26 Nisan 2023 Çarşamba

Engüç İle Mengüç

Dün bir kez daha şehirde ve bir hafta önce keşfettiğim ve çok zevk aldığım pastanedeyim. Masama kurulmadan önce siparişimi veriyor, dünyanın en güler yüzlü insanları kategorisine gireceği kesin hanımefendi ile biraz hal hatır muhabbeti yapıyoruz. Elbette bahçeye geçiyorum ve aynı masada oturuyorum.

O sırada gözüm Kumru Hanım'ın içini ikamet bellediği saksıya takılıyor ki kendisi yok!


Kendisi yok ama fark ediyorum ki iki bebe var. Hanımefendi gelince anneyi soruyorum. Anlıyorum ki alışverişte. İsimleri var mı diye soruyorum, hanımefendi gülümsüyor. Anlaşılıyor ki düşünmemişler, sonuçta kuş!

Aheste götürüyorum soframdakileri; gözüm iki bebede, elime doğdular desem yeridir. Elbette gün gelecek uçup gidecekler, ama an itibari ile buradalar; bir anlamda ananın ev bellediği ve doğumu yaptığı yerdeler. Hanımefendiye anneanesiniz artık diyorum, gülüyor ve isim kısmı ise sanırım aklına yatıyor; düşünmediği için de henüz bir isim beyan etmedi.


Bebeleri ürkütmeden tempoyu iyice yavaşlatarak, enfes ıspanaklı böreğimi minik çay yudumları eşliğinde götürüyorum ve bir kez daha altını çizerek kabul ediyorum ki şehrin en güzel gül börekleri burada. Bebeler uyku mahmuru, birbirlerine sokulmuş ve biraz da yeni dünya ile tanışma evresinin şaşkınlığı içindeler. Bense birbirinden lezzetli kuru pastaları ufak çay yudumları ile götürüyorum. Aslında kitap okumaktı arzum ancak bebeler önceliği alıyorlar. Sanırım bir güven ilişkisi de kuruluyor aramızda ve iyice yaklaşıyorum. Bir gün yuvadan uçacak olsalar da bir adları olmalı...


Bir küçük çay ve dört pasta ilavesi için içeri geçiyorum. Sonra kankaların başında biraz takılıyor, aklımda isim şekillendiriyor, çayımın ve enfes kuru pastaların tadını çıkarıyor, annenin mama saati için döndüğünü seziyor ve ödeme için kasaya yöneliyorum. O sırada hanımefendinin isim konusunda hevesli olduğunu yansıtan gülümsemesi muhteşem, tam bir anneanne benimsemesi desem yeri.

Bana soruyor. Aslında bir isim var aklımda. Diyorum ki: "Annem küçükken bize bir masal anlatırdı, oradaki iki karakterin adı Engüç ve Mengüç idi."

Sürekli gülümseyen hanımefendi benimsiyor adları ve koymaya karar veriyor.

23 Nisan 2023 Pazar

15. Yıl Özel Sayı-6



 Saray'da Çarpan Tava

Aralık 2019
 

Günün en güzel battığı, günü devralanına da paha biçilemez bu güzel şehre yolcu gemisi her yanaştığında, zaten şehirle iç içe olan, şehirle yaşayan ve bu birlikteliğin kıymetli olduğu iskele şehrin güzel insanları ile dolar, Tarzan kesin orada olur ve gemi, bando ve alkışlarla karşılanırdı. Bu şehrin olağanı olan bu durum biz "taşralılar" için emsalsiz bir ritüeldi, çünkü bizim limanımız güzeldi ama doğal değildi ve şehrin canlı alanlarından kopuktu. Sonraki yıllarda Karadeniz'in en ucundan İstanbul'a varan seferler yeniden başladı ki benim için harikaydı. Gerçi 24 saat sürüyordu ama olsundu; iş yolculuklarımı, aciliyeti yoksa gemiyle yapmaya başladım. Ama bu kez gemi şehirdeki yolcu yokluğu nedeni ile uğramıyordu Sinop'a, ya da ben denk gelmiyordum yolculu zamanlarına...

İzleyicisi olduğum ritüelin, yaşayanı olamamıştım. Hele bir de arkadaşlarla hem iş hem de maç için yaptığımız yolculukta, bir başka grubun, tam da boğaza girmişken, Beşiktaşlı olduğunu öğrendikleri kaptanın köşk camını boydan boya kapattıkları, sonra da geminin en görülür yerine astıkları Samsunspor bayraklı bir yolculuk var ki çok eğlenceliydi. Ve o yolculukta, bu ülkenin en büyük şirketlerinden birinin patronu ile aynı masada denk gelmiş, İran Irak savaşı üzerinden şahane de sohbet etmiştik. Deniz nedeni ile ancak ikindide açılan lokantasında, bir kadeh rakısının tadını çıkarışına hayran kalmıştım. Çok gençtim, yaşama fazla hızlıydım ve deneyerek öğrenmek için daha zamanım vardı!


Ne garip... üç tarafı deniz olan ülkenin denizlerinde, şimdi yolcu gemileri yok. Onca saçmalığa kaynak bulan, onları sübvanse eden koca devlet, hiç değilse haftanın bir günü denizlerinde gemi yüzdüremiyor! Oysa ne büyük bir keyif!..

Şu iki sevgilinin etrafa kayıtsız ıssızlığı her şeyi yeniden güzelleştiriyor. Öyle güzel bir yerden öyle güzel bir manzaraya bakıyorlar ki... insanın bu hisse ve hayatı böyle yaşayanlara da kadeh kaldırası geliyor!


Sokağa vardık, Barınak'ın önünden geçtik ve iyice yaklaşıyoruz mekâna. Birinci endişem, o donuk garson altını çizmemize rağmen, eğer eleştirilerdeki mantıkla hareket ettiyse ve iki kişiyiz diye bize istediğimiz yerdeki masayı vermediyse noktasında... İkincisi yok, çünkü diğer her şeyi kabullenebilirim. Hoş masa olmasa da ağlayacak halim yok, araziye uymayı becerebilirim. Mekânın dış masalarının olduğu yerde rezervasyonumuzu alan şef garsonla karşılaşıyoruz; gülümsemeyi ara ki bulasın... Ya hayal ettiğim masa değilse?!! 


Bu mudur? 

İşte!.. Evet!.. Budur! Tam da hayal ettiğim yerde tam da hayal ettiğim masa, yaşasın! Rabbim ya, beni sevdiğini biliyorum, enn sevdiğim kadını da... Biliyorum sevdiğini yoksa dinimizin en önemli insanı ile aynı günde doğmama vesile olmazdın, sağanak yağmuru güneşe çevirmezdin, demiyorum o an ama... usul usul ilerlerken bu güzel akşam, şakasını yapıyoruz enn sevdiğim kadınla.

Soğuk görünümlü ama sevimli garsonumuz, bizi yerleştirdikten sonra bir kez daha geliyor. Ben denizin üzerindeki mekâna ve oturduğumuz masanın sunduğu manzaraya çoktan bayılmış vaziyetteyim.

Elbette ki rakı!

Enn sevdiğim kadın 50'liğe yakın, bense sabah içtiğim bir ilaç nedeni ile bu akşamlık iki tekle kalma düşüncesindeyim. O nedenle duruma göre!

"Bir 35'lik rakı lütfen." 

"Yeni Rakı lütfen."

"Bir semizotu lütfen." 

"Bir pilaki lütfen." 

"Bir de beyaz peynir lütfen." 

Dört bir yandaki camlardan manzara doluyor içeriye, etraftaki teknelerden denize açılanlar olursa, usul usul dalgalanıyoruz. Mutluyum... hem de çok mutlu!

Donanıyor masa ki peynir tabağı göz alıcı, hizmet hızlı, eleştirilerin aksi bir hoşluk içindeyim. An itibari ile tüm camlar açık. Bir gemideyiz, güvertede kolumuzu küpeşteye dayamış, uzaklara bakarken yaşam soluyormuş gibi...

"Tek lütfen." 

"İki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen." 


Gün aheste aheste geceye doğru yol alıyor, rezerve masalar yavaş yavaş doluyor, çalan şarkılar kararında bir sessizlikte ve çok güzel. Rakının en güzel akşamlarından birinde olduğumuzu seziyorum. Hemen yakınımızdaki küçük teknede bir kıpırtı var. Ama manzara, ama felekten bir gün çalmış hava, havamıza hava katıyorlar. Yine her şey planlanmış sanki... O halde?! 

Yoğurtlu semizotu diri ve çok hoş, peynir on numara beş yıldız ki hoş bir tabakta hoş da bir dilim. Pilaki pilaki gibi, havucu patatesi içinde, bir tık baygın olmasa tamamdır diyeceğim ama olsun, sonuçta bu akşam Rakının.


Gün batımının, mezelerin hakkını teslim eden bir keyifle usul yudumların ardına eklediğimiz usul kelimelerimize kahkahalar atıyor, bazen derin konulara, bazen âna, bazen şehre, bazen bir kitabın sayfaları arasına gire çıka... ve sapına kadar hissederek yaşadıklarımızın kıymetini, gülümsüyoruz zamana. Ve içimizi fazlası ile ısıtıp sıcak kılan bir şey daha var: hemen dibimizdeki küçük teknede dört insan. Farklı yaşlarda, muhtemelen esnaftan, dört güzel insan. Küçük teknenin kıç tarafında, küçük bir çilingir sofrasının etrafında, hararetli ama tatlı bir sohbetin ortağı, rakının hakkını veren, efendiden ve esnaftan dört insan.

Yarasın!..

Hani şuradan çıktığımızda bir uğrasak, bir kadehi de onlarla parlatsak dediğimiz; bu halktan, bu ülkenin güzel insanlarından, esnaftan... dört, güzel, insan.

Şerefinize!..

Hımmmm... sanırım Rakının Akşamı'nda as solistin sırası geliyor! Ama önce şunun altını çizmeliyim, bu akşam nedense rakı zihnimde fazlası ile öne çıkıyor, bu akşamın özelinde farklı ve özel bir anlam kazanıyor. Mesela bu mekânda hiç bir ilk akşamda bir başka içkinin aklımıza gelmeyeceğini hissediyorum; dünyanın en nadide şarabı bile olsa burada elimi sürmem diye düşünüyorum. Bu akşam Rakıya konukluğumuz, çok keyifli.

"Bir Çarpan Tava lütfen." 


Kıyılmış marul, özel bir tarator ve bir parça limonla servis ediliyor Çarpan Tava ki bu mekânla anılan, bilinen adı İskorpit olan, üzerindeki dikenlerin el değince yaşattığı his yüzünden Çarpan adının verildiğini öğrendiğim lezzetle tanışma zamanı. Gelen tabağı çok beğeniyorum. Taratorun altını çiziyor enn sevdiğim kadın ki bunun içinde ceviz yok; ince ince kıyılmış, diri ve lezzetli ve ne olduğunu bilmediğim ve sormadığım bir kaç ot var. Çatalımın ucuna alıyorum çarpan parçasını, dokunduruyorum taratora, atıyorum ağzıma... hımmmmm çıtır çıtır bir lezzet, bir gram yağ çektirmeden enfes tavalanmış, üstelik ilk andaki çıtırlığın ardından gelen, kıvamında ve lezzetli bir balık. Ana yemek balıksa eğer, bu enfes bir ara sıcak ki bizim rakı akşamlarımızda sıklıkla yer bulmaz ana yemek. İki tek niyeti ile oturduğum masayı dörder tekle nihayetlendiriyoruz sonuçta ve kabul ediyorum ki hayatımın en güzel tanışmalarından biriydi bu sevimli tabak. Tatlı zamanı yaklaşıyor, soruyoruz garsonumuza ve veriyoruz kararımızı.

"Bir helva lütfen." 


Balkanlardan gelenlerin yaptıkları sert ve dilimlenerek servis edilen helvaların ki Nurhan yengem harika yapardı, yine kalıp halinde ama o kadar sert olmayan bir benzerinin irmiklisi geliyor masaya. Görüntü, dozunda tatlılığı, muhtemelen vanilya dokunuşu ve miktar final için uygun. Beğeniyoruz ve ikinci için arafta kalıyoruz. Kahvelerimizi sokağa bakan dış masalarda içmeye karar verip, hesabı da istiyoruz. Turuncu ama kırmızı yoğun hoş fincanlarla geliyor kahvelerimiz. Ben geceden ve mekândan hoşnutum, insanlar da hoşnut ki sezon olmamasına rağmen mekân gecenin şu vaktinde, gidenlerin yerine gelenlerle dolu. Eleştirenlerden ve yaşadığımdan anladığım şu: Özellikle sezonda, kesinlikle rezervasyon yapmak gerekiyor ki biz, özellikle hafta sonunu da göz önüne alarak, gün içinde ayırtmıştık masamızı. Çat kapı gidildiğinde verilmeyen masaların nedeni, rezerve edilmiş olmaları kanımca. Saray'ı eleştirip de yandakine geçtiklerini ve çok memnun kaldıklarını söyleyenlerin öne çıkardıkları mekânsa, ilginçtir, bomboş.

Siyah, önünde K.Atatürk imzası olan tişörtü ile geliyor; güleryüzlü, yakışıklı, kahve siparişini verdiğimiz sempatik genç garson; toplama bakıyor ve genel memnuniyetimizin gönlümüzden koparttığı bahşişi de koyuyoruz zarif, deri kaplı cüzdanın arasına. Bir mekân hizmetteki samimiyetiyle ve özeni ile sevdirmeli kendini önce! Aslında bu bahşiş meselesi ile ilgili taa yıllar öncesinden, İstanbul'un en en özel ve en havalı, en zengin insanların gidebildiği mekânında çalışmış bir arkadaşımın anlattığı bir yaşanmışlığı var ki yeri gelmişken bahsetmeliyim!


Evet bu akşam tartışmasız Rakı'nındı... İlk yudumdan itibaren hissim, bu geceyi onun planladığı, onun organize ettiği üzerineydi. Gün henüz batmamışken geldiğimiz masadan kalktığımız gecenin şu vaktine varan öyle güzel bir yolculuktu ki yaptığımız, öyle keyifli kelimelerle dolaştık ki akşamın içinde, ve öyle güzel çizdik ki mutluluğun resmini gecenin paydaşlarına... anlatılır gibi değil! Ya gecenin ruhları kışkırtan şu saatlerinde denizin kokusu, denizin müziği eşliğinde hâlâ dolu mekânların, ışıkları hâlâ yanan  ama boş tekne restoranların, sallanan kayıkların arasında bu sakin şehri hissederek yürümenin tadı!.. Peki şu gelen ve yolumuzu kesen, ruhumuzu kışkırtıp, aklımızı ele geçiren müziğe ne demeli?!!


Oysa biz, kahvelerimizi içerken geceye 117'nin barında devam ederiz diye düşünüyorduk; üst kattan denize bakarken, sıcağın konforuyla bir şeyler içer, yüreğimizin götürdüğü yerlere gider, sonrasına da bakarızdı fikrimiz. Önünden geçerken, gözümüz seyirmişken ve eylemin farkında değilken, meğerse O ve gelen müzik zokayı atmışlar çoktan... 117'nin önüne varıyoruz. Bir adım sonra içerideyiz... Ama?!!

İlk anda gözümüze çarpan küçük mekânı, daracık yaya yolunun deniz tarafındaki brandalarla kapatılarak yağmurdan korunmuş küçücük alanı ile az önce zokayı yutturan pub, kapıdan çeviriyor bizi. İyi de yapıyor. Bu gece oyunu kuran, saptığımızda ne güzel ki bizi hemen oyuna çekiyor.

Hemen giriş kapısının yanındaki, şirin sokağın köşesindeki, korunaklı ve yüksek masalı ve yüksek tabureli bölümünde oturan ve yüzleri mekâna dönük, ağırlığı genç insanlarla temaslı sevimli masaya oturuyoruz. Yine tatlı, efendi, gençten ve üzerini sağlamlaştırmış bir garson geliyor.

"İki bira lütfen."

"Çerez ister misiniz?"

"Evet, lütfen."

"Şal getirebilirim, ister misiniz?"

"Gerek yok, teşekkürler."

Duvara yaslanmışım, montumun fermuarını çekmiş, arkamdaki sokaktan gelen cereyandan sıyrılmış, biramı uzun aralıklarla ve usul usul yudumluyorum. Bu sevimli ve küçük mekândan çıkarak dışarıdaki küçük ama sevimli kalabalığa, hemen kapının kenarında oturan bize, hem kapıdan hem de şirin pencerelerden ulaşan ve geceye çok da yakışan müziği dinliyoruz. Öyle de güzel çalıp söylüyor ki genç adam. Üstelik seçtiği şarkılar şahane. Nedense aklıma Bodrum'daki Mavi'nin, Ortaçgil'li ilk yılları geliyor. Bir de benim için bu ülkenin en büyük solistlerinden, o henüz gencecikken ve tıfıl benim o ana kadar varlığından haberdar olmadığım yıllarda, hiçbir barın hatırı kalmasın konseptimizle girdiğimiz Big Ben'de, dalgaların neredeyse ayaklarımıza değdiği, denizin sesinin vokal olduğu o eşsiz geceyi ve Nükhet Ruacan'ı hatırlatıyor... ve elbette solisti olduğu Emin Fındıkoğlu Trio'yu. Bir an ödüm kopuyor! Yazları Sinop'da gördüğüm ve artık Sinopluları bile rahatsız eden ve ne yazık ki kentin aidiyetlerinin ve ruhunun farkında olmayan popülasyonu düşününce!..

"İki bira daha lütfen."

Biralar gelmeden, enn sevdiğim kadın kalkıyor ve içeri giriyor. Bir şarkı istiyor. Tam karşısındaki bölümden istenen bir şarkıya bilmiyorum diyen genç adam, gitarının tellerine dokunmaya başlıyor. Enfes bir melodi usul usul akıyor.


Öyle de güzel çalıyor ve söylüyor ki.. Şarkılara katılmayanlar bile eşlik ediyor. Bir grup birbirini tanımayan insan, kolektif bir lezzet ortaya çıkarıp, biz bize söylüyoruz imzasını, atıyorlar geceye. Ama şarkı da şarkı! Üstelik şehrin genel siyasal kimliğine ve çekmişliklerine yandaş. Usulca ve soldan soldan gelip saklı bir dere gibi ve bir mavzer çığlığında akıyor içlerimize ve geçmişimize. Hüzünlü de bir saygı var sanki seslerde.

"Bir bira lütfen." 

Birazını kendi bardağıma aktarıyorum, oysa ki dükkânı kapatmıştım. Biraz daha kalıyoruz. Son yudumların ardından ödeme için içeri geçiyorum. Bir genç adam ve bir genç kadın; "Beğendiniz mi," diye soruyorlar, "evet," diyorum. "Solistiniz muhteşem," diye ekliyorum. "Hem gitarı çalma biçimi hem de şarkıları söyleyişi ve elbette repertuvarı."  "Bozuğum yok, hesabı düzleyin ve öyle çekin lütfen, üzerini de tip box'ınıza atın," diyorum. Kaç kere teşekkür ediyor, ayrıca teşekkür ettiğimiz Güzel Adam. Sevdik burayı ki 117'nin kapısından dönüp de geldik. Güzel Adamla birlikte üç kişiler, güzeller, mutlular ve sözlerimizin yüzlerinde oluşturduğu gülüşleri çok tatlı. Ortaklaştığımız bu güzel gece için içeriye ve de kolektif bir lezzet oluşturduğumuz branda korunaklı bölümdeki paydaşlarımıza da teşekkür edip, iyi geceler dileyerek, kayıkların, teknelerin ve yalı kahvelerinin arasındaki dar sokaktan, sokulgan adımlarla, yeni güne dönmüş manzarası müthiş otelimize doğru yürüyoruz.

"Güzeliz be!.."

"Hem de... çok... güzel!"

"Ama..."

"Şehir de çok güzel be!"


18 Nisan 2023 Salı

Ela ile Hilmi ve Ali... Ve Ben


Doğrudan film için afiş sonrasına lütfen!


11:20 seansı ilginç geliyor, çocukluğumun cumartesi pazar günlerindeki son gösterim olan iki filmli 10:30 matineleri gibi.

O halde bir nostalji yaşayabilirim ancak bu tek filmli olmak zorunda; çünkü iki filmli yıllar ve halk matinesi günleri ve de eskinin çok sayıdaki sinemaları yok artık!*

Oysa ne güzel yıllardır; henüz televizyon kanalları çokluk içinde değil ve sadece büyük kentlerde...

Bir kaç yıl sonra şehrimize ulaşacak siyah beyaz TRT yayını da akşam üstü başlardı.

Ekonomi göçüğü altında da değildik ve her ekonomik güçten aileler çocukları ile birlikte sinemaya gidebilirlerdi; perdenin dibinde, tahtadan ve diğer lüks koltuk bölümlerinden ve pahalı localardan tuvaletlere gidilen bir koridorla ayrılan, bilet fiyatları daha ucuz, duhiliye denilen ve üç dört -tahta- koltuk sırasından oluşan bir bölüm de vardı.

Kadınlar ve Halk matinelerini de unutmamak lazım!

Masalarında gazoz içilip, çekirdek çitletilen, hatta evden getirilmişlerin yendiği yazlık sinemalardaki keyifler konusuna ise girmesem sanki daha iyi...

Bütünüyle o yılların tadındayım. Önce kahvaltı için mahallemin hoş bir mekânına dalıyorum. Üst tavanlar açık ve enfes bir nisan baharı şefkatle kucaklıyor beni. Az önce seçtiğim zeytin ezmeli açmam ve tereyağlı simidim, Hatay'da adı Süvari olan klasik bardaktaki çayım, masamda...

Doğa ve baharın güzelliği kitabı elimden alıyor; hoşlukları günle yaşıyorum.

Güneşin yarenliğinde istasyona doğru yürüyorum. Tren sakin, üstelik sevdiklerimden; bir İspanyol. Sol tandanslı bir ilçedeyim, apartmanlarda yine baharlar gelecek vurgulu kocaman afişler asılı; sanki yaşam umutlu, meydan dopdolu. Ama sandık ne der meçhul.

Üst geçide asansörle çıkıyorum. AVM'den içeri süzülüyorum. Migros'dan klasik sinema alışverişimi yapıyor, AVM'nin girişteki sergi alanına yeni bir kahve mekânı açılmakta olduğunu görüyor, onun bütün alanla bütünleşmiş, etrafı ve üstü kapatılmamış halini hoş buluyorum.

Benim tatlı gişecim yok ama yine tatlı bir gişeci var.

"D-3 lütfen."

D&R'a giriyorum. Aklımda bir kitap var. Sevgili Okul Arkadaşım paylaşmıştı ve Güney Amerika'lı yazarların hastası benim de dikkatimden kaçmamıştı Miras... Doğrudan söyleyip almayı tercih etmiyor, kitap raflarını dolaşmanın tadını çıkarıyorum.

Ancak kitabı bulamıyorum.

Soruyorum raf yerleştirmekte olan genç adama, bilgisayardan bakıyor ve bingo!

Bugün şanslı günümdeyim, ikinci kitaba %60 indirim var.

Zaten Enn Sevdiğim Kadın için de alacaktım ki bunun farkında olan meleklerim iş başında.

Biraz daha katta tur atıyor ve sinemanın yürüyen merdivenlerine yönleniyorum. Biraz da teras keyfi, promosyon mısırlarımı alma ve D-3'ümle kucaklaşma.


Neredeyse üç oyuncu ile başlayıp biten, az mekânlı, bol diyaloglu bir film. Mevzu derin. Farklı özelliklere sahip 3 karakter. Olmazdan olur yaratıp yapılmış bi evlilik. Arızalar var mı, var; ki yaş aralıkları göz önüne alınınca kaçınılmaz. İnce bir mizah ama kara bir film. Yok mu böyle tipler ve hayatlar? Elbette var. Sonuçta su akar yolunu bulur mu? Sanırım uysa da bulur, uymasa da...

Oyunculuklar üst düzey. Sinemanın yeni gençleri gerçekten çok yetenekli. Başarılı bir film; insana, ilişkilere, yaş farklarına, ruh hallerine dair çelişkiler ortaya koyarken derdini anlatmayı başarıyor. İki genç oyuncu, Ece Yüksel ki kendisini hemen hatırlıyorum, Üç Bin Yıllık Bekleyiş'te kendini fark ettirmeyi başarmıştı. Hakeza Denizhan Akbaba da Ali'yi muhteşem oynuyor.

Aslında ilk uzun metrajlı filmini yapan Ziya Demirel'in; Nazlı Elif Durlu ile birlikte yazdıkları senaryodan ortaya çıkan netameli bir film; şöyle otursam da keyfli bir film izlesem düşüncesi ile çelişme olasılığı çok yüksek. Ama insan bu işte, değişken ruh halleri olan farklı karakterler topluluğu; gariplikleri de var, zayıflık ve zaafları da... Bu çerçeveden bakılırsa sağlam bir senaryo, sıkı gözlemler ve amaçlanan sonuca ulaşan bir film Ela ile Hilmi ve Ali, ancak izleyicinin niyetine, beklentisine ve sinema gününden ve filmden ne istediğine bağlı olarak da iki uçlu bir değnek.

Ben çok beğendim, sabah seansını seçmem konusunda kendimi takdir ettim çünkü film bitince güneşli ve daha yeni başlayan bir güne çıktım. Gerçi gecenin geç bir vaktinde izlense de hoş olabilirdi. Üstelik kendimi doğrudan Migros'un yemek kısmına yönlendirdim ve enfes bir yaprak sarma yedim. Sonra da trene atladım, güneşli ve gülümseyen bir günde kara bir filmin tadıyla yaşadığımın bir sinema günü, iyi bir sinema günü olduğunun daha çok farkına vardım. Neredeyse tek mekânda geçen filmin beni içine çekmesine, başta Serkan Keskin olmak üzere üç karakter dışındaki yan rollerin de filme katkı yapmasına ve görüntü yönetmeni Doron Tembert'in kamera açılarına, yakın planlarına ve de aslında genel izleyici için zor bir filmin bu anlamda kolaylıkla ve akışkanlıkla izlenmesine olanak sağlayan yönetmen, görüntü yönetmeni işbirliğine ve karakterlerin biribirleri ile ilişkilerindeki şaşırtıcı ve ters köşe nüanslara bayıldım.

Lakin tüm bunlara rağmen temel meseleniz sinema, farklı insan ruhlarının derinliklerini keşfetmek değil de düşünmeden, şaşırmadan, gerilmeden, eğlenerek film izlemekse...

Bu filmden uzak durun!



*Eskiden, son kalan ve artık yok olan sinemalardan en flaşına ve son kapananına dair anılar içeren, bir yazı

14 Nisan 2023 Cuma

Şahane Bir Keşif İyi Bir Film


Geçen Hafta Sonu


Haftayı boş geçeceğim kesin, çünkü görünürde tercih edeceğim bir film yok!

Başka Sinema sayfasını takipteyim, son âna kadar bizde vizyona girecek Başka Sinema filmi görünmüyor.

Üstelik bu kez cuma günü sinemaya takılmak istiyorum. İşi asıp günün canına okuyacağım; iştahlıyım. Hafta boyu gidilecek film dilerken bir yandan da biliyorum ki haftanın son vizyon günü,

gerçi perşembeleri bazen son anda ekstra bir gelecek program afişi peydah oluyor.

Tıklıyorum ve büyük sürpriz. Mikhail Borodin bir Rus yönetmen, üstelik genç bir adam; Başka Sinema'dan olmayan, ödüllü ve ilk uzun metrajlı filmi son dakikada gösterimde: Orjinal adıyla Produkty 24!

Durum tam anlamıyla bir isterken iki göz tadında.

İçimdeki sevinç saatten kaynaklı olarak cumayı revize ediyor ve cumartesi 16 seansında karar kılıyor.


Bu Hafta

Hafta sonunun ve hafta başının canını okumaya and içmişim sanki. Pazartesi sabah Oğuz'a uğruyorum, göz kapağımın alt katında bir enfeksiyon oluşmuş, aynaya bakmasam haberim olmayacak; bu sevimli yaratık, beni hiç rahatsız etmeden -sessizce- orada takılmaya başlamış. Bir göz damlası ve bir kutu antibiyotik yazıyor ve çıkıyorum. Hava ıslak. Buraya gidip gelirken önünden geçtiğim, bahçemiz var vurgusu da yapan dikkat çekici bir pastane uzun süredir gel bak pişman olmazsın sinyalleri gönderiyor ama ben genelde erkenden işimi halledip, piyasaların açılışına yetişmek niyetiyle boş veriyorum.

Aslında burnumun dibinde sağlık ocağı olmasına rağmen 13 kilometre uzaktaki, çocukluğunu bildiğim Oğuz'a gitmeyi tercih ediyorum; ancak sabah için akşamdan kardeşi aramadığımdan ve telefonumu da fark etmemiş olduğundan, bu kez istem dışı bir tercihi zevk haline getiriyor ve tren için istasyona yürüyorum. Yağmur çiselerken okula ya da işe giden, henüz uykuya doyamamış kalabalıklarla dolu sabah treni keyfinin ruhu yükselten  etkisi de başka bir güzellik, tadını yaşıyorum.

Oğuz'da işimi halledince yol üstündeki pastanenin kapısından içeri süzülüyorum. Güleryüzlü bir hanımefendi. Börekler göz alıcı. Sade, şık, sakin ve pırıl pırıl bir mekân.

"Bir ıspanaklı gül böreği, lütfen."

"Bir de küçük çay lütfen."


Diyorum ama... öyle bir börek ki bitirince ikinciyi de iki kuru pasta ilavesi ile ve ikinci bir çayla istiyorum.

"Biliyordum," diyor hanımefendi. Gülüyorum ve siz mi yapıyorsunuz sorumu, sadece içini kendisinin yaptığını söyleyerek yanıtlıyor. Sonra anlıyorum ki bir kaç kadın birlikte çalışıyorlar, diğerleri henüz işbaşı yapmamışlar.

Tüm bu keyifler esnasında gözüm bir iki metre ötemdeki çiçek saksısına takılıyor.




Cumartesi

Benim tatlı gişecim uzaktan gülümsüyor. Kendisi ile iki hafta sonu rastlaşamadık. Kısa bir sohbet. Artık film adı ve koltuk numarası söylememe gerek yok. Promosyon mısırımı üst kata çıkınca büfeden alıyorum ve terasa çıkıyor, bir kaç fotoğraf çekiyor, sonra film için 6 no'ya doğru yürüyorum.

Filmi benim eski koltuğumdan ve üst sıradan izleyecek bir genç kadın dışında kimse yok salonda. Filmin adından anlaşılacağı üzere 24 saat açık bir market söz konusu. Açılış sahnesinde bir dini nikah töreni var. İslami geleneklerin gereği yerine getiriliyor ve konuşulan dil de bizce anlaşılır. Çünkü Özbekçe. Görünüşte her şey normal. Bir hanımefendi var, onun patron olduğunu varsayıyoruz; aynı zamanda çiftin destekçisi.

Film gittikçe enteresanlaşıyor. Kısmen bir gerilim filmine evriliyor. Kısmen de kaçak işçiler meselesi. Muhabbat, Özbek bir genç kadın, film onun etrafında gelişiyor. Zukhara Sanzysbay bu karakterde fazlası ile sahici.

Hakeza Lyudmila Vasilieva'da Zhanna karakterinde...

Özbekistan bölümü bir anlamda turistik seyahat tadında. Ülkeye dair şaşırtıcı gerçeklikler seriyor izleyicinin önüne. Film bir anlamda sosyalizmden dönüşmüş Rusya ve bağımsızlaşmış ülkeler durumunu ortaya dökerken, ciddi anlamda ve çaktırmadan da -yozlaşma çerçevesinde- şahane bir rejim eleştirisi yapıyor.

Kendi klasiğim ise yine film başlangıcında benim yönetimimi ele alıyor ve burun büktürüyor bana; ne işimiz vardı bu filmde manasında. Ama çok kere olduğu gibi, bu kez de genç bir yönetmen, abi bir dur, biraz sabır, ayarını çekiyor ki finalde aldığım Sovyet ekolünü yansıtan sinema tadı, çarpık kapitalizm ve modern çağın kölelik düzenine vurucu eleştiri ve bu tadı çoğaltan filmin müzikleri muhteşem!

Bunca zaman nasıl geçti farkında değilim. Sürreel kapanış sahnesinde bir yandan ne o bitti mi şimdi şaşkınlığı yaşarken, utanmasam ve içimdeki keyfe uysam, perdeyi alkışlamam işten bile değil.


Salı

Şehirdeyim ve aynı coğrafyada bir kaç eski apartmanın fotoğrafını çekiyorum. İş Bankası'nın kitapçısına uğramam gerek. Sonra da blog fotokopilerimi halleden Hakan'da takılıp laflama ihtimalim var.

Hımmmm Deva İşkembecisi'ne uğrasam da fena olmaz.

Ama günün sürprizi, ortaokul arkadaşımla rastlaşmak oluyor. Kendisi Yıldıray Çınar'ın yeğeni ve onun adına açtığı bir müzeyle meşgul. Saraydan davet almış ve malum kişiye, saray sofrasında Çarşambayı Sel Aldı'yı söyletmiş biri. Uzun uzun laflıyoruz ancak büyük sürpriz bende olmayan, olmadığı gibi aklımda bile olmayan bir fotoğraf oluyor. Okulun taşındığından, mezunlar derneği kurduklarından, bizim evde ders çalışmalarımızdan falan söz ediyor. Fotoğraf cep telefonunda; açıyor, şaşkınım, hiç hatırlamadığım bir an ve okulun bahçesinde üç arkadaş ki biri ben. Sohbet minik devrimciler günlerine doğru, uzadıkça uzuyor.

Bir gün müzenin fotoğraflarını çekip yazmayı düşünüyorum.


Aslında tüm bunlar yaşanmadan önce bir kez daha pastaneye uğruyorum. Bu kez patatesli börek ve ikişer adet olmak üzere üç çeşit kuru pasta ve bir fincan çay söylüyorum. Dün yanımda fotoğraf makinesi olmadığı için eksik olan fotoğrafları çekiyorum. Ana karakter Kumru abla!

İki yumurtanın üzerinde yattığını dün hanımefendiden öğrenmiştim. Bugün biraz daha sıcağız Kumru Hanım'la ve epeyi laflıyoruz. Pastalar yine enfes. Ama hanımefendi o kadar güleryüzlü ve konuşkan ki... Kendisinin Türki Cumhuriyetlerden olduğunu düşünmekteyim.


Ödemeyi yaparken bir kez daha şaşırıyorum çünkü kalite fiyat dengesi diğer mekânlara göre çok ucuz. Özellikle dün akşam bizim mahalledeki bir pastanede ben gönlü bolca, şundan, şundan, şundan ikişer tane diye seçerken de tek bir kuru pastanın 8 TL. olduğu konusunda uyarınca görevli genç kız beni...

Vazgeçiyorum ve o pastaneye nal toplatacak yine mahallemizin kadim pastanesinden iki kocaman kesmeyi 19 TL. ödeyerek alıyorum.

Ev yapımı filitre kahvem misss gibi!


Ablanın pırıl pırıl mekânında masada olanlara ödediğim para ise tanesi 8 TL olanın yanında, toplamda 47 TL. olarak, tarihe not manasında şurada dursun.

9 Nisan 2023 Pazar

O Bir Jale

Yakın bir zamanda Sevgili Geçmiş Zaman Mimozası'nın bir yazısına yazdığım yorumun içinden şu kelimelerin olduğu bir cümleyi de geçirmiştim: "Benim en bayıldığım yazarlardan biri, yakın çağdan, öykücü ve romancı jale Sancak'tır. Okumadıysan daha önce, bir göz atmanı öneririm."

Sonra, şu ara son kitabı Lodosla Gelen'i okumakta olduğum ve elimde en çok kitabı olan bu öykücü-romancıyla geçirdiğim okuma zamanlarımın şu ana kadar ki fotoğrafını çekmek ve tarihime bir not düşmek fikri geçti kafamdan ve bir filme ek olarak kitabından da kısaca söz ettiğim, yıllar öncesinin bir yazısından bir kaç cümleyi de buraya taşıdım:

Kitapları kurcalarken iki kitap yapıştı elime; şimdilik birinden söz edim sizlere...

Yıllar önce, her zamanki tavrımla kapağına bakıp içinde dolaşarak, hakkında hiç bir bilgiye sahip olmadan o anki kararımla satın aldığım, ama bu kez adının kararımda fazlasıyla etken olduğu, Jale Sancak 'ın Bu Gece Pera'Da'sıdır bu.


Kitabı her elime aldığımda, sevdiğim şehrin sevdiğim semtinin sokak aralarında, o sokakların mekânlarında dolaşmış olmanın keyifli soluklanmaları esnasında, kahramanlarının yamacında çay içerken bulurum kendimi...

Bana ilk okuduğumda öyle hissetirmişti, hâlâ da öyle hissetirir; ilk okuduğumda kimdir nedir bilmediğim bir yazarın ilk kitabı olarak...

Ama top 10 listesi yaparsam eğer kendime, her top 10 listemde bu kitabın olacağı kesin...

Bendeki 1989 baskısının arkasında yazan şu cümlelerden yola çıkarsam eğer:

Bu Gece Pera'Da, son yıllarda sayıları ve etkinlikleri hızla artan kadın yazarlarımıza bir yenisini daha ekliyor: Jale Sancak. Şimdiye kadar adını hiç duyurmamış genç bir yazar. Ancak, Bu Gece Pera'Da, bir ilk kitap olmanın çok ötesinde, usta bir yazarın özelliklerini taşıyor; yazarın dili kullanmaktaki ustalığı, öykülerindeki kurgu, anlattığı insanlara olağanüstü bir sevgiyle yaklaşışı ve bunu başarışıyla edebiyatımızda 'olay' olmaya aday bir kitap. Baştan sona bir düş sıcaklığında anlatılan bu şiir dolu öykülerin edebiyatımıza yeni bir ses getirdiği kanısındayız.


Sonra bazı yazılarımın içinden ona dair geçirdiğim sözcükleri de taşımak geldi aklıma, mesela Uyuyan Güzel'den toplu bir kitap yazısının içinde şu kelimelerle söz etmişim:

 ... Az önce bitirdim Vahide'nin hikâyesini; ödüm koptu mutsuz sonla bitecek diye! Jale Sancak işte! Gözlemleri kuvvetli, kalemi masalcı, güzel insanların, mekânların ve duyguların efendisi... Şu yanımdaki kahvesi dabıl şat, şekeri tek, sütü dik duran esmer şekeri aşmış ölçüde, kahvesi 4 dakika dinlendirilmiş, sütü mikrodalgada 40 saniye ısıtılmış ama senkronize edilerek aynı anda kahve ile buluşturulmuş sütlü sabah kahvesi tadında, kesinlikle! Çok seviyoruz kendisini, elde değil! Ama balık pişirici abi ve Hristo da muazzam."


Ve eklemişim yine toplu bir kitap yazımın içine, bu kez onun Tanrı Kent adlı öykü kitabından aldığım tadı:

Onun dilinin sıcaklığından, kalbinin güzelliğinden ve hayatın köşe bucağından bulup çıkardığı kahramanlarından ve o hayatları duyarlı dokunuşlarla ve edebi bir gazeteci lezzetiyle hayatıma katıyor olmasından mesudum.

Bu mesud insan aslında 2017'de çıkmış ama kaçırdığı, ancak 2020'de başka bir yayınevinden çıkınca fark ettiği kitabı elbette hemen almış, Cola'nın buz ve limonla aromalanmış, bitince yeni bir bardağı çağıran son yudumu gibi sona bırakmıştı.

Bir başka kitaptan ona geçince başlangıçta o şiirsel dile ve kurmaca olmayan şiirsel hikâyelere adapte olmakta zorlandım. Ne zamanki onun hissiyatları ile aynı düzleme geldim, işte o zaman akıp gitti kitap.

Konu İstanbul, kahramanlarımız semtler ve o semtlerdeki küçük hayatların sarsıcı hikâyeleri.

Ve aslında; "Yüksekkaldırımdan yukarıya, genelev sokağına vuranlar, delikanlılar, ergenler, sancısı tutmuş adamlar... Yukarıdan, Galip Dede Cadde'sinden, bir kadının içinde kaybolma arzusuyla şahlanıp genelev sokağına inenler. Hiç gitmediğin, lakin yüreğinle anlamaya çalıştığın uzak, tenha, umursanmamış yalnızlığa mahkûm edilmiş şehirlerden kopup gelenler... Yılışık gülüşlerin bir kıyısında utanç, arsız bakışların arkasında hüzün ve öfke, pervasız sözlerde korku gizli." cümleleri ile sert bir giriş yaptığı ama olağanüstü güzel renklendirdiği Galata ile başlıyor bu okuma... ve sonrasında seline kaptırıp orasından orasına sürüklüyor, İstanbul'un!

Okurken; bildiğim, gezdiğim ve sevdiğim semtlerin küçük hikâyelerini onun gözünden okumak kaçınılmaz olarak gaza getirdi beni. "Ah İstanbul'da olsaydım şimdi!" dedim: Çünkü hikâyelerin izinde dolaşmak, bildiğim, gördüğüm semtlere biraz da nüanslı dokunmak istedim. İstanbul'da yaşayanlara özendim, "Onun anlatımı üzerinden şehri fotoğraflamak ne güzel olurdu," dedim.*

*Biri Maceralı Biri Şiirsel İki Güzel Okuma başlıklı yazının ikinci bölümünden.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP