30 Mart 2022 Çarşamba

Treni Birazcık Kaçmış Yazı

Üzerinden... bu sabah bakıyorum ki telaşlandığım kadar çok zaman geçmemiş. Şaşırıyorum. Üstelik bunu hatırlatan ifadeyle karşılaştığımda da telaşa kapılmamıştım. Plağı çalışma odasından almış, daha çok kapağından ve adından da tetiklenerek, kendimce konsept bir fotoğraf çekmiş, yüklemiş ama bir başlık koymamış, bir harf dahi yazmamıştım.

Bu sabah erkeninde, bir an ettiğim söz sanki 1 yıl önce falanmış hissiyle telaşlanıyorum. Sonra kendime gülüyorum. Günler öyle dolu dolu ve güzel geçiyor ki hayat kendini sokaklara atmış ve pandemi etkisi, engelleri ve kaygıları da sahayı terk ediyor. Oluşan boşluğu ise çaktırmadan daha nitelikli, daha kıymeti bilinir yeni bir yaşama isteği ve tat telaşsızca, usul usul dolduruyor sanki.

Üzerinden bir yıl geçti hissine kapıldığım sözümse "Şarkı bana çok iyi bir pas oldu Sevgili Momentos, teşekkürler. Bir plak üzerinden bir Bob Dylan yazısı yazmalıyım."

Nasıl bir ruh değişiminin, zenginleşmenin yansımasıysa bu; 1 yıl geciktiğini düşündüğüm yazıya dönüp baktığımda cümleyi sadece bir ay önce, evet tam olarak 22 Şubat 2022 tarinde ve saat 18:20'de yazdığımı fark ediyorum.




Yıl 1978. Hayatımın en güzel, en pervasız, en gözükara sınıfındayım. Gözdemiz Joan Baez. Bob Dylan bence onun gölgesinde bir yancı ama kitle onu da Joan kategorisinden bir devrimci olarak niteliyor. Camiada el üstünde. Plak kapağıyla ve adıyla yakalıyor beni de. İki aşk arasında kavrulan en zor ama buradan bakınca enn keyifli yılım.

Modaya uymuşum ve Bob Dylan'a bir değer atfetmişim, eyvallah; ama benim aşkım "Joan Baez." Bir akşamüstü sırtında gitarı ile geliyor. Bir rüyadayım. Yılların asla silemediği, silemeyeceği bir rüya bu. Gitarı ve vokali aklıma karışıyor. Kaç yazımın içinde o âna dair aynı cümle var bilmiyorum: "Şu an "Joan Baez" söylüyor; parkaların sıcağında bir kış akşamı ürpertisinde ve ürkek bir solmuşlukta klişe sözcüklerin yankılandığı küf kokulu bir izbede..."

Bob Dylan etrafımca kabul görüp seviliyor. Ben gerçekten seviyor muyum?

Albümü bir süre dinliyorum. Bu bağ kalpten değil, çünkü Joan Baez olmasa; o yola kıyısından bile girmeyeceğini, aksine durumu kullandığını düşünüyorum. Sonra hiçbir gün Bob Dylan dinlemek aklıma gelmiyor.

Yıllar yıllar sonra ise bir akşam dizlerine yattığım ve sadece bana söyleyen "Joan Baez" ile olağanüstü bir yemekte buluşuyoruz.

Onunla hayatımın en özel gecelerinden birini yaşıyorum.

Çok çok konuşuyoruz, Bob'dansa tek kelime bile etmiyoruz...



Çünkü O Joan Baez

28 Mart 2022 Pazartesi

Ciconia Nigra'lı Pastoral Bir Gün

Telefon çalıyor. Ekranda enn sevdiğim ad. Açıyorum. Bir derenin kenarına, pırıl gırıl günün gölgesindeki bir ağacın sessizliğine uzanmışım da sanki çakıl taşlarında şakırdayan serin suyun sesine kapılıyorum ve bir anda mucizevi bir şekilde çoğalıp kalabalıklaşıyor, yüzüme enfes bir gülümseme konuyor, yükseldikçe yükseliyor ve o sevinçle, ertesi sabah için bayramlıklarımı yastığımın altına özenle yerleştiriyorum.

O sınav haftasında. Ülkenin en kariyerli iki üniversitesinden birinin diplomasının yanına birini daha ekleyecek. Dostlarımız gelmişler ve haberi uçurmuşlar, deltadayız diye. Fikrimde nerede atıştırsak seçenekleri sıra sıra. Yükselmiş ruhum onu dinliyor; çocuk sevinçlerim çoktan koşup ayakkabılarımı hazır etmişler.

Sırt çantam "Bende işlem tamam," diyor. Çıkmadan arıyorum. İstasyona yanaşınca tekrar arıyor ve 100 metre yakınında olduğumu bildiriyorum. Tren 10 dakika sonra geliyor. Şimdi onun yan koltuğundayım. Bütün bu paragraflardaki sıcacık ve tazecik anlar bana bir şey fısılıdıyor. "10 yıl sonra bile ilk gün telaşlarında bir sevinçle koşup şu yan koltuğa, şu fıstığın yanına oturuyorsan sen çok şanslısın."

Koltuğumun üzerinde açılmamış bir Marteniçka var. Benim. Sırt çantamı ve ona yaptığım limonçello şişesini arka koltuğa, sokaktaki kediler için orada duran mama torbasının yanına bırakıyorum. Kampüsün üst bölgesindeki yeni doğmuş köpek yavrularını beslemekle ise bugün için bir başka arkadaşı görevli. Fikrimizdeyse Osmanlı Çadırı'nda kaz tiridi yemek var. Bu sezon yiyemedik çünkü deltadaki mekânlar açılmadılar. Ve yine kapalı. Olsun biz de balık yeriz. Ama şimdi dönmeyelim.


İşte bu bir mucize. Evet tam bir mucize çünkü ilk kez görüyoruz. Ya daha önce gelmediler, ya da insan içine çıkmıyor, kendi ırak mıntıkalarında takılıyorlardı. Keskin gözler seçmese onca uzaktan, ben laylay lomdum hâlâ. Duruyor kaptan ve iniyoruz koşa koşa. Evet bunlar Kara Leylek. Hımmmmm demek bu sezon, yeni bebeler burada, bizim deltada doğacaklar. Özenle kaçınıyoruz, sabah gezintisindeki bu çifti rahatsız etmekten desem de inanmayın lütfen. Önümüzde aşılmaz tel örgüler var. Ve üst fotoğraftaki sulak bölgeyi geçmemiz gerek. Makinenin zoom'u da yetmez ama onun da bir çaresi var elbet. İşte Sevgili Okuyucularımız. Kırmızı gagaları ve bacaklarıyla, huzurlarınızda.... "Bay ve Bayan Ciconia Nigra'lar!" Henüz kişisel adları ile ilgili bir bilgi edinemedik ancak sular çekilir çekilmez konuk olup kendileriyle daha yakından ve ismen de tanışmayı düşünüyoruz. Elbette doğacak bebeleri için hediyelerimizle birlikte.


Yol boyu bisiklet gruplarıyla karşılaşıyoruz. Hatta dönüşte yorgun savaşçılara, 40 kilometre hızı aşmayarak arabanın yarattığı hava akımından faydalanıp, alçak basınçlı bir hava koridorunun içerisinde sürüş yapma ve daha az enerji harcama olanağı sağlıyor Enn bayıldığım şoför. Hava bahar, vakit ilerledikçe daha da ısınıyor. Delta önceki haftalara göre biraz daha kalabalık. Her sezon ilk gelip son giden leyleklerden birini direğinde göremeyince endişe ediyoruz. "Uyuyor mu ya da yol yorgunluğunu mu atıyor acaba?" diye düşünüp parmak ucu yürüyoruz. Biraz sonra diğer bir direkteki çifti görünce iniyoruz arabadan ve "Hoş geldiniz, nasılsınız görüşmeyeli?" diye seslenerek hal hatır soruyor, "yol yorgunusunuz, siz dinlenin lütfen, sadece bir selam vermek istedik," diyerek devam ediyoruz.


Hissimiz o ki bu yıl şenlikli. Geçen iki yılın acısı çıkacak. Dağlardaki vedaya hazırlanan karlarla birlikte canlanan doğa ve ısı heyecan verici. Ama delta yine sahipsiz. Ah, Yusuf Başkanımız, diyor başka bir şey demiyoruz. Onun sayesinde hayat bulan deltanın, yine onun sayesinde kavuştuğu doğayla entegre ve enfes şu konaklama alanında kaç gece geçirir, kaç akşamın sofrasında yaşamın keyfini çıkarırdık oysa, diye hayıflanıyoruz. Ve umut ediyoruz, inşallah diyor ve bunlar gider, O'nu da bir başka parti aday yapar ve çocuğu ile kavuşturur ve biz de şu an atıl tüm bu alanın tadını yeniden doya doya çıkarırız.


Biri sesleniyor o ara bize. Umudun tonu var sesinde. Bir şarkının da bir nakaratı. Gün geliiirr... gün geliir, diye devam ediyorken ses, buluyoruz. Bir çiğdem bu. Ankara'nın varsa bizim de var. Gülümsetiyor ve şenlendiriyor yeniden içimizdeki güneşi.


Üzerlerindeki minik biriket hissi veren kum yığınlarından oluşan bölge yılanlar mahallesinde olduğumuzu düşündürtüyor. Bazı yuvalardan firarlar olmuş belli, çünkü üstteki biriketler atılmış ve gençler özgürlüğe salınmış. "Şurada oturmak ister misin?" diye soruyorum. jandarmaların çardağı. Kulübede artık yoklar. Birileri yağmalasın mı deltayı diye acaba? diye düşünmeden edemiyor insan, sahipsiz geçmişini düşününce coğrafyanın!


Fikrimizde ırmak kenarında balık, gözlerimiz karşı dağlardaki karda, kulağımızda Ali Barokas, dilimizde Fransız Kültür'deki gülümseten bir anla* devam ederken biz... enn sevdiğim kadın ben pazar alışverişimi köyden yapim diyerek Yörüklere sapıyor. Hımmmmmm.... Yörüklere sapınca planın değişme ihtimali mutlak.


Tezgâhlara baka baka ilerlerken burnumuza sızan gözleme tadı enn sevdiğim kadını tavlıyor ki öyle kolayca tavlanan biri de değildir. Kendimle şu noktada gurur duyabilirim. O iki diyor ama benim gözüm aç,

"Üç, ıspanak peynir karışık gözleme lütfen."

O sırada boynunda fotoğraf makinesi asılı bir hanımefendi selam veriyor, enn sevdiğim kadın önce hatırlayamıyor, sonra bir imza gününden söz ediyor hanımefendi ve kısa bir ayaküstü sohbet başlıyor. Akabinde salep ve yerel bir iki ürün satılan mini markete giriyoruz. Kulağımıza enfes bir türkü sızıyor. Sesin geldiği yöne bakıyoruz. Orada şeker gibi bir abi var ve bir saz bir adama, bir türkü de bir dile bu kadar mı yakışır. Kapının ağzından dinliyoruz. O içeri davet ediyor ve hoş geldiniz diyor. Biz eşikte kalmayı, oradan, hayran hayran onu dinlemeyi seviyor, teşekkür ediyoruz.


Gönlümden kopuyor. Ancak masanın üzerindeki kağıt bardakta salep var, diyor Enn Sevdiğim Kadın. Selam edip dış masalara geçiyoruz.


Elinde gözleme tabakları ile köy tatlısı genç kız bize doğru yanaşıyor. Görüntü muhteşem. Biraz beklesinler ama. Üçüncüsünün şu an sacın üzerinde olduğunu söylüyor ve afiyet dileyerek çekiliyor. Çay olmalı tabii ki... Ama salep köyündeyiz ve bunun bilincinde.


Ispanağı çiğden koymuşlar, süper diyorum. Yörükler böyle yapar diyor bilgi küpüm. Çok keyifli bir peynir ıspanak buluşması ve tabii ki harika bir yufka ortaklığı. Dörtlemeye razıyım ancak, itiraz var. Bana bir yeter diyor. Frende fikrim, ama onu takip edeceğim. Üçüncünün ucundan bir parça alıyor, e kalanı da bana yeter.

O halde,

"İki salep lütfen"


Enfes dememe gerek var mı bilemedim. Bence gerek yok! Çünkü buradaki üretim akademik düzeyde. Bu konuda üniversitenin eli hep üzerlerinde köylülerin. Belediyenin örgütlemesi sonucunda tarımla ilgili kamu kurumları da katılmışlardı imeceye ve sonuç görüldüğü üzere şahane.

Tabii ki ikinciyi istiyorum. Enn Sevdiğim Kadın çayla, duman keyfinde. "Daha önce fincanla servis etmiyorlar mıydı?" diye soruyorum. "Fincanlar kullanılmıyor ki toz içindeydiler," diyor Enn Sevdiğim Kadın. Tabaktaki ve sunumdaki özeni görünce de diyorum sebep belki de pandemi. Sohbet güzel. Bu sohbetle doğrudan ilişkileri olmasa da konu bir geçmişe, şehrin tarihine dönük bir mevzuya ulaşınca genelev de dahil oluyor konuya.

Salebin keyfi aynıgillerden bir başka tadı getiriyor akla da... genelev ne iş?

Enn sevdiğim kadın soruyor: "Samsun'da ekşi boza yapan bir yer var mı?"

Bir de Yüksekkaldırım'da, oranın yıkıldığından haberi olmayan, orada dolaşırken rastlanan ve geçmişte kalmış bir abiyi anlatan, bir gazetede çıkmış hoş bir yazıdan söz ediyor.


Eğer Çiftlik'de bir araya taşınan dükkân  yaşıyorsa Ekşi Boza var diyorum. Bir turşucuydu kendisi. İlk dükkânı şimdiki Site Camii'sinin olduğu alanın karşısındaydı. Biz çocuktuk ve boza nedir bilmezdik; tat olarak ama... yoksa okuduğumuz hikâyelerde bahsi çok geçerdi. Mahallenin yakışıklı abileri, kendi aralarındaki sohbette bahsederlerdi. Aynı mıntıkadaki işkembe çorbasından bir de: Yakup Usta. Onlar abi sonuçta;  fısfıs yapsalar da kadınlardan, bir de evlerden bahsederlerdi ki başında genel takısı vardı. Sezerdik bir şeyler tabii ki. O cami inşaatından önce kaç tas sularla yıkanmıştı alan bir bilsen. Aklanıp paklanmıştı şehir!

Ödeme için içeri geçiyoruz. Enn Sevdiğim Kadın cam kavanozda salep alıyor. Beyefendi bir tarif kitapçığı veriyor, bir yandan da anlatıyor. En sevdiğim kadın yöntem konusunda aynı fikirde. Ama son golü ben atıyorum.

İçerken bu tarçının üzerinde bir şey var demiştim, çok eser miktarda ve kirli beyaz. Anlıyoruz ki zencefil. İyi salebe nüans kattığı ise kesin.

Denenmeli!

"Şu saz çalan, çok güzel söyleyen, pek sevimli Abi'nin emeğine destek vermek istiyorum, kabul eder mi?" diye soruyorum.

"Almaz ama siz bana bırakın ben hallederim," diyor, Beyefendi.

Yola çıkıyoruz. Bir tabela aklımızı çeliyor. Ralli pilotum toprak yola giriyor.

Salep tarlasının ortasında bir minik kulübe!


*Barokas ve bizi anı defterine yazdıkları ile gülümseten çocuklar yazıdaki 15.fotoğrafın sonrasında.

24 Mart 2022 Perşembe

Bir Mavi Aşk

Yakın tarihli şahane bir Sinop akşamını yazarken birden ayakları yerden kesilmiş ruhumdan zapt edilemez kelimeler fırlıyor: "Duvara yaslanmışım, montumun fermuarını çekmiş, arkamdaki sokaktan gelen cereyandan sıyrılmış, biramı uzun aralıklarla ve usul usul yudumluyorum. Bu sevimli ve küçük mekândan çıkarak dışarıdaki küçük ama sevimli kalabalığa, hemen kapının kenarında oturan bize, hem kapıdan hem de şirin pencerelerden ulaşan ve geceye çok da yakışan müziği dinliyoruz. Öyle de güzel çalıp söylüyor ki genç adam. Üstelik seçtiği şarkılar şahane. Nedense aklıma Bodrum'daki Mavi'nin, Ortaçgil'li ilk yılları geliyor. Bir de benim için bu ülkenin en büyük solistlerinden, o henüz gencecikken ve tıfıl benim o ana kadar varlığından haberdar olmadığım yıllarda, hiçbir barın hatırı kalmasın konseptimizle girdiğimiz Big Ben'de, dalgaların neredeyse ayaklarımıza değdiği, denizin sesinin vokal olduğu o eşsiz geceyi ve Nükhet Ruacan'ı hatırlatıyor... ve elbette solisti olduğu Emin Fındıkoğlu Trio'yu.

Bir an ödüm kopuyor!

Yazları Sinop'da gördüğüm ve artık Sinopluları bile rahatsız eden ve ne yazık ki kentin aidiyetlerinin ve ruhunun farkında olmayan popülasyonu düşününce!.."*


*

Şu an yazmakta olduğumdan önceki yazıda da; yine bir Mavi'de biramın keyfini çıkardığım esnada kulağıma ulaşan ve içinde Bodrum geçen cümleler beni  bir zaman sıçramasıyla çok uzun bir geçmişe götürüyor. Ve şu cümleler dökülüyor tam da bu nedenle günü anlatan yazının son satırlarına: "Elbette Bodrum Mavi, sadece Ortaçgil değildi. O zaman bir Mavi akşamında göz kenarlarımızı ıslatan şarkı bugünlere de aynı hislerle, kopsun gelsin!"

Yazının sonuna elbette o şarkı geliyor ve yazı orada, şarkının gerçek sahibinin sesi ve gitarı ile bitiyor.

Bitiyor ama ben Bodrum'a gittiğim bir başka yılda, o andan sadece iki yıl sonrasında ve bir başka andaki şarkıda tam anlamıyla kalakalıyorum; O'na kilitli gözlerimin kenarlarında birikenleri saklama gayretiyle...

Ve bir önceki yazımın altındaki bir yorum bana şu cümlenin de olduğu bir cevap yazdırıyor: "Ama bu yazının en sondaki italik cümlesi bir yazı için tetikledi, çoookkk yıllar önceki o güne gidip yazarsam, yazarken kesinlikle -masada- Filtresiz-Chivas ortaklığı olacaktır!"**

Bugüne kadar blogda yüzlerce yazıyı belki de yüzbinlerce kelime ile yazdım ama hayatımın en güzel günlerinden birinden ve o günün ortağındansa, anonim bir yazıdaki tek bir cümle dışında hiç söz etmedim:

"Kiminin, bir Bodrum akşamında Aziz'in barında tanışıp, sadece ikimizde öyle hayal ettik diye, sanki bir ömürdür berabermişiz tutkusuyla yaşanan bir günlük heyecandaki gerçekçiliğini..."


Şu an sabahın erkeni, yanımda Filtresiz-Chivas işbirliğiyle oluşmuş bir boilermaker yok. Ama daha güzel şeyler var. Hiç anlatılmamış ama kıymeti hep bilinmiş; akla geldiği anlarda bazen gerçeklikten koptuğum ama gerçek sandığım bir rüya mıydı o diye düşündüğüm 32-33 saatlik o günü, bu yazının tüm kontrolleri bittikten sonra bir okur gibi  okumaya başlayacağım anda kesinlikle,  içine bir shot Chivas salınmış 50'lik bira dolu bardak, yanımda olacak.

**

Çok zor bir süreç ve ben bir abiden öte artık bir "babayım". Hayatla ilgili kararım net: Ben asla evlenmeyeceğim.

Askerlik bitiyor. Her yıl Eylül ayında Bodrum'da buluşmaya karar veriyoruz; grubumuzun üç kişisi, biri Bodrum'da olmak üzere Ege'de yaşıyorlar. Apo nişanlanıyor, onun töreni için önce İzmir'e, oradan da Cemal'le birlikte Aydın'a gidiyoruz. Çok nadir takım elbise giyen ben, Arkadaş için çiğ et bile yerim. Nişan, odalarımızın ayrıltıldığı otelde. Hazırlanıyorum ve törenin olacağı salona geçiyorum. Yüzükler takılıyor ve eğlence başlıyor.  Zeybek oynamak şart! Adlarımız anons ediliyor. Kaytarmaya meylimiz çok. Damadın asker arkadaşları piste. Heybede ilkokulda alınmış folklör eğitimi olsa da artık havamız ağır abi, oysa bugünden bakınca yaş çocuk. Tabii ki kaytaramıyoruz. Bir kız var, esmer ve hoş. Gözlerimiz buluşuyor. Nişan bitiyor ama gece bitmiyor. Apo'nun bir arkadaşı pastanesini açıyor; erkek takımı oradayız, fotoğraftan az sonra anlaşılabileceği üzeri fena içiyoruz ve başım ağrıyor. Sonra otele bizim için ayrılmış odalarımıza dönüyoruz. Sabah Bodrum'a gideceğiz.

Bu benim ikinci Bodrum seferim, ilkini inşallah İzmir'den çıkabilirsem efsane gezi etiketli yazılara ilave edeceğim bir gün.

Sabah kotumla ve spor gömleğimle ve ayakkabılarımla buluşuyorum. Sırt çantama her ihtimale karşı yedek bir şeyler atıyorum.


Öğle üzeri deniz kenarı bir mekânda oturuyoruz. Biraz dolaşıyoruz, ben Aziz'le kalıyorum onlar dönüyorlar. Aziz Bodrum'un en güzel, tam bir Ege köyü tadındaki o yıllarının en popüler restoranlarından Kortan'ın her şeyi. Gittiğimiz hiçbir barda para ödemiyoruz. Böyle de bir ilişki var esnaf arasında. Gece Mavi'nin yanındaki bir yere gidiyoruz ve tabii ki rakı; bize bir yat imalatçısı da katılıyor. Fikret Kızılok o zamanlar köyün bitimi sayılacak Mavi'de. Mavi ile henüz bebe olan Halikarnas arasındaki yol üzerinde hiç bina yok. Kortan'ın karşısındaki otelin bir odasını açıyor Aziz ve oda benim. İyi geceler diliyoruz, sabah kahvaltı saatini söylüyor ve gidiyor. O sıra sırım gibi, ben yaşlarda, yani 21-22'lerde, sırtında gitarı ile bir genç kız kata çıkan basamaklardaki son adımını atıyor. Elinde bir çanta sırtında da kılıfında bir gitar var. Yabancı olduğunu düşünüyorum. Karşı odama geçerken gülümsüyor. Gülümsüyorum. Anahtarı kilide uzatırken yükleri zorluyor, fark ediyorum. Çantayı ve gitarı alıyorum. Teşekkür edip, içeri giriyor.

Nişandaki kızın gelinin kız kardeşi olduğu gülerek kulağıma fısıldanmıştı. Sabah sokağın canlılığına uyanıyorum. Sabah rutinlerini halledip restorana geçiyorum. Aziz restorana yanaşmış balıkçı motorundan balık seçiyor. Kocaman bir taneyi süsleyip, ağzına da bir limon tıkıştırarak soğutucunun vitrinine koyuyorlar. Planları akşam gelecek bir grup için onu pişirmek.

Ben masaya oturmaya yelteniyorum. "Bar'a hazırladım kahvaltıyı tertip," diyor. Aziz askere geç gelenlerden, aynı tertip olsak da biz 20 iken O 30'a yakın olgun bir adamdı; arkamızı toplamayı, gözü kara eylemlerimizi kapatmayı kendine görev addetmiş bir siliciydi.

Manzara enfes. Kahvaltı bar tezgahında. Deniz şlap şlap duvarlara vuruyor. Ne ararsan var bir gün. Ama aynı tezgahta ve bir taburenin üzerinde ne arasam, nerede ararsam arayıp da bulamayacağım bir şey daha var: Akşam yardım ettiğim, aklımı da alan kız. Üçlü bir sohbet başlıyor. Aziz arada günü organize ediyor, elemanlara talimat veriyor, bardan uzaklaşıyor. Sohbet cıvıl cıvıl. Bodrum'a yakın bir yerde yazlıkları olduğunu, kendisinin üniversite son sınıf öğrencisi olduğunu falan öğreniyorum. Hani hiç tanımadığınız birine yolculuk esnasında yan koltuğunuzda olduğu için bir merhaba der ve orada kalırsınız ya... Durum burada ve anda fena; konuştuklarımız yeni şeyler de olsa tadı cıvıl cıvıl. Farkındayım ki bir kor düştü gökten ve biri bana biri O'na. Aziz bir şeye ihtiyaç var mı bahanesiyle yanaştığı anda "Bugün sahnen var mı?" diye soruyor. Ama adıyla seslenerek! Bugün sahnesi yok. Bana da dönüp "Buraneros, benim çıkıp akşam için biraz alışveriş yapmam gerek," diyor. İkimiz de gülüyoruz. Aziz de gülüyor. Sonra çıkıyoruz O'nunla birlikte; sahnesi yok, bana kendi Bodrum'unu gösterecek. Mekânın önünden geçiyoruz. Ben Big Ben'den, Veli'den, hiçbir barın hatırını kırmadan bir gece acaip içtiğimizden ve Han'dan söz ediyorum.

Anlıyorum ki varlıklı bir ailenin kızı. Ekonomik bir gerekçesi yok, seviyor şarkı söylemeyi ve kazandığı parayı harcamayı. O'nunla akşam birlikte orada olmak istediğim bir yer hayalim var. Mavi. İçim içimi yiyor ama teklif boğazımdan öte gitmiyor. Kendi hayallerimi, başıma geleni ve yarım kalmışlığımın beni üzdüğünü ama bir yanıyla da hazır olduğumu, sürpriz olmadığını ama hayallerim konusunda frene bastırdığını anlatırken, ilk kez bir insana bu kadar açıldığımı fark ediyorum.

Yat limanına yanaşırken onu Veli'ye davet ediyorum. Cin tonik'de karar kılıyoruz. Ona iki yıl önce bu barda otururken en can iki arkadaşımdan efsane geziyi birlikte yaptığımızın bardaki, kafayı epey bulmuş bir adamla yat pazarlığı yaparken bir yandan da adama gelen viskileri nasıl götürdüğünü, fakat bunu kendi sarhoş olduğu için mi yoksa adamın fark edemeyeceğini düşünüp parayı ona ödetmek için özellikle mi yaptığını anlayamadığımı söylüyorum. Öyle güzel gülüyor ki yeşile çalan gözleriyle. Bir sarışıncı değilim ama o da sarışın değil ama sarışın, uzun saçlarının rengine erimişim çoktan; kokusunda yok olmaya dünden razıyım. İçim lime lime eriyor olsa da hâlâ "Aşk mı, o ne ki?" yıllarımda ve havalarındayım ama??!!! Bana bir sorsa, kalbimi bir dinlese, bütün foyalarım dökülecek...

Birer cin tonik ne çabuk bitti diyebilecekken ben saat öyle demiyor. Ama diyor ki "Günün ruhları dürtükleyen saatlerindesiniz."

Bodrum'da güneş ne de güzel batar!

Çıkıyoruz. Kalbim Mavi diye basbas çimdikliyor her yanımı. Ona tepki verirken içimde ya herro ya merrocu bir cevval türüyor. "Gidelim mi?" diyorum. "Gidelim," diyor. Artık Mavi'deyiz; hava, Fikret Kızılok'un sahne alma karanlığında. Cırcır böceklerinden ve deniz sesinden öte bir sesin duyulamayacağı kadar sessiz ve binasız yılları Bodrum'un. Fikret Abi, söylüyor. O söyledikçe biz söyleyemiyoruz ama: ikimizin de sığınacak, dökülecek, güvenilecek bir  kuytu aradığı kesin. Sadece elimi değil kalbimi de ter basmış durumda. Bedenlerimiz konuşuyor. Ruhlarımızsa alttan alta gerekeni yapıyorlar ve biz farkında değiliz. Sözlerimizde bir sıkıntı yok da... hani neden saçlarının kokusunda yok olamıyorum; niye cesaret edip de dilime, elime, koluma yol veremiyorum. Üstelik onun hazır olduğunu, üstelik beni sezdiğini de hissediyorum.

İlk kez pervasız değilim ve ilk kez hata yapıyor olmaktan korkuyorum.


Fikret Abi şarkısının sonuna gelirken o yanımdan kalkıyor; Fikret Abi ona gülümsüyor. O bir kaç kelime söylüyor. Fikret Abi bana bakıyor; sonra ona dönüyor, gülümsüyor, sonra bana dönüyor gülümsüyor. O alçak taburenin üzerine sağ bacağını koyuyor. Fikret Abinin bıraktığı gitarı oraya yerleştiriyor. Ayakta, kusursuz bir heykel gibi. "Allahım ben... yoksa benn... yoksa yoksa... ben?" Sol eli akorların üzerinde.... İkimiz de biliyoruz ki bu bir son gece. Gitar susuyor, kendini O'na teslim ediyor. O'nun gözleri bende. Ben zaten hep onun gözlerinde. İlk notayı vuruyor ve sonra sel olup akıyor.






Şarkının finali yaklaşırken çok nadir yaptığım bir şey yapıyorum. Aslında yapan ben değilim. Duygularım. Yürüyorlar. Kendimi O'nun önünde buluyorum. Elimi uzatıyorum. Elini uzatıyor. İkimizin de göz kenarları ıslak. Bütün seslere sağırız. Orada bir saniye daha duramayacağımızı biliyorum. Ödemeyi yapıyorum ve çıkıyoruz. Göz yaşları isyanda, "Bir koyverin bizi bacım abim," diye zorluyorlar. Gülüyoruz. Koyveriyor, o na da gülüyoruz.

Otele yanaşırken Aziz'e uğruyoruz. Hiçbir şey sormuyor ve demiyor. "Bir dakika bekleyin," diyor ve bir şişe iyi soğutulmuş Doluca Moskado ve iki kadehle dönüyor.

Artık buna dayanılmaz. Doluca Moskado bir simge. Hayatımın en zor döneminin en muhteşem gecesinden... Ama bu kez de hayatımın en unutulmaz gününden bir armağan. "Tanrım benim arkadaşlarım niye bu kadar güzel!?"

Elbette dibini buluyoruz. Moskado'nun hikâyesini anlatıyorum. O gözümün ıslaklığını alıyor. O'nun odasında sızıyoruz. Uyandığımda o hâlâ uyuyor. Saçını okşuyorum. Odamdan sırt çantamı alıyor. Aziz'in oraya geçiyorum. Bir çiçekçi soruyorum. Aziz benle geliyor ki kazıklanmayayım. Gül aldığım çok nadirdir, kır çiçeklerini severim. Saat veriyorum. Tam kırçiçekleri şu saatte lütfen diyorum. Güller de şu saatte, şu bara lütfen. Aziz, otobüse kadar benle geliyor. Aydın'a doğru yola çıkıyorum. Kafamı cama yaslıyorum. İki damla yaş düşüyor.

*Sarayda Çarpan Tava, 8.fotoğrafın alt paragrafı.

**Şu yazının yorum kısmında.



Moskado'nun Hikâyesi yazının 7.Paragrafında.

21 Mart 2022 Pazartesi

Martı Gölü Bale Suiti



25.Ocak.2022*

Mavi'ye bir selâm ediyorum. Neden gelmediğime bugüne kadar hep şaşıyorum. "Acaba?" diyorum, Bodrum Mavi ile daha tıfılken yaşadığım Ortaçgil'li gece ve sonrasında Bodrum buluşmalarımızın tadı onu ayrı bir yere koydu da bünye bu ad benzerliğini sindiremedi mi acaba? "Hımmmm..." diyor gencin başını okşuyorum ve diyorum ki bir yetişkin olarak: "Burası başka, hem sevmiştim ben de ama neden gelmediğimi de bir türlü izah edemiyorum." Sonra diyorum ki "Bir öğle sonrası şu pencere önündeki dip masaya gelmeli, biraya yakışır bir şeyler isteyip sadece yolu ve denizi seyrederek ve zamana yayarak içmeli..." Hep selamlaştığımız; saçları civciv sarısı boyalı, mekâna çok yakıştırdığım kızla da iki lafın belini kırmalı... Üstelik patron beni tanıyor, bunu bakışlarından anlıyorum. Bir selâm versem dökülecek. Velhasıl geçen yıllar hızlı olsa da bir gün bile gelmemiş olmam ve daha dünmüş gibi, zaman tazeymiş gibi, bir gün gelirim acelesi yok havama da şaşırıyorum. O halde tez zamanda geliyorum...


18.Mart.2022**

Karşıya geçince adımlarımı yavaşlatıyor ve yarın için, yani bugün için yılların özlemini sonlandıracak, bir süredir göz kırpıştığımızla ilgili olarak net bir karar veriyorum.

Mavi'de bira içeceğim ve ardından da şu gençlerin yeni açtıkları mekânda kahve...

Önünden geçerken artık yakınlaştığımın bir nişanesi olarak yakın plan bir fotoğrafını çekiyorum Mavi'nin; "Çaktırma," diye de sesleniyorum.

En arka ve cam kenarı masayı çoktandır gözüme kestirmiş durumdayım.

Masada olmasını istediklerim kafamda.



19.Mart.2022

Adem Usta'ya doğru yürüyorum. Niyetim çorba. Biraz sonraya dair fikirlerim var ancak kafamda da soru işaretleri ve neredeyse gerçekliği de kesin bir öngörü. Eskilerin deyimi ile ne olur ne olmaz diyerekten altlık o halde.

"Bir Ezo Gelin çorbası lütfen."

Damağımda enfes bir keyifle çıkıyorum. Hemen ara sokağa dalıyor ne yazık ki kapanan *Bredblock'un önünden geçerken de enn sevdiğim kadınla bir telefon konuşması yapıyorum. Sonra denize doğru ana caddeden yürürken ışıklara varıyor, bulvarı geçerken de tam önümdeki ilk sokaktan inmeyip sola kıvrılıyor ve ikinci sokaktan iniyorum. Önce arka masadan kapıya gelene kadar mekânı dışarıdan kontrol edeceğim. Malum pandemi!

Gününse en bayıldığım saatleri.

Keyfini çıkarmak boynumun borcu.

Sahile vardım ve sağa kıvrılacağım. Kıvrıldım. Mekâna yanaşıyorum. Önünden ağır adımlarla geçerken içeriyi kolaçan ediyorum ki dip masada iki kişi var. İçimdeki kaypak kıvıracak gibi. Adımlarımsa çok kararlı. Giriyorlar kapıdan içeri. Üçüncü masaya oturuyoruz. Kitap kabanın cebinden dışarı hopluyor ve masanın üzerine yayılıyor. O memnun, "İyiymiş be!" deyip manzaranın tadını çıkarıyor, hatta "canlı müzik olan bir akşam takılalım," diyor. İçerisi sıcak. Ben de...

Sarışınla merhabalaşıyoruz.

Genç adam masama yanaşıyor.

"Bira," diyorum.


O indirim saati olduğunu kastederek Amsterdam falan öneriyor ancak benim kafa net: "Efes Malt lütfen."

Çok keyifli bir andayım. Sıcacık bir ortam ve hoş bir mekânda ve günün hoş bir saatinde kaliteli ve Türkçe sözlü müzik eşliğinde biraz manzara biraz kitap, biraz hayat, uzaktaki martılar falan derken ve öngördüğüm gibi mutfak kapalıyken çerez de istemiyor, biramla zamanı yaşıyorum. Usul yudumlarla ânın tadını iliklerimde hissederken, dumanı üzerinde bir kahve ve ona eşlikçi bir pastanın ve yeni açılan genç kitap kafenin hayalini de kuruyorum. O sırada bir dolu başlıyor. Oysa üst kesimlerde kar yağmaktaymış. Bir süre kar beklentisi ile ikinci bira hevesi içimi fokurdatıyor. Arka masa çoktan boşaldı. Sarışın, benden sonra gelen ve mekân sahibinin eşi, genç adamın da annesi olduğunu düşündüğüm kadın ve genç adam bir masada sohbetteler. Konu ise Bodrum. Sarışın bu sezon orada çalışma fikrinde. Onu Bodrum Mavi'de hayal ediyorum.

Ooooo kaç saat olmuş.

Biramın son yudumlarındayım, kar beklentim boşa düşürüyor, bugün olmuyor ama başka bir gün ihtimal ki ikinciyi de isteyeceğim.


Toparlanıyorum. Ödemeyi sarışın alıyor. Beni mekânda gördüğüne sevindiğini söylüyor. Gülümsüyor, teşekkür ediyorum. Cool yapıyor, sözü uzatmıyor, gülümseyerek iyi günler diliyorum.

Dışarı çıkınca martıların coşkusuna takılıyor gözlerim. Ben de zaten o yöne yürüyeceğim. Yaklaştıkça coşuyorum. Onlara biraz bakıp kitap kafeye döneceğim. Nasıl bir keyif hali, mini makine cepte, çatır çatır çekiyorum. Kulağımda enfes bir müzik. Martı Gölü Bale Suiti.* Yaşama teslimim. İnsanlar kalabalıklaşıyorlar. Yüzlerde mutlu gülümsemeler, tüm gamlar kederler paramparça, parmaklar telaşlı bir sevinçle telefonların deklanşörlerinde. Çocuklar dansa iştirak ediyorlar. Güneş sahne ışıkları görevini üstleniyor. Önümden geçmekte olan abi fotoğrafıma engel olmamak için eğiliyor. Bir anda, evet bir anda, durup dururken, herkes birbiriyle dost oluyor. Nasıl mutlu yüzler topluğu bu ki sanki hayat hep bayram.

O zaman diyorum ki coşkusu tavanda ben: "Hadi canlarım, bütün hücrelerim, heyecanlarım, sevinçlerim: kahveleeerr bendeeeennn!"


Hep birlikte, şen şakrak şarkılarla, dalıyoruz sokağa. Varıyoruz yeni açılan, gençlerin daha çok takıldığı kitap kafeye, ancak görüyoruz ki iğne atsak yere düşmez. Verandası ise soğuk.

Sesleniyorum yeniden:

"Peki millet üzülecek miyiz duruma?"

"Tabiii ki hayırrrr!!!


"O zaman haydi Marketim Deluxe'e... ıvır zıvırlara hücummmm ve partiye evde devam".

Çığlıklar.

"Var mıyııızzz?!"

Daha kuvvetli çığlıklar.


***

Elbette Bodrum Mavi, sadece Ortaçgil değildi.

O zaman bir Mavi akşamında göz kenarlarımızı ıslatan şarkı bugünlere de aynı hislerle, kopsun gelsin!





*Gri De Güzeldir başlıklı yazıdan.

**Dün Neler Neler Oldu Aslında başlıklı yazıdan.

Çay Bredblock ve Hasret Senfonisi

*Bir Mavi Aşk içinse buradan lütfen...


*Martı Gölü Bale Suiti diye bir şey yok, tümüyle yazarın uydurması!

19 Mart 2022 Cumartesi

Dün Neler Neler Oldu Aslında

17.03.2022. Saat 23:05.

Posta kutum çok mutlu. Bayram yapıyor, kaç kere başkalarına gelen mektupları okumak ayıp demiş olsam da o açıp okumuş. Ben derin bir uykudaymışım ki hiç adetim değil o saatler. Yine de günahını almasam mı? Belki kıyamadı, belki de tüm gayretlerine rağmen çok derin ve güzel uyuyor deyip, anne ya da babaanne şefkati ile uyandıramadı. Oysa uyandırsaydı uçacaktım!

18.03.2022. Saat 04.32.

Uyanıyorum. Bilgisayara uzanıyorum. Uykuya dönmemem için her şey yapılmış olmalı. Açıyorum bilgisayarı, yastıkları dikliyorum. Posta kutum bir bak bana diye göz kırpıyor. Bir müjdem var sana tadında gülümsüyor. Açıyorum kutuyu. Severek takip ettiğim, dünyasını ve uğraşlarını sevdiğim bir hanımefendiden.

Ben daha okumaya başlamamışken...

Koltuk altlarımdan kafalarını uzatarak, kaç kere başkalarının mektuplarını okumak ayıp demiş olsam da okuduklarını anladığım sevinçlerim, zıp zıp zıplıyorlar. Hatta o kadar aşırılar ki sürekli birbirleriyle çakk yapıyorlar. Aslında kızmam gerek fakat öyle tatlı ve muzırlar ki... Ben yemeyeceklerini biliyor olsam da yine de kaşlarımı çatıyorum.

Umurlarında bile değil.

Gözleri ile... gülümsemeleri ile... hadi ama tadıyla mektubu işaret ediyorlar.

12 kelimelik ve sonunda soru işareti olan ama taşıdığı mutluluk kocaman bir mektup. Ya zarafet!

Özürle başlayan ve şu kelimelerimin de olduğu bir yanıt yazıyorum: "...özellikle çok uzun ve bence okunması, bir nebze de anlaşılması, belki süresi nedeniyle dinlemesi zor bir yazı bulduğunuz; ona ruh kattığınız ve hakkını teslim ettiğiniz için çok teşekkür ederim." Ve mektubu şu cümle ile bitiriyorum: "Erken fark edemediğim için kaydı, tekrar çok özür dilerim, almadığınız yanıt için kalbinizin nasıl sıkıştığını hissedebiliyorum, affedin. Sevgiler..."

Uykuya dönemiyorum çünkü çok zarif mektupla gönderilmiş olan kaydı tıklıyorum. Kulaklığı takıyor, dünyamı dış seslere kapatıyorum. Benim bile neredeyse unuttuğum, 2008 yılından bir yazım.

Dinlerken hiç benim yazım gibi hissetmiyorum ama yazıda artık bir ruh var. Bense bir başka evrendeyim sanki. Sesle birlikte görüntüler de akıyor. Altta enfes bir müzik, iyi yürekli: Bir eşlikçi olduğunu biliyor ve asla rol çalmıyor. Şu dünyaya göre uzun bir kayıt. Doyamıyorum... Defalarca, ama defalarca dinliyorum. Ve sonra yüzümde enfes bir gülümseme, içimde huzur, yeniden uykuya yeniliyorum.


Saat 9:30'u bile çoktan geçmiş...

İşe yetişme ihtimalim güç. Bilgisayarı açıyorum. Yeni bir mektup göz kırpıyor. Posta kutum gülümsüyor...

Bense, geliş saati 07:24'ü görünce, sevinemiyorum. Hemen içinde özür olan bir yeni yanıt yazmayı düşünürken, iç sesim "Battı balık yan gider, sen sakin ol. İşlerini hallet ama önce pencereden bir dışarıya bak, sonra oturup sakince, içinden geldiğince bir yanıt yaz." diyor.

Yatak odamın penceresinden dışarı bakıyorum. Fotoğraf makinesine gidiyorum. Sonra salon penceresine...


Muhteşem beyazlık başımı döndürüyor. Yüzümde enfes bir kış güneşi oluşuyor. Hayat iyice yavaşlıyor. Tüm ayakaltı durumları elden çıkarmak için kahvaltıyı da hallediyor ve klavyenin üzerine uzatıyorum ellerimi...


Saat 10:51.

Nerdeyse 3 saat gecikmiş, biraz da mahcubiyetle mektuba bir günlük yazarmışçasına sıralı olarak şu cümleleri de yazıyorum: "Saat dört civarı uyanıp gecikmiş cevabı yazdıktan sonra sabaha kadar tekrar uyumadım, uyuyamadım; defalarca baştan aldım podcast'i, kulaklıkla dinleyip dış seslere kapatarak, her defasında yeni nüanslarının tadını çıkardım... Hiçbirinde kasılmadım, bu benim yazım duygusu yoktu, ona ses olan ruhun sahibini kıskandım. Hatta, "Bir şarkının sözleri mi yoksa bestesi ve ona ses katanı mı?" sorum üzerine düşündüm. O kadar keyif aldım ki anca gün ışımışken tekrar uyudum. Sonra uyandım, saat dokuzu çoktan geçmiş, mesaime 15-20 dakika falan kalmıştı ki olacak şey değildi bu. Bir cevap yazmaya teşebbüs ettim, içine yine uykudan kaynaklı gecikme için özür de yazacaktım. Sonra dedim, şimdi bırak, rutinlerini hallet, işbaşı yap, bir göz at dünyaya sonra sakin sakin yaz cevabını... "

Dedim ya hanımefendi çok zarif. O ise ben uykudayken yayınlamış bu enfes dinletiyi. Onunla kalmamış. Uyandığımda uçmam için gereken herşeyi yapmış ve o yazımın altına sıcacık bir mesaj bırakmış:

"Ah o arife günü sabahları ne müthiş bir heyecan, sevinç olurdu. Yastık altı hediyeniz efenim,"

Bu yönlendirme benim yapmaya bayıldığım, sevdiklerime elden vermeyip de kurnaz yemleri takip ettirerek onlar için aldığım hediyelere sürüklediğim bir yöntem. Etme bulma dünyasındayım ve bu sabah başıma gelen en harika ikinci şey bu.

Kaç kez de orada, podcast'de de dinliyorum. Fakat bir Rodin sendromu yaşamayacağım kesin. Çünkü o yazı artık benim değil!

Arzu ederseniz buyurun lütfen!


Öğle oldu hâlâ ayaklarım yerden kesik. Çok mutluyum. Çünkü bu yazım hayatımın en kıymetli dönemlerinden birine ait. Duyguların nefesimi kestiği enfes bir yıl. Asla unutulmayacaklarımdan biri var o zaman; aldığım kısa ve net ve çok yürekli bir mesajla başlayan iletişim çok ama çok keyifli, ruhum havalanmış durumda... Ve onu gözeterek kalbini çok fena kırdığım biri.

Bu keyiflerle ve anılarla yürürken ben, müthiş bir tipi başlıyor. Aslında uyanık birden yüklenmiyor. Ben de bir yanda deniz bir yanda kar keyfinde yemeğe gidiyorum. Sonra hızlanıyor. Üstelik bu kez cepheden saldırıyor. Kabanım beyaza dönüyor. Gözlerim açılacak gibi değil, kapüşonu iyice öne eğiyorum. Sonra karşıya geçiyorum. Martılar şenlik yapıyorlar. Ayaklarım hâlâ yerden kesik, keyfim gıcır gıcır. Aklımda planlar var ve şu an önünden geçtiğim ve bir önceki yazıda söz ettiğim kahveci kesin!


Ve Adem Usta'da her zamanki masamda camın önündeyim. Az önce "Az haşlama lütfen," demiştim.

Geliyor, buradaki garsonlar da bana hep "Hocam," diyor. Görüntü muhteşem, havuçlar ve patatesler pırıl pırıl. Lokum gibi etler... Biraz limon sıkalım o halde! Biraz da karabiber...

Ödememi yapıp çıkıyorum. Fırına yürüyorum. Ekmek alıp geri dönerken kar şiddetini artıyor tekrar. Sanki derdi benimle?! Biraz fotoğraf çekiyor ve ışıklara varıyorum. Karşıya geçince adımlarımı yavaşlatıyor ve yarın için, yani bugün için yılların özlemini sonlandıracak, bir süredir göz kırpıştığımızla ilgili olarak net bir karar veriyorum.

Mavi'de bira içeceğim ve ardından da şu gençlerin yeni açtıkları mekânda kahve...


Önünden geçerken artık yakınlaştığımın bir nişanesi olarak yakın plan bir fotoğrafını çekiyorum Mavi'nin; çaktırma diye de sesleniyorum. En arka ve cam kenarı masayı çoktandır gözüme kestirmiş durumdayım. Masada olmasını istediklerim kafamda. Biraz da işe güce baksam nasıl olur acaba?

Biraz müzik dinliyorum. Kuşlar bir link getirmişler bana. Çok sevdiğimiz, orada olmaya bayıldığımız bir şehirden. Çok keyifle davete icabet ediyor ve büyük bir zevkle dinliyorum şarkıları. Elbette içten kopan düşüncelerimi ifade etmekten çekinmiyorum. Çok keyifli günün ruhları dürtükleyen saatleri yaklaşıyor. Dükkânı kapatıyor, sabah kaldığım yerden devam ediyorum. Dinliyorum artık benim olmayan yazıyı... Defalarca...

Sonra...

Telefon.

Ve tek tuş...



Ve mutluyum...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP