2 Aralık 2022 Cuma

Nerede Kalmıştık?

İki artı bir filmli hafta sonunun ardından yeni hafta da pek keyifli başlıyor. Öğleden sonraları işi kapatıyor, hoplaya zıplaya yemeğe çıkıyorum. Mesafeleri hiç uzatmadan da yemek sonrası dönüp, bir filtre kahve yapıp, şöyle de bir uzanıp laptop'da iki ayrı sayfa açarak biraz iş, biraz gündem, biraz bloglar şeklindeki günlük mesaime devam ediyorum. 11 gün önceki ve üç ay sonra kontrole gelmeli sol bacak sorunumda M.R'ım çiçekler gibi; bütün bağlar yerli yerinde ancak doktorum bir kez daha benim rahat duracağım konusunda endişeli, hissediyorum. Aslında ben de endişeliyim çünkü yürümelerim esnasında bazen eski zamanlara gidiyor, bazen geleceğe hayaller kuruyor, yeni bir proje, ya da seyahat planları üzerine düşünüyor ve ben onların tadına kendimi öyle kaptırmış oluyorum ki zamandan kopuyor ve de sanırım o esnalarda hızımın da farkında olamıyorum. Bunu nereden biliyorum, çünkü farkındalığım ayaklarımı yere bastırdığında, ben de "Bu ne hız ahbap?" deyip frene basıyorum. Ancak uyarıları görmezden geliyor ve süre konusunda sanırım kantarın topuzunu yine kaçırmış oluyorum.

Ve benim bu keyif anlarımın faturasını ödemek de bacaklarımdan birine düşüyor!


Bugüne kadar yükümün bedelini ödemek hep sol bacağa nasip olurdu. Sanırım bu kez sağa eziyet vermişim: Bacak ya greve çıktı ya bana ikaz veriyor; acıya dayanabilirsem diz bükme aralığım fena! 20 santim var mı acaba? Deniyorum, o beton dökülmüş gibi feryat ediyor. Diğer kısımlarda bir şey yok. Ayağı yere bastığımda ise diz bölgesi feryat figan. Palyatif tedbirler, buz, yataktan çalışma falan dersem, keyifler keka! Lakin ev hapsindeyim ve üç gün geçti; tüm tedbirler de  boş çıktı. Ayak yüzeyindeki nehirler, ovalar yok oldu bu arada; ayak şişti parmak hareketleri çok şükür,  ancak kısıtlı. Yeme içme yatakta... Havam iyi yalnız; iş güç, sosyal hayat tümüyle  bilgisayarda ve eksikliklerini hiç hissetirmiyorlar. Sinemayı mecburen boş geçtim. Doktorsuz çözülemeyeceği ise kesin, ikna oldum. Giriyor nete ve randevu alıyorum ancak ben o güne kadar dayanabilir miyim? Çünkü bir hafta sonraya.

Kardeşi arıyorum, akşam uğra erkene aldırabiliyor muyuz bir bak, diyorum.

Önceki akşam hastanedeyim, arabaya nasıl soktum bacağı kısmı tam bir mühendislik hikâyesi. Film istense de ben MR diyorum, çünkü destekli yürüme esnasında bile ayağı bastığımda Babıda (babannem) mezarında acı çekiyor. Uzun zamandır görmediğim, Prof. olduğundan bi haberken çok sonra haberdar olduğum, karşımda annesi ile oturmakta olan ve sıklıkla göz göze geldiğim, Liseden mi diye düşündüğüm kadının Aysun olduğunu bile annesinin muayenesinden sonra arkalarından bakarken hatırlayabiliyorum. Aslında süreç içinde göz göze geliyoruz ama bende maske var ve benden bir hamle gelmeyince  sanırım o da bir tereddüt yaşıyor. 

M.R işim tamam. Benden önceki, tekerlekli sandalye ile gelen tatlı çocuk anne ve babası ile. O bir takım söküm eylemleri esnasında ağlarken ve hatta bağırırken ve ben de yanaşırken bandaj yapılan odaya, bizim Tırtıl'ın yıllar önceki operasyonunu hatırlıyorum. Bu tatlı çocuğun ve ailenin Yılmaz Bey'i bulmuş olmalarına çok seviniyorum. Çünkü doktorumuz, bundan 14-15 yıl önce henüz 7-8 yaşındaki Tırtıl'ın ameliyatında olmazı olur yaparak bizim ebedi kahramanımız oldu!*

Onlar çıkıyorlar. Durduruyorum, gözleri yaşlı, cesaretinden dolayı kutluyorum, senin sayende korkumu yendim diyorum, biraz da tuttuğumuz takımların muhabbetini yapıyoruz, ağlama bitiyor ve  annesi mutlu mutlu gülümsüyor. Baba eşyaları toparlıyor. .

Sonuç itibariyle bandajım yapılıyor. Bu hayatımda bir ilk. Bir fotoğrafım benim de olmalı! Sol bacakta da bir sorun yok, suçlu yine benim! Kemikler, bağlar bahçeler yerli yerinde. Doktorum  Başöğretmen edasında. Bense dersini çalışmamış çocuk kıvırtmalarında anlatıyorum: "Çok da yürümüyorum,  müzede kitap okuyor, eskiden sinemaya yürüyerek gittiğim halde bir duraklık mesafeyi bile trenle gidiyorum," diyorum. AVM'de yürüyen merdivenleri kullandığımı, üst geçide asansörle çıktığımı söylememe rağmen o sadece gülüyor. Sonuçta yine sıvı biriktirmişim ki M.R.'da gördüğüm şekliyle kendisi sevimli bir göl. Küçük bir kulübe yakışır. Minik bir iskele, bir de sandal. Hatta küçük bir balık üretme çiftliği haline getirebilirim.  O reçeteyi yazarken ben hayallerime devam ediyorum. Bandajımı sevdim, şu an mesela gayet rahatım. Günde üç tane olmak üzere bir minik hap içiyorum, ödem için. Yataktan çalışmaya ve yeme içmeye devam ki Dünya Kupası maçlarını da laptop'dan izliyorum. Doktorum bir sınırlama yok dedi ama bir de gülümseme ekledi ki ona çok anlam veremedim. Kardeşim araba kullanmayı bırakmış olmama biraz kızdı ama, hayatımda sıkıntı istemiyorum, dedim. Maçları izlerken de ilk bandajlı bacak fotoğrafımı tarihime kayıt düşmek üzere çektim. Bir de güldüm tabii ki! Onca yıl atla, koş, zıpla, kora kor maçlar oyna bir şey olmasın ama yıllar sonra düz yolda arıza ışığın yansın.




*Tırtıl'ın hikâyesi ve doktorun muhteşem başarısı.


27 Kasım 2022 Pazar

25 Kasım 2022 Cuma

Antoine İle Bir Kez Daha Uçtum

Ben bir çocuktum ve bir kitabın değil de bir maceranın içindeydim.

Görünüşte elimdeki bir kitaptı ama ben sayfaların içinde cümle olmuş, sonra biraz daha evrilmiş, sıcağı soğuğu, suyu susuzluğu, bulutları rüzgarı, geceyi yıldızları, korkuyu sevinci, uçağın bilumum cihazlarını, üç kişilik sessizliğe karışan gökyüzünde ve yıldızların altında olmanın muhteşem yalnızlığını, motordan gelen biteviye sesi, çölün sıcağında serap görmeyi bir kez daha bizzat hisseder olmuştum.

Ciceneros bizim için artık karanlıkta gömülü değildi. Bir ara Neri, ben ve Antoine şunu düşündük. İş işten geçmişti, üçümüz de aynı fikirdeydik. Ciceneros'a yönelirsek, kıyıyı gözden kaçırma tehlikesine düşebilirdik. Neri "Kala kala bir saatlik benzinimiz kaldı. Doksan üçle yolumuza devam edelim," dedi.

Hem de tüm bunları Saint-Exupéry'nin belki de baydın bizi denilebilecek betimlemelerine yapışarak, ve Gece Uçuşu'ndan sonra bir kez daha Antoine de Saint-Exupéry ile yaşıyordum. Ve ancak kitabı elimden bıraktığım anlarda normal yaşama dönebiliyordum.



Gece Uçuşu

22 Kasım 2022 Salı

Çifte Kavruluyorum

Öncesi


2.Bölüm


Çıkıyorum evden, pazar günü sakinliği güneşle taçlanmış. Havada bahar tadı, gün elinden gelen her şeyi yapmış. Keyif adımları ile yürüyorum. Montum sırt çantamın askısından geçirilmiş, ayaklarım yerden kesik... Havalıyım!

O halde kahvaltımızı Sembol'de yapalım.

"Bir karışık su böreği lütfen."

"Bir de çay, küçük lütfen."

Kalitesini aşağı düşürmeyen keyifli bir mekân. Su böreği enfes, müşteri kalitesi her telden.

Güneşe çıkıyorum. Ağır adımlarla bu muhteşem günün tadını yudumluyorum. Kartıma yükleme yapıp turnikeden geçiyorum.

Tren gözüküyor. Vaktim var. İstasyona vardığında bana kalabalık geliyor. Aslında bu sorun değil lakin bu trenleri sevmiyorum ve koyveriyorum.

Banktayım, raylarla bir arada.

Ahh benim bu tren aşkım!

İşte günün kıyağı ben buna derim; çekik gözlüm, biricik Çinlim uzak virajdan görünüyor. Gelip de tam önümde duruyor. Üstelik sakin. Biniyor, önü geniş, iki vagonun ek yerine sınır, gidiş yönüne ters son koltuğa oturuyorum ve trendeki sakinlik maske takmasan da olur diyor bana.

Diğer vagonda cephesi bana dönük hoş bir kadın var. Aramızda mesafe olsa da gözlerimizi kaçırmak zorunda kalacağımız bir yüz yüzelik hali. Camdan dışarı bakıyor arada bir vagonun içine dönüyor, bu dönmeler esnasında niyeyse gözlerimiz buluşuyor. Sonra bir meşgale bularak ona yönleniyoruz. Hımmmm cep telefonu! Hanımefendi onunla meşgul. Güzel seçim. Ben de sırt çantamdan kitabımı mı alsam acaba? Yol boyunca camdan kafamı alıp içeri döndüğümde hep göz göze geliyoruz; parmakları boş, benim gönlüm dolu. Sonra gözler kaçıyor tabii ki. Epeyi durak sonra iki genç biniyor ve gelip de aramıza dikiliyorlar. Film orada kopuyor... sanırsak da çocuklar bir kaç durak sonra iniyorlar. Muhtemelen aynı durakta ineceğiz diye düşünüyorken ben, bir durak önce iniyor. Bu beklentisiz, bir hesabı olmayan, yola renk katan an da son buluyor.

Migros'dan klasik sinema alışverişimi yapıyorum ve dün akşam ne olur ne olmaz diye Sabırsızlık Zamanı için biletimi aldığım gişenin önündeyim.

"Tamirhane için bir bilet lütfen,"

Genç kadın gülümseyerek, sonuna bey eklemesi yaparak adımla hitap ediyor bana. Oysa ilk kez dün karşılaştık onunla.

"D-3 Lütfen."


Film başlıyor ve kafadan ele geçiriyor beni; bu filme yakışır diye düşündüğüm promosyon mısırlarım yanımda, Max'im de koltuk dirseğinin ona ayrılmış çukurunda.

Babamın tamirhanesine ilk gittiğimde Babıda'ylaydım ve 5 yaşındaydım. Bir ustası vardı, bir efsane. Rus Tevfik. O gün sıcak olduğu için çay tabağına dökülerek soğutulan oralet içmiştim. Sonrasında babam ustalığı bıraktı ve yedek parça mağazası açtı. Benim hayallerim başkaydı elbette... ama erken ölüm aslında çok kere yazdığım gibi benim de kaderimi çizmiş oldu. Önce okul tatillerinde, sonra başka hayallerimi yanımdan ayırmayarak gittiğim mağazalar, askerliğimin henüz başlangıç ayından itibaren benim dünyam oldu. Bir avantajım vardı, ben bir bukalemundum, bulunduğum ortamın şeklini alabiliyordum. Amerika'da okuyup televizyon yönetmeni olmayı hayal ederken ve bu yüzden askerliği aradan çıkarim diye düşünürken hayat irade koyarak yolumu çizmişti.

Yani tamirhane nedir, kitlesi nasıl insanlardan oluşur iyi bilirim.

Ağzından küfür çıkmayan, kırk yılda bir çıktığında arkadaşlarını şaşırtan ben, başlangıçta bu kadar küfür de ne dedim. Sonra bir kendine gel efendi diye de ayarı verdim kendime. Çok uzatmayacağım; ben bu filme bayıldım. Nejat İşler muhteşemdi, kısa görsek de Erkan Can muhteşemdi.

Yönetmen Erkan Kolçak Köstendil'e bayıldım. Açılış sahnesinde tepeden doksan derece inen sonra yola paralel kıvrılan açılış görüntüsüne bayıldım. Aynı zamanda senaryoyu da yazan Bülent Şakrak'a bayıldım. Boyanan Chevrolet'e bayıldım.

Çok güldüm. Finalde fena ters köşeye yattım ve devamı gelecek sinyali veren açıklama sahnelerini koymasalar mıydı acaba diye düşündüm.

Bir oyuncu keşfettim ki bence muhteşemdi: Engin Hepileri! Filmin umulmadık bir yerinde ortaya çıktı, kısa bir kaç sahnede göründü, ama beni benden aldı. Aynı şekilde kadın oyuncu Merve Dizdar da!

Bir çok izleyici tarafından absürt ve abartılı bir film olarak nitelenmesi mümkün.

Küfürlerden kaynaklı olarak da tırmalayıcı...

Lakin yine de film bendeki tüm bu halleri sıfırlamayı becerdi, duygu dünyama bir çentik atarak girdi, aklımı ayağa dikti, keyfimi zıplattı ve finalin ters köşesi ile de içimde alkış kıyamet kopmasına sebep oldu.

Tüm bunlara rağmen yine de şiddetle öneririm diyemiyorum; zevkler, okumalar ve renkler meselesi yüzünden!


Çok keyfile çıkıyorum sinemadan, iki Türk filmli nostaljik sinema eylemim mutlu ediyor beni. Film arası ise torpilli; bir saati biraz aşkın: İster gez dolaş, ister teras keyfi yap, istersen bir türlü ona has tatlısının adı aklına gelmediği için girmediğin Cookshop'da Mangolia ye, keyfine bak, diyor.

Fakat benim cebimde de iki adet Baydöner'de geçerli %20'lik indirim kuponu var.

Aslında Penguen'in terasında kahve içmeyi düşünmüyor değilim, lakin karnım aç gibi olsa da nasılsa acıkacak.

Bir saatim var ve bu kitabımı açıp, kahvemi alıp, manzaranın tadı eşliğinde yayılmam için yeterli bir zaman değil ki dönüşü sinema ve ikinci film olacak!

O halde Baydöner.

"Bir İskender lütfen."


Bu kez en çok gittiğim salonda, 6'dayım. Her zamanki koltuğum; onunla her hafta buluşsak da elbette özlüyoruz birbirimizi. Dün filme neden bilet kalmadığını ise anlamış durumdayım. Bugün toplamda 5 kişiyiz ki bu da fena bir sayı değil!

Diyarbakır'dayız. Film bana yazlık sinemada olsaydı keşke tadı yaşatıyor. İlk andan itibaren hissiyatım bu yönde. İki kardeş başrolü Pelin Batu ile paylaşıyorlar. Tatlı çocuklar. Bir sorun yok, güzel oynuyorlar ama daha tasarruflu kullanılsalar, bu kadar lafazanlıkla gözümüze sokulmasalar daha iyi olurdu gibime geliyor.

Yönetmen ve senarist Aydın Orak bu filmi hevesle ve iddia ile çekmiş eyvallah, samimiyetinden zerre şüphem yok. Lakin abi biz de literatürü yutmuş bir nesiliz. Hamdolsun elimizden geleni ardımızda bırakmamış, zor yıllarda sol geleneğin neyi var neyi yoksa üzerinden geçmişiz; o arada polisler joplarla, emir kulu mehmetçikler de dipçiklerle bizim üzerimizden geçmiş. Fakat sen abim bu filmde ondan olsun, bundan da biraz olsun demiş, havuz bekçisinin eline jop tadında sopa vermiş, çok daha iyisi olabilecekken, biraz izleyiciyi hafife alarak mı, desem, yoksa biraz da kör gözüne mantığıyla ama derin ve içselleştirilmiş bir sol kültüre sahip olmadan, geniş düşünce kalıpları ile değil de özele indirgeyerek, bir etnik kimliğe yaslıyarak, popülizm batağına ayak basmadan geçemeyerek ve klişelere sırtını dayayarak mı yapışmışsın bilemedim. Ve ayrıca farklı "etnik" kimliklere sahip biri zenginler tarafında olmak kaydıyla çocuklar üzerinden vurgulamaya çalıştıklarını da çok yadırgadım.

Lakin kötü film demeye dilim varmıyor ama hiç değilse öğretmen öğrenci ilişkilerini doğru kursaydın, idealist öğretmeni de bize başka cümlelerle ve daha nitelikli argümanlarla sunsaydın, ve müdür bey olarak da içi biraz daha dolu, üçüncü sınıf parodi düzeyinde bir oyuncu yerine iz bırakacak bir karakter koyarak bu iki eğitmenin öykünün önemli bir parçası olduğunu hissettirseydin, dedim.

Ve ekledim:

Bu kadar sebze katarsan bir çorbaya ve bunlar bir soruna parmak basmaktan ziyade slogan düzeyinde klişeler hissi verirse izleyiciye... İşte o film, yapmak istediğin mizah, tam anlamıyla çorba olur!



Ey Sevgili Okur!

İyi niyetle yapılmış, bir iddiası olan yönetmenin kendisinin çok beğendiğinden emin olduğum bu filmle ilgili olarak, aldatmaya yönelik hareketlerden hep kaçınan bu blogger kişisinin sözlerini senet kabul etme lütfen! Merak ettiysen bu filmi izle. Bu blogger kişisiyle aynı hisleri alsan bile, yine de iyi niyetli bu emeği anla, kusur bulma ve saygı duy, ellerin kızarıncaya kadar alkışla
.


20 Kasım 2022 Pazar

Tam Da Çifte Kavrulamıyor Mutsuzluğu Demişken...



Gözlerim Yaşarıyor


İki film kafamda net, eski usul bir takılma olacak, tıpkı iki film birdenli yıllardaki gibi. Elbette bu çakması; antrak kurmaca ve iki film arasında salon değişecek. Oysa o yıllar ne güzeldi. Televizyon yayınları henüz şehrimize gelmemiş, insanların ekonomik güçleri ailece sinemaya gitmeye yetiyor! Kabuklu kuruyemiş yemeyin lütfenli yıllar ve mısırlarla, alınan içeceklerle vur patlasın günler yaşanabiliyor. Yazlık sinemalarda masaların üzerine çekirdek ve Şam fıstığı kabuklarını yığmak, buz doldurulmuş metal kovalardaki yerel gazozlar bolluğunun tadını çıkarmak da cabası...

Senaryo hazır ve elimde. Sırt çantam tam tekmil. Önce Adem Usta'ya selam çakıyor, dilimlenmiş lavaşları yağlı bir porsiyon tavuk döner söylüyorum, bir de cacık. Aslında planım başkaydı ama oyalanıp da öğleni bulunca sürecin hızlanması gerekiyor. Tren, AVM, ve Migros. Hımmmm havuçlu ve tarçınlı mini kekler gözümün içine bakıyorlar, kıramıyorum. Tam buğdaylı mini bisküvilersiz olmaz, bir ince uzun boylu çikolata, Max olmadan asla ve su.

Gişede ve en sevdiğim gişecinin önünde ikinci sıradayım. Selamlaşıp hal hatır soruyoruz. Tamirhane'nin saatini kaçırmış durumdayım. O halde Sabırsızlık Üzerine için bir bilet lütfen. Genç kızın gözleri ekranda lakin gülümseyerek salonun dolmuş olduğunu söylüyor. "Ne diyorsun!" diyerek gülümsüyorum ve "gözlerim yaşardı," diye de sevincimin, tarihsel bir ânı yaşıyor olmanın tadını çıkarıyorum. Bu sevinçle kendime bir teselli ikramiyesi veriyor ve "Tim... Tim... Timsah için bir bilet lütfen," diyorum. Ekran açılıyor, ilk kez gireceğim bir salon ama koltuk sıraları alışkın olduğum gibi. O halde "D-3 Lütfen."


Klasik biçimde akan bir çocuk filmi. İki koltuk ilerimde çok tatlı iki minik kız var. Bilet sırasındayken anneleri ile birlikte önümdeydiler. İki arkadaş başbaşalar, anneleri film başlamadan kapıdan süzülüp son kontrollerini yaptılar ve onları kendi halleriyle bıraktılar. Bu tavırları çok hoşuma gidiyor. Kızlar bıcır bıcır, filmdeki anlara verdikleri tepkiler ve yorumları muhteşem, gülümsetiyorlar. Tam anlamıyla yeni nesil çocuklar ve harikalar, ve sanki evlerinde bir koltukta kadar da rahatlar. Antrakta salon keşfine çıkıyor, acil çıkış kapısının önünde incelemelerde bulunuyor yere uzanıp altından dışarıyı görebilme umudunu test ediyorlar. Film benlik değil, hatta arada çıkmayı düşünüyorum, sonra çıkıp da ne yapacaksın deyip bu terbiyesizliğe kısaca ayar verip, klasik çocuk filmi klişeleri ile takılıyorum. İkinci yarıda ritm biraz daha artıyor ancak beni şaşırtan bir şey yok, fakat final şahane; nereye varacağını biliyor olmama rağmen sürekli gülümseyen bir mutlulukla filme kapılıyorum, sevinç gittikçe yükseliyor, hiçbir şey beni şaşırtmıyor ama yine de çok eğleniyorum.


Aslında hayal ettiğim filmleri izlemiş olsaydım keyfi uzun zamandır girmediğim bir mekânda onun popüler ürünü ile parlatacaktım. Bir an Müze Kafe'de kapuçino desem de çabuk vazgeçiyorum. "Penguen'in terasında kahve?" diyor iç sesim; "hem hatırlatırım sırt çantanda kitabın var," diye de ekliyor. Bir an tavlanıyor gibi gözüksem de trendeyim. İçim Gar İstasyonu'nda inmek konusunda ısrarcı ama dinlemiyorum çünkü bugünün yarını da var hatırlatması baskın çıkıyor. O sırada bir de ışık yanıyor. Artık günü taçlandırmak mutlak. Bizim istasyondan çıkıyor, enfes akşamı keyifle yürüyorum. İstikamet net. Dış masada bir hoş hanımefendi mantısını bekliyor. Onu rahatsız etmemek için her zamanki cam önü masama oturmuyorum.

Şamlı muhteşem şefim masamı donatıyor!



Devam yazısı Çifte Kavruluyorum için buradan lütfen!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP