4 Şubat 2022 Cuma

Ne Güzeldi Oysa O - 1

... Dünden beri aklıma düşen bir mevzu var. Çocukluktan, ağırlıkla lise yıllarından karakterler geliyor aklıma. Güzel duygular bırakmış ama yeni yetme şımarıklıklarım yüzünden öteki yüreklerde yarım kalmış yaşanmışlıklar... O hâlime kızmıyorum elbette. Yüklerini hayatım boyunca taşıdım desem yeridir. Buna ilgi gören bir çocuk şımarıklığı da denebilir. Kötü bir çocuk değil ama...

Sonuçta çocuk işte!

Sonra bu pişmanlıklarımdan bir yazı dizisi yapsam, diyorum. İlk O'nu yazmayı düşünüyorum.

Öyle saf ve öylesine sevimli bir aşkla sevmişti ki... Elbette farkındaydım, elimde O'nun yazmadığı ama onun ilgisini anlatan karta yazılmış ve renkli zarfa koyulmuş bir mektup vardı. Henüz 13 belki de 14 yaşındaydım.

Belki de o yaşlarda bile değildim...

2 Mart 2021


"Anne oraya taşındığımızda da burada giydiklerimizi mi giyeceğiz?" diye soruyorum. Doğduğum mahallede, doğduğum sokağın bir üstündeki bütün kapıların açıldığı aslı hol  ama yemek masamızın da bulunduğu ve döşemelerin kenar tahtalarında mantarlar yetişen;   Babaannem, Dedem, Halam, üç kardeş ve anne babayla 8 nüfüslu küçük ve alt kat kira evden artık bizim diyebileceğimiz, şehrin o yıllarda en popüler semti olmasa da o semte giden cadde üzerindeki, eski ve görkemli ve hepsi bahçeli evler arasında ilk inşa edilen apartmanlardan birinin en üst katına taşınıyoruz. Henüz apartmanlar bir koridor yaratmadığı için de müstakil ev tadı, eski mahallemiz dahil şehrin en tepelerine kadar muhteşem bir manzaramız ve uzun bir balkonumuz var. Yaz akşamları o balkonda tüm aile müthiş keyifler yaşıyoruz ama eksiğimiz eski mahallede, ölümün soğuk yüzünü ilk kez tattığımız Dedemiz. Ama artık bir ranzamız var... Ben üstte, kızkardeşim altta yatıyor. Babaannem ve Halam da aynı odada karşılıklı iki divanda ve küçük kardeşim de yer yatağında...

Bir süre sıklıkla eski mahallemize gidiyoruz, arkadaşlarımız orada.

Sonra ufak ufak bu yeni, sosyetik insanların da yaşadığı mahallemizde önce apartmandan sonra da çevreden arkadaşlar ediniyorum. Birlikte saklambaç oynuyor, okul bahçelerine gidip basketbolun tadını çıkarıyor, yan komşumuz Doktor Selim A. Bey'in sahibi olduğu muhteşem de bir bahçesi olan ve Rumlardan kalma şahane evin arka bahçesindeki potasında, onun oğlu Aydın Abi ile basketbol maçları yapıyoruz; o aynı zamanda bize antreman yaptırıyor ve o sayede de oyunumuz gelişiyor. Evin kızı Burçin ise benim ilkokuldan sınıf arkadaşım. Hatta bir süre sonra beyaz atletlerimize, bu kez apartman görevlimizin çok iyi resim yapan büyük oğlu Şevki Abi Harlem'e atıfla H harfleri olan boyamalar yaparak onları forma haline getiriyor. Kısa bir süre sonra sosyal bir sıçrama yaptığımız bu mahallede bizden önce oturan, biz yaşlarda kızlarla da arkadaş oluyoruz. Akşamları caddenin bir arka sokağında yakan top, akşam ebesi, saklambaç gibi oyunlar oynuyoruz ve gittikçe de kaynaşıyoruz.

Tabii ki havada aşk kokuları var. Şevki Abi'nin kardeşi Ramazan saçları permalı, ince uzun, bahçesi muhteşem konak tipi bir evleri olan şehrin popüler ve güçlü ailelerinden birinin kızı olan, adı da muhtemelen aile büyüklerinden gelen Duriye'ye yangın. Duriye iyi kız, sınıfsal yükseltilerine rağmen kimseyi küçümsemeyen zarif biri, arkadaş olarak Ramazan tamam ama ötesi hayal bile değil.

Love Story'nin patladığı ve dünyayı salladığı yıllar. Henüz eski mahallede ve bu evi satın alıp taşınmamışken Annem, Babam, Halam ve Enn Amcam, artık olmayan, anılarımdaki yeri derin Konak Sineması'nın bir tür gala gecesi olan Cumartesi 18 seansına aboneler ve o yılları yakıp yıkan filmi izlediler. Bense Hürriyet Gazetesi'nde Faruk Geç'in çizimleri ve konuşma balonları ile yayınlanmakta olan çizgi romanını takip ediyorum; ilkokul çocuğuyum ve oradaki Ali MacGraw'in, özellikle de saçlarının hastasıyım. Filmi halam kız kıza sohbetlerinde arkadaşlarına anlatırken, karakter içimde bütünüyle yer ediyor, onun gibi bir sevgili hayal ediyorum.


Yeni mahallemizdeki akşam buluşmaları artık gün içine de yayılıyor. Aynı cadde üzerindeyiz, evlerimiz karşılıklı; en uzağı 30-40 metre uzağımızda. İki kişi var ki onlar akraba ve caddeyi kesen bir başka cadde üzerinde ama 50-60 metre uzağımızdalar. Bu iki kızdan biri bizden bir kaç yaş büyük. Ona Gülşen Abla diyoruz. Ve onun kuzeni, Mihri. Ad başlangıçta garibime gidiyor. Saçları açık kumral, sarıya yakın; ama kesimi Ali MacGraw. Nahif ve elbisesi çok yakışıyor. Dikkatimi çekiyor ama fikrime girmiş değil. Bolluk içine düşmüşlüğün şımarıklığında da olabilirim. Ya da çocukluk; değerleri analiz etme yeteneğinden yoksunluk da denebilir buna, bilmiyorum.

Bir yanım aslında birini deli gibi sevmeyi, delicesine de aşık olmayı istiyor.

Sonra bir gün kızlardan adı Türkân olandan bir anket defteri geliyor. Hepimizin yanıtlaması için. Bunun bir tuzak, bazı sorulara bir yanıt aramak olduğunu anlıyorum. Soruları çok bilmiş, kül yutmaz, çok tecrübeliymiş havalarında bir şımarıklıkla yanıtlıyorum ama sorulardan, istenen tariflerden bunların Mihri'ye yaklaşımımın testi olduğunu da anlıyorum. Diğer arkadaşlar da tamamlayınca defter Türkân'a veriliyor.

Yanıtlarımın yıkıcılığına ve şımarıklığına daha sonra çok üzülüyorum.

Yine akşamları buluşuyor, oyunlara devam ediyor, saklambaça, körebe, hatta futbol falan da ekliyoruz. Mihri her zaman pırıl pırıl. Yüzündeki ufacık çilleri ile çok tatlı. Beni ne kadar sevdiğini hissediyorum. Duygularını anlıyor ve seviyorum. Ama çapkınlık derslerimi aldığım en küçük amcamın koleksiyonlarının da esiriyim. Havalıyım. Çocukça... Aşık olmak bir zayıflık durumu sanki. Karizmayı çizdirmek bize yakışmaz. Oysa iyi kalpli ve romantik bir evin çocuğuyum. Yoksa ilgi ve beden sarhoşu muyum?

Bugünden bakınca bir odun alıp kafamda paralayasım geliyor. Halimi aslında hangi kelime ile anlatabilirim onu da bilmiyorum. Oysa şımarık bir çocuk olmadığım gibi iyi kalpliyim de...

Sonra bayram geliyor. Birbirimizle bayramlaşıyoruz. Mihri ortada yok. Türkan bayram kartları hazırlamış, özenle her birimizin adına yazmış zarfların üzerini ki birini bana veriyor. O an açmıyorum. Hepimiz dağılınca açıp okuyorum. Bir kutlama ve siz hitaplı. Ama içimi yıllardır her aklıma geldikçe yakan bir cümle de var içinde: "Mihri sizi çok seviyor. O başkasını sevse bile ben yine de onu severim diyor."

İçim cızz ediyor elbette, ama yeniyetme şımarıklıklarım bunu başarıyla perdeliyor. Sonraki yıllarda hep aklıma geliyor. Gitsem, arasam bulsam, onu bir pastaneye davet etsem, ellerini avuçlarıma alsam, gözlerine baksam, sözlerimi döksem ve özür dilesem....

Bunu çok kere, aklıma her düştükçe, delicesine istiyorum. Ama sonra... sonra diyor ve vazgeçiyorum. Ve sonraki yılların hiçbirinde, hiçbir yerde karşılaşmadığımız gibi Türkan'lar İzmir'e taşınıyor, biz şehrin dışında yazlık niyetiyle yaptırdığımız sonra sevip kaldığımız bir yere geliyoruz. Ortaokul ve lisede ben çok daha aktif bir hayatla haşır neşir oluyorum ama; aklıma O her geldikçe; onu üzdüğüm için kalbimden bir sızı bana, hep onu hatırlatıyor, merak ediyorum. Bir yanımla da aslında ne kaçırdığımı, biliyor ve o yaşanmamışlık için belki de hayıflanıyorum.

Bilmiyorum.



2 Şubat 2022 Çarşamba

Tetiklenmek Ve Ganimete Koşmak

Dün Spotify'da Blog Dostlarımdan Momentos'un 31 Ocak'da yayımladığı podcastini, her zaman olduğu gibi keyifle dinliyorum. Bu kez ben için ekstra bir durum var. Üstelik o an bu durumun beni nasıl gaza getireceğini ve bir kitabın peşine nasıl bir heves ve telaşla düşüreceğini bilmiyorum.

Keyifli bir güne, ateş almış, lezzetli bir başlangıç anında olduğumu da...

Seslendirdiği bölüm Marquez'in bir öyküsünden bir paragraf. Momentos ikinci dinlememin son cümlelerindeyken ben kitabın izini sürmeye başlıyorum.

İlk olarak yıllardır alışverişlerimi yaptığım kitapçıma giriyorum...

Fakat söz konusu öykünün olduğu kitap yok. Tükenmiş. Sonra tüm kitapçıları tek tek dolaşmaya başlıyorum.

Yer yarılmış da kitap yerin içine girmiş sanki...

"O halde sahaflar!"

Rabbim onları eksik etmesin çünkü bir kez daha çocuk sevinçlerimi zıplatıyorlar.

Bu telaşe içinde aranırken internette kitabın farklı bir fotoğrafını görüyorum; içim alev alıyor. Doğru kitaplığa koşuyorum. Gazetelerin ansiklopedi, kitap verdiği yıllar... Çocukluğun en güzel zamanları. İşyerlerine ve evlere gazeteler giriyor; girmekle kalmıyorlar kupon karşılığı kültür sanat hizmeti de veriyorlar.

Doğrudan o kitapların olduğu rafın önüne koşuyorum... O da ne, yok. Hayallerim ayaklarımın dibine düşüyor ama bir şangırtı kopmuyor. İçimde bir çocuk yıkıntısı olsa da yetişkin yanım sakini oynuyor. O sakinlik düğmeyi çeviriyor ve bir ışık yakıyor. O ışık "Karşı rafa yürü," diyor.

Nasıl bir sevinç. "İşte orada!" "Marquez kitaplarının arasında!" Alıp hemen salondaki masamın üzerine getiriyorum. Günü birlikte geçiriyoruz.

Bu sabah.

Saat 3:30 civarı.

Uyanıyorum çünkü erken yatmıştım ve derin uyumuş, en sevdiğim kadının aramasına uyanmış, onunla dün açılan ve bir süredir dikkatimi çekmekte olan, bana çok yakın ve çok hoş sokaktaki el yapımı makarna dükkanı üzerine konuşmuştuk ki saat 20 civarıydı. O zaman kitap yatağımın kenarındaydı. Onu alıyorum elime ve kitaba adını veren ama üst başlığı Sevgiden Aşırı Hep Ölüm olan öyküyü okuyorum. Tabii ki bayılıyorum.

Bu sabah

5:30

Okuduğum öykü Boğularak Ölenlerin En Yakışıklısı. Momentos'un seslendirdiği paragrafta duruyorum. Podcast'i açıyor, bir yandan dinlerken bir yandan cûz sürer gibi takip ediyor ve bundan keyif alıyorum. Sonra bu yazıyı yazmaya karar veriyor, fotoğraf makinemi yerinden alıyor ve henüz günü ışımamış sabahın en erkeninde, sabah ezanının muhteşem armonisinde, yazıya son noktayı koyuyorum.




*Momentos'un seslendirmelerini Spotify'dan takip edebileceğiniz gibi, linki tıklayarak blogunun sol köşesine koyduğu podcast'lerden de takip edebilirsiniz.

30 Ocak 2022 Pazar

A-j 2261'in Anıları: KOD ADI BRNRS

Analiz-BRNRS hk.

Gün 23 Ocak Pazar. Planıysa, iki hafta önce kendine söz verdiği üzere; Balıkçı Barınağı'ndaki Belediye işletmesinde, üstelik balığın en güzel mevsiminde balık yemek.

Işıkları da geçtikten, istasyon için son düzlüğe girdikten sonra biraz da vakit nedeniyle tereddüt yaşamaya başlıyor. Gidip de lokantayı kapalı bulursa ya da çok kalabalık olursa halleri fikrini çelme çabası içinde. Saate baktığındaysa karanlığa kalma olasılığı var. Oysa O lambaların yanmadığı, Gri'nin parladığı ve iki öğün arası bir vakitte, kimseler yokken orada olmayı istiyor ki hem turlayıp, fotoğraflar çekip hem de balığın dibine vursun. A-j 2261

 

*

Onu takipteyim. Analizi servise ulaştırdığımdan beri sürekli ensesindeyim. O gün mahallesinde bir mekâna takılıp kalınca, evine dönene kadar izledim. Kapısının önünde yattığımı söylersem abartmış olmam. Attığı her adımı takip ediyorum, bir haftadır. Bir tek gün kardeşinin aracına bindi ve birlikte çıktılar, bir ekip peşine takıldı, bir şaşırtmaca da olabilir bu; iki saatten biraz fazla zaman sonra da yalnız döndü ve haftayı mıntıkada geçirdi. Bir kere de trene bindi ki soluğum ensesindeydi.

Sokakta tamirat yapan eleman kılığında izliyorum, geceler soğuk. 6.gündeyim ve Cumartesi. Ocak ayının 29'u saat 10 civarı. Dinleme cihazından bir hareketlenme halinde olduğunu anlıyorum. Dün enn sevdiği kadınla bir telefon konuşması yaptı, dinledim; analizime göre ki bu bir şaşırtma da olabilir ya da bir şifre, bugün hareketli geçecek ve ben de her türden sürprize açık biçimde sürekli ensesinde olacağım.

Dış kapıyı açtı ve binadan çıktı, bahçe kapısını açıp kapattı, bir an sahilden yürümeyi düşündü ama sonra bulvardan yürümeye karar verdi.

Tabii ki bunun bir çevre kontrolü olduğunu anladım, biraz uzaklaşmasına fırsat verdim ve ağaçtan inip kamuflaj yapraklarımdan hemen kurtulup yüzümdeki çamurları iyice silip temizledikten sonra o daha üst köşeden kıvrılmadan ve şüphe yaratmayacak bir mesafeden takibe başladım.

Yolda onu geçtim. Trenci olduğunu bildiğim için istasyona önden girdim. En arka kapıyı kullandığını biliyorum. İkinci maskesini ötekinin üzerine taktı. Ondan önce, o vagonun ön kapısından geçip onu görebileceğim bir koltuğa oturdum. Onun sırtı dönük bana, ters koltukta ve çaprazında bir genç kadın var. Bir şüphe uyandırmasa da dikkatliyim. Bir belge transferi olabilir. Şahsın bu güne dair keyfi ve şanslı oluşuna dair hissi iyice yükseldi; çünkü enn sevdiği tren modeline rastgeldi. Bir Çinli, üstelik sürücüsü bir kadın.

Hangi durakta ineceğini biliyorum, nereye gideceğini de; indiğinde üst geçide asansörle çıkacak, o yüzden ondan önce karşıya geçip AVM'ye girmem ve o kata çıkmam gerek. Hızlı hareket etmeliyim!


Güvenliği kolaylıkla geçiyorum. Ben yürüyen merdivendeyken o henüz görünmedi. Bir üst kattayım ki henüz yok. Çok şükür! Ondan önce gişedeyim ve hep seçtiği koltuk bilgi olarak elimde, ben de onu rahat izleyebileceğim, son sıradan dip bir koltuğu satın alıyorum. An itibariyle benle birlikte 5 seyirci olacağız ama benim izleyeceğim film olmayacak tabii ki. Lobideyim, o merdivenin ucundan göründü. Adamdaki şansa bakar mısınız, film uğurlu sayısı olan salonda. O zaman iyi bir filmdir diye düşünüyorum çünkü gişede filmle ilgili uyarıldım. Üç buçuk saat* bir film için uzun süre, üstelik ödüllü filmler sanatsal olur ve bu benim için işkence. O etrafa, sonra saate bir baktı ve terasa geçti. Bu avantajı değerlendirmem lazım. Şimdi koltuğumdayım. Bu arada trende karşı koltuğunda oturan genç kadın epey durak önce indi. Bir şüphe hissetmesem de son ana kadar bekleyip tam tren kalkmak üzereyken inmesi, yine de acaba dedirtti ve takip edilmesini istedim. Sıkıntı olmadığı az önce bildirildi.


Bir ara kendimden uzaklaşmışım; farkında değilim çünkü filme kapılmışım. Çok şaşırdım. Bir sanatsal film, çok karakterli bir film, üstelik gayet durgun olduğunu düşünüyor ve bunu bir avantaj sayıyordum kendim için; çünkü beş kişimizden çift olan ikili erkenden çıkmıştı. Film kontrolümü tümüyle ele almış ve esir etmiş beni. Şaşkınım. Bir Ajan olarak yaşlanıyor muyum acaba? KOD ADI BRNRS ise benden beter, bacağının birini ön iki koltuğun arasından uzatmış, dünya umurunda değil, beter biçimde film çekip almış onu da, dünya yansa umuru olmayacak; ve usulcana bir keyif akıyor bedeninden. O an farkında değilim, bir hata yapıyor ve ona bir kağıt mendil uzatıyorum. İyi sanat insanı iyi kalpli mi yapıyor diye bir korkuya kapılıyorum. Tam o sırada ara oluyor ve beni adeta girdabımdan çekip alıyor. Az daha, evet az daha bir sanat filmi, duygudan başka bir şey olmayan bir film, kabul etmeliyim oyunculuklar harika, beni ele geçirecek ve sert adam halim, tüm karizmam, yerle yeksan olacakdı... Dağılmış vaziyetteyim. Büyük bir mesleki zaafiyet anındayım ve O, salonda yok. Telaşlanıyorum. Sonra bir sakinlik çöküyor. Alışkanlıklarını biliyorum ve dinleme esnasında enn sevdiği kadına bir sonraki eylem için film arasında arayacağını söylemişti. Hatırlıyorum. Terasta olduğu kesin.


Nasıl bir coşkuyla anlatıyor filmi, imreniyorum. Kabul, ne kadar sert adam olsam, mesleğim kirli ve katı olsa da ben de bir aile babasıyım; sevgi nedir bilirim. İnsan olduğum anlar vardır benim de... Kapatıyorum dinleme cihazımı. Zaten sinemadan sonra ne yapacağını da biliyorum. Yoksa... yoksa... filmin devamını mı merak ediyorum?


İkinci yarı enfes bir açılışla başlıyor. Yeni katılan bir karakter var. Çok ilginç bir genç kadın. Bir sürücü. Vanya Dayı sahnelenecek. Esas abi eski bir oyuncu ama şimdi yönetmen. Bir oyuna nasıl hazırlanılıyora tanık oluyoruz. Bir yandan da hayat akıyor. Başka hayatların içine giriyor, ısınıyor ve sevgiyi kutsuyorken birden bir aksiyonun girdabına düşüyoruz. Sinemadan ve sanattan anlamam ama polisiye durumlar benim işim. Sıkı takipteyim ve ipinucunu yakaladım. Çözerim ben bu işi; bir şüphelim cepte. Fakat filmin dış sahneleri, manzaralar, çeşit çeşit insan halleri muhteşem. Film kelepçeyi çoktan taktığı için BRNRS adlı kişiye, bunu fırsata çevirip yazı yazma tekniğini iyice kaparım ben, diye düşünüyorum ve içimden bir sevinç yükseliyor. Onca aksiyon yaşamış biriyim, dağarcık dolu, emekliliğe biraz var ama ufak ufak, hani yaşadıklarımı yazsam falan diye hayal kuruyorum tam ki pat diye bir aksiyon filmde; bir ters köşe durum daha... Buyur burdan yak!.


Jenerik akmaya başlarken çıkıyorum salondan. BRNRS bundan sonra nerede olacak bilgisi de var elimde. O şimdi terasa çıkacak ve enn sevdiği kadını tekrar arayacak, coşkusundan kimseyi görmeyecek, filmi ve sonrasını anlatacak çünkü işleri toparladıysa bir sonraki noktaya enn sevdiği kadın da gelecek. Atlıyorum trene, hemen ardımdaki trene binse bile ondan epey önce varacağım.

Lokantaya doğru hızla yürüyorum. Ben onun hangi masayı seçebileceğini biliyorum ve oradan bir kare fotoğraf çekiyorum. Çünkü aynı fotoğrafı çekeceğini çok iyi biliyorum, sonra onun hiç tercih etmeyeceği ama kontrol edebileceğim ve sırtı bana dönük olacağından emin olduğum bir masayı seçiyorum; yaklaşık 20 dakika sonra geliyor ve tam düşündüğüm masaya oturuyor. Üzerindeki koyu lacivert çoban kabanı ve çantayı yan koltuğa bıraktı, "Tek misiniz?" sorusunu yanıtladı; üç tabak masadan alındı ve o camın kenarına oturdu. Ben olsam oturduğunun karşı koltuğunu seçerdim çünkü tüm barınağı ve kayıkları geniş görebilecekti. Bir an ürküyorum; "Yoksa varlığımdan haberdar mı?" diye. Bir taktik olabilir bu. Açığa düştüm endişesi ter boşaltıyor üzerimden.

Balıkları soruyor. Lüfer kesin, bilgim var fakat garsonun saydıklarının içinde yok. Düşünüyor. "Barbun lütfen," dedi. Turşu kavurması bence kesin. Bir salata istedi ve küçük lütfen, diye ekledi. Bir kişilik hazırlatırım, diye yanıtladı garson. Bir de mısır ekmeği... Vallahi takdir ettim ve yapmamam gereken bir hata yapıp masama gelmiş garsona "Aynılarından lütfen," dedim.


Barbun nefis, şahane ötesi taze ve müthiş güzel tavalanmış; üstelik masada balık bıçağı var yahu! Çok keyifle yiyorum. Mekânı ilk kez görmüş olsam da çok beğendim. Saatten kaynaklı sakinlik süper derken tam; benim olduğum kısıma kalabalık bir kadın, çocuk grubu geliyor. Açık görüş kapandı. Onun sırtı dönük kalabalığa ve onlara göre bayağı uzak ve etrafı sakin bir yerde. Bu adam işi biliyor diye düşünüyorum. "Helâl sana," diyesim bile var. Emekli olduğum ilk gün onu bulacağım ve tüm bunları ona bir rakı masasında anlatacağım.

Sofrayı silip süpürdü. Keyfini ve bu şahane sakinlik ortamındaki tat çıkarışını sevdim. O sırada geçmekte olan garsonu "Bakar mısınız?" diye seslenerek çevirdi. Az önce menüyü inceliyordu. "Bir kabak tatlısı lütfen," dedi ve ekledi: "Bir de sade kahve lütfen."


Önce kabak tatlısı geldi ve ufak bir dilim kesti. Çok beğendiğini tahmin ediyorum. Tatmadı ama görüntü ona bir şeyler söyledi ve kahveyi de kanımca önsezilerine dayalı olarak istedi. Başarılı, hafif karamelize olmuş, yumuşaklığı kadife gibi ama bayılmamış bir kabak tatlısı ile başarılı bir sade kahvenin birlikteliğindeki uyumu biliyor kanımca ve o hissi aldı. Ben de masama gelen garsondan aynılarını istiyorum.

Şimdi denize bakıyor. Burayı, vakti, sakinliği, personeli çok sevdi; bunu hissediyorum. Çünkü uzun kaldı. Kılçıkları, kuyruk uçlarını ve balık kafalarını bir poşete koymalarını rica etti. Tahminim ben gelirken miyavlayarak yaklaşan ve talebi yemek olan kediyle bir teması oldu.

Kabak tatlısına bayılmış durumda. Üzerine eklediği kahve yudumuna da... ki gerçekten harika bir kahve. İşi yavaştan alıyor. Sevdi burayı. Kalktı ve toparlanıyor. Paltosunu giydi. Sırt çantasını, içini çok merak ediyorum, astı. Ödeme noktasına geçti. Ödemesini yaptı, teşekkür etti ve sordu: "Kabak tatlısını yapan kim?" Aşçımız dediler, "Nerede mutfak?" diye sordu ve gitti. İçeri girince bir kez daha sordu: "Kabak tatlısını yapan kim?" Bir genç adam sanırım korktu. Evet korktu. Korkuyu en iyi ben bilirim, korkuttuklarımdan. "Ben," dedi. "Harikasın, yediğim en iyi kabak tatlılarından biri bu, ellerine sağlık."   Balık için de çok teşekkür etti, çok iyi tavalanmıştı, tazeliği şaşırtıcı değil elbette ama kesinlikle harikaydı ifadelerinin ardından herkese tekrar teşekkür etti ve çıktı.  Kediyi uygun bir yöne çekti ve sofrayı kurdu.
 
 


Çok keyifle karlara baka baka, martıları seyrede seyrede, derme çatma kulübelerde çay içip sohbet eden tekne sahipleri ile laflaya laflaya, Mavi Işıklar durağı tam karşısında olan ana kapıdan çıktı, İstasyonda oturdu. Kısa bir süre geçmişti.  Bu kez, yine sevdiği İspanyol tren gözüktü.





*Gişe 3 buçuk saat dedi ama film 2s59dk; antrak, reklam falan katılınca 3sa 45 dk'yı buluyor.

28 Ocak 2022 Cuma

Bütün Kızlar Toplandı

Salı sabah, pencereden ve kalın perdelerin arasından sızmaya çalışan gün "Hadi yine iyisin!" diyor. Bir planım var. Bir yanım kıvırmaya çalışsa da bir yanım baskın. Geçenlerde internet, telefon, tv paketim için aranmıştım ve karşımdaki pazarlama özürlü ses, hızla bir şeyler sıralamıştı. Ekranda çıkan numara şüphe uyandırmıyordu. Tamamdı ama makineli tüfek hızında, dolayısıyla tırmalayıcıydı ses ve anladığım da paketin bitimine daha vardı ve daha önce arandığımda aranmak istemediğimi beyan etmiştim üstelik...

"Şu an meşgulüm ve bir şey anlamıyorum söylediklerinizden," dedikçe ben, o, üzerime üzerime geliyor. Yok bir ay ödeme yapmayacakmışım, bu fiyatlar şu anlıkmış gibi klasik pazarlama cümleleri ablanın son otobüse yetişme telaşındaki sesiyle el birliği içinde ve bu hıza yetişmekte zorlanan kulaklarımı tırmalıyor.

Ablam bu işi yanlış yapıyorsun diye girecem de bir fırsat bulabilsem.

"Şu an hiçbir şey anlamıyorum, dolayısıyla da ben gidip kurumda halledebilirim bu işi," diyorum ama, o da and içmişçesine ekmeğinin peşinde; buna saygım da zaafım da sonsuz ancak kurduğu dil ve baskı yanlış. Sonuçta bütün çabalarına karşın alt edemiyor beni; ritmini hiç düşürmeden, makineli tüfek formundan en ufak taviz vermeden, söze girmeme engel bir ritimle devam ediyorken alıyorum sazı elime: Siz anlamak istemiyorsunuz herhalde, meşgulüm ve bu konu ile ilgilenmiyorum, daha ötesi dinlemek istemiyorum diye girişiyor, iyi akşamlar diyerek de çekiyorum fişini.

İşte ben şimdi bu işi fırsat kabul edip Telekom'a kaytaracağım.


Ha bu arada Pazartesi günü birden Deniz Kızı Kafe'ye gitmek ve kapuçino içmek fikri türüyor içimde. Kimbilir, belki de Karga Trio ve Martı Vokal Grubu en güzel şarkılarını benim için söylerler. Bir de tost; yanına da ince belli. Kızarmış patetes de fır dönüyor fikrimde ama şüpheli.  Öğlen çıkıyorum, vardım kafeye, girdim içeri, bir tost karışık lütfen dedim... Dedim de elektrikler yokmuş ve tost makinesi de soğumuş. Olsun dedim biraz tur atar, vakit geçirir, sonra dönerim. Eve 500 metre yok ama ben iş arası verdim ve kahve takıntı halinde ve işten kaytarmanın tadı çıkarılacak. Mutlak!

Elektrik bir türlü gelemiyor.


Sonra bugün geldi; yani Salı. Öğlene kadar iş, haber okumaları falan derken bir kaç öngörü ve o öngürüler üzerinden yapılan alım tercihlerinin ardından düştüm yola. Trendeyim, okulu asmış öğrenci tadındayım ve keyfim gıcır. İki durak sonra iniyorum. İşyeri yoğun bulvarda ve bir yeme içme coğrafyasındayım. Balıkçıyı ve üst katta oturan ben yaşlarda zarif bir çifti görünce balık fikrim dondurucudan kafa uzatıyor ama aklımı çelemiyor. Enfes de bir dönerci var; hoş, özel ve döneri pek güzel. Hepsini alt ediyorum. Telokom'a giriyorum ki cıvıl cıvıl bir genç kız karşılıyor; hoş geldiniz diyor, ne işim olduğunu pek tatlı bir dil ve edayla soruyor; fişe basıyor ve numaramı verip beklemem gereken yeri gösteriyor. Kurumunu sevdirmeyi başaran bir elaman, takdiri hak ediyor. Onu çıkışta mutlandıracağım. Numaram yanınca fark ediyorum, aynı kız da haberdar ediyor beni, geçiyorum odaya. Mart'ın 12'sindeymiş yenileme zamanım. Şimdi yaparsam kaybım oluyormuş. İşte bu! Kazandı beni... "O gün direk bu odaya gelin ve numara almanıza gerek yok," diyor. Seviyorum tavrını. Diyorum ki evet primi bu kıza kazandırmalıyım.


Çıkınca oradan bu kez diğer kaldırımdaki sıra sıra lokantalar aklımı çelmeye çalışıyorlar. Bense tava gelme ihtimali olan yanıma şahane çalımlar atıp sürekli ekarte ederek devam ederken, Bursa İskender Kepabçısı kendinden pek emin bir edayla önüme çıkıyor. Onu geçersem trendeyim. Bugün iradem güçlü, şık bir çalımla onu da geçiyorum. Trendeyim ve fikir bombaları yağıyor üzerime. Bir İstasyon önce, Ömürevleri'nde iniyorum. Yaz boyu geldiğim, sevdiğim okuma noktam pastaneye takılsam diye aklımdan geçirirken sokak başından dış masaların yerinde olduğunu görüyorum. Meyleder gibi olsa da fikrim, soğuk hava anında el koyup çeliyor fikrimi. Fikrim ısrarcı ve başka bir alternatifi var. Yakışırın Yerinde tombik, yok yok pilav üstü gibi fikri üretimler yapıp etkilemeye çalışıyor beni... "Bi git," diyorum ve komutayı sıkıca elime alıyorum, üstelik elektrik sorunu görüyorum ki çözülmüş. Deniz Kızı Kafe'deyim.


"Bir karışık tost lütfen"

"Bir bardak da çay lütfen."




Açıyorum kitabımı. Sanki yaz biteli yıllar olmuş ve bir daha gelmeyecekmiş gibi bir his yaratıyor iskele ve ucundaki kafe. Her gün konser olan meydan bomboş. Dondurmacı kapalı. Bir üzüntü sebebi değil elbet bu ama sanki hiç yaz olmamış gibi bir his yaratıyor bünyede. Sezonu bitmiş, coşkusu ve kalabalığı yitmiş, cansız, artık yok, eski fuarı dolaşmak gibi. Sonuçta bir hüzün değil; tıpkı eski yıllardaki gibi yazlıkçılar gitmiş de köy bize kalmışlık halinin çıkarılası tadı bu. Hoşuma gidiyor.

Tostum ve çayım geliyor. Kızlar çok keyifle sohbetteler. Bir yandan da atıştırıyorlar. Çok tatlılar; sesleri gelmiyor olsa da el ve beden haraketlerinden senaryolar yazabiliyorum. Ya öğle tatilindeler ya da bunlar iki zamanlı ve sabahçılar. Bence şanslılar da çünkü denize tek bir yoldan ulaşabiliyorlar ve bu da en fazla 10 dakikalık yol. Üstelik birbirinden güzel sıra sıra kahve dükkânları; son derece şık, al içeceğini gel keyine bak masalarının olduğu denize kıyı parklar, falan filan...

Kitabım pek güzel. Tostum bitti. İşi salladım. Mekân sakin. Muhtemelen Suriyeli bir çift ve minik kızları bana yakın bir masada. Hanımefendi Türk kahvesi içiyor. İleriki bir masada hasar almış bir hanımefendi var. Yanında getirdiği bir şeyle uğraşıyor ve çay içiyor. İki de genç kız geldi ve en dip masaya geçtiler. Ve bir iş kadını olduğu kesin abla çay siparişi verdi. Hımmmm bu abla mimar. Ah bir de yazın tavanı açılan, havadar, çok koyu bir kuzeyli bu kafe kış güzelliğinde ısıtılsa, kabanları bir kenara atabilsek, tadından yenmeyecek ama.... Olsun!

"Bir kapuçino lütfen."


Fincanda ummuştum ama değil. Olsun. Kapağını açıyorum ve hayal kırıklığı. Beklentim Müze'deki, üzerinde çikolata izleri olan ve de daha yoğun, keyif aldığım kapuçino idi. Beklentimin ufaktan taca çıkması etkiliyor ama hemen toparlıyorum kendimi. "Bunun da miktarı çok," diyorum; çünkü biraz daha Kuzey'de kalmak istiyorum.

Aslında henüz yukarıdaki ağacın fotoğrafını çekmedim. Ödememi yapıp, teşekkür edip, ellerinize sağlık deyip, tip box'ı besleyip çıktıktan ve biraz yürüdükten sonra önünden geçerken duracak ve hikâyesini çok güzel anlatan bu ağacın fotoğrafını neden hiç çekmiyorum ben diye düşünecek, yatık ve yaşlı gövdesinden enterasan bir biçimde dikine büyüyen diğer yarısı genç ağacı akıp gidene zamana bir not olarak düşeceğim... Çünkü eskiden, yol geçmeden önce Meteoroloji'nin geniş alanında yaşamakta olan o ağaç ve komşuları benim çocukluğumu, ilk gençliğimi ve sırlarımı bilirler.


*Bahsettiğim kafe belediye işletmesi ve tüm belediye işletmelerinde görünen ölçekteki kahve, tüm zamlanmalardan sonra dahi mekânlardakinin 3 de 1 fiyatına..

25 Ocak 2022 Salı

Gri De Güzeldir

Gün Pazar. Planımsa, iki hafta önce kendime söz verdiğim; Balıkçı Barınağı'ndaki Belediye işletmesinde, üstelik balığın en güzel mevsiminde balık yemek. Enn Sevdiğim Kadın'ın katılması gereken bir kutlama var. Eğer müsait olabilirse arayacak. Hava tam Kuzeyli ve kış: sert bir soğuk. Havada kar kokusu, güne yakışır bir renk. Sırt çantamda bitmek üzere olan bir kitapla birlikte bir kışı Polonya'da yaşamış, bir Erasmus öğrencisi ile Avrupa turlamış minik ama kapasiteli fotoğraf makinesi...


Sahilden yürüyüp, ilk fotoğraflarını 2013 yılında ve ne tesadüf ki aynı mevsimde ama karlı bir günde çektiğim,* hep önlerinden geçtiğim ikiliyle biraz laflıyor; yıllardır orada olan, aslında hoşuma da giden ama bir tek akşam bile geçirmediğim, önünden her seferinde geçtiğim Pub'dan sonraki sıra sıra ve yine adım atmamış olduğum, aslında merak da etmediğim marka kahve dükkânlarının başlangıcındaki köşeden kıvrılıyorum. Tez zamanda gelmem gereken kahveciyi geçiyor, daha önce geldiğim ve beğendiğim Holmes'a göz atıyor, trene doğru yürürken yiyeceğim balığı da netleştirmeye çalışıyorum.


Işıkları da geçtikten, istasyon için son düzlüğe girdikten sonra biraz da vakit nedeniyle tereddüt yaşamaya başlıyorum. Gidip de lokantayı kapalı bulursam ya da çok kalabalık olursa halleri fikrimi çelme çabası içinde. Saate baktığımdaysa karanlığa kalma olasılığım var. Oysa ben lambaların yanmadığı, Gri'nin parladığı ve iki öğün arası bir vakitte, kimseler yokken orada olmayı istiyorum ki hem turlayıp, fotoğraflar çekip hem de balığın dibine vurayım.*

Karnım aç. Gözüm masayı kuruyor: Lüfer ızgara, turşu kavurma ve mısır ekmeği... Belki bir kahve, tatlı ve kitabımla ışıklı bir final. İkinci alternatifimse sanki günü ele alacak gibi; kontrollerini yitirmekte olduğum bir ikilem ele geçirmiş durumda beni. Yaklaşmakta olduğum mekân çok hoş. Tam bir Kuzeyli! İç dekorasyonu ve personeli ve de ürünleri çok hoşuma gidiyor ki yeni açılan bu kafe/pastane tarzı yer; benzerleri içinde ve gri günde ilk tercihim.

Atıştırmaya başlayan kar, Barınağa vardığımda iyice koyulaşacak Gri içimdeki tereddütleri çoğaltıyor. Bu anlarda radikal hamleler yapan yanım da sanki makul olan tarafta. Burnumdan kıl aldırmaya niyetim yok gibi! Ama farkındayım ki bu sadece, gibi... Yolu karşıya geçiyorum. Otomatik kapı açılıyor. İç basamakları çıkıyorum ve hoş buldum.

"Bir porsiyon su böreği ve kıymalı kol böreği karışık, lütfen."

"Bir de çay, bardakta lütfen.


Sırtım mekâna dönük. Ana yolu, onu kesen iki sokağı da gören köşe bir masadayım. Hiç bir insanla görsel bir temasım yok; kendi Ada'mı yarattım ve geniş bir görüş alanım var. Enfes bir müzik eşliğinde açıyorum kitabımı. Kuzey Edebiyatı'nın malumu üzere hastasıyım. Roy Jacobsen, sevdiğim yazarlarından. Beyaz Deniz'in son sayfalarındayım. Öykü sağlam, karakterler ilginç fakat bir hata yapmışım ben, kitabın aslında öncesi varmış; önce üzülüyorum buna ama sonra da diyorum ki bu kitaptan sonra evveliyatına gitmek daha ilginç. Böreklerse muhteşem. Zaten beni ötekilerden bu mekâna çeken hoşluklardan biri ürünlerinin lezzeti ve minimalist şıklığı. Kuzeyli Gün'se beni asla terk edemezsin havalarında. Açıkçası niyetim de yok, lakin bu havalı haline de bir ayar veresim gelmiyor değil.

Kalkıyorum, tekrar maskemi takıp ürünlerin olduğu kısma geçiyorum, her birinden ikişer olmak üzere kuru pastalarından seçiyor ve masama dönüyorum; bakışım manalı ve ötekimin karizması düştü. Benimse havam yerinde keyfim âla.


Pastalar enfes. Tecrübeliyim, daha önce denedim. Şu küçük küp şeklinde olanlar incirli. Sormuyorum. Hamuru mu öyle oluşturdular nasıl yaptılar merak da etmiyorum ama Hindistan cevizi ile uyumlarını çok beğeniyorum ki üzerine aldığım demi muhteşem, kokusu âlâ çay da benimle aynı fikirde. Mutluyuz. Şu uzun diktörgen ve ucu çikolatalı olansa helva tadında bir pasta. Hamurunda tahin mi var acaba? Hımmmmm bu ikisini bir başka gün soralım. Daha uzun kalmaya meylimiz yok değil. Manzara güzel, enfes bir kitap bitti, hava hâlâ Kuzeyli... Kalabilirdik ama kararında bırakmakta da fayda var. Ödememizi yapıp çıkıyoruz.


Minik ve dar uzun kahve dükkânının içi gibi dışı da bahçenin derinliğine doğru uzayan dört kişilik masaları ve tavandaki ısıtıcaları ile davetkârca bakıyor. Yine imreniyorum ve hissim çok tez zamanda bulaşacağız sinyalleri gönderiyor. Eğer kahvesi kendisini sevdirirse kanka olma olasılığımız kesin.

Yönüm eve doğru. Hissimse eve sapmayacağız arzusunda ve tıpkı bir çocuk gibi beni çekiştiriyor. Mavi'ye bir selâm ediyorum. Neden gelmediğime bugüne kadar hep şaşıyorum. Acaba diyorum, Bodrum Mavi ile daha tıfılken yaşadığım Ortaçgil'li gece ve sonrasında Bodrum buluşmalarımızın tadı onu ayrı bir yere koydu da bünye bu ad benzerliğini sindiremedi mi acaba? Hımmmm... diyor gencin başını okşuyorum ve diyorum ki bir yetişkin olarak: burası başka, hem sevmiştim ben de ama neden gelmediğimi de bir türlü izah edemiyorum. Sonra diyorum ki  bir öğle sonrası şu pencere önündeki dip masaya gelmeli, biraya yakışır bir şeyler isteyip sadece yolu ve denizi seyrederek ve zamana yayarak içmeli... Hep selamlaştığımız;  saçları civciv sarısı boyalı, mekâna çok yakıştırdığım kızla da iki lafın belini kırmalı... Üstelik patron beni tanıyor, bunu bakışlarından anlıyorum. Bir selâm versem dökülecek. Velhasıl geçen yıllar hızlı olsa da bir gün bile gelmemiş olmam ve daha dünmüş gibi, zaman tazeymiş gibi, bir gün gelirim acelesi yok havama da şaşırıyorum. O halde tez zamanda geliyorum...


Bu düşüncelerle Gri akşamın içinde yürümeye devam ediyor, eve sapmayıp uzuyorum. İskele Kafe tatilde ve sezonu bekliyor. O ara bir fikrim beni dürtüyor. Açığından bir gemi geçiyor. Dönmüyorum İskeleye. Bir başka fikrim daha geliyor ve ona uymak üzere bir kaç metre daha yürüyorum. Ve hoooppp başka ama bu yaz kalabalığından dolayı ihmal ettiğim bir başka kitap okuma noktamdayım. Oysa yaz boyunca sıklıkla bu coğrafyaya geldim. Karşımda en popüler, en marka üç kahve mekânı var, ortam beni dürtse de kahve alıp masaya dönme ve kitabımı açma fikrim bugün için yok.


Ama başka fikrim var! Hep sözünü ettiğim sırt çantam... Tabii ki asıl sırt çantamla pandemi sürecinde uzaklaşan ilişkimiz için üzülüyorum. Uzun seyahatleri özlüyor muyum? Düşüncemde olmadıklarını fark ediyorum. Zihnim bir özet geçiyor hemen. Burada, kendi coğrafyamda güzel anlar ve günler yaşadığımı hissediyorum ve dolu dolu geçmiş şu iki yıllık süreç aslında daha kıymetli; daha kadri bilinir ve hatırlanır günler yaşatmış bana, diye düşünüyorum. Yaşamış ve yazmışım. Blogdaşların varlığı, onlarla iletişim anlıyorum ki müthiş bir dayanışma ve destek olmuş yaşama. Bir boşluk duygusu oluşturmamış; duygusal bir fakirleşmeye yol açmadığı gibi aksine farklı, daha zengin ve coşkulu zamanlar atmış kumbarama... Bu keyifle yeni kitabımın ilk sayfalarında gezinmeye başlıyorum. Kapağı Gri zeminli kitabımın adı pek manidar: Bütün Günlerin Akşamı. İlk satırlardan itibaren seviyorum.

Yazar Jenny Erpenbeck ile ilgili düşüncelerimse şimdilik çok olumlu...



O barınağa gidildi ve sadece balık yenilmekle kalınmadı, günün de canı çıkarıldı!

*Yazıdaki 4.fotoğraf

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP