Bir gün, öylesine otellere bakıyorum; İstanbul'daki otellere. İstanbul'u semt odaklı gezmek gibi bir fikir oluşuyor bende. Nasıl olur acaba diye merak edip düşünmeye ve hayal etmeye başlıyorum. O ara bir yeme içme mekânına rast geliyorum; yine hedefsizce, oraya buraya bakarken. İlk görüşte vuruluyorum. Heyecanlanıyorum. Anımdan ve mekânımdan uçup oraya konuyorum. Şahane. Sonra tüm bunları derleyip toparlayıp yol arkadaşım ile paylaşıyorum. O da bayılıyor.
Kesinlikle o meyhanede bir akşam içmeliyiz! Kesinlikle...
Bu kesinlik üzerine bir çok oteli eleyip ruhumu daha derinden okşamayı başaranla ilgileniyorum. İlgilendikçe daha fazla ısınıyorum. Hayal ediyorum... Hayal?.. Bu çok hoşuma gidiyor. Hem de çok... Ve rezervasyonu yapıyorum; cumartesi gecesi için. Cumartesi... Bir cumartesi akşamı?! En sevdiğimiz meyhane renklerine haiz, heyecan veren bir mekânda O'nunla bir Cumartesi.
1.Gün
17 Aralık 2016
Gün henüz ışımamışken, gecenin sabaha yakın tarafında uyanıyorum. Yol sabahları erkeninin tenimde yarattığı serinin, yaş itibari ile biraz durulsa da çocukça, henüz yatağın sıcağı üzerimden sıyrılmamışken her bir hücremde oluşturduğu ayaklanmaya bayılıyorum. Sırt Çantam zaten hazır. Sabah rutinlerini de halledince düşüyorum yola. Sabiha Gökçen'i daha çok sevsek de bu kez Atatürk Havaalanına ineceğiz. Semtimiz için bu daha elverişli. Gün ışımadan başlayan, sonra günün ışımasına tanıklık ettiğimiz, karlı dağlar geçtiğimiz, kahvemizi içip tostumuzu yediğimiz güzel bir uçuşla Yeşilköy... Havaş, sanki bizi bekliyor.
Her ne kadar Zeytinburnu sahilinde yükselen gökdelenler üzse de İstanbul henüz uyanmaya hazırlanırken onun derinliklerine girmek keyifli. Kumkapı'nın sabahı bir başka alem. Aksaray'ın anıları çok. Plakçılar Çarşısı
ne güzel günlerdi ama, dedirtiyor. Çocukluğumdan beri sektörün en sevdiklerimden biri olan, Aziz İsvan LTD.ŞTİ.'ini barındıran Şişhane'de iniyoruz. O köşeye ve anılara bir göz kırpıp karşıya geçiyor ve bir taksiye atlıyoruz. Unkapanı Köprüsü'nün inişinden sağa kıvrılıyor, Cibali Sigara Fabrikası'ndan evrilerek restore edilen Kadir Has Üniversitesi'nin mimarisi güzel binasının önünden geçiyoruz. Güneş, henüz sisleri aralıyor. Haliç gittikçe mavileşiyor. Restorasyondaki Bulgar Ortodoks Kilisesi'nin kubbesindeki parıltı yeni günü müjdeliyor.
"Burada bırakır mısınız lütfen."
Kaloriferin sıcağından inince soğuk bir kez daha yanaklarımızı okşuyor, güneş sırtımızı sıvazlıyor, mutluluk çiçeklerimiz açıldıkça açılıyor. Oradalar! Bir yol genişliği kadar uzağımızda... Kalplerimiz alkış kıyamet. Kanımız fokurduyor. Sanki bir kez daha başarıyoruz.
"Yaşasın!"
Bir süre seyrediyor, karşıya geçiyor, kahvaltıya hazırlanan bölümden kıvrılıyor, resepsiyona varıyoruz. Hoş bir Hanımefendi. Uçağımız gün ışırken ineceği için teklif ettiğimiz erken girişin kabul görmesi bağımızı katmerleyen, olumlu sinyaller gönderen ince bir tavırdı zaten. Dar, nispeten dik, ahşap ve sevimli merdivenlerden çıkıp vardığımız alan heyecan verici. Kocaman bir Rum evinde olduğumuz kesin. Merdiven sürecince bayılmaya başladığımız, güzel oturma salonları geçtiğimiz otelin, yani Troya Hotel Balat'ın bize ayrılmış odasına girince tam anlamı ile göğe eriyoruz. Tül perdelerin arkasından gördüğümüz manzaraysa muhteşem ötesi. Sakiniz! Hımm... yatak pek rahat. Az dinlenip, birer kahve içip semti talan etme fikrindeyiz.
Kocaman ve sevimli balkon, ne fikirler getirmiyor ki akla. Manzaraysa kimsenin itiraz edemeyeceği kadar muhteşem.
Ben planlanan konseptle ilgili otel seçmeyi biliyor muyum yoksa? Hava soğukmuş kimin umurunda. Elimizde kahve kokusu, denizin kıyısında balık tutan bir kaç kişi, karşı kıyıda canlanmaya başlayan hayat, önümüzden geçen yolda kıpırdanan gün, yüzümüze vurmakla kalmayıp tüm yarımadayı usulca parlatırken ısıtmaya da başlayan şahane bir güneş...
Panoramik bir mutluluk ânı.
En üst katta, Haliç'e bakan bir odada, Galata Kulesini ve tarihi yarımadayı görebilen ve ruhu olan bir binada olmak, oturma odalarını dolaşmak, yaşanmışlıkların izlerini tüm hücrelerimize kadar hissetmek olağanüstü bir başlangıç. Odanın klima ile ısıtılıyor olmasının ilk anda hissettirdiği soğuk umurumuzda bile değil. Öylesine bir
sıcaklıkla tanıştık ve kaynaştık ki... Üstelik akşamın, masanın, ona eşlik edecek müziğin, lezzetli mezelerin merakı ve hevesi kıpır kıpır. En çok da semtin bizimle paylaşacaklarının...
Komodinin üzerindeki semte dair öneriler bulunan kitapçığa bir göz atıp yanımıza alıyoruz. Bir süre yürüyüp otelimizin arka sokağına geçiyoruz ki bir bölümü araç trafiğine kapatılmış, sıkı güvenlik tedbirleri ile korunan Fener Rum Patrikhanesi'nin önündeyiz. Onu geçince otelimiz ve komşu binaların asıl girişlerinin olduğu yerde kalıyoruz. Asıl cepheleri burası. Önlerinden, daha doğrusu eskiye göre arkalarından geçen yoldan önce, denizin kıyılarına vurduğu hali düşünüyorum.
Dört sütunlu girişi ile Yunan tapınaklarını anımsatan Özel Maraşlı Rum İlkokulu'nun binası sanki başladığı işi yarım bırakan, sonra da öylesine tamamlanan bir müteahhit eseri gibi duruyor. Hikâyesiyse enteresan... Biraz ilerledikten sonra önünde kaldığımız deponun bulunduğu bina, depo açısından sevimli gelse de Nurbanu Sultan tarafından Mimar Sinan'a yaptırılmış bir hamam olduğunu bilmek, elbette üzüyor insanı. Perispri aklımızda olan bir kafe, aynı zamanda da bir antikacı, hoş mekân, biraz göz atıp, güzel restore edilmiş evlerin daha çok da el değmemişlerinin önlerinde kala kala Fener'den Balat'a doğru devam ediyoruz. Uzaktan bakışıp da kaynaştığımız, bir Türkiye klasiği olarak ölüme terk edilmiş ahşap ev, önüne gelince frene bastırıyor elbette. Halini hatırını sorup sohbet ediyoruz kendisiyle. Üzerine projeler geliştiriyoruz.
Martı sesleri açlık gibi.
Patrikhane'nin arka sokağında ve karşısındaki eski ve yüksek binalardan birinin terası üzerinde iniş sırası bekleyen bir kalabalıkla tur atıyorlar. İnişe geçen beslenip tekrar havalanıyor. Rivayetlerimiz alaca karanlık kuşağı gibi. Kendilerini sevsek de durum Kuşlar filmi ürküntüsünde. Muhtemel ki o evde oturan ya da oturanlar tarafından besleniyorlar, diye düşünüyoruz. Hepsinin de maşallahı var! Esprilerimiz muhtelif!
Güzelliklere ulaşmak sabır ve emek ister kelimelerini kulaklarımıza fısıldayan Sancaktar'ı tırmanmaya başlıyoruz. Sanki bir masalın içinde göğe yükseliyoruz. Yoksa masalların mı demeliyim? Henüz sabah olmasına rağmen fotoğraf gruplarının sayısında gözle görülür bir artış var. Bu bir belirti olabilir! Özellikle bir tanesi var ki bugünü anlamamıza da katkı veriyorlar. Hafta sonu aktivitesindeki bir kadın grubu, kültürel ve sanatsal bir etkinlik... ve "başlarındaki" erkek sevecenlik yüklenmiş bir öğretmen edasında. Bir fotoğraf kulübünün üyeleri mi acaba?
Fener Rum Erkek Lisesi elbette iz bırakıcı. Fantastik bir duruşu var. Şahsiyetli. Karşısında sabırla, saygıyla, kıskançlıkla ve hayranlıkla bekliyoruz. Bahse konu kadın grubu, kapalı şemsiyeyi eline baston gibi tutturdukları bir küçük delikanlının fotoğraflarını çekiyorlar. Pek İngiliz bir poz. Durumu izlemek keyifli, oğlanın
yeter artık bakışları bizden yardım ister gibi.
Biraz da havalara mı giriyor ne? Tatlı bir çocuk. Belli ki buralardan.
Korkulukların üzerindeki sevimli kediyi model yapan bir tanıdığım var. Kedi hayatından memnun. Kendisinden poz talep edilmiyor ama o da güzel pozlar veriyor. Bense bu okulda öğrenci olmak meselesini düşünüyorum.
Yokuşu biraz daha yürüyüp tekrar geri dönüyoruz. Çıkarken dikkatimiz çeken merdivenlere yöneliyoruz. Bir çay, ya da kahve içmemiz mutlak İncir Ağacı Kahvesi, ne yazık ki o saatte kapalı.
Merdivenlerden çıkarak ulaştığımız güzel evlerden sonra gözümüzü alan noktadaysa
masalsı bir hikâyenin, belki de bir efsanenin ürünü, Fatih'in emriyle camiye evrilmeyip kilise olarak kalan Moğolların Meryemi Kilisesi... Moğolların Meryemi adıyla kastedilense Bizans İmparatorunun kızı Maria Despina. Fakat bu arada önünden geçtiğimiz duvarın ardındaki evin, yaşamı ve kariyeri pek enteresan bir prense, Romen Prensi Dimitri Kantemir'e ait olduğunun farkında mıyız, farkında mıydık şu an bilmiyorum. Eğer yüksek duvarlar engel olmadıysa kaçırdığımızı da pek sanmıyorum. Güzel evler, saklı bahçeler, güzel sokaklar geçerek ve de Lisesinin etrafından dolaşarak vardığımız son nokta ise süper.
Mesnevihane'ye kapalı olduğu için girmeyince, bir başka girişi olacağını düşünerek bir üst sokağa geçiyoruz ama nafile. Demirlerin arasından gördüğümüz manzara pek yeterli gelmese de Rum Erkek Lisesi'nin kulesi muhteşem. Mesnevihanenin 1845'de açılmış camisi ise insanı kucaklayan, çağıran, alçak gönüllü zarif bir sıcaklık içinde. Aşılamayacak yüksek demirleri aşıp da bahçeye girebilsek, terasın uç noktasının bize sunacağı Haliç ve okul manzarasının doyumsuz olacağını hissediyoruz. Aslında yandaki
gizli işlerle uğraştığını hissettiğimiz, anladığımız, resmi, soğuk ve ürkütücü binadan çekiniyoruz.!
Camiye ve kuleye bir süre daha bakıp ufak ufak alçalmaya başlıyoruz. Bir rotamız yok. Sezilerimizin yönlendirmesi ile hareket ediyoruz. Yine güzel evler geçerek, bahçelerin demir kapılarından kadim ağaçların ve çiçeklerin fotoğraflarını çekerek, hikâyelerine kulak kesilerek,
onlarsız Balat olmaz noktasına varıyoruz. Fotoğrafçılar için kesinlikle çok güzel objeler! Biz ruhlarını okşuyor, bize anlattıklarını dinliyoruz. Sonra önlerine değil de hemen sağımızdaki sokağın içindeki eve yöneliyoruz; L yaparak Kiremit Caddesine bağlanan sokağın L'sinin köşesindeki, yukarıdan inen yağmur borusunda minik bir kuş yuvası asılı olan eve. Orada oturuyor olmayı istiyoruz. Boş olan birinci katında. Girişindeki merdivenin çiçek saksılı ferforjelerine bayılıyoruz. Varsın güneş almasın.
Açlık usul usul kapımızı çalmaya başlıyor... yüreğimizin götürdüğü sokaklara gire çıka Vodina Caddesine doğru yürüyoruz. Aslında sokaklardan birinde set hazırlığı içindeki bir film ekibine rastlıyoruz. Bunun bir reklam filmi olacağı ihtimali üzerinde yoğunlaşıyoruz. İleriki zamanlardan birinde severek de izlediğim bir televizyon dizisinin başrolünde görünce Balat'ı, bir
"Acaba?" takılıyor aklımın bir köşesine. Külhan Sokağı'ndan ilerlerken önümüze çıkan tuğla cepheli evse
içimizdeki İrlandalıları heyecanlandırıyor elbette. Önünde kalmamak mümkün değil. Kalıyoruz. Kardeşlerine başka ülkelerin başka sokaklarında rastlayacağımız gibi ona yazıyoruz...
Vodina'nın bir üstündeki ona paralel caddeye doğru inerken ve de tam ona ulaşmak üzereyken, yokuşa ilk bulaştığımızda dikkatimizi çeken kapıların önünde fren yapıyoruz. Bir Balat klasiğinin şenlikli, renkli, pırıltılı kalabalığını izliyoruz. Poz poz fotoğraf telaşındaki insanların hayatın karanlıklarından uzaklaşmış çocuk neşesindeki yüzlerini ve heyecanlarını seyretmek iyi geliyor. Farklı ve canlı renklerdeki, yan yana dizilmiş, bir model edasında popüler pozlar veren kapılar da neşeli. Lakin biz, kendi doğallıklarıyla bütünleştikleri evlere renk katan, özel gözlerin takdirine mazhar, şefkatle ve saygıyla okşanan
yalnızların hastasıyız. Bir de maviliklerinin...
Caddeye gelirken pek çok sokakta, köşebaşılarında adlarına çok yerde rastladığımız, önerilen pek çok popüler kafe ile karşılaşıyoruz. Hepsi özenli bir emeğin ürünü, çekici ve semtle bütünleşmişler. İçlerinde aklımızı fazlası ile çelenler de var. Lakin bir türlü o aşkın aniden ele geçirip de titreten, doğal ateşi oluşamıyor aramızda. Bir sıcaklık, tatlı bir samimiyet, kıpırtılı bir heyecan titretmiyor bedenlerimizi. Fakat canlısını görmeden aşık olduğumuz, ısındığımız bir yer de var fikr-i sabitimizde? Çünkü O, komodinin üzerindeki mini rehberde pek çok tarihi nokta içinde bugüne dair tek olunca, vardır bir hikmeti diye düşünmüş, bir sıcaklık hissetmiştik ki gelirken kendisi ile ilgili hiçbir bilgimiz de yoktu.
Çıfıt Çarşısı, orası burası, Vodina Caddesi, Gülümseten Dükkan, ilgi çeken Vintage mekânlar, Coffee Department falan derken, asıl hedefimize, Surp Hreşdagabet Ermeni Klisesi'ne doğru yöneliyoruz. Öğle sakinliğindeki aydınlık sokaklarda sessiz adımlarla yürürken görkemli bir harabe bina bizi çağırıyor. Sıcak bir dostluk oluşacağı kesin. Ona takılmışken gözlerimiz, mahalle sakinliğindeki, eskinin tamirhanelerini andıran kagir bina dikkatimizi çekiyor. Bir sıcaklık daha... Burası olmalı. Kapının önündeyiz. Kapı kapalı, ama sanki bir yaz günü gibi güneşli bir an. Ne yapalım tereddüdü içindeyken arkamızdan gelen bir genç adam kapıyı açıyor. Onunla birlikte giriyoruz. O, hemen girişteki avluda papaz olduğunu düşündüğümüz kişi ile bir konu üzerine konuşuyor. Biz özgürüz. Sanki, güneşli bir öğle sakinliğinde- nasıl ve nereden geldiyse- sanki Meksika'da bir yerdeymişiz hissiyatıyla, kutsiyetli bir loşluk içindeki mumların izinde, fısıltı ayarında seslerimiz ve sessiz adımlarla dolaşıyoruz mekânı. Fısıldaşırken, düşünüyoruz da...
Dört dinin bir arada yaşandığı bir coğrafyada yaşamanın, yaşamayı başarabilmenin kıymetli bir şey olduğunu görüyor insan Balat'ta. Seccadesini serip bu kutsal mekânlardan her hangi birinde namazını kılan insanlar olduğunu bilmek, duymak da kıymetli. Sıcak, kucaklayıcı öğle sakinliği insanı özgürleştiriyor da sanki. Epey zaman geçirdikten sonra teşekkür edip ayrılıyoruz oradan.
Leblebiciler sokağından caddeye doğru yürüyoruz. Kuru meyve kokuları ile harman olmuş baharatların rahiyası okşuyor yüzlerimizi... Dükkânların bir kısmının kepenklerinin inmiş olmasını Cumartesiye yoruyoruz! Uzaktan taze turşu kokuları geliyor. Kuyumcu vitrinleri ışıl ışıl. Sokak ruh açıcı olduğu kadar iştahı da artırıyor. Bu güzel, saygılı, barışçıl ve esnaf sokaktan Vodina'ya çıkınca, sanki Balat'a ait bir heykelmişçesine yolun sağında duran, boyalarının yok olduğu yerlerde paslar türemiş ama asaletinden de hiç bir şey yitirmemiş Mercedes'e hal hatır sorup, önünde bir süre kalıp, bu canlı caddenin an itibariyle en önem arz eden, büyük bir aşkın, şahane ve iz bırakıcı bir öğle yemeğinin, sıcacık bir an olarak anılarımızın şefkatli kucağında yerini mutlak alacağını sezdiğimiz mekânın, çekim alanına girdiğimizi hissediyoruz.
Vodina Caddesinde Sıcacık Bir Öğle Yemeği
Bir tek masanın sığacağı kadar dar cephesi olan, yeşillikler arasına saklanmış lokantayı gördüğümüz anda tümüyle çevreden soyutlanıp, onunla kucaklaşıyoruz. İçimiz alkış kıyamet. Fena halde ele geçiriyor bizi. Usulca giriyoruz içeri, tezgâhtaki yemekler mis kokulu. Üstelik de şaşırtıcı. Sanki bir ailenin evine konuk gitmişçesine, güleryüzlü bir karşılama. Sağlam bir menü.
Etraf iş yerlerinin tadilat işlerinde ya da daha büyük inşaatlarda çalışan emekçi kardeşler ve de esnaftan bir kaç müşteri ile dolu bir kaç masalı bu şirin lokantanın yeni boşalmakta olan masalarından birini gözümüze kestiriyoruz. Öncesinde, tezgâhın ardındaki abiden, bir aile lokantası tadı veren bu sıcak mekânın gözümüzü alan yemekleri ile ilgili güler yüzlü bilgiler alıyoruz. Damaklarımız pek heyecanlı, buruna gelen kokular ve gözlerimize değen lezzetin ruhumuzda yarattığı şenliğe ise paha biçilemez.
"Bir Fırın Köfte lütfen."
"Bir Saray Kebap lütfen."
"Bir Bulgur Pilavı ve iki ayran lütfen."
Sevimli bir lokantada, güleryüzlü bir hizmetle donanıyor masa. Dış camda asılı kağıtta yazılı
'Özel acılı sosumuzu tattınız mı?'cümlesindekilerden oluşan tabak da konuşlanıyor masanın baş köşesine. Tartışmasız bir
bayram sofrasındayız. Porsiyonlar altını çizeceğimiz üzere kallavi. Lezzet muhteşem. Her şey tazecik. Keyfimiz arş-ı âlâ'da.
Ne mutlu bir öğlen! Biz dışında, bu semte ait olmayan kimse yok üstelik. En sevdiğimiz anlardan biri; bu şirin ve lezzetli lokantayı oralı gibi yaşamak. Sanki her gün yemeği burada yiyormuşuz gibi bir sıcaklık. Sanki bir kaç dakika önce tanışmamışızcasına bir aidiyet hissi. Damaklarımızda olağanüstü bir tat. Saray Kebabın üzerindeki beşamel sos, onun, altındaki sebzeler ve son derece lezzetli etle uyumu, ev sıcaklığından da öte. Fırın Köfte sanki bayram sofrasına babaanne elinden gelmişçesine bir lezzette. Ahhh o suyuna banılan ekmekteki lezzet! Ya bütün biberlerin domatesle birlikte pişirilmesi ile elde edilmiş acı sosa, ufacık ama ufacık dokundurulmuş ekmeğin damağa bıraktığı kalıcı iz?!
Bu mutlu anlara ödediğimiz para ise şaşırtıcı. Günün koşullarından bakınca,
"Bir şeyi eksik mi yazdılar acaba?" diye düşünmeden de edemiyoruz. Masamıza hizmet eden küçükten başlayarak herkese tek tek teşekkür ederek, fena halde doymuş vaziyette, mutluluk doz aşımındayken yeniden çıkıyoruz caddeye. Bir süre yürüdükten sonra Vodina Caddesinin alt sokaklarını dolaşmaya başlıyoruz. Yine antikacılar, eskiciler ve sanat üreten dükkânlarla bütünleşmiş bir mahalleyi güle oynaya arşınlarken vitrinindeki seramiklerle çağıran bir dükkâna -kaçınılmaz olarak- giriyoruz. Balart Sanat Evi. Bir seramik sanatçısı olan, aynı zamanda ders de veren tatlı hanımefendi ile tatlı tatlı sohbet ediyor, el emeği ürünlerinden alıyor, yine hoşluklar içinde yürürken pek de neşeyle, oynaşarak yürüyen çocuklarla karşılaşıyoruz. Üstelik de bu karşılaşmanın yaşamımızda derin dostluklar bırakacağından habersizce.
Kapitalizm Kahrolsun!
En sevdiğim kadın haberdar, benimse bir tık bile bilgim yok. Onun için bu seyahatin odak noktalarından biri, bense avare.
O ise iki bina arasına sıkışmış, cıvıl cıvıl renkleri ile bir anda önümüze çıkıyor. Kalbinden el çırpma sesleri gelen, sevinçten zıp zıp zıplayan biri var.
Girişi tahmin etmeye çalışıyoruz. Arka sokağa dolandığımız andaysa sokağın bütününe bayılıyoruz. Cıvıl cıvıl çocuk kaynıyor. Masanın üzerindeki, çocuklar için pek cazibeli, gofret, çikolata, kraker ve türevi yiyecekler, ikinci el giysiler
, ayakkabılar, okul çantaları
alabilirsiniz vurgusuyla tüm çocuklara ücretsiz. Ha keza su da. Kapıdan içeri göz attığımızda, yukarı çıkan daracık ve iki yanı kitap dolu ahşap merdiven çağırıyor. Gelin de girmeyin! Çocuklarla birlikte tırmanıyoruz. Bu ev onların. Bizi mutlak misafir edecekler. Küçücük binanın daracık merdivenlerini heyecan yüklü bir masalın derinliklerine dalarcasına adımlıyoruz. Çocuklarla birlikte.. Hoş bulduk! Mutfak, kafeterya, aş evi, salon, çalışma odası... ne derseniz deyin. Sıcacık, şefkatli bir oda. Ocağın üstündeki çorba missler gibi. Pişmesine biraz daha var.
Oturuyoruz masanın etrafına, buranın asıl sahibi çocuklarla... İlla bir şey ikram edecekler. Ada çayları geliyor. Sinem çorbanın başında, bir yandan karıştırıyor, bir yandan sohbete katılıyor. Şaşkınlık, sıcaklık, emek, yaratıcılık, destek, hayaller üzerine güzel güzel cümleler kuruyoruz. Öylesine coşkuluyuz ki ve öylesine hayran... İçimdeki iyilik melekleri heyecandan kıpır kıpır.
Bu şefkatli emek için bir şeyler yapmalıyım! Çocuklarla paylaştığımız sohbete paha biçilemez. Sinem ve Murat onların da mutlak her olayın içinde olup, burayı sahiplenmelerini istiyorlar. Söz hakkının büyüğü çocuklarda. Elbette bu coşkunluk içinde sonrasında yerine getirmediğim büyük laflar da ediyorum. Bir bloğum olduğundan, orada yazacağımdan, hatta özelikle İstanbul'da yaşayan blog yazarlarını buraya yönlendirip onların da yazmasına aracılık edeceğimden söz ediyorum. Tüm bu coşkulu vaatlerim inşaat demirleri, gaz betonlar, kalıplar, lentolar arasında sürekli erteleniyor. Zaman kavramımım yok olduğu bu süreçte, bugün, yarın derken... en kısır yazma dönemimde yok olup gidiyorlar. Sözümü yerine getirmiyorum. Yüreğim bana küsüyor...
Kahrolsun kapitalizm!
İyi yürekli iş adamlarından ufak destekler alsalar da, ki mesela buzdolabını onlardan biri almış, bunca çocuk için burayı döndürmek zor. Ama başarmışlar. Artık medyada, en azından ilgi duyanların fark edebilecekleri düzeyde yer de buluyorlar. Öyle de güzel hayalleri var ki...
O ana kadar sessizce, masanın bir kenarında resim yapmakta olan Rade, gülümseyerek geliyor ve en sevdiğim kadının kucağına oturuyor. O resim bizim için; Rade'nin hediyesi. Bizim yapamadığımızı gözlerimiz yapıyor. Nemleniyorlar... Bentleri, tutmaya çalışıyor tomurcuk olmuş sevinçlerimizi. İçimiz yıkıyor bütün bentleri, sele kapılıyor oysa.
Masalın içinden çıkmak zor. Öte yandan engel olmamak da gerek. Geri geri gitmek isteyen adımlarla çıkarken binadan; hemen girişin yanındaki, kapısında ambar yazılı olan, bir kaç un ve bakliyat çuvalı ile dolu minicik oda, dikkatimizi çekiyor. Bir masal evde bir masal ambar. Ama oradan sorumlu genç adam çok tatlı, bir hayal kahramanı gibi. Bir şeyler yapma arzumuz had safhada.
En sevimli esnaf noktasına çıkıyoruz. Mahalleli olmanın en hissedildiği yere. Sevimli bir market ki zamanın gereği, aslında tam bir bakkal. Mahallenin bakkalı. Sanki bahçeden yeni toplanmışçasına güzel kokan meyve ve sebzelerin arasından geçip, giriyoruz içeri. Yine tatlı bir genç adam. Muhtemeldir ki bakkal amcanın oğlu. Bu duruma alışkın olduğu belli. Onun da yardımı ile yapıyoruz gerekli olanlar doğrultusunda alışverişimizi. Teslim ediyoruz aldıklarımızı Ambarcıya. Alıyoruz alkışları. Ne hoş bir teşekkür!
Karşı kaldırıma geçip sonrasında, filmi başa saran izleyici gibi dışarıdan seyrediyoruz Hobbit House'da olan biteni.
Bazı vedalar zordur. Lâkin bu kolay oluyor. Sanki gerçek olmayan bir dünyaya girmiş, orada, bu taraftaki kirli dünyaya ait olmayan mutluluk anları yaşamış, sonra oradan çıkıp olağan hayatımızın olağan karmaşasına karışmış, rutinimize dönmeyi başarmış gibiyiz. E bu da güzel bir şey sonuçta! Güne adaptasyon da tamam olduğuna göre, kaldığımız yerden devam edebiliriz.
Sanki bizi şımartacak bir kahve içmeliyiz!
Masallar hep bizi mi bulur... Yoksa biz mi masalları?
Aklımıza nakş edilmiş yerlere göz ata ata giderken ve etkilenmezken... yine aklımıza nakş edilmiş yerlerden biriyle fena etkileşiyoruz.
Usulca giriyoruz. Genç bir çift var masalardan birinde. İletişime bakılırsa, seviyorlar burayı. Biz zaten bayılmıştık dar caddenin ta uzağından gördüğümüzde. Bir masaldan çıkıp, bir süre günü yaşayıp, yine bir masala girdik sanki! Hadi hayırlısı.
Dışarıdan bakınca pek davetkârdı, eyvallah! Ama
dışı seni içi beni yakar, diye bir sözümüz de var, değil mi ama? Biz nedense, yüreğinin götürdüğü yerde gözü kara olanlardanız. Belki de hislerimize fazlası ile güveniyoruz. Göreceğiz?
İçindeki yemek yiyen genç çift dışındaki iki karakterle yarattığı ambiyans etkiliyor. Yine bir zaman sıçraması. Yine tertemiz bir dünyaya sığınmışlık duygusu.
Bingo!
Sıcak ve tatlı bir şey içme arzumuz katmerleniyor. Noel ve yılbaşı yaklaşıyor. Gün boyu süren hareketliliğimiz çok hissettirmese de mevsim kış. Kapıdan girdiğimiz andan itibaren hissettiğimiz şey de, sanki bugün kar yağıyor.
O halde?
"İki kapuçino lütfen."
İçerisi çok güzel, sevimli, özenli, tamam! Ama fincanlar başka. Tam anlamıyla masal tamamlayıcılar. Hımmmmm kahve de güzel. Bu kez senaryosunu kendi yazacağımız bir anın içindeyiz. Her şey yolunda. Bir kaç yudumun ardından yorgunluk uçuyor, dolaşmaya başlıyoruz dükkânı; arka bölüm başka bir lezzet, satın almaya çağıran çok da güzel objeler var ve dükkânla entegre hiç de yadırgatıcı gelmeyen bir mini mutfak. Objelerin seçkin bir göz tarafından alındıkları belli. Genç bir adam sahibi; o bir kaç şey almak üzere yurt dışında; yanlış hatırlamıyorsam Rusya'da olduğu için annesi hanımefendi, göz kulak oluyor dükkâna. Hoş, ip uçları bırakan, merak ettiren bir kadın! Bir ürkekliği var. Seziyorum. Kadim bir ürkeklik. Güvercin tedirginliğinde!
Dönüyoruz masamıza; bitirince kahvelerimizi, düşeceğiz yola. Bir de adam var mekânda. Hemen bizim arkamızda. O da film karelik, ilginç bir karakter. Ara ara hanımefendi ile sohbet ediyorlar, alçak bir tonda. Güvercin tedirginliğinde! Abla kardeş ya da kardeş abi'ler.
Bitiyor kahvelerimiz. Çok iz bırakıcı anlar yaşadık. Hesabı ödeyip çıkacağız.
O ara dış kapı, küçük çanların sesiyle açılıyor. Bir genç kadın ve arkadaşları. Öylesine uğramış. İzi kalmış likörün altını çiziyor, gülen yüzüyle. Vişne likörünün.
Antenlerimiz zaten hayata -hep- açık. İkimizde de bir merak. Zaten
mekândan hiç ayrılmaya niyetimiz yok. Maison Balat'tan yani... Gülümseyerek soruyoruz. Varmış.
"İki vişne likörü lütfen."
Hoş kadehlerle geliyorlar. Sıradan olmadığı renginden, kıvamından, inceden hissedilen karanfil kokusundan belli. Bedenimizdeki tüm duyargalar hareketli. İlk yudumda durum anlaşılıyor. Hanımefendinin ürünleri. Sonrasında bir sohbet başlıyor. Çocukken çok kere gittiğim, izi derin, tadı damağımda aile memleketinin komşusu bir şehirden hanımefendi. Ortak yemeklerimizden yola çıkıp koyultuyoruz sohbeti. Hissettiğim tedirginliğin nedeni kimliği. Ortak kelimeleri, yemekleri, mahalle adlarını fark ettiğim yıllarımdan söz ediyorum. Sonrasında altını kalın kalın çiziyorum, başı dik ve açıkça tanımlaması noktasında kendisini. Biliyorum ki benimki bir isyan. Öte yakadan bakınca iş ne kadar da zor... muş'u bir kez daha anlıyorum. Üzülüyorum.
"İki tane daha lütfen."
Damağımızda hoş lezzet, lezzetli bir sohbet, usul adımlarla ve aslında neden bir türlü birlikte yaşamayı beceremiyoruz, neden birileri hâlâ, bütünüyle kendilerini -bu ülkenin insanı görmelerine rağmen- tedirginlik içindeler üzüntüsüyle, ama inadına bir mutlulukla, usul usul adımlarla yürüyoruz otelimize doğru... Resepsiyonda Semiha Hanımla sohbet ediyoruz; o, otelin henüz evken ki sahiplerinden, yan binalardan, patrikhanede görevli papazlardan birinin otelde kaldığından bahsediyor. Bizse az önce tanık olduğumuz güvercin tedirginliğinden yola çıkarak geçmiş İstanbul'dan, geçmiş Türkiye'den, şehirlerimizdeki çocukluklarımızdan söz ediyoruz. Tazecik çaylar eşliğinde.
Sonra bu huzurlu binanın kıymetli, yaşam izleri sinmiş merdivenlerini çıkıyor, bir süre dinleniyor, balkona çıkıp, günü geceye evirmeye hazırlanan saatlerin kokusunu içimize çekiyor, bu kadim şehrin, kadim semtinden, uzak olmayan ufuklara bakıyoruz. Biraz sonra telefon çalacak, bir şehrimizdeki terör saldırısında şehitlerimiz olduğu için canlı müziğin olmayacağı haberi bildirilecek, yine de rezervasyonumuzun geçerli olup olmadığı sorulacak!
Hâlâ nefes alıyoruz....
Barba Vasilis... Bir Âlâ Meyhane için buradan lütfen