1 Aralık 2021 Çarşamba

Gez Göz Arpacık

Tarih 26 Ağustos 2012. Rallinin ikinci etabı. Yer kıymetli. Araçlar, olası bir Rus saldırısında bizim tankların konuşlanacağı zirveden devam edip, tam anlamıyla bir dağ etabı yapacak ve harika köylerden geçerek aşağı vadiye ulaşacaklar. Çok zorlu ama aynı oranda da sürücülerin çok keyif alacağı ve harika manzaralara sahip, doğa ile iç içe bir çekişme alanı.

Profesyonellerle, çok iyi makinelere sahip fotoğraf tutkunlarının arasındayız. Ancak onlarla hareket etmiyor, kendi seçtiğimiz noktalarda konuşlanıyor ve bolca fotoğraf çekiyorum.

Sonra güzergahta bir boşluk oluşunca etabın en alt noktasına inmeye karar veriyor, tatlı bir yokuştan son sürat inip akabinde sola doğru, sert kayaların arasındaki keskin ve dar virajı dönüp tırmanacakları noktayı benimsiyor ve oraya konuşlanıyoruz. Yemyeşilliklerin arasından gürül gürül bir ırmak akıyor.

İki gündür Tırtıl'la uğraşıyorum çünkü ona alınmış bir fotoğraf makinesi bu. Henüz 9-10 yaşında ve fotoğrafla ilgilenmek yerine amcayla arabalar üzerine sohbet halindeler.

Kendime bir açı buluyorum. İlk araçlar geçiyor. Bir kaçını fotoğraflıyorum ama bu ısınma. Zaman tayini yapmaya çalışıyorum. İstediğim kadraj için deklanşöre basacağım süreyi saptamaya çalışıyorum. Etrafım üst düzey makinelere sahip profesyoneller ve iyi makineleri olan fotoğrafseverlerle dolu.

Ralliye katılanların içinde Burcu Çetinkaya da var ki tek kadın yarışmacı olduğu için onun birinciliği garanti.

Araçlar tam karşımdan, son virajın ardından çıkıp geliyorlar. Bana birincinin fotoğrafı lazım. Bütün insanların hedefi o ve herkes hazır.

Kadrajım ayarlı, yakın plan istiyorum ve makinenin izin verdiği ölçek nedeniyle araçla mesafem riskli. Makine seri çekmiyor, çocuk işi ve tek atışlık şansım var.

Öyle bir hesap yapmalıyım ki saliselerin altında bir sürede deklanşöre basmalı ve makine işlemi yaparken araba flash diskteki kareye hapsolmalı.

Herkes nefesini tutmuş vaziyette. Tripodlar kurulu, bizim makine elimde. Askerden tecrübem var. Daha yavaş eski Kırıkkale tüfekleri ile atış yaptığımızdaki yöntemimi kullanacağım. Mermiyi hareketli hedefin öyle bir zamanlamayla ve ölçüyle önüne atmalıyım ki mermi yolu katederken gelen hedefin hızıyla senkronize olmalı ve tam istenen noktada onunla buluşmalı.

Şampiyonun önce toz bulutu görünüyor. Birazdan küçük tepenin ardından çıkacak ve görünür olacak. Nefesimi tuttum. Üzerime tam gaz geliyor. O sola viraja girdi girecekken matematiksel hiç bir veri olmadan tümüyle içgüdüsel verilerle deklanşöre bastım. Klik sesi geldi.

Veee...


İşte bu!



Kimse istenen fotoğrafı yakalayamıyor. Kimsede şampiyonun en özel virajdaki arzulanan fotoğrafı yok.

"Ben de var," diyorum. "Tırtıl'ın minik Nikon L23'ünde hem de..." Etrafım sarılıyor, ekranından gösteriyorum. Nasıl becerdiğimi soruyorlar. Gülüyorum. "Tank şoförüydüm ben," diyorum.

"Simülatör dahil eğitimini almadığım ve kullanmadığım hiç bir silah yoktu," diye de ekliyorum. Gülüyorlar. Herkes e-posta adreslerini veriyor; o kareyi istiyorlar. Keyifle alıyorum adresleri ve eve gelir gelmez, fotoğrafı bilgisayara aktarıp herkese tek tek gönderiyorum.


En amcamın bir lafı vardı. Dolmakalemin revaçta olduğu klas çağlardı. Bana birlikte gittiğimiz kırtasiyeciden, ilkokul çocuğu elimin ölçeğinde Parker marka mürekkep çekilen bir dolmakalem almıştı ve bankaya gelmiştik. Onun çalışma odasınaydık. Daha sonra onun müfettiş arkadaşı; yıllar sonra CHP'den milletvekili, ardından da Devlet Bakanı olacak Doğan Kitaplı odaya gelmişti ve benimle konuşmuştu ve beğenisini daha sonra amcama söylemişti. Henüz Cumhuriyetin kokusu silinmemiş ve tüm masaları ceviz ağacından Ziraat Bankası'nın muhteşem binasındaydık. Koltuğuna oturttu enn amcam beni. Önüme bir kağıt koydu ve "Yaz bakalım," dedi.

"Güzel yazı yazan kalem değildir, insandır!"



*Daha çok fotoğraf içinse buradan lütfen, 25-26 Ağustos 2012 Hitit Rallisi

30 Kasım 2021 Salı

Lütfen Biri Beni Yere İndirsin!

"Çok havalıyım çokk!!!"

Hem de fazlası ile havalardayım.

Oysa ne serinkanlı bir insanım.



Ahh benim çocuk sevinçlerim işte!

Yıllardır zincirleyemediğim, tutmaya her yeltendiğimde elimden sıyrılmayı başaran coşkularım, sevinçlerim...

Tek derdimdir samimiyet.

Fena halde severim.

Tuttum mu asla bırakmam.


Dün tanısam bile, uyarsa renklerimizin tonu, yüzyıllardır tanıyormuşum gibi bir dil oluşur anında.



"Okurum.

Duygu okurum ben!"


Ve anlarım!

Hiç de yanılmam!

Momentos, blog tarihimin çok uzağından olmayan ama beni aniden ve ne sebeple olduğunu şu an heyecandan hatırlayamadığım bir zaman diliminde çeken ve bırakmayan bloglardan biri.

Podcast'lerinin sıkı takipçisiyim:

Çünkü ben okurken düz olan bir yazı, Sevgili Momentos'un sesinde boyut kazanmakla kalmıyor ve hatta üç boyutlu hava atmalara nal toplatıyor.

Bugün kendi yazımı...

Bilmiyormuş, hiç okumamış, ilk kez dinliyormuş gibi dinlemek istedim ve bunu, seslendirmek için izin talep eden Sevgili Momentos'un yorumuna cevaben yazdım.

"Ahh bir yere inebilsem..."

Neredeyse benim unuttuğum bir yazımdı!

Şaşırdım!

Gittiğimdeyse hem şaşırdım hem de çok sevindim.

İzin istiyordu.

"Benim yazım için!?"



"Çok havalıyım çokk!!!"



Bir dinleyin, sonra isterseniz beni yere indirin.

Hem de yaka paça!!!.


Momentos Blog + Podcast ise burada!

29 Kasım 2021 Pazartesi

Asansör Müziklerinin Altın Çağı- Billy Vaughn &

Müzikse söz konusu olan ilk başvurduğum, altını defalarca çizdiğim, eski müzik dergilerindeki o nitelikli tadı dibine kadar hissettiğim blog Zihnin Arka Sokakları, önceki cumartesi günü Kapak Olsun başlığı ile bir yazı yazmıştı. Çok keyifle okudum ve özellikle kapak üzerine cümlelerine gülümsedim. Çünkü tanımadığım pek çok yazarı kapaklarla kurduğum bağ neticesinde tanıyıp sevdiğim gibi plaklarımın çoğunu da kapaklar sayesinde edindim ve sevdim.

Elbette plak alırken önceliğim bildiğim, dinlediğim, okuduğum ya da bildik insanlardan aldığım tavsiyelerleydi. Ama onların yanı sıra kapağından etkilendiğim ya da şöyle bir elime aldığımda iyi anlaşabileceğimizi fısıldayan ve bir hikâyesi olduğunu bana sezdiren pek çok da plak aldım. Eğer Sevgili Zihin o yazıyı yazmasaydı, büyük ihtimalle bu hissiyatla ilgili bir tetiklenme olmayacak ve -belki de- seri olacak bu yazı yazılmayacaktı.


İlk plaklara koştum bu sabah. Önce kimden başlasam noktasında karar veremedim. Bir an adını sanını o güne kadar hiç duymadığım gibi, hiç bir yayın organında rastlaşmadan karşılaştığım, en az 35 yıl önce aldığım plağın bana göz kırptığını fark ettim. Daha bilinenlerin ısrarlarını görmezden gelerek, odaya onunla döndüm. Önce şöyle bir göz gezdirdim. O yıllarıma gittim. Yıl bana çok hoş ama aksiyonlu bir akşamı hatırlattı. "Ne hoş bir akşamdı ama!" dedi iç sesim.

Aslında bir kaç gündür, lise yıllarında tanıştığım bir kişiyi ve o günleri yazma arzusu sürekli dürtüyordu beni. Sevgili Okul Arkadaşım da hatırlayacaktır diye umuyorum. Okulumuzun karşısındaki Selçuk Abi! Kasetlere kayıt yapan ve o yılların en iyi cihazlarına sahip olduğu gibi arşivi en sağlam, kendisi de  dükkânın adıyla anılan ve o adla efsaneleşen Timpa Selçuk üzerine bir yazı düşünmekteydim. Çoğu zaman yürürken o yılları ve sonrasını hatırlıyor, çoğu zaman cümlelerim aklımda, adımlarımın ritmiyle akıyordu. İşte tüm bunlar bir araya gelince de plağı kaptım, fotoğrafları çektim ve dedim evet, asansör müziği diye küçümsenen ama ardında dev orkestralar ve şefler olan bir müzik vardı bir zamanlar!


Hawaiian Songs Delux adlı albüm 80'li yıllarda çıkmış olmalı. Ben de almışım. Ancak içindeki pek çok şarkının 45'lik olarak çıkış tarihleri 1950-56 arası. Billy Vaughn bir saksofoncu ve orkestra (Big band) şefi. Ülkemizde popüler olmamış biri, bilinirlik açısından bir Paul Mauriat değil, Fausto Papetti hiç değil.

Alttaki ilk şarkı albümün 1. yüzündeki ilk parça... Diğeri, yani Hawaiian Wedding Song ise aynı yüzün 8.parçası.








*Kapak Olsun başlıklı yazı.

26 Kasım 2021 Cuma

Düğün Dernek Ve Karantina

Kısmen vahşet içerir!


Çok hevesliydim. Geçen cuma gününden itibaren başlayacak ve geniş aile için bir arada olma fırsatı yaratacak önemli bir mutluluk anını doya doya yaşayıp hafta başında da büyük bir keyifle tam da magazin tadıyla ve daha çok fotoğraf kullanarak güle oynaya yazacaktım. Ankara tayfası kardeşin evinde, İstanbul tayfası otelde, bir kişi de benim evimde konaklayacaktı.

Konuklar geldi. O akşam şirket çalışanlarının da katılacağı, menünün pide olduğu iş yemeğinin yanı sıra kadınlar grubunun katılacağı kız evinde kına gecesi vardı. Gerekli dağıtımlar yapıldıktan sonra bizce şehrin en iyi, aynı zamanda ülkenin pidecileri arasında önde Turhan Usta'da tüm kuzenler bir aradaydık. Kısa bir konuşma ardından yemek başladı. Sohbet de çocukluk anılarından başlayıp, uzadıkça uzadı. Yalnız pideciden önce kına ile yemek saati arasındaki boşlukta, zaman geçirmek için elbette, ben, kuzen Oğuz ve yakışıklı Asker Kuzey, aynı mıntıkadaki Muşta Lokantası'nda alemin en şahane sütlacını yemeden durmadık ki, bu fırsatı boş geçmek bize de yakışmazdı.

Biz, yani erkek ağırlıklı ailenin erkek tayfası pidecide sohbetin dibindeyken, ailenin kadın kısmı kına evinden kesintisiz haber akışı yapıyordu ki an itibari ile damadın yani Alp'in davul ve zurnacılarla kına evine yaptığı baskının canlı görüntüleri masamızdaydı.

Sonra, bıraktıklarımızı kız evinden alıp eve geldik. Vakit günü devirmişti ve yarın büyük gündü.

Sabah kahvaltıya kardeşe indim. Güle oynaya, bol sohbetli ve de esprili kahvaltı gerekli enerjiyi verince artık Asker Kuzey ile seri operasyonlara çıkabilirdik. Ankara'dan epey silah ve cephaneyle gelmişti. Önce operasyona dair gerekli istihbaratları yaptık ve bir brifingle son şekli verilmiş planlarımızı gözden geçirdik. Operasyonun gerektirdiği silahları seçip, cephanelerimizi yanımıza aldık. Son derece sessiz, işaretlerle konuşarak, çok kısa sürede ve hızla bir çok hedefe baskın yaptık ve çok şükür ki hiç sağlam adam bırakmadık. Kusura bakmayın lütfen, biraz da vahşiydik. Çünkü bazılarını tavana astık ve pişirdik, sonra döner gibi kesip isteyene ekmek arası isteyene dürüm yaptık. Üzgünüm ki gün içinde bunları tekrar etmek durumunda kaldım ki erkek nüfusu çoğul ailelerde kaçınılmaz bir durum bu. Elbette çocuklar için zararlı gibi gözüken bu hâl çok şükür ki ailemizin içinden bugüne kadar bir canavar çıkarmadı. Sanırım genlerimizde vahşilik yok ve bunun bir parodi olduğu duygusu nesillerden nesillere komik bir eğlence gibi aktarılabiliyor. En büyük olarak tüm nesillerle çarpışmalara katılmış, onlara öncülük etmiş ben bu olduğuma göre, ne kadar sert görünsek de güzel insanlarız ki aramızdan henüz bir arızalı da çıkmış değil.


Gelin alma saat 14:30'da. Gelin arabası küçük kardeşin üç harflisi. Çok sade ve şık süslendi ve hazır. O ara konvoyu oluşturacak diğer arabalar da bizim kapının önünde sıra olmaya başladı ve davullar gümbür gümbür vurmakta. Gençlerimiz bir yandan oynarken bir yandan da diğer arabaların aynalarına renk renk ama sade ve şık tüller bağlıyorlar. Tabii ki gelin arabasını damat kullanacak.

Konvoy gidişi sahilden yapıyor ve gelin evinin önündeyiz. Gelin arabası siteden içeri girdi ve yerini aldı.

Vursun davullar bir kez daha!.

E gelin evi naz evi. Olsun o kadar. Bekleriz. Çok eğleniyoruz ama. Sanki bir kaç saat evvel ateş saçan vahşiler biz değiliz. Asker Kuzey en salon adamı haliyle geceye hazır. "Komutanım koruma yapalım mı?" diye sordu. Gerek görmedim. Dedim "Keyfine bak sen." "Benim koruma ekibim şu an   görünmez moddalar ve gerektiğinde gerekeni yapacaklar."

Gelini kaptık. Yelken Kulübe kadar 15 kilometre civarı yolumuz var. Biz Kuzen Oğuz'un yani Asker Kuzey'in babasının arabasındayız. Gelin arabasının kuyruğundan ayrılmaya niyeti yok ama üçüncü şerit de bizimmiş gibi davranıyor. "Oğlum Kulübü kapattık yolu değil," demek zorunda kalıyorum. Oradan haraketle de havamı atmadan duramıyor ve yıllar yıllar öncesi gelin arabası olduğumda damadın başına neler getirdiğimizi anlatıyorum.*


Kulübe önden giriyoruz. Asker Kuzey ile gerekli önlemleri almamız, ortalığı kontrol etmemiz gerekiyormuş, öyle dedi. Kıramadım.

Nikâhı ilçe belediye başkanımız kıydı ve İstanbul Sözleşmesi'nin altını bir güzel çizdi ve bol bol alkışı aldı. Bir buzlu votka kola içtim ki ikinciye gittiğimde kızkardeşin, yani taze kayınvalidenin  kendi yapımı koca bir şişe vişne likörünü barda gördüm. Bir an votka vişne geçse de aklımdan dedim zaten votka ile yapıyor bunu. Bahçeye çıktım ki bizim üçüncü kuşak gençler ateş başında, biz ikinci kuşak olsak da aramızdaki iletişim pek genç. Çok hoş sohbetler ettik; ayışığının altında ve denizin kokusunda. Uzun süredir görüşemediğimiz pek çok insanla bir araya gelmek pek hoştu. Düğün bitimindeki büyük aile yemeği de kızkardeşte, yani benim alt katımdaydı.


Günün sabahı

Annem çok erken ölen babamın bir hayalinden söz ederdi. Büyük çocuk bendim. Bir torunu olduğunda,  o zamanlar şehrin en şık alışveriş noktası olan, trafiğe kapalı Mecidiye Caddesi'nde  omuzlarına oturtup dolaşırken o ne isterse alacağı bir alışveriş arzusuydu bu. Ne yazık ki değil torun, çocuklarının evlenişini bile göremedi. Ama bu isteği benim zihnime nakş oldu. Geniş ailenin tüm çocuklarını mutlu etmek için elimden geleni ardıma koymadım. Küslüklere hiç izin vermedim ki içimizden çok şükür ki arızalı insan hiç çıkmadı.

Şu an en küçüğümüz 5 yaşındaki Kuzey. Üstelik Fenerbahçeli. O halde yapılacak şey belli. Fenerium'a gidiyoruz.

Fikrim net. Fakat anne, baba ve babanne, yani biricik halam müdahil. Dedim karışmayın ama onlar sürekli müdahil. Dedim arkadaşlar lütfen. Dediler ortak ödeyelim. Ahh arkadaşlar demek, bir bilseniz diye konuyu açmak vardı da tabii ki o topu sahaya hiç sürmedim ama baskımı artırdım, sesimi yükselttim ve konu kapandı.. Annesi bayrağı geri bıraktırdığını görmediğimi sandı! 

Düğün akşamındaki aile yemeğine katılmadım. Gelinle damat yoktu ve haklı olarak gençler alemlere akıyordu. Olsalardı "her şeye rağmen" kesin katılırdım!

Halam aradı, çok ısrarcı oldu. Dedim Enn Sevdiğim Kadınla konuşuyorum.

Pazar sabahı erkek kardeşte kahvaltıdaydık. Asker Kuzey için başarı belgesi içeren bir sertifika hazırladık. Elbette çok da güldük, başarı dallarına. Halama bilirsin beni dedim ve gerekçelerimi anlattım. Sanırım hak verdi. Kahvaltı sonrasında deniz kenarında midye kabuğu toplamaya karar verildi. Eve montumu almak için çıktığımda ve kapıyı açtığımda telefon çalıyordu. Yetişemedim. Tırtıl'dı. Geri aradım. Korona pozitif çıktım, dedi. Şaşırtıcı derecede soğukkanlıydım ama içim gitti. Aşıları tamdı. Ama şu yazıyı keyifle yazma hayalim suya düştü. Ne blog okuyasım geldi ne de yazasım. Yataklara düşmesem de çalışma alanım yatağım oldu, aslında hoşuma da gitti. Kargo'dan gelen kitaplarımı bile orada inceledim. Telefonlar, okumakta olduğum kitap, iş defterlerim hepsi yatağı benle paylaşıyorlar. Her gün aynı saatlerde konuşuyoruz. Hatta pizza ısmarlim sana dedim, istemedi. Üç gecedir gece ateşi yok. Test bilgisi ilk anda  aile doktorumuz Oğuz'un telefonuna da düşmüş ve hemen aramış, ilaçları konusunda gerekeni söylemiş. Dün sadece sıkıldığını söyledi. Biliyorum dedim. Sosyal medya var da dedim ama kesmedi, yine de 14 günün yarısı gitti.


Durum iyi yani, karantinası Aralık 3'de sona erecek, siyasetle de bir partide aktif olarak ilgilenen ve kurucu il sekreterliğinden istifa edip, bunu çok da şık bir şekilde duyurduktan sonra üniversite şehrinde aynı partide devam etmekte olan bu ateş çocuğu evde ve pasif bir hayatta tutmak tabii ki zor. Ama katlanıyor. Ve karantina sonrası giremediği sınavları var.

Ancak... Ne olursa olsun kapalı ve kalabalık alanlarda maske şart!

Duyurulur.


*Bir Nikah Günü

18 Kasım 2021 Perşembe

BirikiGünlük

Şehire inmeyi kafaya koyuyorum. Kaçta çıkacaksın diye soruyorum; 7:30'da, diyor kardeş. Aşağı biraz daha erken iniyorum. Havada yağmur kokusu var ve yağmurluğum sırt çantamda. Bir alaylı meteorolog olarak gökyüzüne bakıyorum. Bulutlar dolu fakat belli ki bizim güzergâhımızda olmayacaklar. O ara dün yaşadığım âna gülümsüyorum; hayatım boyunca çok sıklıkla başıma gelen bir durum. Hatta yazılarımdan birinde söz etmiştim ve şu minvalde bir cümle kurmuştum hatırladığım: Mesleğim ile ben arasında kurulamayan bağ.

Bir genç öğretmendi, yıllar önceydi, güzel yazılar yazıyordu, hiç bir fiziksel veri olmamasına rağmen birazdan anlatacağım olaydaki kişi ile aynı şeyi aynı eminlikle söylemişti.

Öğleden sonra sahil üzerinden yürüyor, bulvarı izleyeceğim masalardan birine oturuyor ve oturmadan önce de bir Triliçe ve bir çay siparişi veriyorum. Kitap okumaya niyetim yok ve yürüyen insanlarla bulvardaki akışı, boş insan tadıyla, avare avare izlemek istiyorum. O ara genç kız servis için masama geliyor. Doğrudan siz üniversitede hoca olmalısınız, diyor, gülümsüyorum. Bir yanıt vermiyorum. Sonra soruyorum, nasıl o kanaate vardığını. Görüntünüz, diyor. Değilim, diyorum. O zaman doktorsunuz, diyor. Yine gülüyorum. Eczacı desen yaklaştın derdim ama biz doğrudan organ satıyoruz. Espri yaptığımı düşünüyor. Sonra açıklıyorum. "Oto yedek parçacılığı denen bir meslek var bilir misin, şimdilerde, daha servisleşme nedeniyle eskisi kadar bilinir mi emin değilim. Bize sorulduğunda kısaca parçacı derdik ki bunun parça kumaş satmakla ilişkilendirildiğine çok tanık oldum." Gülüyor. "İşte ben o mesleğin içine doğdum; okula bile gitmezken babam ustaydı. Sonra bu işe başladı. Mağazaya ilk kez 6 yaşımda gittim. Ondan sonra da her yaz." İlgisini çekiyor ve devam ediyorum. "Doktorluk ve eczacılıktan farkımız, bizim hastamız tedaviye yanıt vermezse doğrudan organ nakli yapabiliyor olmamız. Raflarımız organ dolu." Gülüyor.

Nerede okuduğunu soruyorum, Amasya'da elektrik elektronik okuduğunu söylüyor. "Güzel şehirdir, askerliğimi orada yaptım, ondan biriktirdiğim şahane anılar dışında da ben çok severim" diyorum. Fikrime sanırım pek katılmıyor.

Sonra diyorum ki şu sırt çantası, kitap ve gözlük bana sınıf atlatıyor, akademisyen ya da doktor algısını yaratan semerim. Gülüyor ve sanırım artık kankayız: bu çok tatlı,  daha önce fark etmediğim ama beni fark eden ve ilk kez bana servis yapan genç kız ile.


Kardeşle varıyoruz şehire.  Ayak arada yine yoklar diye ilaç yazdıracağım. Komik bir durum aslında; 200 metre ilerimizde sağlık ocağı var. Ama gittiğimiz ocakta da Oğuz var. Çocukluğunu bilirim. Ve doktorluğuna çok güveniriz. Fakat son gittiğimde yoktu ve ameliyat olduğunu öğrenmiştim. Numaramı giriyorum ve yanıp sönen adı görünce sevinçten ölüyorum. İşe başlamış. Tanrım büyüksün!

Odasının kapısındaki koltuklardan birine oturuyorum. O sabırla ve özenle hastalarının dertlerine çare oluyor. Kapısı her zaman açık. O ara yanıma biri oturuyor. Tanıyorum ama maske tereddütte bırakıyor. Sıram geliyor ve geçiyorum. İlacımı yazıyor, saçlarının uzadığını fark ediyorum ki önceki geldiğimde yönlendirildiğim doktor her şeyin yolunda olduğunu söylemişti. Sevinçle çıkıyorum ve hâlâ dışarıda oturmakta olan kişiye, "Sen Köy Hizmeleri'ndeki satın almacı Abi'sin değil mi?" diye soruyorum. Evet O. Pandemi tokalaşması yapıyoruz, sonra sohbet. İşi soruyor, ben emekli olduktan sonra bir süre devam ettiğimi, sonra farklı bir işle uğraştığımı, kardeşin de bir üst segmentte  işe devam ettiğini söylerken yanımdaki kişi sen kaç yaşındasın ki emekli oldun diye soruyor. Sence kaç, diyorum. En fazla 50 diyor. "Normalde 45'de olacakken iki yıl vurmuştu ve 47 yaşımda Bağ-Kur emeklisi olmuştum. İş sorulunca emekliyim demeyi seviyorum, hatta çoğu zaman dedemden miras kelime tekaütüm'ü kullanıyorum," diyor, yaşımı söylüyor ve maşallahına gülümsüyorum. Abiyle ve onunla vedalaşıyor, ve çıkıyorum.

Sırt çantamda sabahın erkeninde emektar Kılıçdede Fırını'ndan aldığım poğaçalar var. İlaçlarımı eczaneden alıp sırt çantama attıktan sonra istasyona doğru yürürken bulvarın kenarındaki banklardan birinde tam da eski, bahçeli, çok şirin ve müstakil gar lojmanlarının önünden bulvarı, rayları ve sabah telaşlarını seyrederek tatlarını çıkarıyorum.


Tren sakin. Kitabımı açıyorum. Mesaime ucundan da olsa yetişeceğimi düşünüyorum. Biraz rötarla da olsa tahminimden 10 dakika gecikerek iş başı yapıyorum. İşler bir kaç gündür ciddi bir yükselişte. Rabbim başımızdaki ekonomisti başımızdan eksik etmesin diyeceğim de, tabii ki demiyorum. Çünkü ekonominin gerçeklikleri açsından bakarsak yokuş aşağı tam gaz gidiyoruz.

Öğleden sonra biraz geç saatte yemek için çıkıyorum. Adem Usta'ya vardığımda görüyorum ki treni kaçırmışım. Oysa hayalimde sebze yemeği vardı ama sona kalan olarak tabağa doldurulmuş ve miktarı gözümü korkutmuş ama enfes gözüken haşlamaya razı oluyorum.


Gün içinde Zafer'le sıklıkla konuşuyoruz. Biraz piyasalar üzerine, biraz askerlik muhabbeti. Onun da içinde  olduğu yazımdan söz ediyorum. Okuduktan sonra arıyor. Önce hatırlayamadığını söylüyor, dedim zaten sen olayda figürandın, hemen hatırlamaman normal. Sonra ondan öğreniyorum ki biz terhis olduktan sonraki bir depremin ardından orduevi boşaltılmış ve komple yıkılmış. Onları da Tugay'a bando bölüğüne göndermişler. Epey komik olaylardan söz etti. Hurma zeytinin altında, masaya düşen hurma zeytinler eşliğinde, kadim Yunan  zeytin ağaçlarının olduğu bahçesinde sızma yağ olmak üzere toplanan zeytinler arasında rakısını yudumlarken...

Tabii ki buluşma planlarını tekrar ettik..

Sonra attım kendimi dışarı. Sahilden yürüdüm. Aklımda Triliçe ve çay vardı. Pastaneden içeri girince fikrim değişti. Amasya konuşmuştuk. Benim yakın tarihte gerçekleşecek bir Amasya planım vardı ve enn sevdiğim kadınla az önce Zafer'in hemen ardından tatlı tatlı konuşmuştum. Üstelik yeni kankamla da ortak yanımız Amasya idi. O halde şehzadeler şehri şu sıralar hayatıma bu kadar dokunmuşken...



"Hoş geldiniz."

"Nasılsın?"

"Teşekkür ederim, siz?"

"İyiyim, teşekkür ederim."

"Bir dilim Şehzade ve bir çay lütfen."

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP