacak metruk evlere bakıp; aynı ruh hallerini ve bunun sessizliğini paylaşan insanlar gibi eski kente gideceğiz...Orada geçmiş hayatlarımızın izleri üzerinden derin sohbetler edeceğiz;her bir tarihi mekânı dolaşarak…Ben anlatacağım onlar dinleyecekler,onlar anlatacak ben dinleyeceğim.
Onları pirler parkındaki türbenin önünde konuştuğunda sesini sana geri döndüren bölmeye götüreceğim.Sonra parkın yamacından eski kente bakıp,bu geri dönüşün felsefesi üzerine zamanın nasıl geçtiğini bilmeden; taki havanın karardığını fark edene kadar sohbet edeceğiz.Sonra otele dönmüş eski bir konağın lokantasında yemek yiyeceğiz,şarap içerek.Sonra belki????
Bütün bunlar yaşanırken, onlar belki hayal etmedikleri kadar mutlu olacaklar.Belki kral mezarlarına ve onların bulunduğu kayalıkların üzerinden geçen tren raylarına bakan odada, gecenin dilsiz aydınlığında, bir otel müziği eşliğinde sigara içerken, onlar başlarıyla göğsüme sığınmış mutlu ve sessizce düşünürken. Ben senden öncesinde hissettiklerim gibi bile olmayan, içinde hep aynı kişiyi arayan keşkelerle dolu; burnumun ucundaki, belki de hayatının mutlu anlarını yaşayan, ne renk olduğunu bile fark etmediğim saçların kokusunu bile hissetmeden, beraber olduğum insana haksızlığında kafa karışıklığıyla, kalbimde bir sızı seni düşünüyor olacağım.
Hayatımdaki her şeyi bildiğim gibi bunu da biliyorum. Ve ben inatçı bir cesaretle ihtimalleri zorluyorum.
O gün bunları düşünüp yazarken; sonra neler olmuş?