7 Ekim 2023 Cumartesi

Kapıldım Gidiyorum Seyrine

Neo-noir belirgin bir biçimde kara film unsurlarından faydalanan ama 1940'ların ve 1950'lerin kara filmlerinde bulunmayan, yenilenmiş konuları, içeriği, görsel efektleri veya medyayı içinde barındıran, genellikle modern sinemada ortaya çıkan bir tür.

Neo-noir terimi ilk defa eleştirmen Nino Frank tarafından ortaya atılmıştır, fakat başta yapımcılar, eleştirmenler veya izleyiciler tarafından nadiren kullanılmıştır. Kara-filmlerin klasik dönemi 1940'ların başı ile 1950'lerin sonları arasında tarihlenir. Tipik Amerikan suç draması veya psikolojik gerilimleri ile kara filmler çok sayıda ortak konu ve tema içerirler. Aynı zamanda kendine özgü görsel unsurlar barındırırlar. Karakterler genellikle zorlu bir durumla karşı karşıya kalmış, seçimler yapmak zorunda olan anti-kahramanlardır. Görsel unsurlar low-key lighting tekniği, ışık ve gölgenin ustaca kullanımı ve alışılmışın dışında kamera açılarıdır.

1960'ların başından bu yana, klasik kara-film türünde önemli filmler yapılmasına rağmen, yine de diğer türler üzerinde önemli bir etkisi vardır. Bu filmler genelde kara-filmi andıran tema ve görsel unsurları içerirler. Hem klasik, hem de neo-noir filmler sıklıkla bağımsız filmler olarak karşımıza çıkarlar.

Vikipedi


Televizyondan film ve dizi izleme özürlü olduğumu çevrem bilir, muhtemel ki sevgili okurlarım da...

Elbette kurak bir çöl de değildim ki geçmişte o beyaz cam denen ekranın peşine takılıp gittiğim dönemler de olmuştur.

Lakin yaş kemâle vardıkça ve -daha çok- kitaba yönelmemle birlikte de ekrandan izleme oranlarım yok sayılacak düzeylere düşmüş ve bu süreç sinemalar yeniden ayağa kalkana kadar da sürmüştür.

Bazı kadim sinemalar kapanırken -son kurumsal sponsoru ile- adı Paribu Cineverse olan yapı finansal gücünü de kullanarak ve elbette reklâm alma potansiyeli ile yaşamını sürdürüp beni de sinemaya çekmeyi başarınca...

Ben de bu yeni sinema evrimi ile birlikte televizyonla olan ilişkimin dizi ve film boyutunu soğuttukça soğutmuş ve eski ve kıymetli bir sevgiliyi yeniden bulmanın heyecanını tutkuyla ve coşkuyla, taptaze bir aşk gibi -yeniden- sinemada yaşamaya başlamıştım.

Derken günlerden epeyi yakın bir günde, yani bir iki gün önce, abonesi olduğumuz portalı öylesine kurcalarken Bablyon Berlin ile rastlaşmış, önce afişi ve adı, sonra da yönetmen hanesinde yazılı olan isimlerden biri, o referansla şöyle bir göz atayım derken de dizi, beni benden almıştı.

Çünkü o ad başlangıcı Run Lola Run olmak üzere pek çok filmini izlediğim ve tarzına bayıldığım Tom Tykwer'dır!

Her bir bölümü sinema tadı veren ve senaryosunun temelinin bir roman olduğunu ve yazar Volker Kutscher'in senaristlere her türlü yaratıcı özgürlüğü verdiğini ve dizinin bazı noktalarda romandan ayrıldığını, bunun da izleyiciye kendi kahramanını yaratma fırsatı verdiğini de anlıyorum ilk bölüme göz atarken.

Babylon Berlin izlediğim ve dönemini en iyi yaşatan enfes bir dizidir benim için. Nokta!

Başroldeki iki genç oyuncu Volker Bruch ve sempatik Liv Lisa Fries'in yanı sıra tüm oyuncu kadrosunun oyun güçleri ve nitelikleri açsısından da muhteşemdir dizi. İzlerken ve sürekli ağzımın kenarından sular akarken bir yandan da soruyorum zevkten ölmüş kendime: "Bu kadar iyisini daha önce izlemiş miydin?"

İçimdeki ukala bile sessiz.

Dizilerini uzun süre ihmal ettiğim ve görmezden geldiğim kanal Epic Drama'yı kurcalamaya başlıyorum ve neler nelerle karşılaşıyorum sonrasında... Her bir bölümü film tadında ve genelde geçmiş zamana dair ne diziler ne diziler...

Velhasıl çok mutluyum, bir televizyonkolik olarak da görmüyor ve hissetmiyorum kendimi. Ve ilk kez televizyon ekranı, ekran olmaktan çıkıyor ve kocaman bir film perdesi oluyor benim için.

Keşfimden dolayı çok mutluyum.



Enfes bir polisiye ve acılı ama bir izleyici olarak da bayılınası bir savaş dönemi içinde...

Oyuncusu olduğum bir film tadında...

Orjinal dillerde, alt yazılı bir sinema şöleni yaşıyorum velhasıl!


5 Ekim 2023 Perşembe

Ama Ne Bakkal

05/02/2016

...
Kesinlikle bir rüya. Henüz sabahın erkeni ve sanki kırpıştırmak gerek gözleri. Olamaz. Ama oldu! Yalnız cami ve ev birlikte çok hoş. Çekmeden bırakılmaz. Onların hemen yanında ise "işte budur" dedirten ev. Mavileri asla kaçırmayan, mavi aşkı tavanda birisinin deklanşöründen olmalı kesinlikle. Önce bakkala mı girsek acaba?

Hiç bir müzede, hiç bir objenin önünde olmadığımız kadar vitrininde kalıyoruz. Ne garip ki Karadeniz'in ücra bir köşesindeki de bu da mavi.* Eski bakkalların hepsinde mutlaka mavi var mıdır ki?


Bir masalın kapısını aralayıp da içine girer gibi giriyoruz dükkâna. Kapının hemen yanındaki sobanın başında ısınan bir genç adam var. Üzerindeki montun ambleminden anlaşılıyor ki dışarıdaki araç onun.  Abiyi sevdiği belli. Sobanın üzerinde çay.

Abi çok kibar, ayağa kalktı.

"Bir su lütfen."

İki de meyve suyu alıyorum raftan. Çocukluk gibi. Muhteşem bi an. Daha çok şey almak geliyor içimizden. Bütün paramızı buraya döksek mutlu olacağız gibi. O an duruyorum. İki duygu bir arada.  İnayet kısmına fren yaptırıyorum. An'a yakışmadı.

 "Ne  kadar?"

Şu an hatırlamıyorum ama şaşırtıcı gelecek kadar düşük bir fiyat. 2.25'di, hatırladım. Bir liraları veriyorum ve küsurat için bozuk arıyoruz. İstemiyor. "Misafirsiniz," diyor. Almamakta ısrarcı. Masasının üzerine bırakıyoruz.


"Adın ne abi.?"

"Vahit."

"Abi sakın bu dükkânı bozma, sakın ama."

Gülümsüyor. Niyet etmiş gibi. Sanki sonra vazgeçmiş. İlgi odağı olduğunun farkında. "Fotoğrafını çekebilir miyiz?" diye soruyoruz. Kabul ediyor, alışkın sanki. "Bir yazıda kullanacağım ama! Yayımlayacağım." Havasını atıyor: "Turuncu Dergisi çekti, dergiyi göndereceklerdi güya. TRT çekim yaptı, uğrayan çok oluyor." Amblemli montu olan genci de çağırdı yanına "Gel, sen de çık." dedi, poz verirken. Çekingen geldi diğeri, biraz utangaç. Ama istekli de. Şöhret olmanın dayanılmaz sevinci.

Raflar rengârenk. Bilmediğim markada kekler, bisküviler, çikolatalar, meyve suları.

Acaba lokum ile açık bisküvi de var mıydı?
...



Yazının tamamı: Sen kaç yüzyıldır burada bakkalsın be Vahit Abi

3 Ekim 2023 Salı

Toplu Gösteri

Bulutların üzerinde bir haftaydı sanki...

Yeni insanlar tanıdığım, sonra alıştığım, bir haftanın tamamında rastlaştığım, sohbet ettiğim, çok keyif aldığım, ülke gündeminden sıyrılıp da kendimi İskandinavya'da sandığım...

Ve gündemden baktığımda da cennette bir rüyaydı sanki yaşadığım.


Sadece enfes biletler biriktirmekle kalmadım. Notos'dan okuduğum Epepe üzerinden konuşmalarımız mıydı sebep hatırlamıyorum.

Laf lafı açmıştı muhtemelen, ki ben bir rüya haftadaydım;

Enn Sevdiğim Kadın bana kitaplar öneriyordu Ege'den...

Ve ben yazarların hiçbirini tanımıyordum.

Bir kültür haftasının içinde saklanmış; yaşadığımız hayatın hem ekonomik hem siyasal, hem de mutsuz ortamından azade; üstelik paranın kullanılmadığı, biletlerin bedava olduğu sosyalist bir keyif ve huzur ortamındaydım.

Hafta bitti, cadı püff dedi ve ülkemizin acı gündemine geri döndüm.

Lakin ruhum hâlâ güzel.


Yaşasın panzehirler!

Yaşasın mücadelemiz!

Yaşasın Müzik!



30 Eylül 2023 Cumartesi

Ve Rüya Hafta Biter

Perşembe


Güzel bir akşamüstü ve bir veda gecesi. Spor bir şıklık. İşi kapatıyor, dışarıda atıştırmayı düşünüyor ve biraz erken çıkıyorum yola. Fikrim "Ne yesem?!" diye fırdönüyor. Önce doğrudan trene atlayıp yeme içme işini AVM'de halletmeyi düşünüyorum. İstasyona yürürken de fikrim beni sokak aralarına yönlendiriyor ve "Vakit var!" diyor. Az önce tereyağlı simit ve dereotlu poğaça aldım ve minik poşeti sırt çantama attım.

İstasyona dolana dolana ve ağır aksak adımlarla gitmeyi planlıyorum.

Pazar kurulu, çünkü gün onun günü. Önce kenarından geçiyorum tezgâh yüklü sokakların. Hoş seslerini dinliyorum pazarcıların, istasyondan uzaklaşırken, dağdan gelip denize akan derenin kenarından ana caddeye yönleniyor, ona varmadan da sola ve geriye dönüp pazar şenliğinin içine dalıyorum. Çığırtkan sesler, pazarlıklar, meyvalar, sebzeler arasından aynı ağır adımlarla geçerken; akşamın güzelliğine, kalabalığın enfes senfonisine öpücükler yolluyorum.

Pazar yeri ile vedalaşıp bulvara kıvrılınca da markete girip kendime bir çikolatalı gofret ile kutu Pepsi alıyorum. Sallana sallana, adeta dans eder adımlarla onları götürürken de ışıklardan karşıya geçip istasyona varıyorum.

Ruhum tüy hafifliğinde, ayaklarım yerden kesik, adımlarım avare...

Ve tren gözüküyor.

Enn sevdiğim...

Trenden iniyor, pırıl pırıl akşamüstünün altından ağır adımlarla geçiyor, AVM'ye de sallana sallana varıyorum. Sırt çantam x ray'den geçerken, bana gülümseyen güvenlik görevlisi genç hanımefendi ile iki lafın belini kırıyoruz.

Filme hâlâ vaktim var, sırt çantamda da bir öykü kitabı var. Sinema katında oturuyorum; yuvarlak masalardan birinin, onu çevreleyen deri koltuğuna.

Filme bayılıyorum. Bu kez Malta'dayız. Genç bir çift. Evin erkeği balıkçı; baba yadigarı bir kayığı var. Bir de minik bebeleri lâkin bebenin de ciddi bir bakıma ihtiyacı var; ilaçlar el yakıyor. Genç adam gururlu, minnetsiz ancak ekmek de aslanın ağzında.

Velhasıl şu satırları yazan adam, genç yönetmen ve senarist Alex Camilleri'nin elinden çıkmış, Jesmark Scicluna ve Michaela Farrugia'nın başrolü paylaştığı, görüntü yönetmeni Léo Lefèvre'in çok hoş sahneleri ve John Natchez'in enfes müzikleri eşliğinde bu sıcacık, sevimli, denizli ve hayat gaileli enfes filmin içinde -zevkten dört köşe bir şekilde- eriyor.



Luzzu çok kararında bir film, süresi de ona göre... Dolayısıyla diğer film öncesi bir boşluk bırakıyor ve ben kahve mi içsem noktasındayım.

Düşünürken düşünürken bundan vazgeçiyorum.

Ve bu akşamın ertesi akşamı -yani bugün- için şahsıma hem enfes bir Türk filmi hem de enfes bir film öncesi ya da film sonrası planlıyorum.

Ve o ân için de az sonra izleyeceğim filmin başdöndürücü ritmine ve tadına bayılacağımı henüz bilmiyorum.

Ve hakkında bir kaç cümleden öte kelâm etmeyi de düşünmüyorum.

Çünkü çok katmanlı, karakterleri ilginç, görüntüleri ve mekânları hoş, ritmi güzel, şaşırtıcı, seksi, çarpık, belki çok eleştirilecek, ahlaki anlamda sorgulanacak, belki üzerine uzun uzun düşünülecek...

Kara mizahı; enfes hazırlanlanmış, az süt ve çok az şeker ilaveli koyu kahve tadında bu filme, yani Bir Daha Asla Kar Yağmayacak'a, senaryoya ve anlatıma sanırım sadece ben bayılmıyorum. Çünkü bir kaç kişi dışında filmden kimse rahatsız olmuyor ve uzun süresine rağmen ara dışında da kimse koltuğunu terk etmiyor.


Çok keyifle tadını çıkarıyorum filmin; bir sinemasever olarak... Ve yönetmenler Malgorzata Szumowska ile Michal Englert tarafından senaryosu da yazılmış bu enfes Polonya yapımı filmin keyiften ölmüş ama tavsiye konusunda ceset seyircisi olarak, Avrupa Filmleri Haftası'ndaki seçkiye çok ama çok yakıştığını düşünüyorum ve son isim geçene kadar salonda kalıyorum ki müzik de enfes. Mutlu bir haftanın mutlu son akşamının, oldukça geç bir vaktinde salonu terk ederken; gösterimlerin başından beri sürecin iyi işlemesi için çaba gösteren, takdirlerimi daha önce de yazdığım ve bizzat kendisine de söylediğim hanımefendiye, harikaydınız ilavesi ile teşekkür edip, bu kez elini de sıkarken, enfes bir sinema haftasını geride bırakmış ama tadı hâlâ gülümsemesinde saklı kendime de: "İyi ki sinemaseversin ve bu enfes akşam dahil mükemmel bir haftayı bana yaşattın," diyerek teşekkür ediyor ve ayakta alkışlıyorum.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP