Yazma konusunda bir tembellik sürecine girmemiş olsaydım, muhtemelen aile tarihimize not düşmek adına, çok önceden yazmış olurdum bu yazıya konu olan rastlantıyı... Bugünden baktığımda rastlantı dediğim o anı, hayatın tatlı bir ironisi olarak görüp, başka bir halin tercümesi olarak tanımlıyorum.
Bir kaç gündür kafamda şekillenmiş bir iki yazı vardı. Yürürken, iş için bir yere seyir halindeyken, yazmayı düşündüğüm konularla ilgili "maşşallah" derya gibi akan cümlelerin gazıyla tamam diyordum, yarınki yazım hazır... Zaman içinde şunu da halledim, bu da aradan çıksın diye spontan bir şekilde sıraya koyduğum ufak tefek işleri hallettikten sonraya ertelediğim yazma keyfine geldiğinde sıra, tembelliğin cazibesi aklımı başımdan alıyor, "aman sonra yazarım"ı kendime siper edip, arkasına saklanıyordum.
Fakat Necmettin Erbakan'ın ölümü, kendi tarihimize not düşmek adına, aslında daha önce yazmam gereken bir olayı gündemime oturttu ve yazmak; özellikle geçmişi ailenin yarınına taşıyacak çoluk çocuk takımı adına elzem oldu. Olur a içlerinden biri bir gün yazar olmaya karar verir. Elinde irili ufaklı malzemeleri olsun, alsın hikayelerden hikayeler kurgulasın isterim.
Bundan epey bir süre önce; kesin tarih için tembelliğim sağı solu kurcalamaya pek varmadığından, diyeyim 14-15 yıl önce, benim pek çok yazıda altını "en amcam" diye çizdiğim amcam, şu meşhur melun hastalığın karaciğerine isabet etmiş olması dolayısıyla, özellikle ikimiz açısından -uzun bir suskunluk dönemini de göz önüne alınca- birbirimize söylenmemişlerin büyük bir keyifle söylendiği, böylesine berbat bir hastalığı ve herkesin malumu sonu bekleyişi keyifli bir hale getiren ve üzerine pek de güzel bir roman yazılabilecek, yaklaşık 3 aylık, iş-güç nedeniyle ufak aralıklar verilmek zorunda kalınan nehir sohbetler sürecinin sonunda öldü. Özellikle benim için çok özel olan "en amcam"; önceliği zirai kesimlere, özellikle köylülere kaynak yaratmak olması gereken bir bankanın, gençlik yıllarında müfettişliğini, daha sonra evlenip de yerleşik düzene geçince "ülkenin orası neresi ben gitmem" demeksizin, bir çok yöresinde şube müdürlüklerini yaptı. Onun sayesinde biz de yaz tatillerimizde ülkemizin özellikle doğu ve güneydoğusundaki pek çok kentini gezme şansına sahip olduk. Son derece birikimli bir amca ile o kentlerin ücralarını gezmenin, doğru bilgilenmenin; onun özellikle kırsaldaki insanlarla kurduğu samimi dostlukların kır sofralarında oturmanın keyfini çokca yaşadık... Pek çok da maceramız oldu amca sayesinde: Mesela Kars'ta arabamızın dört lastiği bir gece bankanın kapalı garajındayken kesildi. O lastiklerden ikisine yenilerini bulamadığımız için dikiş attırmak zorunda kaldık. O lastiklerden biri yolda balon etti, bir anda araba jantın üzerine düşüp sağa sola yalpalamaya başladı. Üç kardeş, anne babadan oluşan ailemiz, babanın usta şöförlüğü ve soğukkanlılığı sayesinde ölümün eşiğinden döndü. O kadar korkmuştum ki gözüme inen kan uzun süre orayı terk etmedi. Aslında o yılki yolculuğu özellikle rekor derecedeki lastik problemleri ışığında, başından sonuna yazmak gerek; içine olağanüstü Kars, Muş, Bingöl, Bitlis, Tatvan ve uzaktan uzağa görülebilen Aras'ın öte yakası ve Erivan manzaralarını ve çok özel, şaşkınlığa neden olan ilginç insanları ve öykülerini de katarak..
Amca Malatya'da görev yaparken, daha sonra bir suikast sonucu ölen ülkenin en önemli aşiret reislerinden Hamido tarafından olmadık tehditler almadı, olmadık şeyler gelmedi başına, başımıza.. Sebepler hep aynıydı: Bir takım siyasi partilere, siyasetçilere, başbakanlara sırtlarını dayayarak bu ülkenin yoksuluna, köylüsüne, çiftçisine gidecek kaynakları -kitabına uydurarak- kendi paraları gibi kullananan tüccar insanların musluğunu kesip, kaynakları gerçek sahiplerine doğru akıtıyor olmasıydı... Ülkede iktidarlar değiştiğinde, özellikle yönetim erki sağ iktidarlara geçtiğinde, ağırlıkla Erbakan'ın MSP'sininde ortak olduğu Milliyetçi Cephe dönemlerinde, devlet bankalarından sorumlu bakanlıklar onlarda olduğundan mutlak bir sürgün yerdi.
Darbenin hemen önündeki dönemde, mevcut iktidar tarafından görev yaptığı ve iktidara çok yakın Hamido'nun ili Malatya'dan alınıp, genel müdürlükte baş müfettiş olarak kızağa çekilmişken; darbenin ardı günlerde kendisinden bir albay vasıtasıyla banka hakkında ayrıntılı rapor isteyen 12 eylül cuntası tarafından da "evet bu bankayı çok iyi biliyor ama solcu" denilerek ve tehlikeli addedilerek haksız yere, onca emeği görülmeksizin resen emekli edilmişti. İki çocuklu bir aile babası olarak, o yaştan sonra kapı kapı dolaşıp kitap satmaya başladı, onca emek, genel müdürlüğe taşınacak onca parlak kariyer bir anda yerle bir oldu. Aslında en amcayla ilişkimiz üzerine daha önce de dediğim gibi; onun yaşamını fon yaparak gerçekten bir Türkiye dönem romanı yazılabilir; ülkenin yoksul dönemlerine ait olağanüstü siyah beyaz fotoğraflarla birlikte.
Biliyorum yine alıp başımı gittim. Şu hazzın altını çizmeden yazıyı kesemiyeceğim ama; olur a bu tembellik halinden bir türlü çıkamam ve konu üzerine bir yazıyı daha sonra asla yazamam... Amca bekar ve gençken Samsun'a teftişe geldiğinde, bankanın ana binasına entegre ve arka tarafında kalan misafirhanesinde, müfettişlere tahsis edilen lojmanda kalırdı. Biz küvetle ilk kez orada tanıştık. Samsun'da olduğu sürenin haftasonlarında beni ve küçük kardeşimi alır, o lojmana götürürdü; o ara babamla küs idiler ama bu hiçbir şekilde evimize gelmesine, bizim onunla görüşmemize engel teşkil etmiyordu. Biz masal bir aileydik, küslükler bile birbirimize olan sevgimizi, saygımızı azaltamazdı. Sobalı ve banyo kazanlı bir evden bankanın kaloriferli ve sıcak sulu lojmanına geçmenin lezzeti kelimelerle anlatılamaz. Amca küveti doldurur, kardeşimi ve beni sıra ile o küvette müthiş bir titizlikle ve kelimenin tam anlamıyla köpük köpük yıkardı. Ertesi gün şehrin en güzel ve Cumhuriyetle yaşıt lokantası Cumhuriyet'te şahane bir yemek yerdik. Bizzat mutfağa girer, gurme edalarıyla kuzinelerin üzerindeki yemekleri tek tek inceler, öyle seçer ve afiyetle yerdik. Yaşama sanatını bize en amca öğretti, ya da şöyle desem daha doğru olur: Ailenin her büyüğünden birşeyler öğrendik, amca bunların kalite çıtasını yükselten kişi oldu.
Pazar günleri bomboş bankadaki odasında o raporlarını yazarken, ben şimdi bir ucubeye döndürülmüş olan klasik Ziraat Bankası mimarisine haiz o muhteşem binanın koridorlarında koşturup çocukca oyunlar oynar, kendimi Atatürk'lü filmlerde oraya buraya koşturan Ülkü gibi hissederdim. Farkındayım ki ben, geçmişte bir anın içine girdim mi, artık yazmaktan öte bir boyuta geçiyor ve birebir yaşıyorum anları... Bu yüzden daha fazla uzatmadan bugüne dönüp klavyeye dur demem ve aslında bu yazıya sebep olan "güncel" konuya geçmem gerek.
Hani amca öldü demiştim ya yazının baş tarafında.. Amca ölünce cenazesini eve yakınlığını da göz önüne alarak Kocatepe'den kaldırmaya karar verdik. Günlerden Cuma idi... Biz, musalla taşına koyulmuş cenazemizin başında bekliyorduk. Caminin kalabalığını, sivil, kulaklı ve de gözlüklü polislerin varlığını Cumaya yormakla meşguldük. Çatılara yerleşmiş keskin nişancı özel harekat polisleri pek gösterişli duruyorlardı. Havada helikopterlerin fır döndüğü bir anda caminin ön tarafında bir hareketlenme oldu. Kalabalık bir koruma grubunun ortasındaki dönemin başbakanı Erbakan, koruma prosedürlerinin gereği bir hızla ve etrafındaki etten duvarla birlikte caminin avlusundan girdi. Aynı kalabalık grupla birlikte namaz için camiye yöneldiler. Biz durumu anlayıp da bu hengameye eleştirel göndermeler yaparken; namaz bitip cemaat dışarı çıktığında, Başbakan Erbakan ve etrafındakilerin bizim olduğumuz bölüme yöneldiklerini gördük. Erbakan'ın herbirimizin elini sıkarak bize başsağlığı dilemesini bir türlü anlamlandıramadık. Gerçi yıllar önce Bülent Ecevit'in amcamın kayınpederinin ölümü üzerine bizim evi arayıp başsağlığı dilemesini ve bu konuşmanın annem ile yapılmış olmasını nesillerdir kelimesi kelimesine anlatıp dururuz; yani başbakan ilgilerine bir alışkanlığımız da vardır. Bir gün birileri amcama sen öldüğünde tabutunun başında Erbakan olacak deseler, hiç ölmemek için elinden geleni yapardı şüpheniz olmasın... Ama bu kader miydi, ya da ülkesi için bir ömür tüketmiş, haktan adaletten bir milim ayrılmamış, elindeki olanaklar yüzünden onu satın almak adına yapılmadık şey kalmamış, hepsini elinin tersiyle itip adalete teslim etmiş idealist bir bankacıya, kendilerinin ve 12 eylül cuntasının yaşattığı zor günlerin iade-i itibarı mıydı bunlar bilmiyorum.
Bildiğim şu ki; amcamın cenaze namazını, bizzat dönemin başbakanı Erbakan kıldırmıştı. Amcam bir başbakanın cenaze namazını kıldırmış olmasından mutlu olabilirdi. Ama bunun en muhalif olduğu kişi olmasından haz eder miydi? Kesinlikle elinin tersiyle iterdi. Yoksa kader denen şey bu mu idi... Elbette Erbakan oraya bizim için gelmemişti, hemen yandaki tabutta onların dava arkadaşlarından biri yatmaktaydı. O gün, onun için oradaydılar. Ve her anlamda muhalif olduğumuz bir siyasetin temsilcisi o gün orada en insan, en sıcak, en samimi, en sevimli yüzüyle namazın sözcüklerini telafuz ederken yüzüme bakarak, merhumun adını sormuştu ve duasının içine yerleştirmişti onun adını. Hakları helal ettirmişti tüm kalabalığa... O gün gördüğüm "insan hali" tüm önyargılarımı yıkmıştı. Sanırım siyaset, ona özgü hırs ve kimya başka bir şey... Keşke siyasetin içinde insan haliyle kalabilse herkes... Ben o yanın tanığıyım. Oradan bakıyor ve tüm öte yanları görmezden geliyorum bugün.