Akşamın geceye ulaşmaya çalışan hoş saatleri, elimde bir kitap var. Telefonum çalıyor. Ekranda Saadet yazıyor. Kız Öğrenci Yurdunun müdüresi. Güzel bir genç kadın, komşum; sanırım altı yazı önce bahsetmiştim kendisinden. Ana caddedeki binamızın bir arkasında, caddeye nispeten sakin sokakta, ikinci bitirdiğimiz binada oturuyor. Yönetici. "Buraneros Bey, sokaktaki polisleri görmediniz mi?" diye, soruyor. "Görmedim," diyorum. "Bekçileri de çağırdılar, bayağı kalabalıklar." Çıkıyorum balkona ama sadece binanın duvarına ve sokağa yansıyan arabaların, çakan ışıklarını görebiliyorum. Soğuk ve çakar maviler aklıma ipuçları atıyor ama! Meraksız bir soğukkanlılığım var. Kanepeye tekrar uzanıyor, bacaklarımı pofuduk yastığın üzerine uzatıyor, müziğin ve kitabın tadını çıkarıyorum.
Muhtemelen Çarşamba...
Ekranım açık, kahvaltımı yapmışım, o ara ne var ne yok dünyadaya bakmışım; kahvem yanımda ve açılıştan sonraki bir kaç dakika, piyasalar hakkında bir fikir veriyor bana. Gözüm savaş coğrafyasında... Telefonum çalıyor. Kızkardeş. "Duymadın mı?" diyor, "duymadım," diyorum. "Mahalle ayağa kalktı, nasıl duymadın?" "Müzik açık, manzaram deniz, işimde gücümdeyim." Olan biteni anlatıyor ama bu beni sokağa atmak için bir sebep olmuyor. Aksiyona kaşarlıyım.
Yarım saat ya da kırkbeş dakika sonra...
Gün çok güzel... Güneş pırıl pırıl, hava kendini sokaklara atmalık. Isı kontrolü için balkona çıkıyorum. Hımmmmm... güzel. Arka sokak kıpırtılı. Göremesem de bayağı bir aksiyon. Seziyorum...
Montumu giyiyor, içine kitabı, bir küçük fotoğraf makinesini attığım mini sırt çantamı omuzuma asıyor, net olmayan öğle yemeği fikrimle çıkıyorum evden. Bahçe duvarı boyunca yürüyor, bahar dallarına göz atıyor, erikte henüz bir kıpırtı olmadığını görüyor, bitimine varınca da önce cenaze arabasını, sonra polisleri, sonra bizim Özlem'i, polislerle konuşan Saadet Hanımı, tanımadığım bir kaç insanı, komşu binalardan tanıdığım bir kaç insanı, daha çok da meraklı gözleri görüyorum. Giriş merdivenlerinin başındaki sessizce ağlayan bir genç kadın dikkatimi çekiyor. Hemen bir adlandırma ile kim olabileceği üzerine bir fikir oluşuyor; duruşunu ve gözündeki yaşların anlamını beğeniyorum. Bu bana kalbinin güzelliği ile ilgili bir fikir de veriyor. Güzel kadın!
Eve temizliğe gelip de zili çaldığında cevap alamayan, sonra Saadet Hanım'ı haberdar eden ve polisin aranmasına ve gelmesine sebep olan Özlem ki çilingir kapıyı açtıktan sonra içeri gönderilip de etrafındaki dolar desteleri ile şahsı koltukta oturur, katılaşmış ve ex vaziyette ilk gören... Bu paraların bir mesajı olmalı? Üstelik son model Mercedes'i park yerinde değil?
Cenaze arabası üzerindeki tabutla birlikte hareket ediyor. Gözündeki yaşların anlamını beğendiğim kadın ve göz çukurları anıların ıslaklığındaki bir kaç erkek, ardından bakıyorlar. Cenaze sokaktan kıvrılıp caddeye yönlenirken ben de yürümeye başlıyorum. Kırkbeş yaşında, fotoğraflarına bakınca hayat dolu, doğayla ve sporla iç içe bir doktor, bir adam. Boşanmış ve iki küçük çocuk babası. Yalnız.
Biraz sonra kendimi yukarıdaki fotoğrafa atacağımı bilmiyor bir kararsızlık içindeyim, Saadet Hanım'ın ofisine doğru yürüyorum. Serinkanlılığıma şaşırıyor. Bu düzeyde, üstelik de ekonomisi yüksek bir karakterin on gün önce yine intihar girişiminde bulunmasını, sonra vazgeçip kendini ihbar etmesini ve sonuca ulaşan bu kezki intiharını aklı almıyor. "Sizi seviyorum," diye bir not bırakmış, onu eski karısına sanıyor. Üstelik eski karısı cenazenin alınması için arandığında gelmeyeceğini söylemiş. "Kalpsiz kadın!"
"İntihar bir eşiktir," diyorum, çaylarımız gelirken. Bir zayıflık sanılsa da bazen değildir diye ekleyip, bir olay yeri yazıma*yönlendiriyorum. Uzağında olduğum o günlere ise gülümsüyorum. "Arkadaşları," diyorum, "ilk intihardan sonra konuşup vazgeçirmişler, söz almışlar diyorsun ama hata etmişler. Değil teşebbüs, sözünü bile ederse bir kişi, aman dikkat."
Hımmm? Koltuğun üzerinde bir enjektör, dolarlar, oturur vaziyette bir ceset, sosyal hayatı aktif görünen, kanyon, dağ bayır gezen, motorsikleti ve spor Mercedes'i olan, görüntüde yaşamla bağı kuvvetli bir adam! Şüphe. Ben verileri aklımdan geçirirken Saadet Hanım onu almaya gelen polis arabasına doğru yürüyor. O ilçe emniyette ifade verirken ben çoktan denizin, havanın ve kumsalın sakinliğinde, kitabımın sayfaları arasında yok oluyorum.
Güne pek uygun, yan rollerdekileri ile eğlenceli, gizemli karakterleri ve kuvvetli tasvirleri olan bir roman. Bir polisiye ki olay henüz çözülmüş değil. İz peşindeyiz. Kobo Abe ki kendisinden bu kitabı alana kadar haberdar değildim; bir özel dedektife kayıp bir şahsı aratıyor. Doğal olarak Japonya'dayız. Kobo Abe de bir hergele ama! Hatta fırlamanın önde gideni... Edebi derinliği olan bir roman değil gibi ama şu günlerin anlamsız sıkıntılar yaratan hâllerinden uzaklaştırmayı başarıyor; bir varoluşçu tavrı da var. Akıcı.
Bizim mahalle de güzel yahu!..
Çaprazımdaki bankta bir genç çocuk var ki benden önce kaptı denize en yakın olan bankı.... Öylece denize ve martılara bakıyor. Kafasında bir an yaşıyor bence... Her ne kadar kapüşonuna saklamaya çalışsa da o anki düşüncelerini, duruşundan seziyorum ne olabileceklerini! Karşısına gelip kumlara yatan, ilgisiz gibi duran ama ilgi arayan, oynaşmaya hevesli bir köpek var. Akranını buldu. Kalkıyor yerinden çocuk bir süre sonra, bir filmde rolünü oynayan oyuncu gibi mesaj yüklü adımlarla yürüyor ve kumlarda yatmakta olan köpeğin yanına dizlerini bükerek çöküyor. Muhteşem bir dostluk başlıyor. Sevgi dolu.
Aslında buraya, üç bankın karşı karşıya gelmeyecek şekilde ve denize doğru yerleştirildiği bu noktaya gelmeden önce, uzun zamandır uğramadığım ve çıtır çıtır lahmacunlarını sevdiğim bir mekana, karasızlığımdan bir karar çıkararak, Diyarbakır Ocakbaşı'na giriyorum. Ofisten ayrılırken ters istikamete gitmeyi düşünmüştüm oysa!
"Üç lahmacun lütfen."
"Bir de açık ayran lütfen."
Donatılıyor masa ama eski çıtırlığı ve tadı yok lahmacunların. Hayal kırıklığı olsa da atıştırırken eğleniyorum. Güzel yerde, güzel bir mekan; lahmacun yanı klasikleri, tas ve içinde kepçe ile servis edilen ayranları köpüklü ve lezzetli. İskelenin meydanından geçerken, ellerinde küllah dondurma olan bir çift görüyorum. Sonra da bunların hazır dondurma olacağını düşünüyorum.
Kitabımı ve fotoğraf makinesini sırt çantama geri koyarken görüş alanımdaki dondurmacıma göz atıyorum. Yazın sıklıkla geldiğim dondurmacıda hayat belirtisi yok. Ama bir başka dondurmacıda sanki hayat var. Işıklı bir tabela yanıp sönüyor. Geçiyorum karşıya ki açık. Merdivenleri çıkarken dar balkonundaki tek sıra masalar beni çağırıyor. Giriyorum içeri.
"Karamel, çilek, parça çikolata ve balkaymaklı bir kase dondurma lütfen."
Yolu, denizi ve iskeleyi gören, kapıya nispeten uzak, içerideki televizyonun sesinin gelmeyeceği bir masaya oturuyorum. Kitabımı açıyor ama önce bir süre manzaraya bakıyor, olay yeri inceleme günlerimi düşünüyorum. Geçen zamana selam çakıyor, yaşadığım yere ve olanaklarına bir kez daha hayran kalıyorum. Karşı ağaçta, bizim sokakta geçen yıl gaklayan ergen karganın tonunda gaklayan çığırtkan, tatlı bir karga... Sesini arıyor, buluyor ama kendisini bir türlü göremiyorum. Kamuflaj süper. Hemen yan tarafta, Gloria Jean's Caffees'in bahçe duvarının üzerinde, baharı müjdeleyen kokular eşliğinde arya söyleyen bir de kedi var. Bir tür aşık atışması... Bafra'ya özgü, yanık sütlü, yılın ilk ve gerçek dondurmalarının tadını çıkarıyorum.
Kesinlikle Cumartesi
Süper bir sabah, güneş yok. Hava puslu. Gün ıslak ve yağmur ihtimali mutlak. Çoban kabanımı giyiyor, bir cebime kitabımı, diğerine de L23'ü koyuyorum. İki film arasındayım, biri daha ağır basıyor ama içerikleri tereddüt yaşatıyor. İkisi de yarışma filmi ki biri komedi. "Sıkıntıya bulaşmasam mı?" diye bir düşüncem var.
Trendeyim, sakin, ve oturacak yer buluyorum. Kitabımı açıyor ama görüntüsüne bayıldığım virajı kıvrılana kadar tren, başlamıyorum. Kuzeyli bir hava, gri bir gün, memnunum. Nerede atıştırsam fikirlerimi gözden geçiriyorum. Birazdan, seviyesinden yukarıda geçeceğimiz karayolunu, denizi, Yelken Kulübü, Kulüpteki lüx ve barınaktaki her ekonomik düzeyden tekneyi, kocaman Batı Park'ı ve nitelikli spor salonlarını gören çok seyirlik, tadı çıkarılası bir bölgeyi, dağın eteğinde kıvrılırken geçeceğiz. Belki de tam oradayken, teleferikler de üzerimizden geçiyor olacak. Şanslı günümdeyim!
Adı batasıca AVM'den bir durak önce iniyorum. Gün öğleni geçmiş durumda ve yoldayken yemek konusunu çözdü fikrim. Usul usul tadını çıkarıyorum cağ kebabımın. "Ben istemeden diğerlerini getirmeyin, lütfen," dedim çünkü.
Gişenin Önündeyim
"Sonsuzluk Üzerine için bir bilet lütfen."
"G-4 lütfen."
Bingo, son dönem filmlerimi göz önüne alırsak ilk kez gişedeki biri, doğru anlıyor ve doğru bileti veriyor. Peki neden?
Salon sevindirici; on kişinin üzerinde bir izleyici var. Filmin açılış sahnesini ve kadının konuşma sesindeki duyguyu beğeniyorum. Bu sekans çok hoşuma gidiyor ve filmle kaynaştırıyor beni. Film bir fotoğraf albümüne bakmak gibi. İlk aklıma gelen bu oluyor. Her hikaye neredeyse bir albümdeki fotoğrafa biraz da derinlikli bakmak süresi kadar. Diyalog yok, bazen tek bir kelime, belki bir cümle. Sahneler ilginç, mutlaka hiç kıpırdamayan insanlar var. Bir tiyatro sahnesi gibi yerleştirmeler, sanki etraf da bir tiyatronun sahne dekoru. Açılıştan sonraki ilk "fotoğrafa" bayılıyorum, sonrakilere de elbette... Fakat biraz emek isteyen bir film olduğunun, her izleyeni mutlu etmeyeceğinin altını çizmem gerek. Salondaki izleyiciler muhteşem; ama neredeyse hiç kıpırdamadan, bir bulmacayı çözmeye çalışan, pür dikkat perdede ve izlerken düşünen, belki iki arada bir derede kalan bir kitle. Bir ara, filmin renklerine, yönetmenin zevkine, oyun güçlerine, ince mizaha, coğrafyalara ve her bir kareye mest olmuş ben bile çıksam mı, diye geçiriyorum aklımdan. Allahtan bir öteki benim daha var!..
O kalıyor ve sabrın sonu selamettirin altını bir kez daha çizdiriyor. Artık her şey yerli yerine oturuyor. İlk kez izlediğim yönetmeni kavrıyorum ve başlangıçta ele geçiren görsellik ve sinema dilinden öte anlatılanlar da anlamlanıyor, ilişkileniyor ve yerli yerine oturuyor. İzleyici ve izleyiciler biraz emek verip de izlerse ki film aslında zorluyor buna, terk ettirmiyor kendini ve kazanıyor sonuçta. Kazandırıyor da!.. İzini hafızanıza bırakıyor, sonrasında tadı daha çoğalıyor ve "güzel bir sinema günüydü yahu," hanenize bir çentik daha attırıyor. Sinemaseverseniz ama!
Ekstralar...
Mutlu seyirci, filmi aklında tekrar tekrar izleyerek, gülümseyen ve mutlu yüz ifadesiyle, tam da filmle uyumlu, gri ve küçük damlalar halinde yağmurlu saatlerin tadıyla muzurlaşıyor ve bu AVM'yi "çok seven!" enn sevdiği kadın için fotoğraflıyor.
Irmağı enine geçen kablonun üzerine sıralanmış ve köprüden gelen geçeni izleyen martılar fren yaptırıyor bir kaç dakika sonra ki kaçınılmaz. Suyun üzerinde de şenlik var. Hâlâ filmde olan izleyici zaten bir Kuzey hastası, artık biliyoruz, gün de oraları aratmayacak görseller sunuyor. Şuraya yapılmış olan Toki binalarına kızıyor; işe giderken, sosyete mahallesinin ardından o Roman mahallesinin sokaklarında yürümeye, onların neşesiyle laflamaya bayıldığı eski halini özlüyor. Allahtan demiryolu yerli yerinde, yeni treninin bekliyor...
Kafamda kapüşonum, gözlerimi ırmaktan ve mahalleden alarak ıslak caddenin ve keyifli günün içinden yürüyorum. Eski Vali Konağının korunmuş binasının önünden geçiyor, Demirspor Kulübünün lokalini, komşusu iki şahane eski ve ahşap lojmanı, yazları düğünlerin yapıldığı güzel ve kocaman bahçesini müteahhitlere yedirmeyip de Şehir Müzesi, kocaman bir park ve güzel kafeli bir alana dönüştürüp hem anılara hem de halkın hizmetine sunan önceki iki başkana bir kez daha şükran diyorum ve uzun zamandır uğramadığım ama hep sevdiğim, kadim ve Baylan'da her oturduğumda kardeş olduklarını düşündüğüm, karakterlerini benzettiğim Birtat'a giriyorum.
"İki tane ekler lütfen"
"Bir de limonta lütfen"
Kendi başıma ilk gelişimi hatırlıyorum Birtat'a. Akşam seansıydı, ortaokul son ya da lise başındaki mahalleden bir abiye emanet etmişlerdi beni ama arkadaşım gibiydi; bir çizgi filme, gerçek bir çizgi filme gelmiştik. Şimdi yerinde bir bina inşa olmuş, o zaman yanında yazlığı da olan Yıldız Sinemasına. Red Kit'e... Öncesinde Birtat'ta oturmuş, ben bir acıbadem yanına da limonata istemiştim.
Tadı yıllardır değişmeyen limontamla çok da uzun olmayan hasreti giderirken; "şu gün bile, üstelik limonlar, şekerler, sular her şey değişmişken sen hâlâ o ilk tadı nasıl devam ettiriyorsun," diye geçiriyorum aklımdan. Hem sütlü böreğin, hem de eklerin kremaları da hayranlığımın altını bir kez daha çizdiriyorlar. Ve böreğin kıtır kıtır hamur katlarındaki lezzet, üzerindeki pudra şekeri ve dövülmüş şam fıstığı muhteşem... Pastane 1926'dan beri kuşaktan kuşağa devam ediyor ne güzel ki... Gelenekseli koruyarak!
Çıkınca, kadim parkın içinden yürüyorum; şu ünlü, şehrin simgesi, Atatürk'ün şaha kalkmış at üzerindeki, Samsun Hatırası fotoğrafların olmazsa olmazı heykelinin önünden geçerek. Bu kez trenle dönmekten vazgeçiyorum ve bir an önce evde olmak istiyorum. Filmi, pastaneyi ve günün tadını çocukca bir coşkuyla ve muzurca paylaşmak istediğim Biri var. Evdeyim.
"Telefon, tek tuş ve O."
Pazartesi Sabah...
Fırından sade poğaçalar alıyorum. Sandviç ekmeğindense bu poğaçalarla yapılan sandviçlere bayılıyorum. Yumurtam haşlanırken, filtre kahvemi hazırlıyor ve demlenmeye bırakıyorum. Bir küçük domatesi, kaşar peynirini ve pişen yumurtamı dilimliyor, hindi fümeli sandviçimi hazırlıyorum. O'ndan bir iz olmazsa, eksiktir ben için kahvaltı ki bugün, mavi Vosvos eşlikçim. Açıyorum bilgisayarımı, manzaram günün ilk ışıkları, Radio Margherita eşliğinde ve büyük bir keyifle, özellikle Cuma günü yayınlanmak üzere, yine kısa yazmayı beceremediğim hikâyemin ilk satırlarını akıtmaya başlıyorum.
*Şu yazının 11.paragrafı.