3 Ekim 2021 Pazar

Güneşi Uslu Cumartesileri Severim

Soğuk bir gün izleri vardı sabah. Çalışma odasına erken düştüm. Jaluziyi açtım. Görüş alanımda deniz.

Güne bakıyorum...

Bir yandan kargo bekliyorum ve bu anları çok seviyorum.

Kitaplarım gelecek.

Bir edebiyata taktım. O edebiyattan bulduklarımın hepsini aldım.

Hah, tam şu anda gün bir sinyal çaktı.

Usuldan gözlerime fısıldıyor. Planlarından vazgeçme, bugün havam güzel, diyor.

Göz kırpıyor, mesajı aldım, diyorum.


Banyoya atmam gerek kendimi. Mussano uyuyor. Kargoyu kaçırmaktan korkuyorum. Çünkü saat aralığının verilmediği ama kodun gönderildiği mesaj az önce düştü telefonuma.

Kahvaltıyı dışarıda yapmak ve o esnada elimdeki üçlemenin son kitabına başlamak istiyorum.

Şu kargo bir gelse!

Meçhulü beklemek vakit kaybı.

Sesleniyorum Mussano'ya, açıyorum kapısını.

"Kapı açık kalsın, ben banyoya giriyorum."

Kodu yazdırıyor, Sen teslim al, diyorum.

Giriyorum banyoya tam, zil ses veriyor. Çıkıyorum ve sesleniyorum.

Kapıdayım, diyor Mussano.

Bir ohh çekiyorum.

Her şey yolunda...


Traş sonrası çıkıyorum banyodan. Alıyorum koliyi, açıyorum. Tek kalmış olan kitabın biraz zedeli olduğunu görüyorum. Bir tepki oluşuyor ama sonra diyorum ki kıymetini bil. Bir daha basılır mı belli değil.

Çünkü Sevgili Leylak Dalı'nın önerdiği bir kitap var o ülke edebiyatından. O gün bugündür kitabın peşindeyim ama nafile.

Aslında tek bir tane, bir sahafta var. Fiyat... sıkı durun... 160 TL.

Beklerim, nasılsa basılır.

Bu arada ilerleyen saati de göz önüne alarak, kahvaltıyı öğle yemeğine çeviriyorum. İki mekânlı bir planım var!


Önce kitap okuma pastaneme gitsem, sonra da Gloria Jean's Coffees'de köşe masamda kahve içip kitaba devam etsem, diye düşünüyorum. Sonra çöplüğünden uzaklaşma esnafını kolla, diyor içsesim.

Bir lokanta var. Ara sokaklardan birinde. Kısa bir süre önce açılmıştı. Hoş gibi duruyordu ama fikrimi bir türlü buyur edemiyordu. Son bir haftadır, o sokaktan her geçtiğimde, yeniden açıldığını fark ediyor ve bir başka elin değdiğini de hissediyorum. O ise bana her geçişimde fısıldıyor. Aklım çelindi, kalbim ondan yana.

Biliyorum ama?

Sonuçta soruyorum kararıma.

Anlıyorum ki kararım net. Banaysa uymak düşer. Dışarıdaki şirin menü tahtasını okuyorum. İçeri bir göz atıyorum. Tümüyle cam ve açılır ön cephesinden içeri süzülüyorum. Çok şirin. İlk masaya oturdum; görüş alanım sokak, maskem çantaya.

Hoş bir genç kadın.

Güleryüzlü.

Sordum, devralmış.

Bir mercimek çorbası ve tavuklu pilav lütfen, diyorum. Sonra da afiyetle yiyorum.

Tabii ki sohbet ettim?


Oradan çıkıyor, aynı sokağın devamındaki, yakın zaman önce açılan, beğendiğim ama henüz içini bilmediğim kahvecinin önünden geçiyor, çocukluğumu bilen ara sokakların kocaman bir keyifle tadını çıkarıp, sahilden dönerek gelmeye karar veriyorum.

Bizim buraları çok seviyorum.

Hiç fotoğraf çekmiyorum. Hatta duvarlarda grafitiler olan ve denize çıkan dar bir sokağın fotoğrafını bloga koysam ve başka bir coğrafya düşündürtme ihtimalinden dolayı "Neresi burası?" diye sorsam diye bile düşünmeme rağmen yapmıyorum. Sahile ulaşınca sağa, doğu yönüne kıvrılıyor, bir süre sonra tekrar bir ara sokağı giriyor, o yol üzerinden de Holmes'a ulaşıyorum.


Dış ve şirin masalarda oturacağım kesin. Kitabım çantamda. Şimdi içerdeyim. Sessizlik!

Okuma bölümü solda. Koca kitaplığın önündeyim. Kitap okuyanlar, bilgisayarlarıyla meşgul olanların arasındayım ve sessizliğin muhteşem huzuruyla kitaplara göz atıyorum.

Şimdi de beni daha çok ilgilendiren pasta ve tatlı ve kahve reyonunun önündeyim. Sorduğum cheesecake'in sosundan kalmamış. San Sebastian öneriyor genç adam. Bir Amerikano demiştim, yola çıkarken... Önerimi kabul ediyor, genç adama iletiyor ve dışarıda olacağımı söylüyorum.

Kitabıma devam ederken geliyor kahvem ve San Sebastian'ım. Kahvenin sıcak olacağını düşünerek biraz bekletiyorum. Sonra ilk yudum.

Kahve ile ilgili soru işaretlerim var. Sebastian'ı çok beğendim. Detay yazmıyorum çünkü bu iki şirin mekâna tekrar gelmeyi düşünüyor ve ikisinden de izin alarak daha çok fotoğraf çekmeyi ve onlara özel bir yazı yazmayı düşünüyorum.

Uzunca kalıyorum, milyon kere geçtiğim sokağa bu kez dışarıdan biri gibi bakıyorum. Son yudum, son Sebastian'ın ardından kitabı, gözlüğü çantaya atıyorum.

Bu keyifler üzerine şu Buraneros kul bu kez uzun sahilin batı yönünü yol belleyip yürüyor.


Arada durup coşkun dalgalarla laflıyor. Fotoğraf makinesi mutlu, çünkü artık iş onda. Bazen geniş ve yemyeşil kaldırımdan ayrılıp denize sıfır betonların üzerindeki banklarda oturuyor.

Rock City'yi geçtikten biraz sonra... Bir an Rock City'de bira içip bir şeyler atıştırmayı düşünüyor ama içinden bir müdahale bu düşünceye edepsizce "Çüüşşş!" diyor.

Tavır biraz ağır olsa da hak veriyor.

Çünkü sakin düşününce bunun iş olsun diye yapılacak boşboğaz bir şımarıklık olduğunu kabul ediyor.



Gün artık Pazar ve Rock City için buradan lütfen.

1 Ekim 2021 Cuma

Sonuçta Bir Pazar Günü

Uyanıyorum. Kalın perdelerim kapalı. Kenar ucundan bir renk, afacan bir çocuk gibi sızmış. Oyuna çağırıyor beni. Binada ve dışarıda uyku sessizliği. Damlalıktan odaya sızan en ufak bir tıkırtı yok. Bütün yaşam uykuda. Bu  sızıntı sanki bana...

Alıyorum fotoğraf makinemi. Yatak odamın balkonundayım. Uca yürümeliyim diye düşünürken kapılıp gitmişim uca. Oradayım. Telaşlıyım. Ağaçların ardındayken başlıyorum. Onun da benim de acelemiz yok aslında. Ahhh o sabahın tatlı esintisi... Sonra yeniden yatağın sıcağına.

Güne müjde sanki.


Saat dokuza doğru çıkıyorum evden. Kuzenler ve eşleri de burada; İstanbul'dan ve Pertek'den geldiler. Pertek'den gelenler de aslında İstanbul'dan. Ama çağın şansı, nereden istersen çalışmaya olanak veriyor.  Uzat uzatabildiğin kadar sevdiğin, çocukluğunun yoğrulduğu topraklarda olmayı.

Pide yaptırmaya gidecek kardeş, bir saat sonra falan. İçler hazırlandı. Halam da burada. Benim fikrimse önceden.  Sevgili Zeugma'nın yazısıyla tetiklenip başlayan süreçte yazdığım Sıcak Böreğin Dayanılmaz Hafifliği başlıklı yazıda kurduğum bir cümleye dair.

Belki de son bir şans!

"Geri dönüp bizim bahçe tellerini aşıp eve doğru yürürken, onların ilk lojmanlarını geçtiğimdeki boşlukta onu beni beklerken görüyordum. Sadece gülüyorduk. Bir sonraki aralıkta bir kez daha... Sonra bir kez daha..." demiştim o yazının bir bölümünde.

Sabah uyandığımdaysa aklım dürtmüştü beni. Bir hatırlatma yapmış ve demişti ki "Hatırla burası ihaleye çıkmıştı ve Kütahya Porselen grubu otel yapmak için almıştı burayı. Otelin mimarisi ile ilgili dev fotoğrafını  bile yerleştirmişlerdi. Usulsüzlük nedeniyle iptal edilmişti ihale. Sonra bir ahhh çekmemek için... istersen!"

Haklıydı.

İlk olarak onların evinin olduğu sondan bir önceki aralığı çektim. O zaman bu yol yoktu. Duvarlardaki yeşil de kiremite yakındı. Evi geçtikten sonraki son gülüşme noktasını ve onun bir kaç adım geri dönerek lojmana girdiği aralığı çektim sonra. İlk beklediği ve ben oraya gelince gülüştüğümüz aralığı, en son da deniz kıyısından gelip önünde vedalaştığımız ve bir süre ardından baktığım, onun dönüp güldüğü girişi ve yolu çektim. Yani sondan başa gittim aslında.

Tüm bunlardan önce bizim sokaktan henüz çıkmamışken kuzenlerin erkek olanları ile karşılaştım. Yürüyüşten geliyorlardı. Ayaküstü lafladık ve ben sırt çantam, kitabım ve planımla devam ettim.

Nasıl bir sabahsa ben için, pideden bile vazgeçtim.

Bir an İskele Kafe sakinken denizin ortasında otursam, bir fincan çay söylesem, bir de tost diye düşündüm. Ve dibine kadar yürüdüm. Hava kapattı ve çok esiyordu. Bir süre bir balıkçının yanında dikildim ve denizi seyretttim. Sonra karasızlığıma son verip okuma pastaneme gittim; kitabımı çıkarıp masaya koydum, içeri geçip iki farklı börek ve bir derotlu poğaça seçtim.

Ve çay. Sonra bir çay daha...

Sonra bulvarı geçtim ve sahile doğru ara sokaktan inerken tam... Kahve Dünyası'na daldım.

"Üç top dondurma lütfen."

"Vanilyalı, kahveli ve bal bademli lütfen."

Tabii ki keyfini çıkardım. Sonra kitap okuma noktalarımdan birine doğru biraz da umutsuzca yürümeye başladım.

Görüş alanıma girdiğinde ise sevinçten zıpladım. Üç banklı yerde sadece bir kişi vardı ve denize en uzak olandaydı.

En yakın olan ve diğeri boştu.

Hızlandım.

Çünkü kıyıda fotoğraf çeken bir çift vardı.

Önce yaz yorgunu cankurtaran kulesi ile limanla vedalaşmış gemilerin hali etkildi beni ve çekmeden duramadım.

Gözüm bir yandan çiftte ama!


Bir kaç poz daha çekebilecek vaktim var, diye düşündüm.


Kimselere kaptırmadım ve denize en yakın banktayım.

Sırt çantamı ona bırakıp, denizin görünen alanı daha fazla ışıklanmadan telaşla peş peşe fotoğrafını çekiyorum


Artık kitabımla başbaşa kalabilirim ki bu da bir başka üçlemenin; yazarın ana karakter olduğu enfes bir üçlemenin ikinci kitabı.

Oysa ilk kitabı yine bir üçleme olduğunu bilmeden almıştım ve yolumuz Yunanistan ve Atina'ya çıkmıştı. Yine meslek icabı bir varıştı ve akıp gitmişti. Şu anki kitapta İngiltere'deyiz. Yine edebiyat dünyası, toplantılar ve ilginç karakterle ve tanışmalarla ve yazın dünyasından ruh halleri çeşitli insanlarla bir aradayım. Sadece onlar yok, ev tadilatta, farklı ülkelerden ustalar çalışıyor. Bir alt komşu var ki huysuz. Ayrıca Amanda ile tanışmış olmak hoş.

Son kitapta yolumuz nereye çıkacak bilmiyorum. An itibari ile merak da etmiyorum. O yerinde huzurla sırasını bekliyor.

Kitabı bırakmaya niyetli değilim gibi. Aslında birazdan toparlansam iyi olacak çünkü bina halkı ve kuzenlerle sohbet beni bekliyor.

Üstelik akşama nişanımız var.


Kuzenlerle birlikte gelen bir kişi daha var ki bana büyük sürpriz. Nezaket Teyze. Sümer Teyzenin ablası. Pertek'ten... Ve o da tüm aile büyüklerimiz gibi Mercimek asıllı. Zılgıtları ve oyunları ile havuz başındaki nişanın yıldızı olacağından, şehir sosyetesini şöyle bir sallayacağındansa henüz haberimiz yok.

Biz erkek tarafıyız, çok kere adamlar harbiden çok yakışıklı dediğim ve yaşları birbirine yakın üç sırıklardan iki numaraya, dolayısıyla geniş ailemize bir kız katıyoruz.

Ama önce bağdan yeni toplanmış, uzun bir yoldan gelmiş çıtır çıtır Öküzgözü üzümlerimi ve Pertek tulum peynirlerimi dolaba koymam gerek.

Badem içli ve sade pestillerimle, dut kurularımı da daha kuru bir dolaba taşımalıyım.

Hımmmmm babannemin sandığı bende, hem üzerinde televizyon var!

İyi fikir!



Üçlemenin 2. yazısı Güneşi Uslu Cumartesileri Severim.

29 Eylül 2021 Çarşamba

27 Eylül 2021 Pazartesi

Az Konuşmak İyidir Kitaplar Hep Renklidir

İnternette, bir kitapçıda, kitaplara bakıyordum. Volvo Kamyonlar gözümü aldı. Ben de onu aldım. Malum ki, sıklıkla dile getirdiğim üzere kuzeyin ve yazarlarının hastasıyım. Fakat Bu Norveçli'yi tanımıyordum. Edepsiz diye mi pek bilmiyorum ama o güne kadar gözüme çarpmamış olması da enteresan.

Böyle durumlar için sıklıkla kullandığımız ve aslı şaraba dair olan ve Sideways'den aşırma cümleyi bir kez daha kullanıyoruz: Bekler her kitap belli bir ânı!

Vitrin her zaman önemli ve bir satıcı bilmeli ki 3 saniyesi var. Bu bir üstat tespiti. Kendisi Benotton'ın kurucusu. Kulağa küpe bir söz!

Kastı şu: Öyle bir vitrin yapmalısınız ki önünden geçen ve o an için fikri vitrin olmayan insanı yakalamalısınız. Öyle bir vitrin yapmalısınız ki onu bu üç saniye içinde baktırmak için bir yem bulmalısınız.

Ben işte bu kitapla öyle karşılaştım.

Volvo Kamyonlar!

Beni gözümden yakaladı ve çekip aldı. Üstelik dumanı üstündeydi. Taze sandım ama sonra öğrendim ki aslında öyle değilmiş.

Çok uzatmayayım, hemen sipariş verdim; başka bir kaç kitapla birlikte. Gelince kitaplar, koliyi açmanın, onlara dokunmanın hemen ardından, okunmayanlar bölümüne yerleştirdim.

Elimdeki sıkı bir kitabın ardından da lay lay lom bir kitap okusam dedim; onlar diğer kitaplarla kaynaşıp ortama alıştıktıktan kısa bir süre sonra, ve mesleki formasyondan da kaynaklı olarak  158 sayfalık bu kitabı diğer bekleyenlerden özür dileyerek çekip aldım raftan.

Yazar Erlend Loe bir cin. Ana karakteri gibi de edepsiz. Bir de  epey yaş almış bir hanımefendi var. Kafası hep güzel. Bunlarla sınırlı değil elbette. Aşklar var. İlişkiler var, falan. Kısacası okuma boyunca biribirinden ilginç çok insan katıyor hayatımıza Sevgili Erlend. Ve fakat, ilk kitabın kapağından anlaşılacağı üzere bir de Geyik var!.. Önemli bir şahsiyet. E bir geyik varsa o zaman doğa ve doğal yaşam da olmalı! O da var. Porno film dünyası, ondan bir kesit, oranın ilginç karakterleri, farklı etnik kimlikler, maketler yapan ve bir hikâyesi olan Abi, ummadık anlarda rank diye çıkıveriyorlar önümüze.

Sonra...

 
Kaptırmış gidiyordum ki Volvo Kamyonlar'a -yazarı bilinmiş olduğu üzere tanımıyordum- merak edip kimdir, necidir diye araştırmaya karar verdim. Neredeyse bir ben bilmiyormuşum diyecektim ki tam, özel bir okuyucu kitlesi olduğunu anladım. Buna bir klan da diyebiliriz. Fanlar kulübü desek daha mı iyi acaba?

O arada, okur kitlesini ve dolayısı ile yazarı daha yakından tanımak üzere ora bura gezerken ve bakınırken, aslında elimdeki kitabın tek değil üç kardeşin ortancası olduğunu öğrendim.

Derim hep, beni kollayan bir ilahi güç var diye.

Şükrederim!


İşte bu fark edişle diğer iki kitabı da aldım ve toplam sayfa sayısı bir tuğla oluşturan takım tamamlanmış oldu.

Klandan bir güzel insanın, ülkemizde bu üçlemenin yanlış sırayla yayınlandığını ve son çıkmış olmasına rağmen Volvo Kamyonlar'ın aslında ikinci kitap olduğunu yazmış olduğunu da gördüm.

Diğer iki kitap gelince yine de künyelere baktım ve gördüm ki, klan mensubunun söylediği doğruydu: Norveç'deki yayın sırasına göre ilk kitap Doppler ki kahramanımızın adı, ondan sonra Volvo Kamyonlar ve sonrasındaki de Bildiğimiz Dünyanın Sonu'ydu.

"Artık bu bilgiler de cepte olduğuna göre Volvo Kamyonlar'daki bayıldığım abla Maj Britt'le şimdi vedalaşabilir, kısa zaman sonra tekrar görüşeceğimiz için onu özlemenin tadını da bir süre çıkarabilirim," dedim.

Ve Doppler ile baştan aldım. Pastanedeydim. İki kişilik masanın Lozan Caddesine bakan koltuğuna oturmuştum. Konsept kahvaltıydı ve sıcacık su böreği; yanına da çay söylemiştim.

Aman aman... Kapıldım gittim.

Güldüm edepsiz cümlelerde, yüzüm kızardı, utandım. Sonra alıştım. İnceden bir modern dünya, sistem, doğaya eziyet eleştirisi de sezdim. Pek çok özel, farklı etnisiteden insanla daha da yakınlaştım. Norveç özelinde kuzeyde yaşamanın ne olduğunu bir kez daha anladım. Biraz tazelendim. Finli ve İsveçli Penfriend'lerimi sıklıkla andım.

Onu sonra, benim için de bir ilk olan Gloria jean's Coffese'e taşıdım. Bir Amerikano söyleyip yanına da frambuazlı cheesecake ekledik. Birlikte denize ve yoldan geçenlere baktık. Servisimizi yapan genç kıza güzellemeler yazdık.*

Sonra birden içim sızladı ve dedi ki: "Bugünün koşulları o yıllarda olsa kesin oralardaydın, hep dile getirdiğin kültürü bizzat yaşamış olacaktın."

Buna pek kulak asmadım, çünkü o yaşta mektuplaşmanın yarattığı hayallerin de tadını çıkarmıştım.

Pandemiye küfür edecektim ki tam, dilimin ucundan aldım.

Çünkü dünyanın en ilginç beş tren hattından söz eden bir belgeselde rastlaştığım treni araştırmış, bulmuş, intrerrail biletlerini erkenden almayı tasarlamıştım. Ve en az 15 gün, ama özü bir aylık bir tur planlamış, bunu da enn sevdiğim kadınla paylaşmıştım. Mutabıktık.

Bu yaz muhtemelen oralarda olacaktık.

Neredeyse bir nefeste okuyup bitirdim üçlemeyi. Daha ilk kitap Doppler'i bitirmemiştim ki Ernerd Loe'nun ülkemizde çıkmış tüm kitaplarını aldım. Onları fazla ciddiyetli kitapların ardından arasıcak yapma fikrindeyim. Hafif oldukları için değil, eğlenceli oldukları için...

Ama!

Dilek Başak.

Muh-te-şem.

Dili bilmem. Dolayısı ile orjinalinden bir kıyas yapamam. Ama hislerime ve ruhumun aldığı tada güvenirim. Bu nedenle, mükemmel bir çeviri olduğuna eminim hatta abartmadan Norveççe aslından okudum bile diyebilirim.


*Linkteki yazının 15.fotoğrafının üst ve alt paragrafı.


Bir kaç gün önce üçlemenin son kitabı Bildiğimiz Dünyanın Sonu üzerine yazılmış yazıya bir yorum yazdım ve son cümlesi şu şekildeydi: Sondan başa gelim de ilginç olabilir!

25 Eylül 2021 Cumartesi

Aşk Aşktır Ve Bu Film De Onu Pek Güzel Anlatır

Kasım 2019*

"Ay film güzeldi ya, hem de çok güzel! Levan Gelbakhiani müthiş oynuyor, öylesine sahici ki ve öylesine sevdiriyor ki kendisini, sanki bir filmde değil de hayatın içindeymişçesine bir sahiplenmeyle ondan ve duygularından yana oluyor insan... Müzikler âlâ zaten, hakeza danslar da... Duygu resmetmelerse anlatılır gibi değil. Peki ya o güzel şehrin eskimiş, geleneksel ve bayıldığımız avlulu evlerine ne demeli?! Elbette ki kendimi çok ait hissettiğim ülkenin ve şehrin sokaklarına dört gözle baktım; fakat ilk kez izlediğim ve anlatım diline bayıldığım yönetmen Levan Akin, filmin önüne geçirmeden, incelikli bir dille sahnelere taşırken ülkenin belirgin renklerini, ana hikâyeyi yormadan, bazen flu fonlar şeklinde öyle güzel yerleştirmiş ki bütünün içine; gören birine işte sevdiğim ülke bu, dedirtiyor. Ve Ana Javakishvili, Mary karakterinde şahane; bir dans partneri olmaktan öte, sevmek ve dost, arkadaş ve sevgili olmak nedirin cevabını enfes veriyor; güzel oynuyor ve sevimli kılıyor kendini; tüm duygu renkleri ile.

Ferzan Özpetek tadının izleri vardı filmde, ya da ben öyle eşleştirdim, lakin çok sertleşmese de yönetmen, yine de savunusunu son derece naif bir biçimde yapıyor ve mesajını da "sertçe" veriyor. En katı ve hoşgörüsüz kalbi bile yumuşatacağından, en azından düşündürteceğinden eminim. En güzel yanı şu idi kanımca: İki erkeğin yakınlaşması ve filmin ve de tek taraflı gibi gözükse de aşkın ve saf duygunun önüne geçmeyen, kısacık ama vurucu sevişme sahneleri "ahlaki" açıdan sert gibi gözükse de ki an itibari ile beni bile, belki de filmin başındaki pornografi çağrışımları yapan -gereksiz- uyarı yazısından kaynaklı olarak uyuz bir önyargının esareti ile rahatsız etti ama sonuçta aşk, sadakat temelli bir duygusal kırılmaya neden olan sahne, ve bu duyguyu şahane vurgulayan, şaşırtıcı derecede sahici esas oğlan Levan Gelbakhiani ve de esas oğlanın çocukluktan beri partneri olan Mary'nin bu ilişkiyi hissetmiş olmasına rağmenki yaklaşımı, en homofobik şahsı bile düşünmeye, daha anlayışlı ve insancıl bakmaya sevk edebilirdi ki kanaatimce eder de.


Velhasıl-ı kelam yönetmen becermiş bu işi, hem de en katı yaklaşımların, en ahlakçı duyguların kalbinde dahi bir sıcaklığa sebep olabilecek bir şefkatle.

Sinemadaki şahıslarsa şu şekildeydi: Bir adam; muhtemelen bu dünyadaki seks nasıl diye gelmiş olabilir, pornografik beklentilerle tabii ki, belki de sanatsever bir şahsiyetti; salonun ışıkları izlenimlerimi yanıltmış olabilir! Onun arka sırasında "türbanlı," spor ve hoş giyimli, ayaklarını ön koltuğun tepesine uzatan, sanatsever, çağın gereklerinin farkında, kendine ait bir dünyası da olan ama bunu biraz da dışa vurmayı seven -ki bu halini o kadar güzel anlayıp o kadar çok sevdim ki- genç kız... onun bir arkasında yine "türbanlı", türbanını iğne ile tutturtmuş, sinemayı seven, bu sanata ilgi duyan entelektüel bir genç kız daha... Ve bilet veren kızın sonradan D'yi G anladığını fark eden, önce biraz gerilen ama sonra da bundan şikayetçi olmayan, muhtemelen blog yazarı, çok tatlı ve hımmmm bi kadını çok sevdiğini düşündüğüm, ukala, magazin yazarı kılıklı, havalı bi adam. Terasta, göstere göstere kitap bile okudu o adam... ve sanırım bir kez daha bu saatte bir film izlerse, ardından, ışıklı manzara eşliğinde, Lounge'da bira içip bişiler atıştıracak."


*Alıntının olduğu yazının tamamı.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP