1 Eylül 2023 Cuma

İki Ferenc Bir Epepe

Macar yazarlara ilgim her ne kadar Magda Szabo ile başladı desem de aslında benim için her zaman başyapıt olan Pal Sokağı'nın Çocukları süreç içinde sadece bir başyapıt olarak kalmamış, değişik zamanlarda hayatımın enn güzel ânlarını yaşatmış, kumbaramda derin izleri olan ama çok güzel izleri olan çok özel heyecanlar da katmıştır, daha sonraları! Dolayısıyla Ferenc Molnár tanışıklığı ile başlamıştır aslında Macarlara tutkum ama henüz farkındalığım yükselmediği için bilinç noktasından bakarsak ilk okuduğum yazar Ferenc Molnár olsa da tutkum Magda ile başladı kısmı yönlendirme ve farkındalık açısından daha gerçekçi ve doğrudur.

İlkokuldaydım, okumayı iyice sökmüştüm ve tekrar etmekten asla bıkmayacağım normal ama unutulmaz bir mahallede en alt kat kira evde kalabalık, 8 kişilik bir aile olarak yaşamaktaydık ve genç bankacı halamla iş çıkışı onu almaya bankaya gittiğim rutin akşamlardan birinin en güzel saatlerinde, Fıstıkçı Tahsin olarak tanınan ve ne ararsan bulunan kişinin minik mağazasından içeri girmiş ve ciltli Altın Masallar'dan artık çocuk romanlarına evrilme zamanımın geldiğine karar verilen evrede kitabı almamızla başlamıştı, Macar dünyası ile tanışıklığım.

Henüz taze filizler açmakta olan ve olgunlaşma yolunda emekleyen zihnim enn sevilenler ya da sevilenler noktasında kategoriler oluşturamadığı için de sadece çok keyifle okunanan ve kendi mahalle savaşlarımız nedeniyle de özel sevilen bir kitap olmuştu, Pal Sokağı'nın Çocukları.

Çocuk ben henüz derin analizler yapabilecek farkındalıklara sahip değildim ama umut vaadediyordum ve bu kitap nedeniyle hayatımın enn kıymetli bir ânını uzun yıllar sonra yaşayacağımı hayal bile edemiyordum!


Enn Sevdiğim Kadın'ın bana aldığı ve enfes bir akşamda, sohbetli bir rakı masasında, harikulade bir mekânda ve ben onun gözlerinde yok olmuşken; O'nun uzattığı kitapla da ikinci Ferenc ile tanışmış oluyorum.

Velhasıl aradan uzun yıllar geçtikten sonra bir Ferenc daha katılmıştı hayatıma.

Bakalım onu da sevip benimseyebilecek miydim?


İlk sayfada Budai ile rastlaşıyorum. İlginç bir karakter, kafadengi gibi, akademik bir kişilik, dil bilimci. Bir toplantı için ve benim için çok özel bir ülkede... Matrak bir şahsiyet gibi duruyor ve bir otelde kalıyor lakin fena halde dilden kaynaklı olarak iletişim sorunu yaşıyor ki karanlıkta ıslık çalmak gibi bir hal onun iletişim çabaları. Lakin benim bir avantajım var: Lise yıllarımdaki penfriend'imin ülkesindeyiz. Durumları algılamakta bir sorun yaşamıyorum. Ve bu Ferenc, yani Ferenc Karinthy de kelimenin tam anlamıyla bir fırlama. Öyle bir Budai yaratmış ki yeme de yanında yat.

Tanışma anından itibaren takılıyorum peşine.

Nereye gitse onunlayım.

Bırakamıyorum, sürekli takipteyim. Fakat Ferenc de bir fırlama, yarattığı merak fırtınasının peşine gel de takılma ki şahsen ondan aşağı kalır bir yanım olmamakla birlikte sadece onu izlemeyi düşünüyor, maceraya dalıp da olaylarda ortaklaşmayı düşünmüyorum.

Lakin kendimi de zor tutuyorum.


Gitmemiş olsam da sanki şehri ondan daha iyi biliyorum, her ne kadar benim penfriend'im Anne başka bir şehrinden olsa da ülkenin; onunla yazıştığımız süreçte ben ülkenin altını üstüne getirmiştim. Şu an Budai'yi izlemekle yetiniyorum. Ona yön verme çabam yok; çünkü o yeni konuşmaya başlayan meraklı bir çocuk gibi neyi görse el atıyor.

Bu arada durum epey de korkunç bir hal almaya başlıyor. Fakat öncesinde hadi diyorum, seni ülkeme götüreyim. İtiraz etmiyor, çünkü paralar suyunu çekmek üzere. Karnının aç olduğunu düşünüyorum ama onun uzun boylu atıştırmaya niyeti yok; sanırım yola çıkmadan önce bir köşede halletmiş bu işi. O zaman diyorum başladığım her kitapla mutlaka uğradığım ve en bayıldığım okuma noktama götüreyim seni; O ise bizim sahili merak ediyor. Tamam, diyorum, sahilden yürüyerek gidelim, emin ol sakinliğini çok seveceksin.  Denizden iç kesimlere doğru uzuyoruz. O merakla etrafı tarıyor. Ve şirin parkın içindeki Down Kafe'yi fark ediyor. En sevdiğim yer diyorum, istersen kankalarımla tanış. Seviniyor. Kankalarım formalarıyla; Samsunspor aşkları alev alev. Kucaklaşıyoruz ve  Budai'yi çok seviyorlar. Birer kahve içip, tip box'ı asla boş geçmeyip, vedalaşıyoruz ve Lozan Caddesi'ne kıvrılıp Afiyet'de her zamanki masama yerleşiyoruz.

Pastaları ben seçiyorum; çok seviyor ki ben de bayılırım. Uzun uzun konuşuyoruz, ülkesini özlediğinin farkındayım ve aynı zamanda katılamadığı, daha doğrusu katılmayı beceremediği bir toplantının telaşını da yaşıyor.

Üstelik paralar da suyunu çekmek üzere.

O sırada bizim şehre geldiği, aslında akademik bir toplantı için bulunduğu ama katılmayı beceremediği ülkenin malum şehrinde durum karışık ki o bölümü okurken ben bile fena oldum. Mizahla adımlar atarken şehirde, bir anda kendimi neredeyse ateşin ortasında buldum. Okuduğum mizah temelli bir kitap değil miydi tereddütü bile yaşadım. Sonra bunu Ferenc Karinthy'ye de söyledim, kitabı bitirince; ki fena kahkaha attı.


Elbette Ferenc Molnár'dan ve Pal Sokağı'nın Çocukları'ndan söz ediyoruz. Ortak kahramanımız Nemeçek'i anmadan geçmiyor, macunlardan bilyelere kadar her şeyi konuşuyoruz. Mahalle savaşlarını da elbette... Ferenc de burada olmaktan memnuniyetini ifade ediyor. Peki ne olacak bu Budai'nin hali diye soruyorum elbette; ama ben henüz o sırada kitabın o bölgesine gelmemiş olduğum için, ser de vermiyor sır da...

Dag Solstad'ın bir kahramanının ziyaretime geldiğini, kendisiyle bir mekânda sol tandanslı, iki ülkenin kitlelerinin ideolojik yaklaşımlarını kıyaslayan enfes bir sohbet yaptığımızdan bahsediyorum ki haberi olduğunu, konuyu Dag'la daha önce konuştuklarını, bu nedenle de beni tanımak istediğini ve Budai'nin geldiğinden haberdar olunca da bunun bir fırsat olduğunu düşünerek, uçağa atlayıp geldiğini söylüyor.

Karşılıklı teşekkürler ve uzun bir sohbetin ardından birbirimize sarıldığımız esnada gülerek "Budai sana emanet, Ferenc" diyorum. Kardeşi arıyor, o üç harflisi ile geliyor ve onları birlikte havaalanına götürüyor ve uğurluyoruz.


*Dag Solstad'ın roman kahramanı ile sohbetimiz Lise Öğretmeni Pedersen'le Öğle Arası başlıklı linkteki yazının Lise Öğretmeni Pedersen'le Lise Öğrencisi Fikirdaşlığımın Tanışması! alt başlığından sonrasındadır.

29 Ağustos 2023 Salı

Daha İyisi Varsa Beri Gelsin

Bildiğiniz ve sevdiğiniz bir şarkıyı aynı günün rastgele saatlerinde kaç kez dinleyebilirsiniz?

Ya da bilgisayarınızın ekranında takip ettiğiniz rakamlar, gündeme dair haberler ve ekonomi alanında olan bitenler...

Elinizde kahve kokusu, karşınızda deniz, üstelik çırpınırken Karadeniz; sizi böylesine tetikleyip teslim alacak, işten uzaklaştırıp bir nefes ânına davet ederek keyfinize keyif katacak kaç insan, ve şarkıcı bulabilirsiniz?

Ve işte ben bu ânları yaşarken ve O'nu düşünürken, çalışma masamdaki telefon bana dönerek "Enn Sevdiğin Kadın," diye seslenmesin mi!

Ve ben çalışma odamı telefon elimde terk edip salon penceresinden denizi daha geniş açı ile karşıma alarak, ve O'na bir kez daha bayılarak, enn neşeli çocuk halimle, enn güler yüzlü, enn esprili bir sohbetin tadını yudum yudum yaşamim mi!

Sonra çalışma odama dönerken tüm hücrelerim, alkışlarla ve sevinçle: "İyi ki O'nunlayız, iyi ki Enn Sevdiğimiz Kadın O," diye tempo tutmasınlar mı!

Tüm bu cümleleri yazmama sebep olan, günün bu enfes ânını planlayan ve bu tadı bir kez daha yaşamama sebep olan tüm ilahi varlıklar...

Ve EDNA VAZQUEZ:

Şükranla, sevgiyle, minnetle...



24 Ağustos 2023 Perşembe

Sting'i Nasıl Bilirsiniz?

Güzel bir tatil gününde elinizde kahve kokusu, önünüzde bir kitap ya da bir dergi, belki de günlük gazetelerle süregiden neşenize müzik de eklemek isterseniz, buyurun: Sting'in duru, romantik ve büyüleyici sesinden keyifli bir zaman yolculuğuna...* Cümlelerini kurmuştum bundan uzun yıllar önce...

Ani bir kararla blog yazmaya başladığım dönemdeki ilk yazılarımdan biriydi. Oysa Sting'le tanışıklığım çok eskiye dayanıyordu ki henüz Sting olmamıştı. Dönemin güçlü ama taze gruplarından biri olan, bir dönem ortalığı kasıp kavuran The Police adlı grubun bas gitaristi, aynı zamanda da solistiydi. En iyi bateristlerden biri kabul edilen, sonraki yıllarda başka müzisyenlerce Bateri Tanrısı olarak adlandırılacak Stewart Copeland ve gitarist Andy Summers ile birlikte fırtına gibi esmeye başlamışlardı.

Elbette benim de onlardan uzak durmam olanaksızdı!


O sırada yabancı müzik dergilerinden birinde albümlerinin çıktığını görüyorum. O yıllarda İsmail Cem'in genel müdürlüğündeki TRT televizyonu efsane. Dolayısı ile müzik programları da... Üstelik ülkede her tür yabancı dergiye ulaşmak mümkün. Bir finansman bulma dönemim geride kalmış, arabayı artık ehliyetli kullanır olmuş, projeler üretmiş ve o projeleri öne atarak da Amerika'da okuma hayallerimi somutlaştırıp alana döker olmuşum.

Albümün çıkış yılı 1979. Bir süre aranıyor, bakıştırıyor, bulamıyor, kısa süre sonra da sevdiğim bir plakçıda rastlaşıyorum kendisi ile.

Plaksa tekti, artık mağazamızın "finanstan ve proje geliştirmeden sorumlu" elemanıydım. O sıradaki planımsa:  Amerika'da, önceki bir kaç yazımda söz ettiğim gibi ihracatçı bir yedek parça şirketinde çalışmak, her ne kadar ekonomiye yönelik bir dalda okuyacağımı söylesem de aileye bir çalım atarak televizyon programcısı ve yönetmeni olmak...

Ve o çerçevede üniversitelere bakınırken ve ilk olarak enn amcamla gittiğimiz Amerikan Kültür ve ABD elçiliğinin kapılarını artık sürekli Ankara'ya gidip aşındırırken ve evraklarım Amerika'ya ulaşmışken birden: Yine daha önce yazılarımda çok kere söz ettiğim gibi içime düşen babanın erken öleceği hissi nedeniyle -aradan çıkarmak için- askerliğe karar veriyorum.

Ve bunu aileye deklare ediyorum.


İşte bu kararları aklımda döndürdüğüm sırada bu albümü alıyorum. Lise bitiyor. Amerika, zihne çökmüş kaygı dolayısıyla askerlik sonrasına erteleniyor ve o yaz çoklu planlardan ilki devreye giriyor. Zaman zaman efsane seyahat başlığı ile yazdığım Samsun'dan başlayacak ve kıyı bölgelerini boydan boya geçecek, sonra Kıbrıs'a ulaşacak gezinin planları yapılıyor, yola çıkılıyor ve gezinin son noktalarına varılmışken ve efsane bir akşamın sabahında gel teskere türküsü söylenmeye başlıyor: Çünkü tam o sırada 12 Eylül darbesi oluyor.

Bu albümü benim hayat akışımdan daha özel kılan başka bir özelliği var: Kendisi bir long play değil.

Ama 45'lik plak da değil!

İkisinin arası...

Benim yakıştırmamla midi play.

Üstelik 11 şarkıdan oluşan ikili bir albüm.

Kanımca koleksiyon değeri de var... Uzun bir aradan sonra bu yazıyı yazarken yeniden dinliyorum albümü ve nerelere, kimlere gidiyorum.

İşte o zaman, okuyanınki de can devre kesicisi araya giriyor.

Ve ben sahneden çekiliyorum.


Ve dönemin popüler grubu The Police'den, solisti -taze- Sting'den ve 79 yılındaki albümden iki tadımlık şarkı sahne alıyor:

The Bed's Too Big Without You ve Walking On The Moon.






Grubun Regatta De Blanc adlı bu albümünün tamamı için buradan

*Sting'in pek bilinmeyen albümü Songs From Labyrinth'den söz eden yazı ve şarkılar ve özel bir enstrüman içinse buradan lütfen.

20 Ağustos 2023 Pazar

Macar Yazarlar Candan Öte

Macar yazarları severim, baş tacım elbette Magda Szabo, çünkü onun Kapı adlı romanıyla başladı Macar Edebiyatı tutkum. Sonra kime rastladıysam kaptım kitabını ya da kitaplarını ki en ilginç yazar, 1888'de doğup 1919'da ölen, romanlık hayat öyküsüyle baş döndüren Géza Csath oldu: Ülkemizde çıkan tek öykü kitabı Afyon sayesinde tanışmış oldum onunla ve yaşam öyküsüne bakılırsa başkaca da bir kitabı olmamıştır diye düşünüyorum.


Elbette Tarlakuşu da kaçmazdı. Kitap 2019'da basılmış ve ben de havadayken kapmıştım. Bir süre kendisi kitaplığın okunmayanlar bölümünde istirahatte kalmış bu da pandemi sürecine denk geldiği için onun adına şanssızlık olmuştu. Çünkü tüm ülkece okuma heveslerimizin ve hızımızın kesildiği nadir bir süreçti pandemi.

Can derdine düşmüş, bilinmez bir düşmanla savaşa girmiş, uzunca bir süre hayattan da el ayağı çekmiştik.

Yasaklar kalktıkça ve hayat normale dönüp de o günleri unuttukça, yeni normalimizde kendimizi ufak ufak eskiye döndürmeye başlamıştık ama yine de yavaştık. Henüz, Hayat Bayram Olsa'nın nakaratlarındaydık ki şahsım sinemaya adımlar atmaya başlamıştı.

Lakin kitaplara konsantre olmakta hâlâ zorlanıyordu.

Önceki gün onu bulunduğu yerden aldım ve bu kadar bekletmiş olmama şaşmadım çünkü süreçte zaman kavramım da göçük altında kalmıştı.

Dezső Kosztolányi de tanımadığım bir Macar'dı. Kitabın sayfasına attığım 31.10.2019 tarihine göre el sıkışmamızın üzerinden dört yıl geçmişti.

Önce gönlünü aldım ki tavrı anlayışlıydı, "Zor günler geçirdiniz ülkece, farkındayım," dedi. Bir kahve yaptım. İlk sayfadan bismillah dedim lakin ben yok oldum. Kendimi ararken kitabın içinde kahramanlardan biri olarak buldum. Tüm satırlar görsele dönmüş, kelimeler yok olmuş, ben kendimi Macaristan'da bulmuş ve bir anda herkesle kanka olmuştum.

O konser senin, bu opera benim dolaşırken; Barros Kahvehanesi'nde en yeni şarkıları dinlemiş, Magyar Kiraly'da lezzetli yemeklerin tadına bakmış, şehir kulübünde kafa çekmiş, tiyatroda üç perdelik müzikli oyun Geyşalar ya da Bir japon Çay Evinin Hikâyesi'ni izlemiş, önce ailesi sonra da bizzat Tarlakuşu ile tanışmıştım.

Süreç aslında biraz dokunaklı lakin artık kanka olduğumuz Dezső'nün dili muhteşem: Üç kez distile edilmiş, yeterince damıtılmış enfes bir mizah ve hüzün.

Farkındaysanız yazı dili demedim, çünkü ben de öykünün kahramanıydım, her ânı o coğrafyada birebir yaşıyordum.

Anne babası ile aynı fikirde olmasam da sanırım Tarlakuşu'na daha yakındım, sevdim. Enfes bir tren yolculuğu yaptım onunla, o esnada gittikçe yakınlaştım, anladım ve onun güzel yüreğini gördüm; tanıştığımıza çok sevindim.

Veda vaktine yaklaştıkça şehirden ve zamandan ayrılacağım için üzülmeye başladım. Arka kapağı kapattığımda ve ayaklarım yere bastığında yüzümdeki tebessüm bana teşekkür ediyordu.

Ve dedi ki:

"İyi ki bu yolculukta seninleydim."

189 sayfada bu ne zenginlik diye sormayın lütfen bana.

Verecek bir yanıtım olmaz;

bir kitapsa söz konusu olan!..

Çünkü:

Dedim ya,

ben okumadım,

yaşadım!

18 Ağustos 2023 Cuma

Çocuğunuz Milletvekili Adayı Olsa...

Ona Oy Verir misiniz?


Onun hakkında şu ifadeleri kullanmıştım: "Benim küçük oğlan tam bir Tırtıl'dır. Ele avuca pek sığmaz, ineklerle falan iyi anlaşır, boş ve minik pet şişe ile kafalarına ufak ufak vurup, nasihatla ayar verir, sonra da sarılıp öper... Kümese girer, ne yaparsa yapsın hayvanların hiçbiri de ona tepki vermez. Daha ilköğretimdeyken hakkında yazdığım bir yazıda bana şu cümleleri de kurdurmuştur:

"Lider ruhlu, ceza yayı üzerinden sol ayak içi ile gamsızca ve kendinden çok emin plaselerle çok şık goller atan, Kızılcahamam'daki Galatasaray -minikler- kampına katılan, girdiği ilk seçimde kuvvetli ve enfes bir propaganda ile oyları silip süpürüp okul başkanı olduktan sonra ilçe başkanlığını da bir ilköğretim öğrencisi kız çocuğuna özellikle bırakıp başkan yardımcısı olan, Saray'dan gelen uçak biletleri ve davetle ili temsilen oradaki bir toplantıya katılmış, Saray görmüş, Saray Sofrasına oturmuş bir küçük Reis'tir aynı zamanda. Üstelik kendisi o aralar, bizzat gidip, ben çalışmak istiyorum, diyerek başvurduğu, bildik bir mekânda okul dışı saatlerde çalışıyordu da...

Son Belediye Başkanlığı seçim sürecinde bir liseli olarak hep sahadaydı ki desteklediği CHP'li aday seçimi kazandı!

Kendisi o zamanlar miting alanlarında, liseli abisiyle CHP bayrağını sallamaktaydı!

Her ne kadar aynı yönde ama çatışan siyasi fikirlere sahip olsak da; gençlik diyor, sonrasında geleceği yeri de öngörebiliyor, değişkenliklere müdahale etmiyor hep sakin kalmayı başarıyorum tüm gelişim süreci boyunca, alevlendirmiyorum!"


İşte bizim bu tırtıl, şu geçtiğimiz mayıs seçimleri öncesinde malum şahsın parti kurma aşamasıyla birlikte o tarafa meyletti. Yazdırdığım kursa bir kere gidip sonra bırakan kendisi üniversite sınavlarına dersanesiz hazırlandı ve sonuçta hedeflediği Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimini kazanarak İzmir'e yerleşti. Malum parti yeni kuruluyordu. Pandemi başlamıştı ve eğitim artık evden devam ediyordu. O sırada malum şahsın partisinin şehrimiz il başkanlığının kurulma aşamasında oraya bulaştı ve il binasını başkanla birlikte oluşturdu. Malum şahısla ilişkileri gelişti, çok çalıştı. Okullar açılınca da yeniden İzmir'e gitti ve bu kez İzmir örgütünü ayaklandırdı.

Ve şu geçtiğimiz son seçimde de bizzat gidip malum şahısla görüşerek milletvekili listesinde yer buldu kendisine. Sahada çok çalıştı, enfes bir kampanya süreci yaşadı. Finansal desteklerini abartmadan amca ve babadan aldı ve çok küçük bir bütçe ile yürüttü hem kendi seçim kampanyasını hem de malum şahsın cumhurbaşkanlığı adaylığı için gerekli olan bağış kampanyasını. Önünde malum şahısla bir fotoğraf arka yüzde de kendi vaadleri olan ve benim bu yazı için sansürlediğim broşürleri kendi tasarlayarak, bizden sağladığı finansman ile bastırdı... Çektirdiği fotoğraflardan, selfilerden gördüğüm kadarıyla; teyzeler, amcalar, abiler, ablalar, gençler, esnaflar, pazarcılar, balıkçılar çok sevdiler. Bazen spor, bazen takım elbiseli olarak ilçe ilçe, köy köy dolaştı ve sanırım en çok eli sıkıp öpen, en çok sarılınan ve listede kendine yer bulabilen -tüm ülkedeki- en genç adaydı kendisi...

Ve seçim günü gelip çattı. O sandıkları dolaşıp partide sonuçları değerlendirirken biz de oy kullanma noktalarımızdaydık.

Sizleri bilmem ama biz önce ülkenin çıkarları diyenlerdeniz!

Bunu o da biliyordu elbette...

hiç talep etmedi!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP