Kadın eli değmiştir!
Yönetmen:
Naomi Kawese.
Elinin hamuruyla ne film yapmışsın ablam be!
O ne güzel, ne şiirsel bir senaryo:
Durian Suke Sukegava ve Naomi Kawese.
Alın terlerinize sağlık.
Takue:
Kirin Kiki,
ellerinden öperim teyzem.
Ve Sentarô:
Masatoshi Nagase.
Adamsın!
Ve Wakana:
Kyra Uchida.
Kanaryam güzel kuşum.
İzleyin!
Ve sonra...
Lütfen!
Aldığınız ya da alamadığınız tadı,
duygularınızı...
İki kelime de olsa,
yorum kısmına yazın.
Ve şimdi,
dinleyin,
David Hadjadj:
9 Temmuz 2023 Pazar
Bazı Filmler Vardır...
Etiketler:
David Hadjadj,
Kirin Kiki,
Kyra Uchida,
Masatoshi Nagase,
Naomi Kawase,
sinema,
Sweet Bean,
Umudun Tarifi
7 Temmuz 2023 Cuma
15. Yıl Özel Sayı-10
Beylerbeyi'nde Bir İnciraltı
Haziran 2017
Yol seçenekleri için Google'a sorduğumuzda telefonun ekranına gelen mesafe yaklaşık 3,5 km. Çoğu yürüyüşteki mesafelerimizin %20'si bile değil. Araç kullansak mı yürüsek mi ikilemi içerisindeyiz, bir yemek gecesine gidiyoruz sonuçta.
Yürümek ağır basıyor, çünkü yolun sürprizlerini seviyoruz. Yaz serini hoş bir akşamüstü. Hem ne demişti Patrick Süskind bir tek insandan, bir banka güvenlik görevlisinden yola çıkarak insanın kocaman iç dünyasına dair her birimize çok tanıdık gelecek pek
çok şey anlattığı şahane romanı Güvercin'in 63. sayfasında; Yürümede sağaltıcı bir güç vardır. Olmadı atlarız bir taksiye seçeneği nasılsa cepte... Sonra Mevlüt var! Bu kez konağın bahçe kapısından sola dönüyoruz. Biraz yürüyoruz ki yolun ilk sürprizi... üstelik dantel gibi işlenmiş cazibeli balkonu, asılı çamaşırlar, kule şeklindeki köşe odasıyla hayal kurduran hoş bir konak. Komşu. Kalıyoruz önünde.
Güzel sokaklar geçiyoruz sonra, güzel manzaraları tepeden seyrediyor, tatlı, güleryüzlü ablanın, evin bir odasından vazgeçilerek yapılmış küçük bakkal dükkânından diş macunu ve iki su alıyor, L23 için pil bakıyor ama menşei dolayısıyla tercih etmiyor, gerçek bir mahalle bakkalında ve çok ama çok tatlı bir bakkal abla ile tanışmış olmanın keyfini çıkarıyor, bu sıcak, emekçi ve gönlü zengin mahallenin nihayetinde yeşil bahçeler geçerek çevre yoluna varıyoruz.
Şahane bir koruluğun içinde ve İngiliz çimi gibi bir tümseğin üzerindeki iki güzel bina ve iki bayrak dikkatimi çekiyor. Ne yazık ki çevre yolunun öteki tarafındayız. Önce bayraktan ve kapı önündeki arabalardan yola çıkarak buranın evleri olabileceğini düşünüyorum. Sonra, buranın Koç Topluluğu Spor Kulübü'ne ait olduğunu öğreniyorum, daha sonra da kullanımıyla ilgili detayları. İstanbul'da yaşasak mesela, bir hafta sonu kesin gelirdik diye düşünüyorum şimdi; piknik alanı bile varmış ama mangala izin yokmuş, restoranı falan da varmış sanki. Üstelik de spor yapabilme imkanları!
Bazen çevre yolundan ayrılıyoruz, sonra bir şekilde yolumuz yine onunla kesişiyor, yine hoş yeşil alandan çıktığımız ve hazırlıksız olduğumuz bir anda, aniden, kocaman görkemi ile Boğaziçi Köprüsü çıkıyor önümüze. Akşamın sakin saatleri... günün rengi koyu, köprü sanki terk edilmiş bir alacakaranlık boşluğu içinde... gerçekte olmayan devasa bir hayal köprü sanki. Ürperiyorum. Issızlık fena halde ürkütücü. Kendimi o an ve birden keşfedilmiş, gizemli bir anın içinde sanıyorum. Boş mu, trafiğe kapatılmış mı, yoksa bana mı öyle geliyor? Bir rüyadayım ve beklemediğim, kimsesiz bir anın içindeyim. Devasa boşluk korkutuyor.
O ise, sanki, benim suçum yok, ben istemedim ve ben masumdum der bir yalnızlığın kabuğuna çekilmiş gibi; ülke tarihinin en çirkin anlarına tanık olmanın acısı ve utancıyla bir inziva yaşıyor sanki.
Sonra... İki ortak arasında çıkan güç kavgasına kurban giden, emir almaktan ve o emri uygulamaktan başka çaresi olmayan ve kan izleri orada kalmış Mehmetçiklerle, yine başkalarının, eski ortakların paylaşım kavgasında bu memleket için canını veren, bu ülkeyi çıkarsız bir inanmışlıkla seven, savunan masum insanlarımıza dua ediyor; ne istediler de vermedik diyen, ama hiç de kendilerini sorumlu hissetmeyen ve bu acının kaymağını yiyenlere de lanetler yağdırıyorum. Sonra usulca... köprünün üzerinden karşıya geçiyor, ayağından aşağı kıvrılıyor, karanlıktan çıkıyoruz.
Biz akşamı yavaş yaşarken, günlük telaşları ile otobüslere koşan, otobüslerden inip ikinci bir vasıta, minibüs arayan, bir an önce varacaklarının telaşında olan insanların kalabalığı ile yeniden hayata dönüyor, o telaşların aksi bir rahatlıkla nefes alıyor, yeşilin ve mavinin tadını çıkarıyoruz. Hâlâ Beylerbeyi'ne inen çevre yolundayız. Karşıya geçmemiz gerek! Sakince bir kavşakta bu işi de hallediyor, bir süre sonra bir alt geçidi kullanarak bir başka karşıya geçiyor, çevre yolundan çıkıp Yalıboyu Caddesi'ne varıyoruz. Rezervasyon saatimiz 19 olduğu için biraz daha yavaşlıyor, yükseklerin aksine neme karışıyor, ter emareleri hissedince bir banka oturup dinlenirken akan hayatı izliyor, sonra da Arabacılar Sokağı'na giriyoruz. O, orada; gözlerimizi kaçırarak saklanıyor ve karşı kaldırımından, tanışıklık vermeden, çekingen adımlarla ama hızlıca geçiyoruz.
Sokağın küçük, sevimli dükkânlarına gire çıka, takılara, çantalara, elbiselere, tatlıcılara, kebapçılara baka göre iskeleye ve onun hoş binasına doğru yürüyoruz. Küçük, sakin, öte yandan hoş bir canlılığı olan, tarihle yoğrulmuş, insanı eskiye götüren, şık ama eski yalı evlerinden oteller barındıran, kirli hayattan tecrit, hâlâ ev olarak kullanılan yalılarıyla imrendiren, yeme içme mekânları mutlu insan kaynayan, huzur veren bir bölge. Köprünün üzerindeki, usul usul çekilmeye başlayan güneşin
denizde yarattığı yakamozlar göz alıcı. Çini desenli iskele binası sempatik. Efil efil boğaz, en az iskele kadar hoş. Boğaziçi Köprüsü, inci gerdanlık, canımız.
Sonra iskelenin doğu yönüne doğru, Hamid-i Evvel Cami Sokağı'nı yürüyor, küçük teknelere bakıyor, hemen caminin yanındaki boğaza nazır mekânlardaki neşeyi seviyor, akıl çelmelerine izin veriyor, sonra tam da denizin kıyısından Kuleli Askeri Lisesi'nin piyano sesleri gelen salonlarında dans edenleri görebildiğim, aklıma geçmişten sahneler çizen binasına selam yolluyoruz. Bu selam kıymetli! Bu güzel, gördüğüm ve hissettiğim sahneleri aklıma çizdiren de.
Sonra bir dikkatten kaçmayan, biraz da akrobasi ihtiyacı duyuran bir fotoğraf çekim çabası içinde görünce en tatlı fotoğrafçıyı, önce pek anlam veremiyorum; sanıyorum sanatsal bir foto için benim göremediğim bir şeyi gördü. Oysaki birisi için... ona gönderilecek anlık bir fotoğraf bu, aileden bir Karakartal için... Şampiyonluk yılı. Tur yarın üstelik.
Bir rüya mı desem...
Kıymetli yıllara bir ışınlanma mı desem bilemediğim...
Mutlu mu Mutlu Gece
Pencere önleri sempatik eski bir Rum evinin elden geçirilmesi ise şekillenmiş, pek sevimli... asırlar öncesinden aranıp bulunan, İstanbul'un kadim halklarının tarifleriyle zenginleşmiş mutfağının, aslına sadakatle yapılmış mezeleri ile aklımızda yer etmiş mekânın kapısından içeri süzülüyoruz. Her yazıda bıkmadan tekrar ettiğim üzere rezervasyonları O'nun yapmasına... son gün o şehirdeyken, bazen havaalanından yeni şehre girerken telefonunun çalıp da O'nun "Evet benim, şimdi indik ve akşam geliyoruz," demesine bayıldığım kadın merhabalaşıyor, adını söylüyor ve bir garson bizi masamıza götürüyor. Bahçedeyiz. Tabii ki mekâna yakışır, eskiden ve güzel şarkılar çalınıyor. Ve tabii ki bir münasip sessizlikle... Ne yazık ki zaman içinde çürüyüp yok olan değilse de, ondan fidelenmiş incir ağaçlarının arasında ve nedense çocukluk yıllarımın yazlık sinemaları ve de o yılların lokantaları tadındaki masamıza oturuyoruz. Bu ne kadar güzel bir bahçe ve an! O'nun güzel gözlerinin gülüşünden de anlıyorum, yine bir zaman yolculuğunda olduğumuzu...
Ne içermişiz?
"Hımmmm!.."
"Beylerbeyi'nde Beylerbeyi içilir, bir 35'lik göbek rakısı lütfen."
Meze tepsisinin zenginliği ile akıl karıştıracağını tahmin ediyorduk, merak ettiklerimiz arasından seçimlerimizi netleştirdiğimiz ve hazırlıklı olduğumuz için işimiz zor değil; hazırlıksızsanız çok zor!
"Beyaz peynir lütfen."
"Balık Turşusu lütfen."
"Dövme hıyar salatası lütfen."
"Ermeni pilakisi lütfen."
"Ve Topik lütfen."
"Bir de midye dolması lütfen."
Donanıyor masa, topik, çakmaları saymazsak denemediğim bir meze, bir mihenk noktası olacak ve bundan sonra yediklerimin düzeyini anlamam için de bir referans. Bu açıdan önemli. 14 farklı malzeme ile bir çömleğin içinde 10 gün bekletilerek yapılan balık turşusu en çok merak ettiğimiz. Üstelik safran, bal, sirke gibi düşünüldüğünde bazı damaklar için kakofoni düşüncesi yaratacak müzisyenleri var. Görüntüsü ve kokusu ipuçları veriyor ki seçim yaparken Çelebi pilaki ile arasında kalınma ihtimali kuvvetle muhtemel! İçerikleri noktasından bakınca iki kişilik bir masa için sanki biri tercih edilmeli. İki balıklı meze olur denirse de mesele yok. Edinilmiş bilgilere göre bu balık pilaki, yöresindeki adlandırmadan bağımsız olarak, adını Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinden bir tarife dayandığı için ondan alıyor. Dövme hıyar salatası da biz için bir ilk... tanışmayı sabırla bekliyoruz.
Tığ işi zarfları ile zarif bir görüntü sunan rakı kadehleri standart
dışı; şu bade denen bardaklardan, hakeza su kadehleri de çok hoş. Gerçi Burgaz Rakı sayesinde, onun promosyon ehlikeyifleri ile birlikte bir dönem bade kullanmışlığımız
var lakin gözümüzün gönlümüzün alıştığı Yeni Rakı ile özdeş olanlar. Bu akşam 16. ve 18.yüzyıl mezeleri ile birlikte başka bir
ambiyans! Rolümüzün hakkını vereceğimizden ve keyiften öleceğimizden;
masayı gördükten, gözlerimiz kokuyu aldıktan sonra, en ufak ama en ufak bir şüphemiz
yok.
"O halde dününe, bugününü, yarınına...
İstanbul'a!"
Bazı anlarda hiç de acelesi olmayan bir halim var; bazen bunu nasıl başardığıma, bir an öncenin merakından nasıl sıyrıldığıma şaşırırım. Mesela bir pasta grubunun içinden en sevdiğimi en sona saklamayı, onun tadını uzun uzun, hissede hissede çıkarmak için sabretmeyi becerebilirim. Elbette ki bir masanın ahenginin belirleyicisi olmak zor; özellikle çok canlar sınıfından olmayan, bir türlü üslup birlikteliği sağlanayamayan, çok insanlı bir masadayken... Ama bu şehirde, bu mekânda ve bu masadayken gecenin ardında bir segment yukarı taşıyamadıysa damağını ve yaşamla ilişkisini insan, kendini bence bir gözden geçirmeli ve biraz daha fazla emek vermeli hayata.
Çiçeklerin arasına saklanmış lambalar, onların açığa çıkardığı her renk, bu güzel akşamın finaline hazırlık yapan, nüansları olan, geçmişten ama bugüne dair hoş ve ruha atılan birer fırça darbesi gibi. Arkamızdaki masa kalabalık bir grup: Konuşkanlar ve de üslup birliği içinde keyifle, yükselen seslerle ve coşkuyla paylaşıyorlar geceyi. Bir tiyatronun oyuncuları ve teknik kadrosu efekti veriyorlar ki anlaşıldığı üzere de öyleler. Etraftan soyutlanmış her masadan gelen keyif seslerinin zenginleştirdiği kakofoniye, onlar da farklı ve lezzetli bir renk veriyorlar.
Balık turşusu tam anlamı ile 10 numara, hatta yıldızlı mı yıldızlı bir lezzet. Bayılıyoruz. 14 farklı renkten oluşan kadim bir senfoni; ruhu okşamakla kalmıyor, damakta kalmış buzzz gibi rakının anason izleri ile yepyeni, doğaçlama, mutluluğu çoğaltan yeni bir senfoni yaratıyorlar. Peynir kendini salmamış, kuvvetli bir Ezine ki başkası düşünülemezdi zaten. Pilakisiz rakı masası düşünemem ki bu pilaki seçilen fasulyelerinden ve elbette pişirilme tekniğinden ve sabrından kaynaklı olarak kaymak gibi. Midye dolmaları güzel, üstelik de sayıları itibari ile tadımlık; doğru bir tercih. Dövme hıyar salatası muhteşem; rendelenmiş salatalık, kaymak loru, soğan, antep fıstığı ve zeytinyağı ile ilk anda görsel olarak Girit ezmesi hissi verse de hiç alakası olmayan bir lezzet. Cacığın süzme yoğurtla yapılmış katı şeklinin ilavelerle lezzetlendirilmiş hali denebilir belki; illa da bir şeye benzetilmek istenirse.
Zahmetli bir uğraş olduğu kesin topik, endüstriyel tat hissinden kurtulamadığım tüm topikleri taca çıkarıyor. Doğal, zengin ve iç içe geçerek ortaya çıkardıkları kolektif tat bir başka boyut olan soğanın, kuş üzümünün, çam fıstığının, patatesin, nohudun ve çeşnilerin her birinin hissedildiği ama hiçbirinin baskın olmadığı, sololarına bayıldığımız, bu memleket topraklarından coşkulu bir oyun havası gibi.
"O halde, bu toprağın kadim halklarına."
Beylerbeyi'nin göbek rakısını ilk kez bu akşam deniyoruz ve bu tercihimizden dolayı da kendimizi kutluyoruz. Mezelerin hakkını kesinlikle veriyor ve burada bir geceye de fazlası ile yakışıyor.
Ara çayları olmayan bir rakı masasına -bizce- "Masa da masaymış ha!" denmez... ve hatta denemez ve hatta denilmemeli! Çayla sıkı bir dostluğu olmayan ben bile bayılıyorum bu ritüele. Yakışıyorlar da birbirlerine... Bugünü dündeymiş gibi, tüm naifliğini hissederek, bugünden düne
dair lezzetlerle lezzet yolculuklarına çıkarak, birbirimizin gözlerinde
yol alarak, iz bırakan, izi kalıcı bir geceyi yaşıyoruz Beylerbeyi'nde. Mutluyuz.
Sakatatsız rakı sofrası olmaz, olmamalı. Dolayısı ile olmuyor da.
"Bir dalak dolması lütfen."
Ermeni mutfağından, yanında Dijon hardalı ile geliyor alemin kralı. Bir ilk bizim için. Yağda kızartılmış olmasına rağmen sanki ızgaraya dokunmuş da gelmişçesine bir hoşluğu var. Kurumadığı gibi suyunu da yitirmemiş. Gelen kokularsa âlâ. Rakı masasını yemek anlamında sonlandırmak için güzel bir seçim. O halde alkış. İçine pirinç, soğan, maydonoz, tuz karabiber koyularak hazırlanan dalakların suda haşlanmasının ardından dilimlenerek kadın budu köfteyi andırır biçimde kızartılması ile sonlanan dolmalardan ilk lokmalar... ve gelen bayılma sesleri. Rakının her yudumunun ardına eklediğimiz her lokmada başka başka nüanslarını keşfederek, defalarca göğe eriyoruz. Lezzetli bir kapanış. Bu memleketi bu yüzden belki de daha daha çok seviyoruz. Yine 5 saati keyifle geçiriyoruz.
"İki kahve lütfen"
Kahve fincanlarına mı bayılsak, yoksa kendi yapımları vişne likörüne mi, bilemiyoruz. Bu kadar keyifli akşamın finaline çok ama çok yakıştıkları kesin. Mutlu bir final. Kendi yapımları vişne likörü muhteşem. Biz kalkarken, arka masadaki tiyatro grubu da kalkıyor. Garsonumuz güzel adam. Onda bizim Aziz'in kıvamını hissediyorum. Teşekkür ediyoruz, 5 saat geçirdiğimiz bu güzel geceye verdiği kusursuz destek için. Sonra mekânın sahibine de memnuniyetimizi ifade edip, Yalıboyu Caddesi'nde bu güzel yaz gecesinin tadına vara vara, saraya doğru yürüyoruz.
Beylerbeyi Sarayı'na varınca sağa kıvrılıyor ve denizin kıyısında kalıyoruz. Ne garip değil mi, yine güzel bir gece, yine güzel bir akşam yemeği ve yine dolunay!
İlk göz ağrımız, daha güzel baktığım, başına gelenlerden sonra daha da çok şefkat duyduğum Köprü'yü
ayın ışığı ile birlikte seyrediyor, seyrederken bu bağın; onda stajını yaparken, daha sonra taze
mezun inşaat mühendisi olarak emeği olan küçük dayımla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Babaanne-dede, hala, 3 küçük çocuk ve anne baba toplamda 8 kişi yaşadığımız küçük ama mutlu, mutfak camı ile hiza bahçesi olan ve o bahçenin tarabalarına bayıldığım, kiracısı olduğumuz evimize İstanbul'dan bana kitaplarla geldiğinde dayım; inşaat aşamalarını anlatırken büyüklere, ben ertesi gün sabah, okumayı düzgünce olmasa da becerebildiğimiz evrenin başlarından itibaren, eli öpülesi ilkokul öğretmenim sayesinde, dersin ilk 15 dakikasında güncel haberler konuştuğumuz bölümde onları paylaşacak olmanın heyecanı ile kulak kabartır, ve bunun prestijine bayılırdım. Gazetelerde gördüğüm resimlerle anlatılanları eşleyerek bizzat hayalini kurardım o anların. Sanki alnımdan düşen ter toprağına karışmış gibi hissediyorum şimdi.
Beylerbeyi Sarayı uykuya çekilmiş, içimizde iki muzır çocuk türedi farkındayım. Nöbetçi kulübesi boş görünüyor. Bir sızma harekatı yapma, en azından bahçesinde dolaşma ve kıyısından denizi seyretme isteği had safhada. Gözlerimizse radar gibi çalışıyor. Temiz sinyali gelmeden bir hamle yapacak kadar da saf değiliz. Test etmek için içeri doğru süzülüyoruz. Muhtemel ki sote bir yerden bizi gözleyen görevli açığa çıkıyor. Yaklaşımı kibarca. Biz de kibarız. Gerekçelerine saygı duyuyor, elimde olsa dükkân sizin tavrına sempati ile gülümsüyor, teşekkür edip iyi akşamlaşıyoruz, bu güzel insanımızla.
"Bir taksiye atlasak mı?"
Atlama fikrindeyiz. Bakındığımız ilk taksi sahipsiz, park yerinde karanlık karanlık duruyor, bir yandan da yürüyoruz, gördüğümüzü durduracağız. O ara tam otobüs durağının önünden geçerken Mevlüt ses ediyor. Kesemizin dostu. 1 dakika sonra durakta bir otobüs olacakmış. Biniyoruz, ve şu hayattaki en bayıldığım anlardan birini yaşıyorum, tünelden geçiyoruz. Beylerbeyi Tüneli'nden. Hayat beni hep kolluyor ve onun için de sürekli sunuyor, bunu biliyorum. Kuzguncuk'ta iniyoruz. Güzel gece Seni Seviyoruz.
Denize kulak verip, ninnisini dinleye dinleye varıyoruz Çikolata&Kahve'ye. Çok hoş bir dükkan, güleryüzlü, ve bunda samimi iki genç adam. Dışarıdaki masaları akıl çeliyor. Gece henüz uykuya uzak. Sohbetler canlı. İnsanlar güzel.
"İki Müzeyyen lütfen."
Müzeyyen kadayıflı muhallebi. Eğlenceli ve de lezzetli, sunum da kanımca tam anlamı ile Müzeyyen. Süslenmiş ağaçların dibinde, hoş insanlar arasında kaşık kaşık tadını çıkarıyoruz. Kuzguncuk'da bir gece vakti, serin ve tatlı bir Müzeyyen! Öyle yakışıyorlar ki geceye.
Teşekkür ediyoruz Çikolata&Kahve'ye, bir gün kahvelerini de denemek dileği ile. Seviyoruz kendilerini.
Sonra... Gecenin ruhları dürtükleyen bu şahane vaktinde, hiç taksiye falan bulaşmadan, birbirimizin
notalarına dokunarak yarattığımız müzik eşliğinde, çocuk uykusundaki güzel güzel sokaklar geçerek, Sıvacı Ferhat'a varıyor, uyuyanları uyandırmaz adımlarla onu da geçiyor, Konağa giriyoruz.
Konak'da eğlence tavan. Işıl ışıl parlayan insanlar, cıvıl cıvıl hayat... Kalabalığa karışmayacağımız, ağaçların altındaki masaya oturuyoruz. Kafeterya'da bir nişan töreni olacağından haberdarız. Üstelik de bu hoşumuza gidiyor. Bundan şikayet edecek insanlar değiliz, hayatın doğal akışı içinde olması gereken ne ise bunun bir parçası olmayı kabul ederiz.. Bir otel sessizliğinde gri bir Konak pek anlamsız olurdu zira. Hikâye eksik kalırdı. Gecenin renklerine ve hayatımıza kattıklarına bayılıyorken ne kadar daha zenginleştiğimizin farkında iki insan olarak eve geçiyor, rutinleri hallediyor, dışarıdaki coşkuya gülen yüzlerimizle uykuya sarılıyoruz.
Etiketler:
15.Yıl Özel Sayı
5 Temmuz 2023 Çarşamba
Ahşap Traversler Ve Demir Yolu Kardeşliği
1.Bölüm: Demir Ağlar Ördük
Bir Kaç Yıl Önce
Şehirden gelip Tekkeköy İstasyonu'nda durduktan sonra Çarşamba'ya varacak ve artık yok edilmiş tren hattını biraz önce geçtik, alabildiğine yeşil ve ekili alanların arasında tatlı virajlarla kıvrılan yoldan devam ediyor, "terk edilmiş" seyrek evlerinin, alabildiğine yeşilin ve masmavi gökyüzünün altında ilerlemekteyken ve döndüğümüz son virajın ardındaki kavşağa varmak üzereyken görünen eski istasyon binasıysa, çocuk kalplerimizi anında çalıyor.
Ölü demir yolunun üzerindeki bu eski ara istasyona bayılıyor, kokusunu içimize çekerken bir an öncenin telaşları paçalarımıza yapışıyor, daha araba durmadan üzerine atlayacakken tam, çekik gözlüyü boş istasyon binasının yanındaki yolcu toplanma alanına park edip, önce şöyle bir etrafını dolaşıyor, sonra toz bürümüş, kısmen yıkılmış içine dalıp poz poz fotoğraflarını çekiyor, sonra da "Kim bunlar?" diye yolun karşısından bizi izlemekte olan süt imalatçılarıyla tokalaşıp hal hatır sorduktan ve gar bahçesindeki bir tahta masaya oturduktan sonra; kahvenin hemen bitişiğindeki bakkal amcaya koşuyoruz. Büyüklerden bayram harçlıklarını koparmışçasına bir alışveriş! Elbette tatlı da bir sohbet. Geriye bir an önce telaşlarıyla dönüyor ve hemen istasyonun yanındaki kadim bahçesinde, çınar ağaçlarından en kadiminin altındaki tahta masada buzz gibi kolalarımızı içerken aldığımız dondurmaları, çikolataları, gofretleri ufak ufak götürüyoruz...
Arada mola veriyor, eski usul tahta salıncaklarda sallanırken, "Bir gün bu yolu kullanarak ve tüm eski köy istasyonlarında mola vererek Çarşamba'ya pide yemeye gidelim," diyoruz. Üstelik Ercan Nuri Bey... Makinistlerin en popüleri! Enn Sevdiğim Kadın'ın instagram hesabından yayımladığı ahşap traversleri fotoğraflarından şıp diye tanıyor ve anında soruyor:
Neresi bura?*
*
Abiyle ayak üstü sohbet eden genç adam uzaklaşırken, Abi de çayına ve pastalarına dönüyor, çocuk o tatlı virüsü kaptı artık, bırakamaz, istese de bırakamaz çünkü o masada oturanın bir tarih olduğunu biliyor ki çocuğun içinde de tıpkı o Abi gibi trenler dolaştığını da onu tanıyan herkes biliyor.
O sırada pastanenin sahibi, kurucusu, nur sakallı, o da bir masaldan çıkmış karakter olan daha yaşlı abi şimdi demir yolcu abinin masasında ve yeni bir sohbeti koyultulmak üzere...
Çocuk kıpır kıpır, yakaladığı bu fırsatı asla kaçıramaz, çünkü masada bir tarih var.
Üstelik kulaklarını diken sözcüklerden anladı niteliği, zamanı kolluyor...
Şimdi lafa girdi girecek...
Giriyor ve diyor ki:
"Antenlerim az önceki sohbetinizde geçen sözcüklerden kaptı ki siz demir yolcusunuz..."
Önce masadan masaya konuşuyorlarken, şimdi çocuk masasını terk etti ve bir kaç adım ötesindeki abinin masasının önünde ve ayakta.
Abinin oğlu ve gelini Amerika'da, kendisi de gitmiş, onlardan gururla söz ediyor. Az önce çalan telefonunda kızıyla bayramlaştı, torunlarına bayılıyor, yüzünde güller açtı.
Sanırım beni de sevdi.
Muhtemelen onu da şaşırttım!
Hangi hatları konuşmuyoruz ki... Kars yolculuğumuzu anlatıyorum. Abi ile ortak güzergâhlarımız var ama o Samsun'dan çıktığı için hep yola; Kars yolcularını hep aktarma noktalarında bırakmış.
O sırada cep telefonunda bir fotoğrafı arayıp buluyor ve bana gösteriyor; kullandığı lokomotif bu. Kömür karası; zarif ve pırıl pırıl. İyi bilirim diyorum, bakmayın çocuk olduğuma diye ekliyorum. En sevdiğim andır benim, lokomotifin istasyondan henüz çıkarken sanki bir benzin istasyonu molasıymış gibi büyük duşun altında durup, açık vagondaki kömürlerinin ıslatılmasını beklemek... Ve elbette tünel girişlerine yaklaşmışken çalan uyarı düdüğü ile birlikte kompartımanlardaki, kömür isi ve kokusuna cam kapatma telaşları bayılınasıdır bir çocuk için. Ya derin bir yaz sıcağında, koridordaki pencereden, üstelik dibinden geçen kalorifer hatının üzerine çıkıp ağaç dallarına uzanırken geçilen, Atatürk ve Cumhuriyet kokan fabrikalar... Devlet Üretme Çiftlikleri, Et Kombinaları, Çimento ve Demir Çelik Fabrikaları, Sümerbanklar ... Enfes, unutulmaz, Cumhuriyet değerleri ile yetişmiş şahane bir kadın öğretmenin öğrencisi olmak ve onun edindirdiği bilgilerle tüm bu geçilen manzaraları üstelik de henüz ilkokul öğrencisiyken içselleştirmek nasıl bir kıymettir?! Ama en güzeli şeker fabrikalarına gitmek üzere yüklenmiş vagonlardan şeker pancarlarını uzanıp almak, sonra onları kuzinenin fırınında hakkını vererek pişirecek babannenin parmaklarından akan lezzeti hissetmek; dünyanın en şaşırtıcı, sofistike ve entelektüel tatlısını yemek değil de nedir?!
Ve bir de tıka basa dolunca tren, kompartıman kapılarını içeriden kilitlemek, kilitlenmiyorsa da içerden iple bağlamak, demir yolu yolcusu olmanın şanındandır.
Gülüyoruz.
Açık kompartıman penceresinden içeri tıkılan rulo yapılmış halıları da unutmamak gerek, diyorum; ona da gülüyor Abi.
Sonra köprüleri konuşuyoruz. Ahh o ahşap traversler diye iç geçiriyoruz. Amasya yolculuklarımızı anlatıyor, yakın zamanda enn sevdiğim kadınla tekrar gitmeyi planladığımızdan söz ediyorum.
O beni uyarıyor, ahşapsız ray sistemlerinden ve yeni yolların döşenme şekillerinden şikayet ediyor. Eski gar binamızı, onun muhteşem çay bahçesini, nargileleri, ve elbette yeni yetmeliğime denk gelen ülkenin neredeyse bütün büyük istasyonlarında olan, muhteşem, şık, peçeteleri beyaz ve kolalı Gar Lokantası akşamlarını, kadim müşterilerini, çiçek saksıları ile ahşap pencerelerini, muhteşem mezelerini, kadim garsonlarını konuşurken; Amasya'ya girişteki eski tarihi köprü, diyor Abi, ayaklarından biri hasar gördü, o riski almayın.
Teşekkür ediyorum, ama diyorum ki en iyi siz bilirsiniz, söz konusu tren oldumu şu gönül de ferman dinlemiyor işte... Ekliyorum, "Bilir misiniz o köprünün aslında başka bir adı vardır: Teskere Köprüsü... Hâlâ biliniyor ve kullanılıyor mu emin değilim. Askerliğini Amasya'da yapan afacan askerlerin kadim bir geleneği vardır: Teskeresini alanlar, gözü kara arkadaşlara da sahiplerse; ön tamponun üzerindeki mini plakada yer alan ve Tugay Komutanı genaralin makam aracı olduğunu belirleyen altın sarısı metal tek yıldızın üzerindeki deri kılıf alınır, artık bir hür general olan teskereci arkadaş selam duran şoför ve muhafız tarafından arka sağa yerleştirilir, muhafız şoför yanına oturur, şoför gaza gelir iki el havaya sıkar, makam arabası ve hür general rütbesini taşıyan ile o köprünün altına gelinir, otobüs beklenir, teskereci otobüse yerleşir ve şehir çıkışına kadar o makam arabası ile otobüse eskortluk yapılarak çıkışta otobüs tekrar durdurulur, teskereci aşağı iner, son bir kutlama ile birlikte tekrar otobüse biner, bir süre daha eskortluk yapılarak, son çıkışta el sallanarak ve selam durularak evine uğurlanır.**
Abi belki binlerce kez geçtiği köprünün bu işlevine şaşırıyor ve gülümsüyor.
Diyorum siz hep üstünden geçtiniz o köprünün, oysa ben altından da çok geçtim.
Gülümsüyor.
Ve diyorum ki en büyük korkum, bu hattaki, biraz da pandemi nedeniyle uzun zamandır görmediğim iki istasyonun tıpkı bizimki gibi yok edilip yerine ilkel ucubelerin yerleşmesi ki özellikle Havza minik ve romantik hali ile bir başkadır diyerek; ona, daha önce blogda yazdığım bir an'ımı anlatıyorum:
O sırada pastanenin sahibi, kurucusu, nur sakallı, o da bir masaldan çıkmış karakter olan daha yaşlı abi şimdi demir yolcu abinin masasında ve yeni bir sohbeti koyultulmak üzere...
Çocuk kıpır kıpır, yakaladığı bu fırsatı asla kaçıramaz, çünkü masada bir tarih var.
Üstelik kulaklarını diken sözcüklerden anladı niteliği, zamanı kolluyor...
Şimdi lafa girdi girecek...
Giriyor ve diyor ki:
"Antenlerim az önceki sohbetinizde geçen sözcüklerden kaptı ki siz demir yolcusunuz..."
Önce masadan masaya konuşuyorlarken, şimdi çocuk masasını terk etti ve bir kaç adım ötesindeki abinin masasının önünde ve ayakta.
Abinin oğlu ve gelini Amerika'da, kendisi de gitmiş, onlardan gururla söz ediyor. Az önce çalan telefonunda kızıyla bayramlaştı, torunlarına bayılıyor, yüzünde güller açtı.
Sanırım beni de sevdi.
Muhtemelen onu da şaşırttım!
Hangi hatları konuşmuyoruz ki... Kars yolculuğumuzu anlatıyorum. Abi ile ortak güzergâhlarımız var ama o Samsun'dan çıktığı için hep yola; Kars yolcularını hep aktarma noktalarında bırakmış.
O sırada cep telefonunda bir fotoğrafı arayıp buluyor ve bana gösteriyor; kullandığı lokomotif bu. Kömür karası; zarif ve pırıl pırıl. İyi bilirim diyorum, bakmayın çocuk olduğuma diye ekliyorum. En sevdiğim andır benim, lokomotifin istasyondan henüz çıkarken sanki bir benzin istasyonu molasıymış gibi büyük duşun altında durup, açık vagondaki kömürlerinin ıslatılmasını beklemek... Ve elbette tünel girişlerine yaklaşmışken çalan uyarı düdüğü ile birlikte kompartımanlardaki, kömür isi ve kokusuna cam kapatma telaşları bayılınasıdır bir çocuk için. Ya derin bir yaz sıcağında, koridordaki pencereden, üstelik dibinden geçen kalorifer hatının üzerine çıkıp ağaç dallarına uzanırken geçilen, Atatürk ve Cumhuriyet kokan fabrikalar... Devlet Üretme Çiftlikleri, Et Kombinaları, Çimento ve Demir Çelik Fabrikaları, Sümerbanklar ... Enfes, unutulmaz, Cumhuriyet değerleri ile yetişmiş şahane bir kadın öğretmenin öğrencisi olmak ve onun edindirdiği bilgilerle tüm bu geçilen manzaraları üstelik de henüz ilkokul öğrencisiyken içselleştirmek nasıl bir kıymettir?! Ama en güzeli şeker fabrikalarına gitmek üzere yüklenmiş vagonlardan şeker pancarlarını uzanıp almak, sonra onları kuzinenin fırınında hakkını vererek pişirecek babannenin parmaklarından akan lezzeti hissetmek; dünyanın en şaşırtıcı, sofistike ve entelektüel tatlısını yemek değil de nedir?!
Ve bir de tıka basa dolunca tren, kompartıman kapılarını içeriden kilitlemek, kilitlenmiyorsa da içerden iple bağlamak, demir yolu yolcusu olmanın şanındandır.
Gülüyoruz.
Açık kompartıman penceresinden içeri tıkılan rulo yapılmış halıları da unutmamak gerek, diyorum; ona da gülüyor Abi.
Sonra köprüleri konuşuyoruz. Ahh o ahşap traversler diye iç geçiriyoruz. Amasya yolculuklarımızı anlatıyor, yakın zamanda enn sevdiğim kadınla tekrar gitmeyi planladığımızdan söz ediyorum.
O beni uyarıyor, ahşapsız ray sistemlerinden ve yeni yolların döşenme şekillerinden şikayet ediyor. Eski gar binamızı, onun muhteşem çay bahçesini, nargileleri, ve elbette yeni yetmeliğime denk gelen ülkenin neredeyse bütün büyük istasyonlarında olan, muhteşem, şık, peçeteleri beyaz ve kolalı Gar Lokantası akşamlarını, kadim müşterilerini, çiçek saksıları ile ahşap pencerelerini, muhteşem mezelerini, kadim garsonlarını konuşurken; Amasya'ya girişteki eski tarihi köprü, diyor Abi, ayaklarından biri hasar gördü, o riski almayın.
Teşekkür ediyorum, ama diyorum ki en iyi siz bilirsiniz, söz konusu tren oldumu şu gönül de ferman dinlemiyor işte... Ekliyorum, "Bilir misiniz o köprünün aslında başka bir adı vardır: Teskere Köprüsü... Hâlâ biliniyor ve kullanılıyor mu emin değilim. Askerliğini Amasya'da yapan afacan askerlerin kadim bir geleneği vardır: Teskeresini alanlar, gözü kara arkadaşlara da sahiplerse; ön tamponun üzerindeki mini plakada yer alan ve Tugay Komutanı genaralin makam aracı olduğunu belirleyen altın sarısı metal tek yıldızın üzerindeki deri kılıf alınır, artık bir hür general olan teskereci arkadaş selam duran şoför ve muhafız tarafından arka sağa yerleştirilir, muhafız şoför yanına oturur, şoför gaza gelir iki el havaya sıkar, makam arabası ve hür general rütbesini taşıyan ile o köprünün altına gelinir, otobüs beklenir, teskereci otobüse yerleşir ve şehir çıkışına kadar o makam arabası ile otobüse eskortluk yapılarak çıkışta otobüs tekrar durdurulur, teskereci aşağı iner, son bir kutlama ile birlikte tekrar otobüse biner, bir süre daha eskortluk yapılarak, son çıkışta el sallanarak ve selam durularak evine uğurlanır.**
Abi belki binlerce kez geçtiği köprünün bu işlevine şaşırıyor ve gülümsüyor.
Diyorum siz hep üstünden geçtiniz o köprünün, oysa ben altından da çok geçtim.
Gülümsüyor.
Ve diyorum ki en büyük korkum, bu hattaki, biraz da pandemi nedeniyle uzun zamandır görmediğim iki istasyonun tıpkı bizimki gibi yok edilip yerine ilkel ucubelerin yerleşmesi ki özellikle Havza minik ve romantik hali ile bir başkadır diyerek; ona, daha önce blogda yazdığım bir an'ımı anlatıyorum:
"İşlerimi halletmiş, pazarda dolaşmış, bir küçük lokantada enfes ve tekmil bir işkembe çorbasının tadını çıkarmış, akşamın loşluğunun çöktüğü minik istasyona varmış, biletimi alıp Sivas'tan gelecek treni beklemeye başlamıştım. Pazarın kurulduğu bir gündü, bense yirmilerin başındayım, askerlikle işi bir arada götürüyorum. Genel bir müşteri ziyaretleri dönüşü müydü yoksa haftasonu eve gelişim miydi çok hatırlamıyorum; belki de tek bir noktaya tahsilat için yapılmış bir ziyaretti, bilmiyorum... Amasya'dan otobüsle varmış, işi halletmiş, onunla devam etmek için Sivas'tan gelecek treni bekliyordum. Akşamüzerinin loş ışığı ile aydınlanıyordu küçük ve eskinin güzelliğini taşıyan bekleme salonu. Bir iki öğrenci, şık mantolu, orta yaşın üstü zarif çantalı, avukat olabileceğini düşündürten zarif bir hanımefendi, eskinin şirinliği buram buram istasyon, boş vagonlar ve zaman eskisinden ışınlanmış, tombulca, temiz yüzlü, emekliliği gelmiş ama tren aşkı sönmemiş çok sevimli gişe memuru ve ben; bir rüyanın oyuncuları gibiydik. Gününse ruhları dürtükleyen saatleri...
Bir kasketli, köylü ve o gün kurulmuş pazarda ürünlerini satıp nafakasını çıkarmış yüzünde emek ve hayat izleri olan baba ile saçları iki uzun örgülü, güzeller güzeli, ak yüzü köy, tatlı mı tatlı ama yaşından daha sorumlu minik kız girdiler içeri. Sanki bir romanın sayfasına gömülüymüşüm gibi hissettim; sanki an sayfalarda önüme çıkmış, kelimeler görüntüye dönüşmüş de ben kitabın içinde karakter olup bütünleşmişim gibi bir hoşluk hali. Küçük bir mekânda ne kadar uzak olursa o kadar uzaktaki ahşap banklardan birine oturdular, çıkınlarını açtılar... O ne güzel bir sofraydı. Beni buyur ettiler. Afiyet olsun, dedim. Elimi kalbime götürüp gülümsedim, teşekkür ettim. Öylesine doydum ki ben; onların birbirlerine bakışlarından, gülümsemelerinden ve gözlerinin içinde yankılanan sohbetlerinden... O yüreği kocaman minik kızın babaya yarenliğinden, hizmetindeki olgunluğundan...
Şimdi trendeyim, hareket memuru işareti verdi, keskin bir teşekkür düdüğü öttü, usulca hızlanıyoruz...
Kafam pencere camındayken; kenar bir köşeye, istasyonun demir parmaklı penceresinden içeri süzülen ışıkla birlikte, yük vagonları düşüyor... Akşamın karanlığı usulca çökmüş. Muhteşem bir an daha. Kalbim sıcacık. Bir filmin rolü tamamlanmış figüranıyım sanki. "Birbirlerine bu kadar sevgiyle ve alın teriyle ve bu kadar sevinçle bakan birilerini gördüm mü daha önce?" diye soruyorum kendime."
*
Ve abiyle vedalaşma vakti... Doğrudan sahile iniyorum. Sonra bunca anı üzerine beni kahve paklar diyerek Sude'ye doğru çeviriyorum rotayı ki mekân boş. Bir genç adam var. Bir Türk Kahvesi, sade lütfen, diyorum ve kitabımı açıyorum. Kahvem geliyor, akabinde de Sude mekâna geliyor, selamlaşıyoruz. Usulca içiyor, kitabımın sayfalarında yok oluyorum. Sonra ödeme için içeri geçiyorum ve kasada Sude... Pastaları yapan beyfendi bu mu, diye soruyorum ve yanılmadığımı görüyorum. Yalnız, diyorum, senin kahve sunumun ondan daha güzel ve ekliyorum; sunumda çiçek yoktu mesela.. ve senin kullandığın su bardağı ve seramik tepsi daha şıktı.
*Ahşap Traversler Ve Doğu Leylekistan
**Bu tugayın gelmiş geçmiş, beş kişiden oluşan en çılgın asker grubu tarafından yapılan bir uygulamaydı, bunu bizden gören -seçilmiş- alt devrelerimiz bizim ekip sonrasında bizim konumumuzu almışlardı ve aynılarını uygulamaya kalkınca, dokunulabilir oldukları için, ne yazık ki görmezden gelinmiyorlar ve tamamı ceza alıyorlar! Yani biz o tugayın gördüğü, üstelik tam 12 Eylül sürecinin başında, en çılgın ama işlerini en iyi yapan, en gözükara çocuklardık. Öyle olmasak, komutanımız yıllar sonra, üstelik bir kısmımız evlenmiş barklanmışken ve o Karpuzkaldıran'da kamptayken; damadı ile haber gönderip bizi de görmek istediğini söyleyip, davet etmezdi kampa.
*Ahşap Traversler Ve Doğu Leylekistan
**Bu tugayın gelmiş geçmiş, beş kişiden oluşan en çılgın asker grubu tarafından yapılan bir uygulamaydı, bunu bizden gören -seçilmiş- alt devrelerimiz bizim ekip sonrasında bizim konumumuzu almışlardı ve aynılarını uygulamaya kalkınca, dokunulabilir oldukları için, ne yazık ki görmezden gelinmiyorlar ve tamamı ceza alıyorlar! Yani biz o tugayın gördüğü, üstelik tam 12 Eylül sürecinin başında, en çılgın ama işlerini en iyi yapan, en gözükara çocuklardık. Öyle olmasak, komutanımız yıllar sonra, üstelik bir kısmımız evlenmiş barklanmışken ve o Karpuzkaldıran'da kamptayken; damadı ile haber gönderip bizi de görmek istediğini söyleyip, davet etmezdi kampa.
Etiketler:
Afiyet Pastanesi,
an'larım...,
Demir Ağlar Ördük,
Trenler
2 Temmuz 2023 Pazar
Demir Ağlar Ördük
Dün blogları okurken iki yazı fena tetikliyor beni. O nedenle yazıya onlara yazdığım yorum cümlelerimle başlamak istiyorum:
Bir de son fotoğraf hadi durma sen de sizin ortancaları çek dedi bana, uymak mecburi. İşim çok; kırlangıçlar da akşam uçuş eğitimlerinde sürekli mesaj veriyorlardı; hadi durma Marteniçkanı bağla diye... Zeytin ağacımızda karar kıldım, şimdi hemen çıkıyor ve bağlıyorum.
Teşekkürler Sevgili Şule.
Bugün yazımı Altın Gün eşliğinde yazmayı düşünüyorum ki şu an açtım linki, dün akşam görmüştüm yeni konseri yazınızda... Arte'ye biraz uzak kalmışım demek ki...
Teşekkürler Sevgili Okul Arkadaşım.
*
Kahvaltı yapmıyorum. Bugün bayram çocuğuyum. Gün bana neler sunacak bilmiyorum; ekstra bir beklentim olmadığı gibi hoş bir bayram coşkusu elinden tutulmuş çocuk gibi sürüklüyor beni.
O coşkunun planına teslimim.
En afacan çocuk duygumla ve bir an öncenin telaşıyla bahçe kapısına yönelmişken kendimi arka bahçede ve zeytin ağacının altında buluyorum. Ben leyleklere umut bağlamışken en sevdiğim kadın kırlangıçlar da olur diyor.
Bir kaç gündür akşam saatlerinde, güneş battıktan sonra kırlangıç bebeleri Tornado savaş uçakları gibi havada varyasyonlar yaparak ve son sürat, ve çevik hareketlerle uçuş eğitimindeler.
Üstelik hemen üstümdeki çatıda yaşıyorlar ve uçuş hatları göz hizamda...
O halde eylem zamanı!
Bağlıyorum genç zeytin ağacına; günlerdir sol bileğimde taşıdığım ve enn sevdiğim kadının günler öncesinden bana getirdiği Marteniçkamı.
Hemen arkamdaki erik ağacının altında ise bir aslan yatıyor: Bitsy. En uzun yaşayan ama asıl evimizin olduğu yerdeki yeni binamızın bitmiş ve taşındığımız halini göremeden aynı toprağa gömdüğümüz aslan parçamız, gözü kara bir terier, benim diyen kurta nal toplatır,
öykülerinden kitap yazılır.
Dış kapıya doğru ilerlerken ortancalarla selamlaşıyoruz. Hal hatır sonrasından espriyi patlatıyorlar; diyorum toplu fotoğrafa eyvallah, çekiyorum, ancak iki tanenizi seçin ki blogdaki alan darlığı nedeniyle hepinizden söz edim ama sembolik bir fotoğraf olarak onu kullanim yazımda.
Gülümsüyorlar...
Sayısızca çekiyorum ve konu mankeni olarak, mutabakatla, bir çifti uygun buluyoruz ve o pozu yazıya taşıyorum.
Sırt çantamda tavsiye konusunda çekimser olduğum ama bayılarak okuduğum tuğla var. Dün yağmur sabahın güzelliğine çiselerken ve ben 40 yıldan aşkın bir süre önce kaybettiğimiz babamın -imar uygulamaları nedeni ile- artık halkımızın kullanımına emanet kadim çamlarının altındaki bankta oturmuşken, bu şahane kitabın uçan halıya dönen sayfalarına binerek gittiğim -ilgi alanımdaki coğrafyalarda- yer yer savaşların ortasında kalarak ama daha çok yazarın engin bilgisinden yararlanarak bir film gibi izlediğim romanda, bir kez daha kayboluyorum.
Ve güneş dürtüklüyor beni...
artık seninleyiz, diyor.
istikamet net; ağır adımlarla, sabahı soluyarak varıyoruz Afiyet'e.
Ve kitapla birlikte seçimlerimizi yapıyor, her zamanki masamızla da kucaklaşıyoruz.
Hımmmmm... pastalarımız enfes, üzerine yudumladığımız çayımız da... Lakin sol yanımdaki masadaki sohbet!
İçinden akan cümleler kulaklarımı dikiyor.
Üzerinde Samsunspor forması olan bir abi bu; sanki bana bayramın hediyesi. Ortak bir sohbetin kapısını biraz sonra çalacağım mutlak. Kitaptayım ama kulağım orada. An bulunmaz bir hint kumaşı ki abinin de çok mutlu olacağı kesin:
Bir kaç dakika sonra kendisinden genç bir çocuğun anlatacaklarının ve tanıklıklarının onu çok, ama çok mutlu edeceğini, geçmişin tadına götüreceğini, şaşırtacağını ve bu yerden bitme bana bir lütuf mu diye düşündürteceğini ve konu üzerindeki özlemi ve dili neredeyse pas tutmuşken tümünün o çocukla birlikte -bir kaç dakika içinde- altına dönüşeceğini, ikisinin de çaylarının soğuyacağını ama umurlarında olmayacağını...
O abinin bir tehlike uyarısı için sözünü edeceği köprünün aslında kadim bir geleneği olduğunu söylemediği için çocuk...
henüz bilmiyor Abi.
2.Bölüm Ahşap Traversler Ve Demir Yolu Kardeşliği için buradan lütfen...
O coşkunun planına teslimim.
En afacan çocuk duygumla ve bir an öncenin telaşıyla bahçe kapısına yönelmişken kendimi arka bahçede ve zeytin ağacının altında buluyorum. Ben leyleklere umut bağlamışken en sevdiğim kadın kırlangıçlar da olur diyor.
Bir kaç gündür akşam saatlerinde, güneş battıktan sonra kırlangıç bebeleri Tornado savaş uçakları gibi havada varyasyonlar yaparak ve son sürat, ve çevik hareketlerle uçuş eğitimindeler.
Üstelik hemen üstümdeki çatıda yaşıyorlar ve uçuş hatları göz hizamda...
O halde eylem zamanı!
Bağlıyorum genç zeytin ağacına; günlerdir sol bileğimde taşıdığım ve enn sevdiğim kadının günler öncesinden bana getirdiği Marteniçkamı.
Hemen arkamdaki erik ağacının altında ise bir aslan yatıyor: Bitsy. En uzun yaşayan ama asıl evimizin olduğu yerdeki yeni binamızın bitmiş ve taşındığımız halini göremeden aynı toprağa gömdüğümüz aslan parçamız, gözü kara bir terier, benim diyen kurta nal toplatır,
öykülerinden kitap yazılır.
Dış kapıya doğru ilerlerken ortancalarla selamlaşıyoruz. Hal hatır sonrasından espriyi patlatıyorlar; diyorum toplu fotoğrafa eyvallah, çekiyorum, ancak iki tanenizi seçin ki blogdaki alan darlığı nedeniyle hepinizden söz edim ama sembolik bir fotoğraf olarak onu kullanim yazımda.
Gülümsüyorlar...
Sayısızca çekiyorum ve konu mankeni olarak, mutabakatla, bir çifti uygun buluyoruz ve o pozu yazıya taşıyorum.
Sırt çantamda tavsiye konusunda çekimser olduğum ama bayılarak okuduğum tuğla var. Dün yağmur sabahın güzelliğine çiselerken ve ben 40 yıldan aşkın bir süre önce kaybettiğimiz babamın -imar uygulamaları nedeni ile- artık halkımızın kullanımına emanet kadim çamlarının altındaki bankta oturmuşken, bu şahane kitabın uçan halıya dönen sayfalarına binerek gittiğim -ilgi alanımdaki coğrafyalarda- yer yer savaşların ortasında kalarak ama daha çok yazarın engin bilgisinden yararlanarak bir film gibi izlediğim romanda, bir kez daha kayboluyorum.
Ve güneş dürtüklüyor beni...
artık seninleyiz, diyor.
istikamet net; ağır adımlarla, sabahı soluyarak varıyoruz Afiyet'e.
Ve kitapla birlikte seçimlerimizi yapıyor, her zamanki masamızla da kucaklaşıyoruz.
Hımmmmm... pastalarımız enfes, üzerine yudumladığımız çayımız da... Lakin sol yanımdaki masadaki sohbet!
İçinden akan cümleler kulaklarımı dikiyor.
Üzerinde Samsunspor forması olan bir abi bu; sanki bana bayramın hediyesi. Ortak bir sohbetin kapısını biraz sonra çalacağım mutlak. Kitaptayım ama kulağım orada. An bulunmaz bir hint kumaşı ki abinin de çok mutlu olacağı kesin:
Bir kaç dakika sonra kendisinden genç bir çocuğun anlatacaklarının ve tanıklıklarının onu çok, ama çok mutlu edeceğini, geçmişin tadına götüreceğini, şaşırtacağını ve bu yerden bitme bana bir lütuf mu diye düşündürteceğini ve konu üzerindeki özlemi ve dili neredeyse pas tutmuşken tümünün o çocukla birlikte -bir kaç dakika içinde- altına dönüşeceğini, ikisinin de çaylarının soğuyacağını ama umurlarında olmayacağını...
O abinin bir tehlike uyarısı için sözünü edeceği köprünün aslında kadim bir geleneği olduğunu söylemediği için çocuk...
henüz bilmiyor Abi.
2.Bölüm Ahşap Traversler Ve Demir Yolu Kardeşliği için buradan lütfen...
Etiketler:
Afiyet Pastanesi,
an'larım...,
Demir Ağlar Ördük,
Kırlangıçlar,
Marteniçka,
Trenler
30 Haziran 2023 Cuma
O Zaman Bu Zaman San Sebastian
Pasta dolabı muhteşem,
her biri sanat harikası.
Kışkırtıcı,
ukalalık yok;
son derece sıcak bir iletişim oluşuyor, pastalarla aramızda.
Kullandığımız sessiz dil ortak,
sıcak ve esprili.
Orman meyveli cheesecake'i gözüme kestiriyorum; San Sebastian göz kırpıyor.
Selam çakıyor, sevdim seni diyor, ardına tez zamanda bir masada seninle sohbetin dibindeyiz, merak etme'yi ekliyorum.
Onu şimdilik bir başka zaman için bırakıyor...
ve "Limonatanız var mı?" diye soruyorum;
olmadığını öğrenince...
Kahve aklımdan geçse de...
"Çay lütfen," diyorum.
Etiketler:
altyazılar...,
an'larım...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)