29 Haziran 2020 Pazartesi

Dönersen Islık Çal Woody

Filmi portalda görünce şaşırıyor izleyici. "Eski ve bilmediğim bir filmi mi?!" diye düşünüyor fakat afişine bayılıyor. Filmi izledikten sonra yazmayı düşünmüyor. Yazı akışından memnun ve araya bir film sokmak niyeti yok. Belki de bir başlık atacak ve sadece afişi koyacak; çok beğendi ve kesinlikle blogumda olmalı, diye düşünüyor. Belki altına bir iki satır yazar... Hepsi bir iki satır yani!

Hayatının bir evresi inşaat tepelerinde geçti. Sanat faaliyetlerinin neredeyse sıfırlandığı kurak yıllara denk geldiği için bilmediğim bu filmi izlerim bir ara, diye düşünerek, favorlerine eklemişti. Televizyonu açıp da favori filmlerin afişlerine göz attığı her seferde afişin tadını çıkarıyor ama her seferinde de başka bir filmi izliyordu, çünkü: bu filmi özel tutuyor, onu izleme akşamının da tadı çıkarılası olduğunu düşünüyor ve ona özel bir akşamı düşlüyordu. Hepsi afişin ve elbette yönetmenin  yüzündendi.

Sonra filmin tarihini görüyor ve şaşırıyor izleyici, "Dünyadan haberim yokmuş," diyor!



Film Özel Akşamı



Şişeyi karanlık ve serin yerinden alıyor izleyici. Mantarını çekip aldıktan sonra  kadehin dibine bir miktar KAV/Narince 2017 koyuyor, üzerine bir bardak kapatıyor ve onu buzdolabına soğumaya bırakıyor.  Bir süre serinletecek, ideal bir soğukluk için.

Kadeh sehpanın üzerindeki yerini alıyor. İzleyici tam televizyonun karşısında olmayan, ona doğru uzayan kanepeyi tercih etti ve ona uzandı. Gövdenin üst bölümü dike yakın, kafasının altında bir yastık var ve yerleşimden memnun. Portalı açtı, televizyonu kendine doğru çevirdi,  filmin afişini seçiyor.

Tıkladı.

Filmin renklerine bayılıyor. Bir dönem filmi, 1930'lar. Gülümsüyor, "Vayyy o yılların renkli filmlerinin tadında ama teknolojisi yüksek bir görsellik," diyor. İç sesiyle...

Bunu fark edebilmiş olması elbette kasılmasına sebep olacak. Hemen bakmayacak ama!  

Şimdi filmin tadını çıkaracak, sonra bilgilenecek, düşüncesinin onaylandığını görünce de kasılacak... 

Kesin!

Film izleyiciyi içine kabul ediyor. İzleyici buna zaten hazır. Kostüm başarısına bayılıyor.  Partiler, barlar, restoranlar, görkemli evler, caz orkestraları her şey mükemmel. Karakterlerle ilgili bir sıkıntı da yok, tiplemeler güzel ve her şey yolunda. İzleyici parti parti geziyor ki ne büyük bir öngörü diye takdir bile ediyorum kendisini; gerçi orada ağırlıkla viski içilse de, izleyiciyi bu anlamda tahrik etseler de o partilere şarabıyla katılmaktan memnun. Taşradan gelen bir genç var; ekmeği için dayısının yanına giden, kravatlı, takım elbisesinin içine anne örgüsü yelek giyen sevimli bir çocuk. Karakterler genelde sevimli zaten. Jet sosyete, paralı insanlar, film yıldızları, yapımcılar, senaryo yazarları  hakim olsa da filme, izleyiciyi aralarına almakta bir sakınca görmediler. Sıcak insanlar, şakacılar ve izleyici aynı segmentte olmasalar da hiç çekinmeden katılıyor aralarına. Arada bir şehir turları attırıp, dış dünyayı da tanıtıyorlar izleyiciye ki memnun, hiç bir şikayeti yok, çok da eğleniyor. Üstelik plaklar var, dönemin hoş şarkıları...

Fakat bir süre sonra ve film uzadıkça izleyici kalbinden bazı şeylerin sökülüp alındığını fark ediyor. Düzde ezip geçen, rampaya gelince de nefesi düşen BMC Kamyon gibi hissetmeye başlıyor. Filmi bıraktı bırakacak. Bu kadarına da yuhhhh, demeye başladığı anlar var; şaşırtmayan, klişe düzeyinde. Hani bunlar eleştirel bir cinlik olsa, şapka çıkaracak izleyici. Tazelenen aşklar resmi geçit yapmaya başlıyor. "Aşk mı para mı, parodisi mi bu acaba?" diye düşünüyor izleyici; ince, entelektüel bir gönderme arıyor ama nafile. Ya da izleyicinin küçük aklı, büyük ustanın görkemli zekasına, bu ince nüansına eremiyor.

Hikaye düzeyinde bir alışılmışlık, bir şaşırtmamışlık, bir tekrar başlıyor sanki. Bunları da sıkıntılı bulmuyor izleyici aslında ama Usta'dan beklediği bu değil. Umutla o an gelecek, usta kendine dönecek ve dudaklarımın kenarından "İşte bu!" lezzeti akıtacak, diye bekliyor nafile. Belki de anlatmak istediğine göre filmin süresi uzun, ya da daha kısa geçebilecekleri anları gereksizce uzatmışlar, diye de düşünüyor izleyici.

Vittorio Storaro'nun sinematografisi, 4K kameraların muhteşem görüntüleri, kostümler, zamanı yaşatan mekanlar, olağanüstü görsel başarı, kurgu, dönem gerçekliği ve elbette şahane müzikleri ile bir yanıyla da o yılları yaşatıyor film diye teselliler bulmaya çalışıyor izleyici. Artık ayıp olmasınla içinden gelenin, sıkılmışlığın, "Ne uzattın ama abi, bu filmi kendin için mi yaptın, o zaman alkış, eminim çok eğlendin, lütfen yeni bir şey söyle," iç sesleri ile başbaşa kalıyor izleyici ve son kertede...

Kadehini ve hayal kırıklığını alıyor sehpanın üzerinden. 

Kanepeyi terk ediyor.

Bilgisayarını açıyor.

Tavla oynuyor... 

Görselliğin etkisinden ve çağdan geri dönüp güncelinin tadını çıkaracak çünkü. 

O, tavlayla boyut değiştirmişken film bitiyor.

 ..............

Şimdi izleyicinin elinde bir tuğla var, ilk cümlelerinden itibaren onu etkisi altına alan!

Laf aramızda, bu yazıda o tuğlayı yazanın, tuğladaki üslubunu taklit etmiş bile olabilir! 


Son sözüyse şudur: Siz izleyiciye pek de kulak asmayın yine de filme bir bakın; severseniz sizinledir...

26 Haziran 2020 Cuma

Sıkıntıdaki Bir Okurun Garip Halleri

Önceki yazıda sözünü ettiğim ve bayıldığım bir yazarın, bayıldığım kitabını bitirince, bir süre kararsızlık yaşıyorum. Aklımın uyarıcı, bir önceki kitabın tadından kaynaklı olarak da kışkırtıcı sorusu şu: "Sıkı bir kitapla mı devam etsen, yoksa, kısa ve çabuk bitirilecek, gerçek hayatla bağının Korona normal koşullarında süreceği, işe güce engel olmayacak hafifçe biriyle mi?"

Aslında sıradaki kitabım bir tuğla olarak nitelenebilir! Üstelik elime ulaştığı anda ön okumasını da yapmıştım. Hatta bu durumu kitabı almama vesile olan Sevgili *EKMEKÇİKIZ'ın yorumundaki "Kitapların arasındaki sarı renkli tuğla için kolaylıklar dilerim, umarım kulağım çınlarken güzel sözler duyarım." cümlelerine yazdığım " ...bir kere bu tuğla kısa bölümlerden oluşuyor, istersem bir bölümü okur bırakırım, roman gibi bütünlük yitirme endişesi yok: sonra üslup kafa dengi, sonra bir edebiyatçı gözünden bir gezi... Üstelik gezgin hem kafadengi hem de tatlı dilli... daha ne olsun di mi ama..." yanıtıyla da okumaya istekli olduğumun altını çizmiştim.

Sonra, önceki akşam, ona başlarsam belki şu yeni gelen kitaplardan merak ettiğim ve tanımadığım yazarlara ait olanları kenarda öylece bırakırım endişesi de yaşayınca, vicdanım olaya el koydu. Önce, adından kaynaklı olarak daha umutlu olduğumu aldım raftan, bir giriş de yapıyorum.

I ıııhh...

Çok direndim... yürümedi!

Bir üslup denemesiydi, yazarlık heyecanı vardı, gençti ama iddiası beklentimi karşılamadı. 

Onu bırakıyorum ve yine benzer özelliklere sahip ve tanımadığım bir başka yazarın 150 sayfalık kitabına başlıyorum.


İlk andan itibaren etkileniyorum. Mevzu ilginç, üslup da... Gerçi içimden bir ukala hemen kafayı çıkarıyor ve aklımı çelmek, kışkırtmak için elinden geleni ardına koymuyor...

Ama?!

"Belki haklısın, epey önce okuduğum, dolayısıyla yanılabileceğim kitaplarla mevzu ve anlatım olarak yakın ama bence bir taklit ve öykünme, o gibi olma hali değil bu. Haklı mıyım, onu da bilmiyorum açıkçası. İhsan Oktay Anar'ın sıkı okuyucuları daha iyi değerlendirebilir bu durumu," diyerek yanıtlıyorum onu.


Aslında adına bakınca, müzikle alakalı olabileceğini düşünmüştüm. Viyana Nokta, nedense böyle bir çağrışım yapmıştı. Bu bir hayal kırıklığı yaşatmadı ki ilk satırlardan itibaren üsluba, mizaha ve akıcılığa bayılmıştım. Eğlenceli bir Viyana, eğlenceli bir Kuşatma hikayesi; sıkmadan, güle oynaya devam ediyordu. Üstelik kısacık bölümleriyle neşeli ve kolay bir okuma sağlıyordu. Yazarın diğer kitaplarına bakınmaya başlamıştım. Üstelik 152 sayfa ve  43 bölümlük hali ile kitap benim sıralama mantığıma da uygundu. Sıkı bir kitabın ardından gelecek sağlam ve tuğla sayılabilecek bir okuma öncesinde lokmalık, hoş bir ara sıcaktı yani!..

Fakat bir süre sonra... Sona yaklaştıkça... Çok hevesle başladığım, coşkuyla devam ettiğim kitap sanki yazarın barutu bitmiş, yorgun düşmüş de artık zorlamayla, illaki belli bir sayfada bitirmek arzusu ile uzatılıp, tamamlanmaya çalışılıyormuş hissi vermeye başladı; esprilerdeki düzey düşüyor, baştaki özen şaşıyor, üslup sanki biraz sululaşıyor, dolayısıyla da okuma hevesim zorlanmaya başlıyordu...

Henüz bitirmedim. 135.sayfa ve 38.bölümün başındayım. Elim belki bir daha gitmez diye korktum. Tanımadığım bir yazar Süreyyya Evren. Güzel bir kitaptı, diyerek bitirmek arzusundayım onu. Finişe çok az var. Boşluklarla birlikte 17 sayfacık. Son düzlükteyim yani. O ve ben nasıl bir performans göstereceğiz bilmiyorum. Önerilmiş kitap Portekiz'e Yolculuk'sa manzaraya paralel masamın üzerinden bana bakıyor ki virüsünü çoktan bulaştırmıştı. Her şey bu gece belli olacak. İçimdeki kışkırtıcıya boyun eğmeyeceğim ve ona  rağmen bitireceğim belki Viyana Nokta'yı. Sonra hakkında iyice bir düşüneceğim.

Bir sonuç bildirgesi yazar mıyım?

İşte bundan da emin değilim!


*EKMEKÇİKIZ

23 Haziran 2020 Salı

Çok Eğlendin mi Yazarken Diye Sormak İsterdim

Kitap boyunca gerilirken, iyice meraklanıp bulmacayı çözmeye çalışırken, mizahı polisiyenin içine yerleştirmedeki keyfini tasavvur edip bu cinliğine gülümserken, hep, bu kitabı çok eğlenerek yazdığını düşündüm... Bu düşüncemde haklı olduğumu, doğru düşündüğümü onaylatmak da istedim; çocukça bir sevinci yaşamak için... Bunun yanıtını kendim de verebilirdim. Verdim de, çünkü bir duyguydu beni ele geçiren; okuduğum diğer iki kitabından edindiğim, onun ruhuna ve yaşama duruşuna dair bir izlenim, bir hissedişti bu...

Çok keyifli bir seyahatin dönüşünde Laura Erkin'in, Flanöz-Şehirde Yürüyen Kadınlar'ını* okumuştum. Oradaki bazı tanımlamalarla Olga'nın, Koşucular'daki karakterlerden biri üzerinden gezginlik hallerine yönelik cümleleri hoşuma gitmiş, kendime de pay çıkarmıştım. Kitaba ve dolayısıyla yeni tanıştığım yazara bayılmıştım; örtüşmüştüm. Ruhum çoktan kitabın içinde bir karakter halini almış, havanın sıcak ya da soğukluğunu hisseder hale gelmişti. Onun gezme konusundaki felsefesi ile Laura Erkin'in gezmek üzerine ifadelerini pek benzeştirmiş, bu örneklemelerden yola çıkarak da kendimizle övünmüştüm. Yazarın, yani Olga'nın beni saflarına çekip, neredeyse müridi aşamasına getirmesi; sonrasında Man Booker ödülü aldığı ve Nobel yolunun da açıldığı Koşucular sayesindedir. Gizemli, birbiriyle ilişkisiz karakterleri, yine birbiriyle ilişkisiz olay örgüleri olan, cin gibi, oyunbaz, pazıllar kurduran farklı  kurgusuyla alışılmadık bir okumaydı Koşucular. Ama finalde birbirinden ilişkisiz gibi duran çoklu öykülerin bir ana tezde bütünleşmesi ve zihinde bıraktığı olağanüstü  tat kalıcı oldu. Tüm bunlara, benim onu başköşeye oturtmama rağmen  pek çok okurun ben kadar sevmeyeceğini düşündüğüm de bir yazar, Olga Tokarczuk.


Koşucular'a bayılıp, yazarı ayrı sevdiklerim noktasına yerleştirdikten sonra onun bir öykü kitabının çıktığını gördüm ki bu Kalem Kültür Yayınları'nın, Avrupa Birliği Yaratıcı Avrupa Programı desteğiyle yayımladığı, farklı ülkelerden yedi kitaplık, Kısa Öykülerden Uzun Bir Köprü başlıklı serisinin içindeydi. Yedisini de aldım, onlara Bulgar Yazarlar'ın Dört Yol Ağzından Öyküler'iyle Leh Yazarlar'ın Kehribar Ülkesinden Yeni Öyküler'i ve de Gürcü Yazarlar'ın Sessiz Harfler Antolojisini de ekleyerek çok güzel bir "Avrupa Turu" yaptım; geçen yaz İskele Kafe'de,  yaz akşamlarının mutlandırıcı tazeliğinde kahve, tenime değen  esintiler ve denizin kokusunda...**





 Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde 

Karakter yaratmada, onları kanlı canlı varlıklar olarak hayatımıza sokma noktasında üstüne yok, diye düşünüyorum bir kez daha; adı olarak Janina'nın değil de Duszejko'nun kullanılmasını isteyen, ilginç, farklı, tatlı ve şaşırtıcı, daha ötesi gerçekmiş gibi benimsediğim karakterle karşılaşınca bu Tekinsiz romanda. Aslında kitaba giriş yaptıktan bir süre sonra, kafamda sorular, tadımda gaz kaçağı oluşmaya başlıyor. Sürekli diğer iki kitaptaki Olga ile kıyaslıyorum. Bir kıvam eksikliği sürekli dürtüklüyor beni... Hatta "İlk bu kitabını okumuş olsaydım, diğer kitaplarını alır mıydım?" diye düşünmeye başlıyorum. Bir hayal kırıklığının eşiğinde turlar atıyorum.


Peki kitap akmıyor mu? Fena halde akıyor ki hani iş-güç olmasa bir günde bitirilecek gibi. 300 sayfalık romanı üç günde bitiriyorum. Ve hatta son 100'de, hatta son 50'de ve hatta son 25'de savaş çıksa, kıyamet kopsa, gökten bomba yağsa, dokuz şiddetinde deprem olsa fark etmeyeceğim kadar içindeyim kitabın!

O ara, baştan itibaren beni izleyen, burun büktüğüm anlarda kelimelerin arasından hınzırca gülümseyen, hallerimle eğlenen Olga'yı da seziyorum. Sayfalar yok oluyor. Kendimi Duszejko'nun Samurai'sinde, kazan dairesinde, Müjde'nin dükkanında, yaşadığı yerin muhteşem doğasında, uzak olduğum astrolojinin göbeğinde görüyorum. Hatta o kadar içindeyim ki kitabın, bir blogdaki Polonya manzaralı bir yazıya ve bir kitabın fotoğrafına yönelik olarak; "Yürünerek bir ülkeye geçildiğine göre de o ülke Çekya olmalı diye düşündüm. Bunlar birer tasavvur tabii ki... tümüyle yanılabilirim. Fakat okunan kitap nedir anlayamadım ama... inşallah, dedim, Olga Tokarczuk'un Sur Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde'sidir. Bunu neden istedim, eğer coğrafya ile ilgili tahminlerim doğruysa, şu an bitirmek üzere olduğum romanı, tam da orada, o evlerin olduğu yerde ya da bir benzerinde geçiyor çünkü... üstelik romanda da Çekya'ya yürüyerek geçilebiliyor." cümlelerini yazıyorum.***
 
Kitap muhteşem, tartışmasız! Özellikle kaliteli yazılmış polisiye severler için biçilmiş kaftan. Ben sıkı bir polisiye okuru değilim, ilk anlardaki tat eksikliğimin nedeni büyük olasılıkla Olga'nın okuduğum kitapları ve onu koyduğum nokta ile ilgiliydi ki başlangıçta "hımmm... hımmm..." eden şu adamı bile sonuçta öyle bir ters köşeye yatırdı ki tadından yenmedi. Kitabı kapattığımda yüzümde şaşkın bir ifade, hınzırlığına bir tebessüm, "Yeni kitap lütfen, yeni kitap lütfen," diye sayıklayan bir benle karşılaştım: Kurduğu hikayenin ele geçirişine, zenginliğine, okuma lezzetine şaşkın, Romanın dünyasından gerçek hayata hemen dönemeyen, orada kalmış olmaya ve zekâya ve de hınzırlığa sürekli gülümseyen bir Hayran'ıyla yani!  



*Laura Erkin'in Flanöz-Şehirde Yürüyen Kadınlar'ı üzerine detaylı bir yazı için buradan lütfen. 

** Serideki Oltalarımıza Havai Fişekler Takıldı adlı kitapla ilgili cümleler şu yazının 3. 4. ve 5. paragraflarında, bakmak isterseniz buradan lütfen.

Sessiz Harfler Antolojisi ile ilgili anlatımsa şu yazının 6. ve 7. paragraflarında.  

*** Aslında yer konusunda çok yanılmamışım ki kitabın ve tasvirlerin insanı içine nasıl aldığının bir göstergesi bu, aynı hat üzerinde fakat Slovakya tarafında kalan -yakın- bir yer, merak ederseniz onun için de buradan lütfen.

18 Haziran 2020 Perşembe

Checkpoint Charlie ve Karantinalı Despina

Enn Sevdiğim Kadın'ı arıyorum. Korana Günleri onun için işi anlamında çok yoğun; iş dışı anlarında da aktif, üstelik yeni bir yüksek lisansa başlamıştı bu yıl, ve üstelik hem öğrenciyken hem de okulun öğrencileri ve uluslararası ilişkileri ve de uluslararası işbirlikleri ile uğraşmak zorunda... Ve üstelik mahalledeki çocukların kurduğu Çetenin üyesi kendisi... arada bir, tabancasını alıp savaşa katılması, onlarla oyun parkındaki kaydırağın tepesindeki kulübemsi yerde oturması ve ayrıca hem kargaların yavru, hem de sokaktaki kedilerin kedicikler ürettiği bu insansız dönemde, onları da yalnız bırakmamalı... Online başladığı Macarca kursu ve diğer pek çok şeyden bahsetmiyorum, çünkü bahsederken yorulmam mümkün! Tüm bunlara rağmen her zaman tatlı, enerjik ve karantina günlerimin ve elbette hayatımın renkli ve çok ama çok güzel geçmesinin sebebi... canımın taaaaaaaa içi!

Ona bir teslimat yapmam gerek, üç kitap ve üzerine konuştuğumuz, plaklarımın arasında bulunca da çok sevindiğim, fotoğrafını gönderince de onun çok sevdindiği bir 45'lik plak...

Geçen gün konuşurken telefonda, üstelik eriyip şımarmışken ben, bir an, doğaçlama, sonrasında da çok hoşuma giden bir cümle çıkıyor ağzımdan: "Bir Checkpoint Charlie belirleyelim, Türkan'dan bir balkabaklı pasta -bunu sadece pasta olarak belirtmiş neyli olacağını söylememiştim- alalım, sonra masalardan birine oturalım deniz kenarında, sosyal mesafeyi koruyarak yiyip içelim, ben de teslimatımı yapayım." Sonra o an, birden aklıma geldiği üzere, Sailor'dan, Onların Checkpoint Charlie adlı şarkılarından, albümlerinden, Sailor ile tanışmama sebep olan TV programından falan söz ederken ilkmiş gibi, üstüne üstlük de anlatmış mıydım daha önce, diye sorunca...

Evet anlatmışım, üstelik karşımdaki  hafıza ne zaman ve ne konu üzerine anlattığımı bile anlatınca... hafızamın çok güçlü olduğu söylenen ben sustum sanmayın, susmadım. Üstelik bir ışık yandı ve hemen araştırmaya koyuldum. Sailor'ın o albümünü bulup, fotoğrafını çekip, blogda havalı havalı paylaşacağım bir yazının, ön izlemesini bile yaptım.


Fakat ne yapsam ne etsem de, geçen gün Edvard Grieg'in Peer Gynt albümünde olduğu gibi bulamadım uzunçaları. Muhtemeldir ki bundan beş on yıl önce pikaplar yeniden revaçta olunca, benim pikap alan ama plak bulamayan arkadaşlarım tarafından yağmalandım ve  gidenler geri gelmedi doğal olarak, dolayısıyla da kendi fotoğraflarımı koyamadım. Bu  fotoğrafsa elinde plak olmayan Amazon'dan!

Dün sabah şu üst bölümdeki kadar yazıp, fotoğrafları ve şarkıları koyup, bırakmıştım yazıyı... Sonrasında iş güç, gazete, blog yazıları falan derken tembele bağlamış, bir daha da dönmemiştim yazıya... 

Akşam iş güç bitip de uzanınca kanepeye ve okumaya başlayınca Olga'nın son kitabını... telefonum çalıyor.  Enn Sevdiğim Kadın.  Aylar sonra kendi mıntıkasını terk etmiş ve bizim mıntıkada... Ömürevleri Migros'da. Olleyyyy... Süperrrr!

İniyorum bahçeye, elimde teslimatlarım, kolumun altında da Olga'nın kitabı, o gelene kadar okuyacağım; yönümü onun geliş yönü olarak tahmin ettiğim tarafa çeviriyorum ama yanılıyorum. Çünkü eve dönüşü sahilden yapmayı düşünmüş. Bu kadın çoooooooooookkkkkkkkkk güzel yaaaaaaaaaaa... çooooookkkkkkkk tatlı üstelik.

Sosyal mesafeli oturuyoruz, telefon sohbetlerimiz canlıya dönüyor ama içimde kaç aydır hiç görmemişiz birbirimizi gibi bir his yok. Arka bahçeye geçiyoruz, apartman sakinleri, ben hariç, arkada çay kahve, her akşam sohbet halindeler; allahtan sesler bu tarafa gelmiyor.  Küçük kiraz ağacının boyundan büyük meyvalarından iki taneyi koparıyor ve birini bana uzatıyor. Hımmmmmm çok lezzetli... sonra, tekrar ön tarafa, benim mıntıkama geçiyoruz. O ara erkek kardeşim işten dönüyor, biraz laflıyoruz ki kızkardeşim de camdan katılıyor. Teslimatları da yapıyorum bu arada...

                                                                                ***


Evet, Bir Zamanlar Sailor Vardı

İlginç olan, benim yıllar yıllar önce BBC'nin Supersonic adlı müzik programında Girls Girls Girls adlı şarkılarıyla izleyip bayıldığım, sonra da ilk gördüğüm yerde uzunçalarını aldığım Sailor'ın Checkpoint Charlie'sininse aslında, tarihin ne kadar önemli bir noktası olduğunu anlamam yıllar yıllar yıllar sonra, Steven Spielberg'ün Tom Hanks'li ama Mark Rylance'ın muhteşem oynadığı, şahane filmi Casuslar Köprüsü'nü izleyince olmuştu.*

Supersonic adlı programın sunucusu, aynı zamanda -belki de- yönetmeni, reji odasında ana kumandanın başından sunardı programı. Televizyon Yönetmeni ve Program Yapımcısı olma aşkı ile yanıp tuttuşan tıfıl benim idolümdü... Sunuş biçimine hastaydım; koltuğuyla kameraya döner, şarkıyı anons eder ve sonrasında kolunu dirsekten bükerek yukarı doğru kaldırır, sonra ileri doğru uzatarak, işaret parmağı ile havalı bir şekilde monitörlerden bir numaralı kameranınkini işaret eder, kamera monitöre zoom yaparken bir anda sahnede olurduk. Sonra da yakın plan görüntüleri seçer, kameradan kameraya geçer, son derece dinamik bir reji ile keyfime keyif katardı. O kaydı çok aradım ama ne yazık ki koca Youtube'da  bir tane, amatör kayıt bulabildim.

Varsayın ki öyle bir sunum ve varsayın ki görüntü canlı...




Serbest Çağrışım

Sailor, 70'lerin ikinci yarısı, gizemler, ergen yıllar, devrimci  haller, filmler falan derken ve karantina günlerindeyken şu aralar; birden dilime pelesenk oluyor bir şarkının sözleri; Karantinalı Despina.  Koşuyorum içeri, o albümde olmayacağını biliyorum ama o albümün de önemi var. İşte, orada....  Sol'un en organize ve en örgütlü ve giderek yükseldiği yıllar...  İdollerimiz var, sendikalar güçlü, ve %40'ları aşan sol oylar... Afiş akşamlarının yaz kokulu saatlerinde polislerden sakındığımız duvar arkalarındayız. İşçi Sendikaları, Öğretmen Sendikaları ve hatta şimdilerde kulaklara inanılmaz gelecek Polis Dernekleri ile sanki uzay çağına ermiş bir demokratik güç oluşturmuş Türkiye... Elbette karşıtlar var, elbette mücadele zorlu, ama umutlu... Sanki az sonra bir rüya, Devrim, gerçek olacak.

İşte o yıllarda Atilla İlhan şiirinden Karantinalı Despina gibi şarkılar yaparken ve henüz hidayete ermemişken Timur Selçuk; bu albümü de yapıyor. Lisenin başlarındayım ve Bizim Lise ve şehrimizdeki tüm Liselerde, Maarif Koleji'nde Devrim Şarkıları söyleniyor.


Şehrin Üniversitesi henüz yapım aşamasında, bir eğitim fakültesi var, kimlerin ele geçirmeye çalıştığı malum, defalarca karşı tepelerden kurşunlanıyor. Liselerse kale gibi. Devrimin eli kulağında sanki! Ne zaman bir yürüyüş olsa, ne zaman sendikalarla el ele yürünse; bizim cadde şenlik.. ve tıfıl bir devrimci, tüm camları açıyor, bu plağı koyup bangır bangır çalıyor. Piyano ve Timur Selçuk... Dilimizdeki marşların enfes yorumlanışı...

Timur Selçuk'un başta Ayrılanlar İçin olmak üzere, diğer şarkışlarına da bayılıyorum.  Fakat kaset listelerimden birinde ve doğal olarak da kasetlerimden birinin içindeki Karantinalı Despina; şiirden de kaynaklı olarak dilime yapışıyor ve çok sevdiğim bir kız arkadaşıma öyle seslenmeye başlıyorum.

Ve, şimdi ben iyi müzikler çalan, çok özel bloglardan Radyo Z'ye** öykünüyor ve anonsumu yapıyorum.

Karantina günlerinde, yeniden... taaaa geçmişten, muhteşem bir şiirden muhteşem bir yoruma evrilmiş haliyle, Karantinalı Despina.



*Checkpoint Charlie aslında nedir için Vikipedi lütfen.

**Radyo Z
 

15 Haziran 2020 Pazartesi

Tatlı Ekşi Soslu Sahanda Yumurta

Geçen hafta bir gün bu kez peynirsiz, domatessiz, kısacası hiçbir şeysiz klasik bir sahanda yumurta yemek istiyorum; bir yazım var gözden geçirdiğim, dolayısıyla kahvaltı için üşengeç bir sabahtayım, oyalanmak istemiyorum. Bu amaçla ocağın orta gözlerinden birini en kısıkta yakıyor, döküm tavam biraz ısınınca her zamanki gibi içine  kekik, biraz da kırmızı pul biber serpiyor, tatları patlasın diye, bir süreliğine öylece bırakıyorum. Klasik bir sahanda yumurta, yani!.. Fakat içimden bir çakma şef çıkıyor yine, onda bir fikrin ışığı yanıyor, beni ayartıyor ve tavanın içine üç dilim de jalapeno turşusu atıyorum; biraz çevirdikten sonra, ince bir kat, tavanın tamamını kaplayacak şekilde zeytinyağı döküyorum, bir süre sonra da yumurtayı kırıyorum; önce beyazını, kısa süre sonra da sarısını rafadan kalması için tavaya bırakırken aklım beni çeliyor ve yine de kaşar peyniri parçaları ekliyorum. Sarısı istediğim kıvama gelince de üzerine birazcık taze karabiber çekiyorum. Sonuç memnuniyet verici. Bir yandan ekrandaki yazımı düzeltirken bir yandan da beğendiğim bu tadı geliştirebileceğimi de düşünüyorum ki bu yeni ilave fikrimin müsebbibi Enn Sevdiğim Kadındır. Çünkü bir kavanoz, ilk kez tanıştığım bir reçel yapıp getirmişti bir gün bana ve onun önerisi ile de denemiştim sahanda yumurtada...


Şu hayatta en sevdiğim keyiflerden biri, bitmiş yazımı önizlemeye alıp yayındaki haliyle gözden geçirip düzeltirken, kahvaltımın ve kahvemin tadını çıkarmak... Gün Cuma ve yazı yayım saatine programlanacak az sonra. Önce kahvaltı hazırlanmalı! Bir öncekine küçük bir dokunuşla, daha havalı bir yazı başlığı ortaya çıkaracak, New Age bir sahanda yumurta olmalı bu...

Yöntem aynı, önce tava orta gözlerden birinde ısınmaya bırakılıyor, az ısınınca kekik, pul biber serpiliyor ki pul biber bu kez daha az... Sonra incecik ama tavanın tamamını kaplayacak kadar zeytinyağı ve bu kez ikisi daha küçük olmak üzere dört dilim jalapeno... O arada bir başka tavayı yine orta gözlerden birinde, küçük ateşle ortanın arasında bir yere ayarlı olarak ısınmaya bırakıyorum. O ısınırken döküm tavamdaki Jalapeno'ları kekik ve pul biberle birlikte biraz çeviriyor, sonra kavanozu dolaptan alıyor, içindeki muhteşem kırmızı acı biber reçelinden, çatal ucu ile üç ufacık miktarı tavanın değişik noktalarına bırakıyor, sonra da şöyle bir harmanlıyor tavayı, jalapenoları birbirinden ayırıyor ve pişmeye bırakıyorum. Sürekli kısık ateşte ocak bu arada ve içindeki hiçbir şeyin kızarmasına izin vermiyorum!..

O ara Türkan'dan alınmış, ekşi mayalı tam buğday ekmeklerini dilimliyor, ısınmış diğer tavama yerleştiriyorum. Biraz... ama biraz kızarmalılar....


Döküm tavada herşey yolunda, paydaşlar kıvamda... Yumurtayı kırıyorum, önce beyazı dağıtarak döküyor, sonra da sarısını rafadan kalacak şekilde orta yere bırakıyorum. Onlar coşkuyla, laflayarak, güle oynaya kıvam alırken ben de salatalık dilimleri, biber ve kekik ile tatlandırılmış zeytinlerden bir garnitür hazırlıyor, kahvemi demlenmeye bırakıyor, garnitürümün üzerinde biraz zeytinyağı gezdiriyor ve ekranımın karşısına taşınmak üzere kahvaltımı hazırlıyorum.


Gözüm bloglarda ve gazetelerdeki yazılarda, bir yandan da yayıma hazırlanan yazımdaki hataları buldukça düzeltiyor; okurken doğru gördüğüm pek çok kelimenin okuduğum gibi olmadığını ama harf eksikliğine rağmen her seferinde doğruymuş gibi okumuş olmama gülüyor, sabahın keyfini, güne eşlik eden müziğin tadını, dibine kadar çıkarıyorum. Kargalar yavru uçuruyorlar, kombinin borusunun üzerinde bugün daha genç bir kuş var ve cıvıltısı muhteşem....  Olga'nın su gibi akan, çok eğlenerek yazdığını düşündüğüm ama önceki iki kitabı ile kıyaslamayacağım romanını alıp kısa süreliğine, mesaim başlayana kadar, kanepeye çekiliyorum.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP