Öncesi
29 Ekim 2018 Pazartesi
Zinde bir uyanış. Bugün Cumhuriyet Bayramı... İzmir'de Cumhuriyet Bayramı! Sırt çantalarımızı resepsiyona bırakmak üzere hazırlıyoruz. Çocuklar gibi şen, çocuklar gibi diken dikeniz.
Henüz otelin içindeyken hissettiğimiz bayramın kokusu, sokağa adım atar atmaz katmerleniyor. Hem de nasıl bir katmerlenme! Yüzümüzü kaplayan gülümsemenin, ama coşkulu bir gülümsemenin kısılmış gözlerimizin kenarına sıraladığı damlaları zor tutuyoruz. Onu görünce. Onu?.. En sevdiğim kadın fotoğraf için hazırlanıyor.
"İzin istesek mi acaba?"
"İsteyelim."
Bizi gördü. Gülümsüyor.
"Günaydın."
"Günaydın."
"Bayramınız kutlu olsun"
"Sizin de."
"Çok hoşsunuz."
"Siz neden giyinmediniz?"
"Biz yola gideceğiz."
"Nereye? "
"Samsun'a."
"Samsunlu musunuz?"
"Samsun'da yaşıyorum ama ben Ankaralıyım."
"Ben Samsunluyum."
Bir öğretmen edası ile paylıyor bizi. Şehirlerimizin ülke tarihi için öneminin altını çiziyor. Bu vurgularla da tatlı tatlı dövüyor. Öyle özel bir an ki fotoğraf için izin kalıyor, ama aklımızın albümünde çok özel yerini de alıyor; kırmızı ay yıldızlı bayrak formunda tişörtü, üzerinde kırmızı ceketi, blucini, elinde bayrağı ile sarı saçlı mavi gözlü, makyajı yerinde, altın küpeleri düğüne giden genç kız tazeliğinde, 80 yaşlarında bir genç kadının fotoğrafı...
Kazınıyor...
Yüzlerimizde öğretmen tarafından paylanmışlığın yarattığı kızarık ama mutlu bir gülümsemeyle iki yıl önce arayıp bulduğumuz ama kapalı olan Münire'nin önünden bir kez daha geçerek-ki bu kez aynı sokaktayız- kahvaltı için olmazsa olmaza, bir klasiğe, Dostlar Fırını'na doğru yürüyoruz.
Ebetteki dolu masalar ve kuyruk ile karşılaşıyoruz. En tatlı kadın boş masa için erketede kalıyor. Bir gün, bu mekân büyürse, bu kuyruklara gerek kalmazsa, aldıklarımızı üzerine koydukları patlak kağıtlarla masaya taşımazsak, sanki bir yaşamak anı daha nihayete erer diye düşünüyorum sıra beklerken.
"İki boyoz lütfen."
"İki ıspanaklı boyoz lütfen."
"İki peynirli boyoz lütfen."
"İki yumurta lütfen."
"İki de sübye lütfen."
Oh masayı da kapmışız!.. Sabahın serinliğinde, pırıl pırıl bir güneş altında tadını çıkarıyoruz İzmir klasiklerinin. Bu kez Sübye* daha bir hoş geliyor nedense.
Hiç telaş etmiyor. Birileri için boşaltsak masayı diye de bir kaygı taşımıyoruz. Şu karşıdaki çorbacı dükkânında da aklım kalıyor her seferinde. Sevimli buluyorum kendisini ve bir çekim var aramızda.
Kıbrıs Şehitleri'nde İskele yönüne doğru yürürken ilerideki cüppeli kalabalık dikkatimizi çekiyor. Tam Ara Sokak'ın sokağına geldiğimizde yürüyüş başlıyor. Tüylerimiz duyarsız kalamıyor. Gururlanıyoruz. Pırıl pırıl geçiyorlar önümüzden. Alkışlarla uğurluyoruz.
Starbuck's'a giriyoruz.
Ne yaman çelişki ama!
"İki double shot Americano lütfen."
"Biri sütsüz lütfen."
Arada bir kahvelerimizi yudumlayarak eski mahallemize ve İbis'e göz kırpıp Alsancak İskelesi'nden sola kıvrılıp usul usul yükünü almaya başlayan kordonda denize nazır yükseltilerin üzerine oturuyoruz.
Şehrin en sevdiğimiz, en aşina noktasındaki canlılık, gençlik, parlak güneş, gelenler geçenler, havadaki polis helikopteri, körfezdeki gemiler seyirlik. Kahvelerimizi usulca içiyor, sabahın ve güneşin tadını çıkarıyoruz. Öğleden sonra pek çok ünlünün katılacağı, ne yazık ki uçak saatimiz nedeniyle izleyemeyeceğimiz harbi de bir konser var, az ilerideki, üzerinde İlelebet Payidar yazılı kocaman bir pankart asılı platformda. Ama Pasaport İskelesi'nin açığındaki yelkenler, ısırmalık. Yüksek tavanlı, hastaneden okula çevrilmiş, tarih solunan, bayram için süslenmekte olan, yer tahtaları pırıl pırıl mazot kokan cıvıl cıvıl bir ilkokulda, Cumhuriyet İlkokulu'nda, şahane bir öğretmenin estetik aklıyla kırmızı/beyaz grafonlar, bayraklar, balonlarla sınıfı süsleyen çocuklardan biri olmanın gururu, hevesi gözlerimin ucunda... tam da o sevinçle bakıyorum ona. Alsancak İskelesi ki en sevdiğimiz iskelelerden biri, hemen yanı başımızda. Kahvelerse... neredeyse son yudumlarda.
O halde?!!!
26 Haziran 2016 Pazar
Güverteye, yüzümüzü karşıya ve rüzgara verip oturuyoruz. Alsancak'tan kalkan vapurumuz Pasaport İskelesi'ne yanaşıyor. Yeni yolcularla birlikte karşı yakaya yolculuk başlarken, beri yaka yavaş yavaş arkamızda kalıyor. Kavuşması yakın, yine de hüzünlü bir veda. Alsancak limanından çıkmış yolu uzun, yükü ağır gemiler geçiyor önümüzden. Portakal suyu, gazoz, kola, çay, kahve, gevrek, boyoz sesleri ile çığırtan tepsiler dolaşıyor; sıkıntıların beynin içinde kıvrım kıvrım olduğu manzaraya dalgın yüzlerin, ya da kulaklıktan gelen müzikle coşkun genç cıvıltıların, ya da huzurlu bir coşkunlukla dalga kıran neşeli bakışların arasında. Ellerinde telefonları, çeşit çeşit pozların star gülücüklü telaşıyla oradan oraya koşanlar da çağın renklerini katarak tatlandırıyorlar yolculuğu.
Yıllar yıllar önce neredeyse tüm sokaklarına, bir tarif üzerinden salakça girip çıktığım, neredeyse yarım depo benzin tükettiğim ki şu en iyi arkadaşımdan biriyle yaptığımız eşsiz seyahati yazdığımda bu salakça anıyla birlikte kendine mutlak yer bulacak olan Karşıyaka, denizden yanaşınca pek küçük geliyor bana.
İskele canlı, sevimli, imrendirici. Öte yakası olan şehirler bu yönleri ile kıskandırıcı. Eskinin izleri kalmış binalar, kordon boyları, eskinin filmlerinden çıkıp gelmişçesine bir lezzetle dokunuyorlar kalplerimize. Gemi halatlarının yoğunlukla kullanıldığı, kıyıya demirli hücumbotların yanı başındaki deniz kokulu ve denizcilik vurgulu çocuk parkının tadını boş geçmiyoruz elbette. Yeşillikler içinde, geçmişten bugüne, pazar günü sakinliğinde, körfezdeki dalgın suya bakarak bir salıncağın üzerinde göğe yükselmek ne de güzel!
Bütün sokakları didik didik ediyoruz. Semtin yüksek ve yeni binalarla çirkinleşmiş derinliklerine hiç girmiyoruz. Eski komşulukların yaz akşamı balkonlarından sokağa düşen sohbetlerin, kapı önü fiskosların renklerini okşuyoruz. Yaza ve denize kalkan kokularını duyumsuyoruz balkona kurulmuş çilingir sofralarının. Denizin ve mehtabın...
Balkonlarında atlet pijama rakısını yudumlayan amcaların olduğu mahallerden, Kordonun İzmir'e bakan kısmına çıkıyoruz yeniden. Çıkmamızla birlikte bugünün karmaşık hayatına da dönmüş oluyoruz. Ama artık tek tük kalmaya yüz tutmuş bir kaç villa ve önünden ayrılmanın çok zor olduğu kuklalı apartman elimizden tuttukları gibi çekiyorlar yeniden o güzel yıllara... Ne yazık ki ama kuşaklar değişince, mal paylaşımları söz konusu olunca, ağırlıkla da ülkenin şartlarından kaynaklı olarak yenik düşecekler hepsi zamana... her biri bir özlem döneminin eseri olarak yaşayacaklar fotoğraflar ve satırların arasında.
Karşıyaka Çarşı'ya girmemizle birlikte bırakıyoruz kendimizi. Coşkulu kalabalık, gülen yüzler, rengarenk dükkânlar, ünlü mağazalar, şık insanlar, gençler, genç kalanlar, çocuklar, limonatacılar, dönerciler ve de dondurmacılarla şen şakrak bir cadde. Bugünün hayatı. Kıpır kıpır bir sevimlilik alanı. Yalnızlık duygusunu çıkartıp, neşeli ol ki hep genç kalasın kostümünü giydiren bir rehabilitasyon merkezi. Kapılıyoruz seline. Bukalemunlar iş başında. Karnımız aç mı acaba?
Elbette çağıran dükkânlar var, fakat bizim de bir planımız var sanki. Nasip? Bir giyim dükkânı, indirimde, vitrini ile çağırıyor. Tıkış tıkış. Kadın giysisi satan bir dükkânda azınlık olmak fena. En sevdiğim kadın yine kendine yakışanı şıp diye buluyor ama. Bir kaç deneme ve işlem tamam. Bu mudur? Budur. Bir Karşıyaka kutlaması da yapmamız lazım öte yandan. Önce sevimli bir sokak satıcısından iki slash'i kapıp ferahlıyoruz. La Puerta'nın açılma aşamasına yaklaşmakta olan Karşıyaka şubesi ile karşılaşınca aslında üzülüyoruz. Bir dükkândaki şahane dondurmalara selam çakıyoruz. İskeleye geçmeden önce de körfez manzaralı bir mekânın bahçesinin dışında, kaldırımın kenarındaki alçak sehpasının ardındaki koltuğa çöküyoruz.
"İki Türk Kahvesi ve iki soda lütfen."
En az tren garları kadar sevdiğimiz şehir hatları iskelesine doğru yürürken duraktaki otobüsün dikkatimi çeken ışıklı göstergesindeki Atakent güzergahı, kaçınılmaz olarak -sulu sepken- bir espriyi patlattırıyor:
"Bak direk otobüs var."
İskelede kapının açılmasını beklerken oturmak, elinde kitabı, gazetesi, dergisi ile az sonraki yolculuk için hep aynı heyecanla bekleyen yüzleri izlemek sevimli bir şey. Ama o kısacık anı bile bir elleri ve bir gözleri telefonlarındayken birbirinin soluğunda ve boş elinin ısısında geçiren gencecik çiftler başka güzel. Hele bir de Dario Moreno ise vapurunuz! Hele hele de mehtabı derin bir gecenin dönüşündeyseniz... Öyle bir gecede olmasak da biz güzeliz. Hava kapatmış olsa da neşeyle dalga kırıyor, martılarla oynaşıyor, sanki bir başka yolculuktan şehrimize dönmüş bir lezzetle kordona ve binalarına bakıyoruz. Aslında şu karşıdaki oteli, Pasaport Pier'i düşünmüş ama İbis'de karar kılmıştım hissiyatım sonucunda. Manzara için değer mi acaba?
Aslında dün
Söğüşlerimizi yedikten sonra, Alsancak'ın dar caddesinden otelimize doğru yürürken bir kapı, etrafındaki rengarenk desenlerle birlikte dikkatimize keyifli bir fren yaptırıyor. Önce bunun markete ait özel bir düzenleme olduğunu düşünüyoruz. Sevimli bir coşkunluk ve şaşkınlıkla, daracık yolun ortasına bağdaş kurarak sohbet eden gençlerin o anki haline bayılıyoruz. Bir sempati oluşuyor içimizde markaya karşı. Yanaklarını okşuyoruz.
Akşam Ara Sokak'a doğru meraklı adımlar atarken, biraz daha vakit geçirmek için bu kez Kıbrıs Şehitleri'nden giriyoruz marketin enfes, soluk aldırıcı, kozmopolit yapısı pek tatlı, kilisenin hemen ardındaki bahçesine... Eski bir gümrük deposundan evrilmiş tek katlı binası kesinlikle muhteşem. Oturuyoruz bu saklı bahçenin banklardan birine. Birazdan meyve kasaları ile çilingir sofralarını kuracaklar müdavimleri ağaçların altına.
O ara bir bağırtıdır gidiyor, pek ahlakçı bir adam, marketin genç güvenlik görevlisine pek de yüksek bir perdeden, abi sesi biraz düşür anladık meramını diye düşündürten ve de yandaş arayan bir tonda o gençleri şikayet ediyor. Orada olmamaları gerektiğinin altını çiziyor ve tabii ki uyuşturucu meselesini yafta gibi alınların ortasına çakıyor. Sonra da vatandaşlık görevini yerine getirmenin ve bunu çok şükür ki tüm ahaliye duyurmanın ama henüz de dinmemiş asabiyetinin tadıyla giriyor markete. Sonra bizden iki bank öteye oturan güvenlik görevlisinin alnından öpülesi cümleleri düşüyor akşamın güzelliğine. Hoş görü ve anlayış yakışıyor İzmir'e be!
Tekrardan bugün
Karşıyaka'dayken vazgeçtiğimiz açlığımızı dindirmek daha çok da bir gün arası keyfi yapmak için aklımızdaki adreslerden birine doğru yürüyoruz. Güzel bir sokakta akıl çelen pek çok mekâna rağmen, önce pek sevimli içine göz atarak asıl hedefimizin dış masalarından birine oturuyoruz. Hoş tasarlanmış midye formunda bir menü geliyor önümüze. Midyeli'deyiz.
"İki bira lütfen."
"Bir porsiyon midye dolması lütfen."
"Bir de beğendili midye graten lütfen."
Midyeler tencereden yeni çıkmışçasına sıcak, suyu pilavının üzerinde, hoş lakin sayıca az ve küçükler... ve aslında bizim şehrimizdekileri de pek aşamıyorlar. Ufak bir hayal kırıklığı hakim olsa da üzerinde pek durmuyoruz. Midyeler bir tık daha büyük olsa muhtemelen sorun etmeyecektik. Sokağımız güzel. Öğle güneşini gölgeden izlerken ve de biralarımızın tadını çıkarırken... assolistimiz geliyor. Etkileyici bir sunum. Ekmek kovasını sevimli buluyoruz. Güveçte pişirilmiş olması âlâ. Önce yağına ve suyuna ekmek banıyoruz. Hımmmmmm güzel. Sonra yumuluyoruz. Neredeyse ekmek yetmeyecek. O derece bir lezzet. Beğendi güzel, peynir dengesi yerinde ve yediğimizin midye olduğu hissediliyor. Aç kurtlar gibi saldırmaktan tüm duyargalarımızın harekete geçtiği senfonik evreye şükür ki geçebiliyoruz. Bir öğle keyfinin başımızı döndürmesine teslim oluyoruz. Gerçekten sevimli menünün sayfalarında dolaşıyor, işe başlamadan önce ağırlıkla Belçika olmak üzere Avrupa'nın pek çok yerindeki lokantaları dolaşma hikâyelerini okuyoruz. Çabayı takdir ediyoruz. Sempati duyuyoruz.
Sonra Alsancak'ın sokaklarına dalıyoruz. Dantel Sokak elbette ki pek özel. Kaç sokağın üzerine şiir yazılmıştır ki? Aslında sokağa girmeden az önce sokakta elimize tıkıştırılan bir broşür bir muzurluğun kıyısından da döndürüyor bizi. İçimde bir fırlama taşıyor olmama rağmen ikircikli davranıp da geri çekilen ne yazık ki benim. Sonrasında pişmanlığını yaşamıyor muyum? Fazlası ile. Ahhh benim tereddüt anlarım... Hatta gerçekleşmemiş eylemin gerçekleşmiş halini kurduğumda gördüklerime kıskançlıkla bayılıyorum. Ne eğleniyoruz ama... Kırmızı noktalı bir shop'la alakalı olduğu için de fazlaca açık etmiyorum. Peki Muzaffer İzgü Sokağı'nın coşkusunu boş geçebilir miyiz? Elbette ki geçemeyiz. Mekânları akıl çelici çünkü. Fikren geçemesek de onunla bir geceyi bir başka sefere erteliyoruz.
Şimdi bir pastaneye pek popüler bir pastası için yürüyoruz. Alsancak'ın ucunda canlı bir bölgenin köşesinde, bir tür bulvar kafesi tadında eski bir pastaneye... Sevinç Pastanesi'ne.
İçeri girip her ne kadar fikrimiz net olsa da şöyle bir göz atıp eskinin pastanelerinin romantik kokusunu duymaya çalışarak, geçmişten gelen mobilyalarının, düzenin, sanatçı emektarlığının buram buram tadını yansıtan yapaylıktan uzak bir kısım ürünlerine göz atıyoruz. Aslında bizimkisi biraz da eskiyi yansıtmaya çalışan bir sinema yönetmenin günün yozlaşmasına ne yazık ki direnememiş bir sokakta samimiyetsiz binaları saklama çabasındaki kamera açıları gibi günceli, modaya uyanı görmezden gelme cambazlığı. Olsun, yine de ruhumuza ve görsel hafızamıza yerleştirdiğimiz eskinin şıklığı ile kendi yaratığımız dünyanın içine saklanmayı başarıyoruz. Dışarıya, geniş bulvara ve onu kesen lüks mağazalarla dolu canlı sokağa bakan arkada ve tam da köşedeki masaya oturuyoruz. Tatlı bir genç kız geliyor.
"Bir Pavlova lütfen."
"Bir karışık dondurma lütfen."
"İki de limonata lütfen."
Pavlova'nın rulo halinden kesilmiş görselliği hoş, hamuru göz okşayıcı, güzelce de bir dilim. Meyvelerin bir kısmına dalından toplanmışlar ve dondurucu görmemişler muamelesi yapabilirim, o beceri allahtan var bende. E zaten damaklarımız çoktan alıştırılmadı mı hazır kremalara, meyve soslarına, karamellere, endüstriyel tatlandırıcılara... O halde mesele yok. Güzel pasta, her hangi bir yapay tatlandırıcının tadı gelmiyor, dolgulu bezesi kıvamında, keyifli bir an. Hımmmmm limonata da sahici. Pastane tadı var. Dondurma da hoş. Sonuçta renklendirici de olsa mavilerin hastasıyız. Bulvar keyfi yapıyoruz. Gıcırız. Ama gözümün takıldığı motosikletin sahibine git sarıl gazı veriyor bünyem. Bir polis motosikleti. Türkiye'nin Polisi'nin motosikleti! Gözüme çarpan, içimdeki sevinç tohumlarına çiçek açtıran motosikletin arka çamurluğunun ucundaki tekerlekten gelen çamurun dışa sıçramasına engel olan siyah paspas. Bir paspas bir insanda sevinç çiçekleri açtırabilir mi? Aslında açtırmamalı... Ama açtırıyor?!
Keyifle çıkıyoruz pastaneden. Bulvarı karşıya geçiyor, Nişantaşı türevi ama daha yeşil sokaklarda, irili ufaklı butiklerin, takı satıcılarının kafelerle iç içe olduğu mimarisi güzel evlerin, apartmanların yer aldığı, asortik diye nitelesem abartmış ve haksızlık yapmış olacağım seçkin bir coğrafyada şirin şirin dükkânların arasında pek de keyifle dolaşıyoruz. Hatta pek hatırlayamadım ama sanki bir yerde de oturup kahve içiyoruz. Hatırlayamıyorum çünkü aklım hâlâ motosiklette ve ne yazık ki görmediğim ama tasavvur edebildiğim sürücüsünde. Şöyle zıpkın gibi, yakışıklı, temiz yüzlü, bileği sağlam, yüreği ak, sevdiğinin kıymetini bilen güzel bir adam... olmalı!
Artık gün akşama yaklaşıyor, uçağımız ise sabahın en erkeninde. İçimizde sabah mesaisine yetişecek biri var. Rotamızı mahallemize çeviriyoruz. Bir kaç yıl sonra Amerika ile diplomatik bir krize neden olacak bir papazın, Brunson'un kilisesi olduğundan o an için haberimiz olmayan Diriliş'in önünden bir kez daha geçerek İzmir'e, şimdilik veda kapsamında bir kutlama için daha önce sadece dışından görüp de bayıldığımız La Puerta'ya giriyoruz. İlk anda etkiliyor; dikiş makineleri dahil eski pek çok objenin sayısal çokluğu ve hoş ama loş ışıklar altına konseptle uyumlu, kolektif bir lezzet yaratan yerleştirilmişliği... Kimsesiz ve sessiz bu bölümü geçerek girilen kısımdansa gençlik fışkırıyor. Yüksek volümle çalınan dinamik parçalar, iğne atılsa yere düşmeyecek masalar, barın ardında bardak doldurmaktan nefes almaya fırsat bulamayan barmenler ve sıra dışı pek de hoş dekorasyonu ile cıvıl cıvıl bir salon burası. Bara oturmaktan başka bir çaremiz de yok. Bu, an itibari ile hiç de tercih edeceğim bir durum değil.
"İki Kozel Dark lütfen."
Usuldan bir baş ağrım var ve ortamın gürültüsü keşke arkalarda bir masada olsaydık dedirtiyor bana. Sanki alanı geniş gören bir masada oturup sosyolojik ve psikolojik değerlendirmelerim üzerinden bu günün -genç-yaşamına tepeden bakarak, bugün gençliğine dair burun büken akademik analizler yapan, onları küçümseyici cümlelerle yerden yere vurdukça kendini zirveye yerleştiren bir ukala olmak istiyorum ben. Aslında arkamda kalan alandan kopuk, şişelere ve bardaki devinime bakan gözlerimden ziyade sesimizi bir birimize duyurmamıza engel coşkunluktan rahatsız oluyorum sanki. Bir de solumdaki klimadan gelen soğuktan... Bulunduğum nokta itibari ile müzik bir tık aşağıda olsa, sırtımı bir yere yaslayıp da yayılabilsem sanki her şey yoluna girecek. Ne mızmızlanıyorum ama! Oysaki benlerden biri bayım bayım bayılıyor. Üst kattaki mekâna dahil sevimli hostel'da kaldığını hayal ediyor. Bu mekânın ateş gibi, gencecik ve cıvıl cıvıl gülen çalışanlarının ölü sezonlarda yaptıkları sırt çantalı Güney Amerika gezilerinde görüyor kendisini. Burada çalışmak istiyor. Çalıştığını düşünüyor. Bayılıyor!?
Kadına... Ennnnnnnnnnnnn sevdiği kadına. Sırt çantalı, zarif bileği anı sıralı, şahaneler şahanesi yol arkadaşına.
Sessiz salonda epey takılıyor, güzel güzel fotoğraflar çekiyor. Bir kez de yemeği burada yemek için gelmeyi planlıyor ve gencecik bir lezzetle daracık sokaktan caddeye çıkıyoruz. İbis'den sırt çantalarımızı alıp gecenin güzelliğini soluyarak karşıya, Alsancak Garı'na geçiyoruz. Ve gecenin sürprizi? Anlık da olsa konforumuz kaçıyor.
Tren kazası olmuş ve Alsancak'tan havaalanına gidecek tren gidemiyormuş. Bir başka istasyondan binmemiz gerekiyormuş. Bir otobüse atlayıp, uzun bir yol gidip söz konusu istasyona varıyoruz. Mevsim normallerimizle yeniden buluşuyoruz. Şimdi tren keyfi, daha uzun bir seyahat ve havaalanı. Gecenin yeni geceyle buluştuğu saatler. Bomboş salonlar. Metal koltuklara boylu boyunca uzanıp uyuyan bir kaç kişi. Evsizler konseptli geceye dahil olmanın tadı... Çantalarımızı yastık yapıp uzanıyoruz. Pek rahat edemesem de kısa aralıklarla uyumayı başarıyorum. Uyandığım aralıklarda bir uyuyan güzeli seyrediyor, üzerinden sıyrılan montunu düzeltiyor, biraz dolaşıyor, ıssızlığın ve gecenin tadını çıkarıyorum. Açık bir iki mekân var ve acıktım da sanki. Bir acıkan daha varmış meğerse. Bize kalmış havaalanında yürüyor, bir alt kata iniyor, o gün için tanışıklığımız olamayan ama daha sonra aramızda bir ekonomik bağ kurulacak Do-Co'da sandviçlerimizin tadını çıkarıyor ve yeniden yataklarımıza dönüyoruz. Gün ışıyor. Havaalanı gözlerini ovuşturuyor. Usul bir canlanma, telaşlı ayak sesleri kendini hissettiriyor.
Bu kez telaşımız yok. Bayram tatilinin hafta sonunun ardına gelmesi pek güzel. Uçakları izliyorum. İçimde artık o Migros'un yerinde bir inşaatın türemiş olmasının verdiği sızıyla... Midyeli de kapanmış. Yol arkadaşım dumanlı bölüme geçiyor. Bir süre sonra yanına gidiyorum ki çok hoş bir alan. Sabiha Gökçen'deki gibi cezalandırıcı olmayan, havalandırması şahane camdan bir bahçede kahvelerimizi söylüyoruz. Polonyalı yeni yazarım Witold Gombrowicz'ın derin, felsefi iddialar ortaya koyan, incecik mizahı ile aklıma lezzetli resimler çizen, sınıflar arası ilişkileri ve çelişkileri dönemi itibari ile pek de güzel anlatan, sol tandanslı romanının tadını çıkarıyorum.
Uçağımıza geçebilirmişiz, anonsu yapılıyor.
Pegasus'layız. Güzel kalkış ve güzel yolculuk. İzmir'i tepeden seyretmek bir başka. İkinci kez kaptanımız konuşuyor. Öyle dik, öyle net, öyle tane tane, öylesine yakışır bir ses tonu ve vurguyla Bayramımızı kutluyor ki tüylerimizin hepsi ayağa dikiliyor. Gururlanıyoruz. Hele Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının altını bir çizişi var ki tadından yenmiyor. Hani duygularınızın seline engel olabilirseniz alkışlamayın. Uçak yıkılıyor. Helal olsun dedirtiyor: Tıpkı 2 yıl önce Sevinç Pastanesindeyken içimdeki sevinç tohumlarına çiçek açtıran polis motosikletinin arka çamurluğunun ucundaki tekerlekten gelen çamurun dışa sıçramasına engel olan siyah paspasın üzerindeki K.Atatürk imzası gibi. Tıpkı şu şıralar dönen İş Bankası reklamını her izlediğimde gözümün ucuna sıraladığı sevinç damlaları gibi...