sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Temmuz 2023 Perşembe

Tanrı Unutabilir Ama Hayat Bizim

Uzun zamandır, balık halinin de içinde bulunduğu güzel ve sakin parkın ıssız ve hoş bir yerine konuşlanmış, özellikle kareli mavi masa örtüleri ve mimari yapısı ile dikkatimi çeken Balık Evi'ne gitmeye karar veriyorum; ve ne var bizim Paribu Cineverse Piazza'da diyerek de internet sitesine giriyorum. Mutluluk tavan çünkü bana göre uzun bir aradan sonra, aslında bir kaç ay, bingo! Pırıl pırıl bir Başka Sinema filmi vizyonda; salon 6 ve koltuğum D-3 ile hasrete son. Lakin fiyat da 70'TL'ye gelmiş. Kaçınılmaz olarak bir tereddüt yaratıyor önce, sonra nelere alışmadık, alıştırılmadık ki diyerek ve ona hayat da bir tane mottosunu ekleyerek ve "Filmi sinemada izlemek, salonun kokusunu hissetmek de pek hoş be!" çığırtkanlığı ile kendimi trende buluyorum. Bu arada Başka Sinema, filmlerindeki fiyatı artırsa da sektörün diğer paydaşlarının fiyatlarının 135. TL olduğunu görüyor, daha bir kaç ay önce, Eylül 2022'de izlediğim film sonrası yazdığım yazıdaki 44. TL'ye varan fiyata çüşş demişken, aynı kategoride  fiyatın 135. TL'ye varması ile 44 TL'nin zaman aşımıyla nasıl da masumlaştığını fark edip, bir yandan da zorunlu olarak yaptığı artışa rağmen hâlâ seyirci dostu konumunu koruyan Başka Sinema'ya şefkatlerimi gönderiyor ve ülkemizin -diplomasız- baş ekonomistine de ne desem bilmiyorum.


12.05 seansı için an itibariyle Piazza'dayım. Önce klasik sinema alışverişi için Migros'a giriyorum. Bir tur atıyorum ve kafeterya kısmında çorbaların hazır olduğunu görüyorum; kışkırtıcı oldukları kesin. O halde önce sinema katına.

Nerede o kuyruklar?!

Tek bir gişe açık ve tatlı kızı göremiyor, uykuya mı daldı diye düşünüyorum ve sessizce yanaşıyorum; enn sevdiğim iki gişecimden biri.

Filmin adını önce toparlayamıyorum sonra arka ekranda görünce mutabakata varıyoruz.

"D-3 lütfen."

D&R'ın önünde fren yapıyorum, camlara asılmış kartonlarda yazılı olana göre çocuk kitaplarında %60 indirim var... mış! Kuzenin iki farklı yaş grubundaki çocukları için, küçük olana Pal Sokağı Çocukları'nı, üniversite öğrencisi için de içerde karar vereceğim bir kitabı almak üzere giriyorum; o sırada minicik, ilk anda dikkatimi çekmeyen ve zaten çekmemesi istenen punto ile yazılmış kısmı fark ediyor ve indirimin ikinci için olduğunu anlıyorum. Elbette vazgeçiyorum ve sağolasın internet kitapçım diyorum.

Yeniden Migros'un kafeteryası, enfes bir mercimek çorbası... ve kahve reyonu. Bingo, Etyopya filtre kahve gülümsüyor; bizim mahalledeki tüm marketleri alt üst etmiş ve bulamamıştım. Artık sırt çantamda. Mutluyum ve sinema katı, Enn Sevdiğim Kadın'a müjdeliyorum kahveyi.


Şok... şok... şok!

Bir Allah'ın Kulu lütfen...

Yok.

Tamam bir süredir anne babalar fuayede bekliyor, bebeler de içeri girip film izliyordu; buna alışmıştım, alıştırılmıştık.

Ama bu ne?!

Bu, ülkemizin geldiği noktanın altını kalınca çizen bir gösterge. Katta bir tek ben ve sinemanın iki görevlisi var! Tüm salonların ki toplamda 10 tane, kapısı açık.


Filme bayılıyorum. Daha çok da görüntü yönetmeni Maria von Hausswolff'a. İlginç bir rahip ana karakterlerden biri. Bir kilise inşası için yollarda...

Ama ne yollar!

Ve muhteşem manzaralar, şiddetli bir kış; at sırtında, çoğu zaman sularla boğuşarak gidilen hedef. Oyuncular arasında bir ayrım yapamıyorum. Özellikle teknedeykenki görüntü yönetimini içimden kopup gelen duygu fırtınalarını zor tutarak, elbette sessizce alkışlıyorum.

Çok ama çok tatlı bir nüans ve vurgu var orada, onu sır olarak saklıyor ve burada altını çizmiyorum. Rahibimiz fotoğraf meraklısı ve bildiğim kadarıyla gerçek bir hikâye... Dolayısıyla fotoğrafların ve tripodun etkin bir rolü var. Film sinemaskop değil ki bu şahane bir tercih, çünkü bu zeki tercihin fotoğraflarla da bir ilişkisi var. Elbette coğrafya! Beni zevkten delirtmesin de ne yapsın?! Mümkünatı yok.

Film boyunca sıklıkla gidip görüntü yönetmeni Maria'ya sarılasım geliyor. Zaten bir kuzey aşığı olduğumu artık bilmeyen kimse yok sanırım. Ama yine de kendimi alamıyor ve "Ablam be," diyorum, "muhteşemsin."

Bir zaman ve bir coğrafya ancak... evet ancak bu kadar güzel, son derece estetik, kartpostal tadına ve izleyiciyi filme dahil eden görsel bir şölene, bir gerçekliğe dönüşebilirdi. Elbette oyunculuklar güçlü. Ve olağanüstü sahici. İsim isim yazmayacağım, hiç bir ismi de öne çıkarmayacağım. Ama son yıllarda izlediğim en etkileyici oyunculuklara tanık olduğum, anlatım diline bayıldığım, kendimi doğada sandığım ve perdede akan görsel bir şölenden aynı zamanda tiyatro tadı da aldığım nadir filmlerden biri olduğunun altını kalınca çizeceğim ki etkimle izlendiğinde bu muydu şimdi denilerek bana sayılabileceği ve saldırılabileceği olasılığını da filmi bu kadar överken dibine kadar eleştirilmeyi de göze alıyorum.

Elbette yönetmen Hlynur Pálmason'u takdir ediyorum, daha çok da görüntü yönetmeninin önünü açtığı için ve onun özgürlük alanını alabildiğince geniş tuttuğu için.

Ve müzikler!

Kuzeye özgü keyifli bir eğlence,

son derece çarpıcı bir son perde.


Yeniden trendeyim.

İstikamet Balık Evi yazlık!

Yazlık çünkü ben orayı bağımsız bir işletmecinin sanıyordum, oysa belediyemizinmiş ve yaz sezonunda balık halinin içindeki kapanıyor, tüm ekip bu mekâna geliyormuş.

Yalnız bugün örtüler pembe!

Olsun onlar da güzel. Ama daha güzeli balık sezonu açıldığında halin içindeki restoranda masama bakan ve bayıldığım, takdirlerimi içtenlikle ifade ettiğim garson siparişi almak için masa başımda; önce hâlini hatırını soruyorum, son derece ölçülü ve sıcak yanıtlarını alıyorum. Lakin hale geçip balığımı seçmem gerek. İki üç tezgâh geçiyor, daha önce oturduğum masamdan görüp aklıma yazdığım balıkçının önünde kalıyorum ve güzel bir deniz levreği seçiyorum. O temizlenecek ve Balık Evi'nin mutfağına gelecek.

Ben masamı donatabilirim.


Standart üçlü masadaki yerlerini alıyorlar. Turşu kavurmam ve mısır ekmeğim sıcacık. Salatamın yağını, sirkesini, azıcık limonunu da ben ayarlıyorum. Seçtiğim masam güzel, sessiz manzaram şahane. Biraz sonra da kadın eli değmiş levreğim masamda... Bir süre seyrediyorum onu; çünkü kadın elinden çıkmış bir sanat eseri bu. İlk lokmada gittim ben, yine... Ablam be diyorum, o kadar şahanesin ki... Normalde derisine dokunmam ben ama bu ne güzel bir gevreklik; çıtır çıtır bir keyif. Ellerin dert görmesin. Beyaz etin yüzeyinde hafif bir kızarıklık ve onun altındaki kendini salmamış pamuk helvası, yağını sarkıtmadan oluşturulmuş lokum bir pişirme düzeyi.

Muhteşemsin!

Hayalimde kabak tatlısı var. Üzeri bol cevizli, kıyısında kaymak olan.

Tatlı ne var diye soruyorum ve sormamla kalıyorum çünkü yok. İşte o zaman tüm bu alanları şehre kazandıran CHP'li başkan Muzaffer Önder'i anıyor, ardına da ilk seçiminde Anap'ın başkanı olan, sonraki seçimde AKP'den ısrarla aday gösterilen ve yine taş taş üstüne koyan, tüm dayatmalara karşın istasyonun* adını Opera yapan, istediklerini yaptıramayacaklarını anladıklarında da son döneminde milletvekili yaparak kızağa çektikleri Yusuf Başkan'ı da yaşam alanlarımızı geliştirip güzelleştirdikleri için ve biraz da şimdiki hâle bakarak şükranla anıyorum.


Elbette tatlı olmadan asla! Yeniden, ve güzel düzenlenmiş, eski başkanların başlattığı, içinde Yıldıray Çınar'ın sazıyla birlikte çok güzel bir heykelinin olduğu parkı ve Saathane Meydanı'nı geçerek Birtat'a varıyorum.

"Bir keşkül lütfen," diyorum, pek tatlı genç kıza.

Onu yavaşça yiyor, aklım ikinciyi çağırsa da hişşşt diyerek elime vuruyor, sonrasında istasyona yürüyorum,

ve trendeyim.


*İstasyonun adı Yusuf başkandan sonra Büyük Cami olarak değiştirildi ki aradaki mesafeye bakınca anlamsızdı ve zaten rayların komşusu otobüs ve minübüs durağının adı ezelden beri Büyük Cami idi.

9 Temmuz 2023 Pazar

Bazı Filmler Vardır...

Kadın eli değmiştir!



Yönetmen:

Naomi Kawese.


Elinin hamuruyla ne film yapmışsın ablam be!

O ne güzel, ne şiirsel bir senaryo:

Durian Suke Sukegava ve Naomi Kawese.

Alın terlerinize sağlık.


Takue:

Kirin Kiki,

ellerinden öperim teyzem.


Ve Sentarô:

Masatoshi Nagase.

Adamsın!


Ve Wakana:

Kyra Uchida.

Kanaryam güzel kuşum.


İzleyin!

Ve sonra...

Lütfen!

Aldığınız ya da alamadığınız tadı,

duygularınızı...

İki kelime de olsa,

yorum kısmına yazın.


Ve şimdi,

dinleyin,

David Hadjadj:


20 Mayıs 2023 Cumartesi

Sinema La Paragas İftiharla Sunar

Aradığım yumuşak, gülümseten, yormayan aksine sevindiren, bir tatlı huzura huzur ilave eden filmler.

Portalı dolaşıyorum çünkü şu film diye bir fikrim yok.

Yolculuk yüreğimin git dediği yöne doğru...

Festival filmleri, şu bu derken komedide kalıyorum. Afişlerden biri oncasının içinden vakarla, sempatik bir özgüvenle ve bende iş var edası ile göz kırpıyor. Kadın elinden çıkmış işlere kefil zihnim turnayı gözünden vurduk gazı da vererek çak yapıyor. Valérie Lemercier bilmediğim bir sanatçı, işin hoşu filmin yönetmeni de...

Keyiften ölüyorum.

Aşk derim ben buna kısmı ayrı güzel, yaşlar 17 tadında bir kemale ermişlikte ve Patrick Timst denen aktör çok tatlı ve sahici...

Şiir gibi ama neşeli, serotonin yayan, tüm karakterleri ile kendini bayım bayım izleten, gündemin toz dumanından ruhu çekip alarak dirilten, beş üzerinden beş yıldızı anasının ak sütü gibi hak eden enfes bir film Marie-Francine.

Bayıldım!


Gaza fena geldim ve gaz kesmeye hiç niyetim yok. Yine komedi segmentindeyim ve "Ben ben!" diyerek ısrarla önüme atlayan filmlerin pek çoğunu hızla geçiyor ve eliyorken bir anda "İşte bu," diyerek yerleri kazırcasına sert bir fren yapıyorum.

Coğrafya Tunus, mevzu iyi, abla Fransa'dan memleketine dönmüş; ilmini orada yapmış ama sanırım taçlandıramamış genç bir kadın. İdealist, atak. Coğrafyaya bittim zaten. Filmin akışına da...

Karakterler tatlı, komik, katlımcı, sahici ve iyi.

İnsanlara derinlikli dokunan, arızaları sevimli bir gülümseme katarak izleten, Ortadoğu'nun arazlarını da mizahın incelikli dili ile pek güzel göz önüne seren... Meraklısının keyiften öleceği ama meraksızına bu ne şimdi dedirtecek... Yine kadın elinden çıkmış, Manele Labidi'nin yazıp yönettiği, Golshifteh Farahani'nin ana karakter olduğu, yan rollerin filmin altından çok güzel kalktığı... Yönetmen dokunuşları ile incelikli ve eleştirel, mizaha bürünmüş oyunculuklarının samimiyetinin mahallemizden birileri tadı verdiği... Ve şahsıma yaşattığı kocaman keyiften kaynaklı olarak yine de mutlaka izleyin diyemeyeceğim ve filme dair son noktayı coğrafyaya, müziklerine, gerçekliklerine, arazlarına ve kendi halindeki güzelliklerine ilginiz ya da merakınız varsaya ek olarak, mizah üzerinden ve kırıp dökmeden de eleştiri yapılabileceğini ortaya koyan bu pek tatlı film: Tunus'ta Bir Divan.

Ben bayıldım ama yine de siz bilirsiniz diyerek son noktayı koyacağım ve ikinci yarı için kendimi şımartıp üç minik kesme şekerli, sütü dörtte üç ve köpürtülmüş, dört gram granül kahvesi iki parmak sıcak suyla inceltilip eklenmiş sütlü kahve hazırlayıp, yanına da bir kesme ekleyerek, bu sinema gününe kaldığım yerden devam edeceğim!

İkinci yarı için başka fikirlerim de var!


Antrak



Ara verince çıkıyorum evden. Aklımda binbir fikir... O mekân şu mekân dönüp dolaşıyor.  Sonuçta dondurma yesem, beni ayartıyor, bu kez de nerede yesem kararsızlığı ipleri ele alıyor. İskele Meydanı kalabalık. Bandolar sıra sıra. Halkımız coşkulu ben Palmiye Kafe'nin dondurma tezgâhının başında.

Tatlı bir genç adam. Şam fıstıklı, balbadem, sade ve karamel olmak üzere beş toptan dördünü seçiyorum, porsiyonda beş top hakkım olduğu uyarısı yapılıyor, biliyorum ancak beşincinin seçiminde kararsızım ve genç adama sen seç onu da diyorum. Karadut?! diyor; başımla beraber. Denizin dibi ama İskele'yi de gören bir masaya oturuyorum. Usulca ama dibini kazıyarak bitiriyorum dondurmayı; dondurma bitiyor fakat fikrim bitmiyor. Bir çevre turu ardından sahilden eve dönerken keman noktasında iki genç son hazırlıkta. Kız keman, oğlan gitar çalıyor ve yeni başlayacaklar; bir an kalıp dinlesem sonra da söyleşsem diyor, sonra da bu fikrimden vazgeçiyorum ama kesinlikle bir akşamüstü geleceğim ve söyleşeceğim kendileri ile; çünkü etkili çalıyorlar. Adımlarım sallana sallana, fikrim ikinci yarıya yönelik. Kardeş İstanbul'da, açıyorum kapısını viskisinden bir bardağa koyuyor, eve çıkıyor, onu buzdolabına koyuyor sütü köpüklenmiş şekerli kahveyi hazırlıyorum ve...



Film Başlıyor



Seçim bu kez İskandinavya; Norveç'teyiz. Kendi halimizde seyir halinde. Film komedi olarak sınıflandırılmış. Öyle de...

Açılış sahnesindeki abi öyle değil ama!

Ormanda. Az önce koca bir hayvan arabanın ön camından içeri girdi.

Elbette film boyunca manzaralar bizi bizden alıyor, absürtlükler de. Bir kara komedi bu ve aynı zamanda komedi sınıfından bir suç filmi. Ben sevdim. Ama tavsiye noktasında sözü orta sahada geveleyeceğim. Genel izleyicide kabul görmeyeceğini söyleyebilirim ancak kuzey sinemasının ve ikliminin tadını kavramış, seven izleyiciye -en azından- orta şekerli tatlar vereceğinin de altını çizebilirim.

Diğer filmlerde coşkuyu yaşamadan tek bu filmi izlemiş olsam ne derdim bilmiyorum -muhtemelen överdim-  ancak yine de meraklı, özellikle kara mizahı seven izleyicilere bir göz atmalarını söyleyebilir, ama mutlaka izleyin diyerek de -geniş kitleye- muhtemel bir pişmanlık yaşatmaktan uzak tutarım kendimi!


Viskim iki buz ile sehpanın üzerinde. Işıkların tümü kapalı. Öykü gerçek hayattan. Bir cezaevi; mahkumlar, Marina Hands'in oynadığı bir kadın yönetici, eski bir tiyatro oyuncusu; bir oyun projesi için bir araya geliyorlar. Sahnelecek eser Samuel Beckett'in Godot'yu Beklerken'i. Film ağırlıkla cezaevinin içinde geçiyor. Bunun yanı sıra ilk sahneden itibaren izleyicisini oyuna dahil ediyor ve sonuna kadar bırakmıyor. Farklı karakterlerin bir araya geldiği bir ortaklaşma. Zor bir süreç. Cezaevi koşulları ve onun dayatmaları bir yanda, özgürlük rüzgârları ötede ve denetime tabi doğal olarak...

Yönetmen için zorlu bir süreç. Cezaevinin bu sosyal proje ile ilgili taraftaki yöneticisi bir kadın, eski bir avukat. Akışı kıvamında bir film, heyecanı diri tutmayı başaran bir yönetmen. Konuyu tüm yanları ile izleyiciye ulaştıran sağlam bir senaryo, duygusal tonlar ve onların sergilenmesi tutarlı ve gönül teline dokunan cinsten... Ve yönetmen Emmanuel Courcol'ün heyecandan -kitleyi- öldüren akışkan bir yönetimle filmi sonlandırdığı final oyunu! Perdedeki oyunun yönetmeni aktör Kad Merad'dan muhteşem, zorunlu, kahramanca ve tek kişilik bir performans.

Birinciyi bitirenlerin ikinci kadehe gideceğiyse kesin!

Mutluluktan mı yoksa üzüntüden mi, kısmı ise sır!




17 Mayıs 2023 Çarşamba

İki Film Birdenli Enfes Bir Gece

Korona nedeniyle yasaklar başlayıp da evlere kapandığımız günlerde ve sürecin ilerleyen ayları ve yıllarında onun hunharca saldırılarına yönelik olarak savunma hatlarımı sağlam tutmam nedeniyle bana bulaşamamış olsa da, o yine de yok etmeyi başardığı milyonlarca insana olduğu gibi bana saldırılarına da kesintisiz devam etmiş, başarılı olamayınca stratejisini değiştirmiş, ve başka bir noktadan vurmuştu beni: Televizyonda film izleyememe, bu yönde bir istek duymama... filmlerle ve genelde sinema ile aramdaki tüm bağları koparma...

Hayatıma bir kara kedi gibi girerek, sürekli zihnime ve alışılmış düzenime engeller çıkararak ve sürekli ateş altında tutarak direncimi kırıp da kalelerimi zaptedememiş olmanın hırsıyla da, hayat normalleşmeye başladığı süreçte bile elinden geleni ardına koymamıştı.

Salonlar açılınca da tüm duygu silahlarımı kuşanıp, ona inat sürekli koşturdum filmlerin peşinde, hiçbir haftayı boş geçmedim. Hayata dokunmayı özlemiştim. Bir açlıktı da sanki bu... Belki de bu nedenle, normalleşmede bile televizyonu koynuma almak aklımın ucundan geçmedi. Çünkü dokunamadığım hayattı geride kalan ve onun boşluğunu çok hissetmiş, özlemiştim.

Ve dün akşam, kısa süre önce başlayan, birkaç gündür süren bazı sevdiğim dizileri izleme evresinin ardından yıllar sonra üye olduğum portalda film açtım, mısır patlattım. Tek filmle kalırım sanıyordum ama üç yıl sonra olağanüstü bir keyifle harika bir gece yaşadım.

Ve o muhteşem tatla ve zihnimle ortaklaşarak, iki kişilik enfes bir hafta sonu hayali kurdum!

*

Aslında önce BBC First'ü açıyorum. Sevdiğim iki dizi var, uzun korona sürecinde ara verdiğim ve bir kaç hafta önce yeniden izlemeye başladığım, süreleri kısa, mizahı hoş iki polisiye. Bu güzel ısınma film için de tahrik ediyor beni, filmlere göz atmaya başlıyorum. Ve bir afiş beni çağırıyor. Üstelik Penélope Cruz var, yönetmen Simon Kingberg. Canımın istediği de aksiyon, hatta absürtlükleri olursa da canıma minnet. Yorulmak istemiyorum ama nefesimi kesmesine, dünyaya ve gündeme dair tüm düşünceleri zihnimden uzak tutmasına ve bunu hiç boşluk bırakmadan sürdürmesine gönüllüyüm. Tersi bir durum olursa bağım kopacak, bir boşluk oluşacak ve çok istekli olmasam da dağılmamış, kararsız bir kafayla uykuya gideceğim, biliyorum.

Filtre kahvem koyu ve hazır.

Mısır kupam kucağımda...

O halde film başlayabilir.


Enfes bir açılış sahnesi, müthiş bir koşturmaca ve dünyadan kopup filmin göbeğine konma. Bond filmleri tadında ancak çağının gereklerini de yerine getiren, masalımsı bir rüya sanki. Oyunculara bayılmış durumdayım, enfes bir kadın ajanlar ortaklaşması. Operasyon coğrafyaları turistik bir gezi... Aksiyon ritmi nefes almayı bile unutturuyor. Müzikler şahane, mücadele zorlu, seyirci soluksuz; tümüyle ekrandan yansıyan dünyaya ışınlanmış durumda ve tüm hücreleri ile filmin içinde.

Kadın ortaklaşması muhteşem, erkekler tarafı kaypak, ters köşeler bol, soluklar kesik, mesajları olsa da filmin, değersiz...

Ama dünyadan kopmak için, ve yenilmiş erkekler görmek açısından da, alınmış bir intikam tadı vereceği kesin...

Mesela memleketin herhangi köşesinden bir abla erkeğinden intikam almışçasına sevinebilir, ajan ablaları kahramanı yapıp ellerinize sağlık diyerek, kadının gücü manasında da kendine pay çıkarıp gülümseyebilir! Velhasıl-ı kelâm hoşça vakit geçirirken zihnindeki gündelik zehirleri bir süreliğine de olsa elektirikli süpürge gibi çekerek oluşturacağı boşluğa, serotonin yükleyeceği kesin bir film... diye düşünmekle birlikte, şiddetle öneririm yerine keyfinize kalmış demeyi daha uygun buluyorum.

An itibariyle kanapede, elimde kumanda bir kararsızlık içindeyim. Gitsem mi kalıp bir film daha izlesem mi?

Sorum bu.

Derken kararım netleşiyor ve film arıyorum. İşte bu! Azmin zaferi! Pandemi öncesinde izlemediğim ama kendisine bayıldığım yönetmen Luc Besson'un son filmi: 2019 yapımı Anna! Üstelik Helen Mirren ile başrolü paylaşan enfes bir Rus genç kadın: Sasha Luss!

Daha ne olsun!

Sakin bir başlangıç. Ben baştan gittim. Çünkü an itibariyle Rusya'dayız. Henüz Anna olduğunu bilmediğimiz genç kadın Moskova'da bir pazar yerindeki minik bir dükkânda oyuncak bebekler satıyor. Bir yabancı yanaşıyor ve bir teklif yapıyor ve sonrasında Paris. Film bir anda geri dönüyor ve biz ne oluyor derken Moskova'da müthiş bir aksiyonlar sahnesi; o dönemdeki -eski- Anna'yı tanıyorken, aksiyon sahnelerinin muhteşemliğine bayılıyoruz. Filmin başlangıçdaki geri dönüşlerini yadırgayıp oluşturduğumuz sorulardan pek bir bilgi alamasak da, sonrasında Luc Usta, yanıtları ilmek ilmek örüyor. Karaktere bayılıyorum ve iddia ediyorum ki filmi izleyecek herkes bayılacak.

Ve filmi soluk alamadan izlemek zorunda kalan kişiler, sürekli ters köşelere yatacak.

Ve final sahnelerinde üst üste şaşıracak ve "Vay be!" nidasını dillerinin ucundan sık sık çıkaracak.


Ve son bölümde şaşkınlıktan başlar fırdönecek; başlar dönerken izleyicinin ruh halleri değişecek; sürprizler üst üste gelecek; çoklukla ne filmdi be denecek...

Sonrasında oyunculara, yönetmene, filme emeği geçen herkese helâl olsun deyip, fırdönmekten biçare olmuş ruhlarının hangi halleriyle final yapacağını yaşayarak görecekler. Kim bilir, belki de bu yazının gazıyla filmi izleyenlerin bir kısmı "Bu muydu şimdi?!" bir kısmı da bu blogda bu filmle rastlaştıkları için "İyi ki!" diyecekler.

Filmin müzikleri harika, klasik müziğin çok popüler örneklerinin bu film özelindeki yorumları etkileyici...

Ve son çıkışta diyor ki bu yazıyı yazan: Okurlarımızın önemli bir kısmının bu filmden büyük keyif alacağı kesin!

Kalın sağlıcakla...




7 Mayıs 2023 Pazar

Ne Desem Bilemedim

Perşembe günü önce, telefonla halledeceğim ilaç yazdırma olayını işe çevirdim ve trene atlayıp şehire gittim.

Hava muhteşemdi, gömleğin kollarını kıvırdım.

Oğuz yoktu, yerine bakana yazdırdım.

Eczanede çocuklarla iki lafın belini kırdıktan sonra istikametimi pastaneye çevirmiştim ki yıllardır aynı yerdeki oto lastikçisi abiyle rastlaşınca onunla da lafladım. Ve sallana sallana yürüyüp varınca önüne, Hammur'un kapısından içeri süzüldüm lakin her zamanki ablanın yerinde mekânın sahibi olduğunu düşündüğüm bir hanımefendi vardı.

Pastalarımı seçip, böreği eksik bırakmayıp, fincan çayı da söyleyerek bahçeye geçtim fakat Engüç ile Mengüç yerlerinde yoklardı! O sırada her zaman güler yüzlü abla elinde tabaklar ve çay ile geldi ki kuşlar yuvadan uçmuşlardı.

Ama geçen gün anne ile Engüç bir teşekkür ziyaretinde bulunmuşlar.

Ben de işi asıp kendimi şımartmaya karar vermekle kalmayıp, Hakan'a doğru yol alırken, geçmişin izlerini dolaştım. Artık Olgunlaşma Enstitüsü olan Atatürk Ortaokulu'nun bizim lisenin kapalı salonuna komşu olan yüksek duvarının önünde durdum ve o sırada geçmiş yanımda bitiverdi. Sevgilim İzmirliydi, dersi bitince, koşa koşa okuldan çıkıp o duvarın önüne park ederek motor kaputunun üzerine oturmuş, onu beklemekte olan ve onu görmesiyle ayağa kalkan bana sarılışını izledim. Sonra duvarın köşesinden kıvrıldım, lisenin karşısına geçip iki okulun birlikte fotoğrafını çektim. Bir sürü anı üşüşüverdi. O anıların blogda daha önce yazılmış, tarihsel değeri de olan ikisini 15. Yıl Özel Sayı-Ekstra başlığı ile yayınlamaya karar verdim.


Sonra bizim dilimizde Çiftlik, duvara çakılmışında İstiklal Caddesi yazılı efsane olaylar ve günler yaşadığımız caddede yürümeye başladım. Rama Bar'ın olduğu pasajın önünden geçerken, ona gelmeyeli kaç yıl olduğunu hesaplamaya çalıştım. Bu durumu en sevdiğim kadınla paylaşmayı ve düşünürse onunla gelip, sonradan türeyen mekânlar nedeniyle papucu dama atılmış ama döneminin en popüler lounge'ında bir nostalji yaşamayı hayal ettim.


Elbette onla da yetinmedim. Çocukluğumun evine ve mahallesine yanaşınca caddeden bir arka sokağa kıvrıldım, sokakta bir briç kulübü açılmış olmasına sevindim. Parke taşların yerine döşenmiş kare taşları sevdim. Mihri geldi gözümün önüne, onu kırdığıma bir kez daha üzüldüm. Sonra Hakan'a uğradım. Biraz siyaset konuştuk, abisinin konusunu açması ile biraz İzmirlimden söz ettik ki bu tatlı ve taze öğretmen Hakan'ın abisinin dersine giriyordu ve elbette İngilizce'den çakmakta olan ortaokul öğrencisi Zeki'yi torpillemiştik.


Okulların fotoğrafını çekerken sırtımı verdiğim bina kişisel tarihimin yanı sıra, şehrin tarihi açısından da çok önemliydi. 1976-77'lerin tıfıl gözükaralığında imza attığımız ve blogda yazdığım bir eyleme geri dönmekle kalmadım; Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindesin Ömrümün Neyleyim Ben'i de andım ki bu da aslında yukarıda bahsettiğim yazıyı yeniden paylaşmak adına gazı veren olaydı.

Eve dönüp, ekranı açıp piyasalara göz attıktan bir süre sonra son günü olan film için yola düştüm ki Rabbim başımızdan eksik etsin reisimiz miting nedeniyle şehrimizde olduğu için tren bedavaydı!

Biletimi alırken mısır satmaya çalışan görevliye, promosyon kodumu gösterdim ve orta boy mısırımı aldım. Üstelik ben oradayken yeni patlattı ve hem sıcak hem de her beleş mal gibi yine baldan tatlıydı mısırlar...

O sırada bir abi daha filme bilet almak istiyordu. Yalnız abi ile bu film arasında bir bağ kurmak zordu.

Elbette çaktım ben köfteyi!

Abiyi filme çeken Sibel Kekili'ydi. Ya bilet fiyatından ya da umduğunu bulamayacağını anladığından ya da anlatıldığından kaynaklı olarak salonda yoktu. Film başlangıçta Kurak Günler'le benzerlikleri yüzünden pek açmadı beni ki Sevgili Filmgündemi'nin yazısında bu durumun altı çizilmişti. Buna ek olarak da Sekiz Dağ'daki doğa ve dağlar bolluğu da bu film konusunda bendeki dedikoducu uyaranları harekete geçirmedi değil; lakin sonra sakin sakin düşününce ve kendimi ukala sinemasever modundan sıyırıp sadeleştirince iyi filmdi be noktasına geliverdim. En büyük salondaki filmi tek başıma seyrettim ve süreç içinde eleştirel baksam da filme, sonuçta karar verdim ki sıkı ve güzeldi. İki oyuncuyu öne çıkardım; Cem Yiğit Üzümoğlu ve Pınar Deniz. Diğer filmlerden ortaklaşan sahneleri zihnimden silip attım ve sonuçta seyrettiğim iyi bir filmdi noktasını netleştirdim... ve de enn sevdiğim kadınla da film üzerine konuşunca, evet iyi filmdi noktasında saadete erdim.


Bu sabah uyanınca hava beni dürttü, uzun zamandır gitmediğim Sürmene Pidesi'ne doğru yol alırken buldum kendimi. Masama gelen yine muhteşem bir şeydi. Peynir hımmmmmm... küçük bir göl halindeki tereyağı muhteşem; çıtır ve ince bir hamur, ilk dokunuşta patlayan yumurta ve hımmmm... hımmmm... hımmmm... sesleri eksilmeyen lokmalar!

Ellerine sağlık ustam, muhteşemdi nidalarının ardından Lozan Caddesi, bir marketten kola ve sokak aralarının tadı eşliğinde yolu uzatarak anıların zihinden akmasına yol verip tatlarını çıkararak ve sahilden değil de başka diyarlardan eve doğru yol alırken; akıp giden zamandan izleri bugüne taşımaya devamla, yıllardır oyumuzu kullandığımız okulun kenarından geçip denize ve eve doğru yavaş adımlarla yürürken minik ve sevimli manavdan içeri daldım; çünkü Starking elmalar beni çağırıyordu.

18 Nisan 2023 Salı

Ela ile Hilmi ve Ali... Ve Ben


Doğrudan film için afiş sonrasına lütfen!


11:20 seansı ilginç geliyor, çocukluğumun cumartesi pazar günlerindeki son gösterim olan iki filmli 10:30 matineleri gibi.

O halde bir nostalji yaşayabilirim ancak bu tek filmli olmak zorunda; çünkü iki filmli yıllar ve halk matinesi günleri ve de eskinin çok sayıdaki sinemaları yok artık!*

Oysa ne güzel yıllardır; henüz televizyon kanalları çokluk içinde değil ve sadece büyük kentlerde...

Bir kaç yıl sonra şehrimize ulaşacak siyah beyaz TRT yayını da akşam üstü başlardı.

Ekonomi göçüğü altında da değildik ve her ekonomik güçten aileler çocukları ile birlikte sinemaya gidebilirlerdi; perdenin dibinde, tahtadan ve diğer lüks koltuk bölümlerinden ve pahalı localardan tuvaletlere gidilen bir koridorla ayrılan, bilet fiyatları daha ucuz, duhiliye denilen ve üç dört -tahta- koltuk sırasından oluşan bir bölüm de vardı.

Kadınlar ve Halk matinelerini de unutmamak lazım!

Masalarında gazoz içilip, çekirdek çitletilen, hatta evden getirilmişlerin yendiği yazlık sinemalardaki keyifler konusuna ise girmesem sanki daha iyi...

Bütünüyle o yılların tadındayım. Önce kahvaltı için mahallemin hoş bir mekânına dalıyorum. Üst tavanlar açık ve enfes bir nisan baharı şefkatle kucaklıyor beni. Az önce seçtiğim zeytin ezmeli açmam ve tereyağlı simidim, Hatay'da adı Süvari olan klasik bardaktaki çayım, masamda...

Doğa ve baharın güzelliği kitabı elimden alıyor; hoşlukları günle yaşıyorum.

Güneşin yarenliğinde istasyona doğru yürüyorum. Tren sakin, üstelik sevdiklerimden; bir İspanyol. Sol tandanslı bir ilçedeyim, apartmanlarda yine baharlar gelecek vurgulu kocaman afişler asılı; sanki yaşam umutlu, meydan dopdolu. Ama sandık ne der meçhul.

Üst geçide asansörle çıkıyorum. AVM'den içeri süzülüyorum. Migros'dan klasik sinema alışverişimi yapıyor, AVM'nin girişteki sergi alanına yeni bir kahve mekânı açılmakta olduğunu görüyor, onun bütün alanla bütünleşmiş, etrafı ve üstü kapatılmamış halini hoş buluyorum.

Benim tatlı gişecim yok ama yine tatlı bir gişeci var.

"D-3 lütfen."

D&R'a giriyorum. Aklımda bir kitap var. Sevgili Okul Arkadaşım paylaşmıştı ve Güney Amerika'lı yazarların hastası benim de dikkatimden kaçmamıştı Miras... Doğrudan söyleyip almayı tercih etmiyor, kitap raflarını dolaşmanın tadını çıkarıyorum.

Ancak kitabı bulamıyorum.

Soruyorum raf yerleştirmekte olan genç adama, bilgisayardan bakıyor ve bingo!

Bugün şanslı günümdeyim, ikinci kitaba %60 indirim var.

Zaten Enn Sevdiğim Kadın için de alacaktım ki bunun farkında olan meleklerim iş başında.

Biraz daha katta tur atıyor ve sinemanın yürüyen merdivenlerine yönleniyorum. Biraz da teras keyfi, promosyon mısırlarımı alma ve D-3'ümle kucaklaşma.


Neredeyse üç oyuncu ile başlayıp biten, az mekânlı, bol diyaloglu bir film. Mevzu derin. Farklı özelliklere sahip 3 karakter. Olmazdan olur yaratıp yapılmış bi evlilik. Arızalar var mı, var; ki yaş aralıkları göz önüne alınınca kaçınılmaz. İnce bir mizah ama kara bir film. Yok mu böyle tipler ve hayatlar? Elbette var. Sonuçta su akar yolunu bulur mu? Sanırım uysa da bulur, uymasa da...

Oyunculuklar üst düzey. Sinemanın yeni gençleri gerçekten çok yetenekli. Başarılı bir film; insana, ilişkilere, yaş farklarına, ruh hallerine dair çelişkiler ortaya koyarken derdini anlatmayı başarıyor. İki genç oyuncu, Ece Yüksel ki kendisini hemen hatırlıyorum, Üç Bin Yıllık Bekleyiş'te kendini fark ettirmeyi başarmıştı. Hakeza Denizhan Akbaba da Ali'yi muhteşem oynuyor.

Aslında ilk uzun metrajlı filmini yapan Ziya Demirel'in; Nazlı Elif Durlu ile birlikte yazdıkları senaryodan ortaya çıkan netameli bir film; şöyle otursam da keyfli bir film izlesem düşüncesi ile çelişme olasılığı çok yüksek. Ama insan bu işte, değişken ruh halleri olan farklı karakterler topluluğu; gariplikleri de var, zayıflık ve zaafları da... Bu çerçeveden bakılırsa sağlam bir senaryo, sıkı gözlemler ve amaçlanan sonuca ulaşan bir film Ela ile Hilmi ve Ali, ancak izleyicinin niyetine, beklentisine ve sinema gününden ve filmden ne istediğine bağlı olarak da iki uçlu bir değnek.

Ben çok beğendim, sabah seansını seçmem konusunda kendimi takdir ettim çünkü film bitince güneşli ve daha yeni başlayan bir güne çıktım. Gerçi gecenin geç bir vaktinde izlense de hoş olabilirdi. Üstelik kendimi doğrudan Migros'un yemek kısmına yönlendirdim ve enfes bir yaprak sarma yedim. Sonra da trene atladım, güneşli ve gülümseyen bir günde kara bir filmin tadıyla yaşadığımın bir sinema günü, iyi bir sinema günü olduğunun daha çok farkına vardım. Neredeyse tek mekânda geçen filmin beni içine çekmesine, başta Serkan Keskin olmak üzere üç karakter dışındaki yan rollerin de filme katkı yapmasına ve görüntü yönetmeni Doron Tembert'in kamera açılarına, yakın planlarına ve de aslında genel izleyici için zor bir filmin bu anlamda kolaylıkla ve akışkanlıkla izlenmesine olanak sağlayan yönetmen, görüntü yönetmeni işbirliğine ve karakterlerin biribirleri ile ilişkilerindeki şaşırtıcı ve ters köşe nüanslara bayıldım.

Lakin tüm bunlara rağmen temel meseleniz sinema, farklı insan ruhlarının derinliklerini keşfetmek değil de düşünmeden, şaşırmadan, gerilmeden, eğlenerek film izlemekse...

Bu filmden uzak durun!



*Eskiden, son kalan ve artık yok olan sinemalardan en flaşına ve son kapananına dair anılar içeren, bir yazı

14 Nisan 2023 Cuma

Şahane Bir Keşif İyi Bir Film


Geçen Hafta Sonu


Haftayı boş geçeceğim kesin, çünkü görünürde tercih edeceğim bir film yok!

Başka Sinema sayfasını takipteyim, son âna kadar bizde vizyona girecek Başka Sinema filmi görünmüyor.

Üstelik bu kez cuma günü sinemaya takılmak istiyorum. İşi asıp günün canına okuyacağım; iştahlıyım. Hafta boyu gidilecek film dilerken bir yandan da biliyorum ki haftanın son vizyon günü,

gerçi perşembeleri bazen son anda ekstra bir gelecek program afişi peydah oluyor.

Tıklıyorum ve büyük sürpriz. Mikhail Borodin bir Rus yönetmen, üstelik genç bir adam; Başka Sinema'dan olmayan, ödüllü ve ilk uzun metrajlı filmi son dakikada gösterimde: Orjinal adıyla Produkty 24!

Durum tam anlamıyla bir isterken iki göz tadında.

İçimdeki sevinç saatten kaynaklı olarak cumayı revize ediyor ve cumartesi 16 seansında karar kılıyor.


Bu Hafta

Hafta sonunun ve hafta başının canını okumaya and içmişim sanki. Pazartesi sabah Oğuz'a uğruyorum, göz kapağımın alt katında bir enfeksiyon oluşmuş, aynaya bakmasam haberim olmayacak; bu sevimli yaratık, beni hiç rahatsız etmeden -sessizce- orada takılmaya başlamış. Bir göz damlası ve bir kutu antibiyotik yazıyor ve çıkıyorum. Hava ıslak. Buraya gidip gelirken önünden geçtiğim, bahçemiz var vurgusu da yapan dikkat çekici bir pastane uzun süredir gel bak pişman olmazsın sinyalleri gönderiyor ama ben genelde erkenden işimi halledip, piyasaların açılışına yetişmek niyetiyle boş veriyorum.

Aslında burnumun dibinde sağlık ocağı olmasına rağmen 13 kilometre uzaktaki, çocukluğunu bildiğim Oğuz'a gitmeyi tercih ediyorum; ancak sabah için akşamdan kardeşi aramadığımdan ve telefonumu da fark etmemiş olduğundan, bu kez istem dışı bir tercihi zevk haline getiriyor ve tren için istasyona yürüyorum. Yağmur çiselerken okula ya da işe giden, henüz uykuya doyamamış kalabalıklarla dolu sabah treni keyfinin ruhu yükselten  etkisi de başka bir güzellik, tadını yaşıyorum.

Oğuz'da işimi halledince yol üstündeki pastanenin kapısından içeri süzülüyorum. Güleryüzlü bir hanımefendi. Börekler göz alıcı. Sade, şık, sakin ve pırıl pırıl bir mekân.

"Bir ıspanaklı gül böreği, lütfen."

"Bir de küçük çay lütfen."


Diyorum ama... öyle bir börek ki bitirince ikinciyi de iki kuru pasta ilavesi ile ve ikinci bir çayla istiyorum.

"Biliyordum," diyor hanımefendi. Gülüyorum ve siz mi yapıyorsunuz sorumu, sadece içini kendisinin yaptığını söyleyerek yanıtlıyor. Sonra anlıyorum ki bir kaç kadın birlikte çalışıyorlar, diğerleri henüz işbaşı yapmamışlar.

Tüm bu keyifler esnasında gözüm bir iki metre ötemdeki çiçek saksısına takılıyor.




Cumartesi

Benim tatlı gişecim uzaktan gülümsüyor. Kendisi ile iki hafta sonu rastlaşamadık. Kısa bir sohbet. Artık film adı ve koltuk numarası söylememe gerek yok. Promosyon mısırımı üst kata çıkınca büfeden alıyorum ve terasa çıkıyor, bir kaç fotoğraf çekiyor, sonra film için 6 no'ya doğru yürüyorum.

Filmi benim eski koltuğumdan ve üst sıradan izleyecek bir genç kadın dışında kimse yok salonda. Filmin adından anlaşılacağı üzere 24 saat açık bir market söz konusu. Açılış sahnesinde bir dini nikah töreni var. İslami geleneklerin gereği yerine getiriliyor ve konuşulan dil de bizce anlaşılır. Çünkü Özbekçe. Görünüşte her şey normal. Bir hanımefendi var, onun patron olduğunu varsayıyoruz; aynı zamanda çiftin destekçisi.

Film gittikçe enteresanlaşıyor. Kısmen bir gerilim filmine evriliyor. Kısmen de kaçak işçiler meselesi. Muhabbat, Özbek bir genç kadın, film onun etrafında gelişiyor. Zukhara Sanzysbay bu karakterde fazlası ile sahici.

Hakeza Lyudmila Vasilieva'da Zhanna karakterinde...

Özbekistan bölümü bir anlamda turistik seyahat tadında. Ülkeye dair şaşırtıcı gerçeklikler seriyor izleyicinin önüne. Film bir anlamda sosyalizmden dönüşmüş Rusya ve bağımsızlaşmış ülkeler durumunu ortaya dökerken, ciddi anlamda ve çaktırmadan da -yozlaşma çerçevesinde- şahane bir rejim eleştirisi yapıyor.

Kendi klasiğim ise yine film başlangıcında benim yönetimimi ele alıyor ve burun büktürüyor bana; ne işimiz vardı bu filmde manasında. Ama çok kere olduğu gibi, bu kez de genç bir yönetmen, abi bir dur, biraz sabır, ayarını çekiyor ki finalde aldığım Sovyet ekolünü yansıtan sinema tadı, çarpık kapitalizm ve modern çağın kölelik düzenine vurucu eleştiri ve bu tadı çoğaltan filmin müzikleri muhteşem!

Bunca zaman nasıl geçti farkında değilim. Sürreel kapanış sahnesinde bir yandan ne o bitti mi şimdi şaşkınlığı yaşarken, utanmasam ve içimdeki keyfe uysam, perdeyi alkışlamam işten bile değil.


Salı

Şehirdeyim ve aynı coğrafyada bir kaç eski apartmanın fotoğrafını çekiyorum. İş Bankası'nın kitapçısına uğramam gerek. Sonra da blog fotokopilerimi halleden Hakan'da takılıp laflama ihtimalim var.

Hımmmm Deva İşkembecisi'ne uğrasam da fena olmaz.

Ama günün sürprizi, ortaokul arkadaşımla rastlaşmak oluyor. Kendisi Yıldıray Çınar'ın yeğeni ve onun adına açtığı bir müzeyle meşgul. Saraydan davet almış ve malum kişiye, saray sofrasında Çarşambayı Sel Aldı'yı söyletmiş biri. Uzun uzun laflıyoruz ancak büyük sürpriz bende olmayan, olmadığı gibi aklımda bile olmayan bir fotoğraf oluyor. Okulun taşındığından, mezunlar derneği kurduklarından, bizim evde ders çalışmalarımızdan falan söz ediyor. Fotoğraf cep telefonunda; açıyor, şaşkınım, hiç hatırlamadığım bir an ve okulun bahçesinde üç arkadaş ki biri ben. Sohbet minik devrimciler günlerine doğru, uzadıkça uzuyor.

Bir gün müzenin fotoğraflarını çekip yazmayı düşünüyorum.


Aslında tüm bunlar yaşanmadan önce bir kez daha pastaneye uğruyorum. Bu kez patatesli börek ve ikişer adet olmak üzere üç çeşit kuru pasta ve bir fincan çay söylüyorum. Dün yanımda fotoğraf makinesi olmadığı için eksik olan fotoğrafları çekiyorum. Ana karakter Kumru abla!

İki yumurtanın üzerinde yattığını dün hanımefendiden öğrenmiştim. Bugün biraz daha sıcağız Kumru Hanım'la ve epeyi laflıyoruz. Pastalar yine enfes. Ama hanımefendi o kadar güleryüzlü ve konuşkan ki... Kendisinin Türki Cumhuriyetlerden olduğunu düşünmekteyim.


Ödemeyi yaparken bir kez daha şaşırıyorum çünkü kalite fiyat dengesi diğer mekânlara göre çok ucuz. Özellikle dün akşam bizim mahalledeki bir pastanede ben gönlü bolca, şundan, şundan, şundan ikişer tane diye seçerken de tek bir kuru pastanın 8 TL. olduğu konusunda uyarınca görevli genç kız beni...

Vazgeçiyorum ve o pastaneye nal toplatacak yine mahallemizin kadim pastanesinden iki kocaman kesmeyi 19 TL. ödeyerek alıyorum.

Ev yapımı filitre kahvem misss gibi!


Ablanın pırıl pırıl mekânında masada olanlara ödediğim para ise tanesi 8 TL olanın yanında, toplamda 47 TL. olarak, tarihe not manasında şurada dursun.

27 Mart 2023 Pazartesi

Hadi Gel De Yaz Bu Filmi

Kelimeleri bir türlü bir araya getiremiyorum sinemadan çıktığımdan beri. Neresinden başlasam, nerede bitirsem konusunda sıkıntı içindeyim.

Başka Sinema yolculuğumun öyle bir durağındayım ki!

Üstelik, muhteşem yemeklerle dolu bir tabaktaki renk renk, çeşit çeşit, ekşi tatlı duygular, doğadan gelen dinginlik, arkadaşlık, dostluk, yüreğinin götürdüğü yere koş gibi pek çok lezzetli uyaran, ağaç diplerinde bulunan naylona sarılmış anı defterleri perdeden çıkıp koltuğunda oturmakta olan ve mırın kırın eden beni süreç içinde ele geçirmiş, elimi kolumu bağlamışken...

Kelimeleri peşi sıra dökmesi gereken ruhum onlarla iş birliği içinde, avare ve zevkten 10 köşe. Ve aynı zamanda kendi keyfinin peşi sıra koşmaya devam eden bir bencil.

Şaşırtıcı, karmaşık, gel gitleri olan bir itirazın yanı sıra garip de bir zenginlik içindeyim.

Sanki hiç aklımda olmayan, tadını bilmediğim bir yerde enfes bir tatil yapmış, ruhumu sağaltmış, güzel insanlar tanımış, gündemin tüm gerilimli hallerinden azade bir katmana sıçrama yapan isyankâr ruhum makas değiştirtmiş de ben, perdede ve duygu karmaşaları içindeyken yine de yok olmuşum.

Üstelik beyazperde denen o büyücü, tüm direnç noktalarımı un ufak etmiş, bütün mekanizmalarımı işgal etmiş, mızırdandığım her anda da beni ikna etmiş...

Film boyunca kafa gösteren bazı mızmızlanmalarım, ukalalıklarım, kıyaslarım, aklımdan geçirdiğim tüm olumsuz ifadelerimse kendini final jeneriğindeki müziklere kaptırmış ve yerle bir...

Dağdan kaçıp, başka coğrafyalara yapılan seyahatlerin bünyedeki izleri, hayallerin gerçeğe bürünmesi, enfes insan manzaraları, sevgi, Daniel Norgren müzikleri, kadın eli değmiş reji eşliğinde şahane bir rehabilitasyon...

Daha ne olsun be adam!

Ve rüyanda bile yaşayamayacağın doğa!

Bonusu Nepal!



İki saati aşkın süre ukalalıklar, sıkılmalar, film hakkında tek kelâm etmemeyi düşünmeler, tek bir cümleyi bile olası bir yazı için kuramamalar eşliğinde son isim geçene kadar koltuğumda -çakılı- kalıyorum.

Sadece ben mi?!

Bir yan koltuğumdaki genç kadın, üst sıralardaki iki çift, bir genç kadın ve bir genç adam da...

AVM'nin kapanma saatleri...

Bir kahve...

ama sert bir Amerikano...

ne de yakışırdı; filmi zihinde tekrar akıtırken ve enn sevdiğim kadınla bir yolculuğu aynı masada konuşuyorken...

Müthiş bir keyifle, üstelik filme tüm mızırdanmalarımdan ve ukala eleştirilerimden aşina bir keyifle istasyona doğru yürüyorum.




Yönetmenler ve Senaryo:

Felix Van Groeningen, Charlotte Vandermeersch.

Oyuncular:

Alessandro Borghi, Luca Marinelli, Flippo Timi, Elena Lietti.

Kitabın Yazarı:

Le Otto Montagne.

24 Mart 2023 Cuma

Şeytanın Bacağını Kırmak

Korona virüs terörü bütün dünyayı birden ve hızlı bir biçimde kucaklayınca ve bir anda ürküntü ile birlikte korunma çabaları başlayınca, hayatımıza giren maskeyle birlikte başka boyuta sıçrayıvermiştik. Sadece filmlerde, romanlarda görebildiğimiz bir tehdit ve onunla birlikte bilinmeze karşı oluşan kaygı ve korkular tam anlamıyla o tatta bir paniği, yepyeni ürküntüleri bünyelerimize katarak korunma güdülerimizi harekete geçirmiş, daha önce benzerini yaşamadığımız bir sürecin ve tedbirler silsilesinin göbeğine bırakıvermişti hepimizi.

Ve ilk kez bütün dünya ile ortaklaşmış, dünyanın tüm ve farklı uluslarından insanları bir olup sanki uzaydan gelen bir düşmana karşı aynı cephede saf tutmuş ve safları da bu ortak düşmana karşı sıklaştırmış, mücadeleyi de gittikçe yükseltmiştik.

Hayatla temasımız kesilmiş, tüm eski alışkanlıklarla birlikte özgürce sokaklarda dolaşabilme, mekânlara oturma, salonlarda film izleme, tiyatro, konser ve seyahat gibi doğal isteklerimiz; bu meçhul düşman tarafından kilit altına alınmıştı. İşte bu evrenin bana ödettiği bedellerden biri de, olan bitenden tümüyle ters orantılı bir hâl olarak, oturup da televizyon ekranından film falan izleyememek olmuştu. Bunu yapanlara fena halde özeniyordum ama televizyonla arama kara kedi girmişti.

Bu bir "militan" çocuğun dayatılana karşı koyduğu bir direnç ya da bir meydan okuma mıydı, bilinmez; çünkü normalleşme ile birlikte bu kez toplumun genelinden farklı olarak hayata tüm hücreleri ile dalmış, boş salonlarda çoğu zaman tek başına, filmleri -kaçırmaz derecede- izler olmuştu.

Üzerine düşünmeli, alt duyguların neler olduğunu da araştırmalı sanki.

Bu süreç, tehdit azaldıkça, hayat normalleşip salonlar, yeme içme ve eğlence mekânları yeniden açılınca ve spor müsabakaları falan başlayınca da değişmemiş, belki de bana özel bir sendromun etkisi ile spor karşılaşmaları dışında televizyon ya da bilgisayar ekranlarıyla bu manada kopan bağım geri dönmemiş ve ekranlardan film ve dizi izleyemez olmuştum; sanki dokunamadığım hayatımdan zaman çalınıyormuş gibi hissediyordum.

Uzun bir ıssızlık döneminden sonra normalleşme ile birlikte gişe önlerinde oluşan kuyruklar hoşuma gidiyordu; koridorlarda koşan, mısır almak için bekleyen çocukları izlemek, salonlardan gelen film seslerini fuayede işitmek keyifliydi ve her şey yolunda derken çok uzak olmayan, el uzatılsa dokunulacak yakınlıkta bir zamanda bu kez, tam anlamıyla ve durdurulamaz bir ekonomik terör baş gösteriyordu ve tahribatı da gün geçtikçe daha beter oluyordu. Çünkü salonlar bu kez de bu maliyetler nedeniyle boşalıyordu. Ve çok da kısa sürede, memleket uçuyor diyenlerin aksine bilet kuyrukları bomba düşmüşcesine yok oldu. Koşuşturan çocuklar, onlar koşarken ellerindeki kutulardan ortaya saçılan mısırlar, yüksek sesli konuşmalar ve gülüşleri de...

Artık 10'dan fazla salonlu sinemaya hem de akşam seanslarında bir gişe görevlisi bile yetiyor!

Ve geçenlerde, bir pazar sabahıydı sanırım, birdenbire yeni bir ruh hali oluştu bende, ya da eski bene döndüm diyelim. Beleş mal baldan tatlıdır durumunun bunda etkisi ne derece bilmiyorum. Posta kutumda bir mektup vardı, Amazon Prime bir aylık ücretsiz kullanım hakkı tanımlamıştı bana. O sıra yatağa uzanmış, blogları okuyordum, hayatımdan memnundum ve başkaca da bir isteğim yoktu. Birara bilgisayar hazır dizlerimdeyken bir bakayım diyerek giriverdim Amazon'un buyur ettiği kapıdan içeri. Şöyle bir göz atarken ne var ne yoka; zaten fikrimde olan Pinokyo ile karşılaşmak pek hoş oldu, kısa bir tereddütün ardından önce atlayıverdim üzerine, sonra da vazgeçtim...

Hâlâ bünyede bir direnç var, anladığım, pandemiyle gelen -saçma- duygu benimle olan ilişkisini sonlandırmaya pek niyetli değil.

Sonra geri döndüm, çünkü Pinokyo'yu başka türlü izleme şansım yok; sinemaya ya gelmedi ya da zaten fikrimde olmadığı için -ben- kaçırdım sanki...

Şu an itibariyle de durumun iyi olduğunu ve bir normalime daha  döndüğümü, muhteşem bir animasyon izlediğimi söyler ve eklerim:  Binlerce kez bildiğim bir öyküyü ilkmiş gibi, karakterleri sindirerek ve gerçeklik algısıyla izlemek şahaneydi; çok ama çok da keyifliydi!

Belki de beleş mal baldan tatlıdır gerçekliğinin eseriydi filmden aldığım keyif ki bu da bir olasılık!

Ancak aldığı ödüllerin anasının ak sütü gibi helâl olduğunu söylemekle birlikte altını da kalın kalın çizmeli ve Guillermo Del Toro üretimi Pinokyo'yu mutlaka ama mutlaka izlemelisiniz vurgusunu da yazıya eklemeliyim sanki!

Seveceksiniz!



*
Vaktim vardı, gün tatildi ve sabah gaz vermeye devam ediyordu. Komedi dizilerine göz atmam için bir engel yoktu.

Ve bingo!

Çünkü afiş beni fena çekti.

Kısa içerik bilgisi tamamdır dedirtti ve bu ispanyol, suç dizisine girişi yapıverdim.

Alt yazılar 16+ uyarısını verse de o kadar da korkulacak değilmiş diye düşündüm, sonrasında.

Çok güldüm, çok eğlendim, oyunculara, dolayısı ile karakterlere bayıldım. Aksiyon ve ötesi sahnelerde parayı kıyılmış olduğunu hissettim. Absürtlükler şahaneydi. Sımsıcak, tüm ilişki olağanlıklarını incelikli ve sevimli bir biçimde işleyen, özünde iyi kalpli, kara komik bu suç dizisi: "Aynı cinsler" arasında olsa da ve bu ilişki biçimini tanımlama için kullanılan ifadeyi sevimsiz ve ötekileştirici bulduğum için kullanmak istemediğimden sadece uyarı anlamında tırnakladığımı da ifade edersem; çok sevimli buldum ve hatta sıcaklığına, şefkatine ve aşk budur dedirten yaklaşımlarına bayıldım.

Öyle bayıldım ki bu dizinin geneline ve tüm olan bitene...

Ve o kadar eğlendim ki; zaten kısa olan bölümlerin tamamını bir oturuşta bitirdim.


Ancak sürekli sürprizler sunan, kovalamaca sahneleri heyecanlı, karakterleri kara komik, kutu kutu içinde entrikaları bitmeyen bu sıcacık ve sevimli dizinin son bölümü ise zaten bildiğimiz ve o âna kadar tanık olduğumuz sahnelerin ötesinde, muhteşem, bol sürprizli, absürtlüğün zirvesi denecek bir finalle biterek -şahsım için- çok keyifli ve bahse konu durumlarda çekimserlik yoksa da önerilir bir seyirlik oldu.



21 Mart 2023 Salı

Bambaşka Bir Film

Geçen haftayı boş geçen Başka Sinema bu haftaki film için bir ikilem yaşatıyor. Hissim çok sert bir film olduğu noktasında tereddütlü. Çizgi üstü, sıra dışı bir film sanki Asi


... gibi geliyor bana.

Afişten ve bir kaç satırlık, spoiler içermeyen tanıtım yazısından edindiğim his bu ve o an için "Bu kadar sert bir filme bu kadar duygu yerleştirmek ve tüm bu hengâme içinde yine de duygulara ön aldırıp, olağanüstü çatışmaları, gümbürtüyü ve sertlikleri ve din temalı çirkinlikleri sanki arka planmış gibi hissettirerek göze sokmayı başarmak başka bir tat," cümlesini yoruma yanıt olarak kuracağımı ve onu tam da yazının burasına -sonradan-  taşıma ihtiyacı duyacağımı bilmiyorum!

İlk akşamını Fenerbahçe'nin maçı nedeniyle, daha açıkcası kararsızlığımın etkisi ile, işin doğrusu gerilmek istemediğim için erteliyorum.

Tereddütler devam ederken filmle ilgili, pazartesi akşamına netleşiyorum.

İzlemeliyim modum dünyaya dönüyor ve arzum berrak, sinema heyecanı bünyeyi ele almış durumda ve ben, istasyona doğru yürürken buluyorum kendimi.


Gişenin önündeyim.

Klasik sinema alışverişi az önce Migros'da yapıldı.

Benim tatlı gişecim meşgul, eğildiği kutudan muhtemelen bir animasyon için biletle birlikte verilecek 3 D gözlükleri çıkarıyor.

Benden başka kimse yok.

Nerede o kuyruklar diyorum bir kez daha...

Onunla aramız bir nefes mesafesi; izliyorum ve bir süre sessiz kalıyorum.

Sonra bu konsantre haline sesleniyorum; ne aydınlık, ne sıcak gülümseme o...

Ben söylemeden o söylüyor.

"Asi?!"

Kısa sohbet güleryüzlü...

Sinema katındayım ve bomboş. Terasa çıkıyorum.

Geceye dönmekte olan akşamın ışıkları muhteşem.

Tatlı bir soğuk.

Hoş bir manzara, ruhum kanatlı bir keyif halinde...

İçeri geçiyorum.

Kitabımdan birkaç vakit geçirme sayfası okuyorum.

Şimdi promosyon mısırımı alabilirim.

Kodumu gösteriyorum ve hazırlanıyor mısırlarım.

Tam anlamı ile sinema ve onun keyfi kategorisine sıçrayıp, orada bağdaşını kurmuş halde ruhum...

Sevinçli.

Duyargaların tümü keyfe açık.

Sıkı bir film gecesi olacağından eminim.

Bir kaç mısır atıyorum ağzıma.

Ve film afişlerine göz atarak katta dolaşıyorum.

Şimdi salon 6'dayım, D.3'ümle sarılıyoruz birbirimize... Onun üçüncü akşamı, film hakkında bir fikri var, hakkında tek kelâm etmiyor ama aldığım his muhteşem bir film izleyeceğim noktasında bir heyecanı tetikliyor.

Dakikalar geçiyor lakin perdede bir hareket yok.

Vakit tamam ama film başlamadı.

Çıkıyorum salondan. Benim tatlı gişecim kata çıkmış;

filmin başlamadığını söylüyorum.

O telefondayken ben salona geçiyorum.

Bu akşam dört kişiyiz.

Kolamı, havuçlu kekimi, suyumu ve tabii ki beleş mal baldan tatlıdır modundaki mısır paketimi uygun yerlere yerleştiriyorum.

O sırada ışıklar sönüyor ve film başlıyor ki süper bir açılış.

Gecikmenin avantajı ise reklâmların ve fragmanların yayınlanmaması oluyor.


Sonda söyleceğimi başta söylemeliyim,

kararım bu.


Ben bir film izlemedim, bir kez daha perdedeydim.

 
Hayatımda izlediğim en gerçekçi, sert ve acımasız aksiyonlar bu filmdeydi, dersem abartmış olmayacağımdan da eminim.

Coğrafyada olan biteni biliyorum.

Aslında hepimiz biliyorduk; gazete sayfalarından da olsa o şiddeti yaşadık, hissettik.

Hatta hayal ettik.

Ama şimdi?!

O hayal ettiklerimizin vücut bulduğu her şey şu an perdede.

Ve o perde bizi koltuklarımızdan çekip içine de alıyor ama gerçek şu: Biz ne kadar filmin içine çekilmiş olsak da kendi konfor alanlarımızdayız.

Ve suyumuz, kolamız, havuçlu lokmalık keklerimiz, mısırlarımız elimizin altında.

Film sürekli silkeliyor olsa da canımızı yakacak bir acı, bir bıçak, bir kurşun, bir kırbaç değmiyor tenimize.

Ahh filmin Hannes De Maeyer elinden çıkmış ağıt yakıcılığındaki muhteşem müzikleri....

Rap ile bu film nasıl bir araya gelir diyemiyorum ama hastası olmadığım, rast gelmezsem dinlemediğim tarz o kadar yakışıyor ki acının isyanına...

Anlatılamaz!

Ancak yaşanır.

Acımasızlığı bu kadar net ve gerçekçi ortaya koyabilen ve aynı zamanda sevgiyi yüceltmeyi bu denli başaran bir film izledim mi? diye soramıyorum bile kendime...

Bir saniye bile yavaşlamayan, filmden kopmaya fırsat vermeyen, bu olağanüstü ritm tatlı bir işkence!

Kendini hatırlatan yakın tarihli bir gerçeklik; bir anda başlamış, tüm dünya ile birlikte bizi de girdabına almış, sonra da birden hayatlarımızdan ve gerçeklik algımızdan çıkıp, zihinlerimizde yok olmuştu sanki.

Oysa şu anda bir sinema salonunda; bilinç sandıklarımıza gizlenmiş, hepimizi ürkütmüş şeytani o sürecin kilitleri yeniden açılıyor...

Film bitiyor, jenerikle birlikte enfes bir müzik akıyor. İzleyiciler yerlerinden kımıldayamıyorlar...

Ve dört kişilik seyirci kitlesi başta yönetmenler Adil El Arbi, Bilall Fallah olmak üzere, Aboubakr Bensaihi, Lubna Azabal, Tara Abboud, Amir El Arbi özelinde filme sahicilik ve duygu katan tüm oyuncuların önünde saygı ile eğiliyorlar.



8 Mart 2023 Çarşamba

Enfes Bir 'Yaşamak' Akşamı

4.Mart.2023

Yazıya sondan başlamalıyım diye düşünüyorum çünkü çok ilginç bir kadınla tanıştığım, şaşırtıcı, bir o kadar da gülümseten bir akşamdı yaşadığım.

Öncelikle Yaşamak'ın hayatımda izlediğim en etkileyici filmlerden biri olduğunun altını kesinlikle çizmeliyim. Bir denklik hali miydi film sonrası istasyona giden üst geçitte yürürken ve sondaki asansöre yaklaşırken yaşadıklarım bilmiyorum; kaderime dahil bir planlamadıysa da enfes bir sinema akşamının ardından gelen bu rastlaşma şaşırtıcı, çok ama çok enteresan, üst geçitte başlayıp bizim istasyonda inmemle biten ve özellikle bitmesini istediğim, kelimelerin bir türlü sonlanamadığı ve girdabından kurtulamadığım, uyanmak isteyip de uyanamadığım bir rüyaydı sanki: Çünkü trene bindiğimde uzaklaşmak istediğim ama beni oturmam için boş olan yan koltuğuna çağıran çok ama çok enteresan, kariyerli bir hanımefendiydi...



*
Evden çıkıyorum ve trene doğru keyifle yürüyorum. Enfes bir bahar akşamı sanki. Kışa dair hiç bir iz yok. Montum sırt çantamın askısında, etrafın tadını çıkarır vaziyette yürürken ve biraz geç kaldığım için klasik sinema alışverişini bizim mahallede yapsam diye düşünürken kendimi istasyonda buluyorum. Tren sakin. Maskemi takıp oturuyorum. Kitap okuma arzum tereddüt içinde... O halde manzaranın tadını çıkaralım. Sevdiğim bir ülke edebiyatından, çok severek okuduğum roman bu güzel, o an için  enteresanlaşacağını düşünemediğim akşama dahil. Keyfi çıkarılan bir yolculuk ama biraz da geç kalma, 19:35 seansına yetişememe endişesi...


Neredeyse ucu ucuna varıyorum AVM'ye. Önce sinema katına çıkıyorum, çünkü klasik sinema alışverişi için zaman sınırlı. Benim tatlı gişecim bu akşam yok. Başka tatlı bir gişeci gülümsedi. İnsan gişe önündeki kuyrukları arıyor sanki... Ama bu akşam olsalardı işime gelmeyeceği de kesin, çünkü yirmi dakikam var. Bilet cepte, o halde Migros'a, klasik sinema alışverişine... Hızlı hareket ediyorum ve Migros'tayım lakin kuyruk-zaman ilişkisini kurunca filme geç kalacağım kesin. Suyum bile yok! Yeniden sinema katı ve koltuğumla selamlaşma. Özlemişiz birbirimizi; geçen hafta film olmadığı için 15 gün uzun gelmiş ve hasret biriktirmişiz anlaşılan.

An itibari ile beş kişiyiz, bu da bir gelişme!

Enfes bir müzik ve enfes bir açılış sahnesi ve akabinde bir kısa tren yolculuğu, kompartımanda takım elbiseli ilginç karakterler, filmin geçtiği dönemle uyumlu bir renk filme yönelik önemli mesajlar veriyor. Biz bir genç adamla tanışıyoruz, o an için bir fikrimiz yok, belki sonra gönlümüzü çok hoş tutacak bir âna tanıklık edebiliriz. Süreç içinde bir de genç kadınla tanışacağız, sonra başka bir genç adamla... Şu an bunlara dair nasıl duygular oluşacak bünyemizde bilmiyoruz.

Ama ben şaşkınım. Çünkü bir izleyici olmaktan çıktım. Filmin o kadar içindeyim ki zihnimde filmin içinde kalarak yaşadıklarımın dışında hiçbir şey yok. Hani bazen gözünüz filmde olur da o sırada zihninizden film dışında başka şeyler de geçer ya... inanın filmin son harfi geçene kadar belki de, ilk kez ya da nadiren olur biçimde konsantreyim perdeye... Oradayım ve çıkmaya da hiç niyetim olmadığı gibi bunu düşünecek fırsatım da yok. Tüm oyunculara sahicilikleri konusunda bayılmış durumdayım. Zevkten ölüyorum çünkü film, film olmaktan çıkalı çok oldu ve ben o zaman diliminde, orada ve yaşananlara dahil olmuş, tüm tanıklıkların gerçek olduğu enfes bir deneyim yaşamaktayım. Ve tüm bu anları şahlandıran bir müzik akıyor kulaklarımdan sızarak, içime.

Bill Nighy performansı için söyleyecek tek kelimem yok. Çünkü bir kelime edersem nerede duracağım şüpheli ve endişe verici bir durum okurlar için. Muhteşem diyeyim de siz anlayın.

Margaret Harris, yani genç oyuncu Aimee Lou Wood, abla sen iki karakterli ikiz bir insan mısın dedirtecek kadar şaşırtıcı. İnsan bir rolü bu derece mi sahici kılar demek istemiyorum, çünkü öyle.

Sanmış olmalıyım ki şu dünyada aynı genç kadından iki tane var ön kabulüyle  bunlardan biri perdedeki Margaret, diğeri de perdede Margaret ama gerçek hayatında Aimme olan iki farklı insan ama aynı bedende yaşayan çift karakterli ikizler diye düşünüyorum...

Gerçi altını çizdiğim bu özellik finalde göreceğimiz polis memuru dahil bu filmdeki tüm karakterler ve oyuncularda da var. Mesela Alex Sharp, genç bir oyuncu, filmde işe yeni başlayan memur Peter Wakeling. O da Aimme gibi. Sevimli ve çok sahici.

Lakin yazasım çok ama frene basmam da gerek. Elbette Billy Nighy yani Williams, oyunculuk performansı muhteşem; ama o karakter! Williams işte! Nasıl hiç çaktırmadan ters köşeye yatırdın bizi abi demeden edemiyor ve buna bir de "İyi ki!" eklemeden duramıyorum. Mıh gibi çakıyor kendini ama ters köşeye bizleri yatırması da yönetmen Oliver Hermanus'un başarısı. Ve filmin Emilie Levienaise-Farrouch elinden çıkmış, müzikleri, şarkıları... Onlar da mıh gibi çakıldılar zihnime ve hâlâ bırakmış değiller beni. Lakin filmin bir noktasına geliyoruz ki orada hayallerim yıkılıyor, böyle mi bitmeliydi bu film diye yönetmene çakıyorum. Öylesine filmin içindeydim ki süre tahmini bile yapamıyorum. Çünkü genel akışa ve biriktirdiklerimize bakılırsa film bitti.

Kızgınım ve toparlanma için kapanış jeneriğini bekliyorum ancak sanki film o sırada yeniden başlıyor. Peter kış bir havada yürüyor, biz de onla birlikte yürüyoruz. Atmosfer etkileyici, bir yere varıyoruz, gözlerimiz nemleniyor. Tüylerimiz ayaklanmaya başladı. İçimden bir ses "Tapılacak adamsın Oliver Hermanus," diyor ama ben çoktan perdeye sıçramış ve filme gömülmüş durumdayım. O sıra daha önce hiç görmediğimiz bir polis memuru yanaşıyor, insanın içine işleyen mekân seçimi, hava ve flashback'ler, veee...?!

Yüzümde enfes bir tebessüm, tüylerim diken diken... sahne, an, müzik, salıncak her şey ama her şey ayakta. Duygular bir kez daha şelale ve içimde alkış kıyamet.

Aslında filmin ikinci çevrim olduğunu biliyorum giderken, bu sinyali afişten almıştım zira. Ancak izlediğim Yaşamak önceki imzalara rağmen bana bir de o filmi izlesen duygusu vermediği gibi, buna en ufak bir niyetim bile yok. Bu filmden aldığım tat bana ömür boyu yeter çünkü. Bir kıyas için izlersem eski çevrimini şu anki, yukarı satırlardaki duygularımın erozyona uğrayacağını ve filmin kattığı unutulmaz tadı zedeleyeceliğini ve onun bu özel halini bende yok edeceğini biliyorum.



Ahh Benim Kör Olasıca Cazibem İşte!

Asansöre binmek üzereyim, biraz önce mendil sattırmak perdelemesiyle dilendirilen çocukların önünden geçtim ve an itibariyle pahalı giysileri olan çok şık bir hanımefendi söylenerek asansöre, dolayısıyla bana yaklaşıyor. Çocuğun annesine hasta olacağının altını çizerek ayar verirken kendisinin doktor olduğunu da söylemiş. Allahtan asansörün yol alacağı mesafesi kısa diye düşünüyorum, bir iki kelam bu mevzuda, sonra kurtuluş. Umudum bu! Çünkü filmin üzerine hiç bir şey bulaştırma niyetim yok. Tren akıp giderken de ben filmi yaşamaya devam edeceğim. Çıkınca asansörden hanımefendinin aksine karşıya geçiyorum. Kartımı okutup son vagona denk gelecek banka oturuyorum; elimde çıkarken Migros'tan aldığım lokmalık havuçlu kek paketim var ve atıştırıyorum. O sırada hanımefendi istasyona giriş yapıyor, elinde bir soğuk çay kutusu var. Yürüyor, yürüyor ve dank diye benim banka konuşlanıyor. Konuşkan bir abla, ona paketi uzatıp kek ikram ediyorum; teşekkür ediyor ve istemiyor. Beyinci olduğunu öğrenmiş durumdayım. Benden üç dört istasyon sonra ve sahilde oturuyor olduğunu da biliyorum artık. Kızlarından biri de doktor, damadından şikayetçi, karşı tepelerde bir ev yaptırıp orada yaşamayı düşünüyor. Çünkü şimdi trendeyiz ve ben başka bir koltuğa yönelmişken hanımefendi seslendi ve yanındaki boş koltuğu işaret ederek beni davet etti. Yol boyu sohbet koyu, her konu açılıyor rahatlıkla, damadın uyuşturucu kullanıyor olmasının yanı sıra, yedi sülalesini ve servetin boyutunu da anlamış durumdayım, lakin gözüm de ekrandan akan istasyon adlarında. Hanımefendi, elbette gençliğinde, yani 18-20'lerdeyken adını söylediği ama benim aklımda tutamadığım bir güzellik yarışmasında birinci olduğunu söylemeyi de, elbette hakkı olarak, ama tatlı bir üslupla ve bir genç kız edasıyla söylemeyi de ihmal etmiyor.

Üç, iki, bir derken kalkıyorum, tanıştığımıza memnun olduğumuzu karşılıklı olarak beyan ediyor, iyi akşamlar diliyoruz.

Eve doğru yürürken ve bu rastlaşmaya gülümserken markete uğruyorum ve bir adet Schweppes mandalina alıyorum; yatağıma uzanıp günü zihnimde akıtırken, telefona uzanacağım ve Enn Sevdiğim Kadın'ı arayıp ona filmi ve tanışıklığımı ballandıracak, tanıyıp tanımadığını soracak, O'nu da bir masalı dinler gibi keyifle dinleyecek ve hayaller kurarak uykuya doğru yol alacağım.



18 Şubat 2023 Cumartesi

Uçsuz Bucaksız Bir Akşam

Günlerdir bir enkazın altında geçmişi yaşıyor olmanın ardından, tüm eğlencelerini terk etmiş ben, hayat da devam ediyor ama moduna bir türlü geçemezken, kıyısından köşesinden de olsa piyasaların açılmasıyla birlikte iş hayatına, odağa yerleştirmeden, ilk adımları atıyorum. Öğlenleri yemek için dışarı çıkmanın dışındaki zaman yatak odamda yatağa uzanmış, sırtımı yastıklara yaslamış bir vaziyette bilgisayar ekranında geçiyor. Kitap okumuyor, eğlenceli hiçbir şey izlemiyor, Hatay anılı yazıların içinden pasajlar seçip onları blogda yayınlıyor, arada haberlere göz atıyorum.

Coğrafyaya her dönüşümde ise hayatımıza kattıklarına şükranla birlikte bazı anlarda gözümden süzülen yaşlara da engel olamıyorum.

Etinden et kesilse gözünden tek damla düşmeyecek ben, fena halde şaşkınım.

Ve nasıl bir aşkın içinde olduğumu da -öyle olmasa bile- sanki onu kaybedince anlamış olduğumu fark ediyor ama kendime yine de engel olamıyorum. İşte o sırada içimdeki cevval olaya el koyuyor ve "Hadi sinema!" diyor. Ayaklarım ve ruhum çekimser, kalbim göçük altlarında atıyor, iradem yıkık ancak gerçekçi yanım da hayat devam ediyorda ısrarcı.

Tam bu haller içindeyken Sevgili Okul Arkadaşım'ın yazısının altına tamı tamına şu silkiniş cümlelerini yazıyorum:

"Ben bugün karar verdim, hafta sonu -belki de yarın- sinemaya gideceğim ve hayata sıfırdan başlayacağım. Depremin ilk gününden beri bir odanın içinde bilgisayar kucağımda, piyasalar kapalı olduğu için iş güç de yok, hayat ve ruh gri, öğle üzeri bir şeyler atıştırmak için dışarı çıkıyorum; orada burada biraz laflama, sonra bari hatırlatma aşımı olayım bahanesi ile sağlık ocağı gibi aktiviteler, başka şehirlerdeki arkadaşlarla telefonlaşma falan... Blog dünyası olmasa ve yazmasaydık ne yapardık diyorum bir de... Şaşkınım, bana bir şehir için çok üzüleceksin deseler, hadi ordan derdim Sevgili Okul Arkadaşım, içimize nasıl girmişse insanları ve kendisiyle... Kalbime gözyaşı döktürüyor... Garip!"


*
Günler sonra diyeceğim ama o günler bana yıllar gibi geliyor; istasyona doğru yürüyorum, öğlen yemeğini kasıtlı olarak geciktirdim ve Adem Usta'ya dalıp içinde yeşillik olmayacak sade bir sandviç döner söylüyor ve yiyorum. O ara, ödeme yaparken bankaların hırsızlıklar nedeniyle kredi kartlarını temassız ödemeye kapattıklarını,  kapatmadan sonraki  ilk kullanımda şifre girmeyi zorunlu kıldıklarını, sonrasında da temassız ödemeye açtıklarını öğreniyor ve alkışlıyorum kendilerini.

İstasyon cansız, en yoğun olması gereken saatte tren boş, öğrenci kalabalıkları yok olmuş.

Tren yol aldıkça hayata biraz daha yaklaşıyorum. Sanki kocaman bir göçüğün altından çıkmışım ve hayata biraz da bencilce, yıkılmadım ayaktayım havası atıyorum. Ayaklarım yine bir köpüğün üzerinde uçar adım gidiyorlar. Etraftaki insanlara göz atıyorum; vicdanları kader birliği etmişler ve ruh halleri depremin altından az önce çıkmışlar gibi. Klasik sinema alışverişi için Migros'tayım. Bu saatlerin geleneksel kalabalığından eser yok. Önümdeki anne ve oğul alışverişleri için ödeme yapacaklar; önce oğul teşebbüs ediyor. Yetersiz bakiye! İkinci kartı deniyor; değişen birşey olmuyor ama benim içim cızz. Çünkü aldıklarının toplam ederi iki haneli. Anne çıkarıyor bu kez kartını ama benim de ödüm kopuyor. Ödeme tamamlanıyor ve feraha eriyorum; elbette Saray'a da insanları düşürdükleri bu hal nedeniyle "sevgilerimi" yolluyorum.

Sinema ve yeme içme katındayım, sanki depremde göçük altında yok olmuşuz gibi o da ıssız, yemek alanındaki masalarda tek tük insan. Gişelerin önü de şaşırtıcı, çünkü boş. Bir tek gişe açık! Benim tatlı gişecim beni gördü ve el sallıyor. D-3'ü seçti ve birikmiş bilet puanımı kullanmayı teklif etti, düş diyorum. Sonra biraz sohbet ediyor, biraz da Hatay konuşuyoruz; ülkeyi yönetenlere çakmadan da duramıyoruz elbette. Ben de doğuluyum, diyor, soruyorum neresindensin doğunun diye ve bir an dede baba toprağımızdandır diye düşünüyorum. Batman, diyor ve biraz da doğu konuşuyoruz. Ben salonlara çıkaracak yürüyen merdivenlere doğru ayrılırken o iyi seyirler diliyor.

Biraz terasta oturuyorum. Gece ve şehrin ışıkları acıların üzerini kısmen karartıyor. Fuayede ben dışında Allahın kulu yok. Bir iki salondan film sesleri geliyor, çoğunluğun kapıları açık ve boşlar. Süre yaklaşınca her zamanki salona yürüyorum ve giriyorum; ben dışında ve hemen arka sıramda iki genç adam var ve film sonrası, izlenimim olarak arada çıkarlar diye düşünme ukalalığımı yerle bir ettikleri için şükran duyuyorum kendilerine...




Beklermiş Her Kitap Da Belli Bir Ânı



Depremin ilk gününden itibaren zihnimi gömülü olduğu yerden alıp başka yere taşıma bencilliği ile okunmayı bekleyen kitaplar rafına gidiyorum ve bir kitap çekiyorum, kısalardan... Başlıyorum, biraz devam ediyorum, kitap güzel ama bir türlü beni ruh halimden kopartıp da pışpışlayamıyor; zihnim kanatlanıp her çabalamamda, yine Hatay'a gidip konuyor. Bırakıyorum, bu sefer yeniden yıkık ruh halim baş köşeye kuruluyor. Ve bu anlardan birinde bir ışık yanıyor.

Koşuyorum çalışma odasına, gözüm radar detaycılığında tarıyor okunmayanlar bölümünü. Fakat hayal kırıklığı; aldığımdan eminim oysa! O ara benzer renkli bir kitabı fark ediyorum, o an onu öbür kitap olarak düşündüğümü sanıyorum ve üzülüyorum ki içim dürtüyor beni; onu aldığım konusunda ısrarcı. Yeniden göz atıyorum raflara, sonra en üst sıradaki kitapları yeniden tararken arkada da kitaplar olduğunu fark ediyorum ve bingo! Burası Radyo Şarampol. Üzerindeki tarih 18 Ocak 2021. Hemen alıp yatağıma dönüyorum; gün ışımamış ve sabahın en erkeni. Başlıyorum ve başlamamla birlikte kitap hüüp diye çekip alıyor beni. Artık başka bir dünyadayım; ruhum kitabın içinde bedenim yatakta olsa da... Zihnim fırsat bulsa güne dönecek ama nerede o fırsat.

O nasıl bir üslup, o nasıl güzel betimlemeler, o nasıl güzel cümleler; kelimeler, harfler sadece bir araç, benim gözümde film kareleri gibi akıyor kitap. Bütün karakterlerini sanki hepsini bizzat tanımışım, tüm mekânları gezip görmüşüm gibi anlatmazsam namerdim. Müthiş bir yazarla tanışıyorum: Şükran Yiğit. Bu kadar mı yetenekli olur bir insan diyor başka bir şey diyemiyorum. Ve tüm bu cümleleri çok kolaylıkla yazdığından da adım gibi eminim. Doyamıyorum, elimden bırakamıyorum, bırakıp da karabasan dünya hallerine dönmek istemeyecek kadar da bencilim.


**

Film Başlamak Üzere




Uzun cümleler kuramayacağım film hakkında çünkü aldığım tadı ve yaşadığım uçsuz bucaksız öyküyü anlatmaya yetemeyeceğimi biliyor ve bunu peşinen kabul ediyorum. Penélope Cruz'un performansına bayıldığım gibi canlandırdığı anne ve kadın karakterine de bayılıyorum. Kesinlikle ödüllük bir performans ve "oğlu" rolündeki Andrea'nın oyunculuğuna ve canlandırdığı karaktere hayran olmakla birlikte adın neden işaretli olduğunu anlayacaksınız sevgili okurlar, diyor ve kısa kesiyorum. Altını çizerek ve de iddia ile diyorum ki olağanüstü keyifli bir film yapmış -kendisi de çok özel bir karakter olan- yönetmen Emanuele Crialese ki senaryo yazarlarından biri de aynı zamanda. Meseleyi o kadar incelikli bir mizah da kullanarak o kadar güzel işlemiş ki ve bunu yaparken ve de sevginin yanı sıra kadın nahifliğinin altını çizerken; odun erkek kitlesini de bir erkekle temsil ettirmeyi ihmal etmemiş. Filmin Andrea (Luana Giuliani) dışında iki küçük yaşta çocuk karakteri daha var. İki oyuncu da son derece sahici; ve özellikle küçük kızın performansına dikkat.

Ve 70'li yıllarda geçen 2022 yapımı filmin büyük sürprizi:

Televizyonun Raffaella Carrà ve Patty Pravo şovlu yıllarını hatırlayanlar kesinlikle bayılacaklardır siyah beyaz sahnelere; Türkçelerini de bildikleri şarkılara ve danslara kapılıp bu dünyaya bir Raffaella daha gelmeyeceğinden emin olacaklardır diye düşünüyorken ve Pepsi Max'imin son yudumlarındayken tam da ben... Film bitiyor!



Ama Bu Güzel Gün Güzel Bir Finali Hak Ediyor



Sinemadan alınmış keyif tavanda çıkıyorum salondan. Yürüyen merdiven tabana vardığında sola kıvrılıyor, bir kaç adım atıp el sallayarak iyi akşamlaşıyoruz, gişedeki tatlı kızla. Ancak AVM'nin alt katına inecek yürüyen merdiven arızalı ve asansöre yönlendiriyor güvenlik görevlisi. Bu akşamı AVM'de bir mekânda değil, bizim mahallede çoğaltmak fikrim var.

Trende tam yan koltuğumda bir çift var, genç kızın sırtı bana dönük. Genç adamla bir meseleyi tartışıyorlar. Oğlanın sakız çiğneyen sakin ama baskın tavrı beni ayar ediyor. Benden iki istasyon önce ineceklerini bilmiyorum ve o nedenle dilim frende. Sorun kızın ayakkabı ve çanta seçerkenki kararsızlığı ve oğlanın uzun süre beklemiş olması. Konu durağa kadar bitmeyecek gibi. Mesele özür diledin dilemedin odaklı anlaşıldığı üzere. Bazen gülümsetiyorlar beni. Sonra oğlan gevşiyor, kıza sarılma teşebbüsleri, barış çubuğu hazır, çocuğu sevmeye başladım çünkü hiç gerginlik yaratmadan sabırla dinledi ve kısa cevaplar verdi. Sonunda konuyu kapatacak hamleyi de yaptı. Ama -bazı- kadın kısmı işte! Süngü düşünce, meselesi yani.

İniyorlar,aslında pek tatlılar, oğlana gülümsüyorum.


Üçüncü kez el değiştiren ve yenilenen mahallemizin yeni pastanesinde karar kılmıştım ve süzülüyorum kapıdan içeri. Dipteki masayı gözüme kestirmiş durumdayım; az önce boşalmış ve tatlı bir kız temizliyor. Beni başka bir masaya yönlendirme arzusu var. Sakıncası yok beklerim, diyorum. Girince siparişimi vermiştim. Kitabımı açıyorum. Onun beni esir almasına gönülden razıyım. Yok ediyor içinde yine beni, kaldığım yerden devam ediyorum. Pastam, Ayaspaşa Rus Lokantası'ndaki kadar lezzetli değil; katlarında sorun yok da arasındaki krema ben krem şantiyim diye bağırıyor. Biraz pasta biraz çay derken ve ön masadaki mütahit cenahından deprem bölgesindeki inşaat potansiyeli üzerine elde kağıt kalem ve hesap kitapla fiyatlandırma çabalarını dinlerken; bu güzel akşam için beni yönlendiren iyilik meleklerime selâm çakıp teşekkür etmeyi de ihmal etmiyorum ve eve varır varmaz da bu yazının fotoğraflarını yerleştirip yazımını sabaha bırakıyor, yayımını da saat 17:55'e ayarlıyorum.

28 Ocak 2023 Cumartesi

Maskeli Balo

Film, afişini gördüğüm anda ilgimi çekmişti. Süre uzundu. Nicolas Bedos tanıdığım bir yönetmen değildi. Sevgili Filmgündemi'ne gideceğimi vurgulayan ve çok da keyif alacağım hissimin altını çizen yorumuma, gülümsemeyle gelen yanıt yaş tahtaya basıyorum düşüncesi yaratmadı değil bende. Ancak hisler benimdi ki bugüne kadar da pek yanıltmamıştık birbirimizi.



İsabelle Adjani dışındaki kimseyi tanımıyordum, belki de hatırlamıyordum. Aslında sinemadan biraz kopmuştum, pandemi yasakları nedeniyle ve hep yazdığım üzere televizyondan da film izlemiyordum. Hayat normale dönüp yasaklar kalkınca da tutabilene aşk olsun beni olmuştum. Ve bu kez cuma gecesi 18:45 seansı için sinemadayım.

Elbette önce Migros ve klasik sinema alışverişi...

Gişe boş, D-3'üm elimde. Genç kızın geçen hafta kullanmama rağmen hâlâ puan param olduğu uyarısına biriksin dedim ve kullanmadım. Biraz teras keyfi ve koltuğumdayım.

O an komşum, engelliler için ayrılmış iki koltuk meselesi ve rampa aklıma geliyor ve görüyorum ki rampa gerçekten yok. Konuyla ilgileneceğim demiştim ve ilgileniyorum; aslında diğer AVM'deki salonu görünce de anlamıştım. Salonun ikinci bir giriş kapısı var ve onlar aynı zamanda yangından kaçış kapısı ve hemen perdenin önündeki geniş bırakılmış düzlüğe açılıyor ve engelli kardeşlerimiz oradan giriş yapıyorlarmış ki bu daha uygun bir durum bence de. Üstelik koltuğa geçmeyi düşünmeyecekler için tekerlekli sandalyelerini park edebilecekleri, önünde bariyer olan yer de ayrılmış.

O halde Paribu Cineverse'lere bir alkış.

Bu akşam beş sinemaseveriz, antrakta kaçımız sağ kalacak göreceğiz.

Ve film başlıyor. Fransız Riviyerası'nda Cote d’Azur'un muhteşem görüntüleriyle başbaşayız... Film müzikleri muhteşem ki bunun altını peşinen çizmek isterim. Yönetmen geçer notu aldı benden, ve görüntü yönetimi ve mekân seçimleri şahane. Yani benim açımdan her şey yolunda. Oyuncu tercihleri açısından da bir şikayetim yok.


Fakat Margo Hansen karakterine bayıldım. Çılgın ama duygusal alt yapısı ile etkileyici bir uçurucu... Tuzağına düşmemek zor. Dolayısı ile ona hayat veren genç oyuncu Marine Vacth'un da... İsabelle Adjani ile epey oldu görüşmeyeli, biraz yaşlanmış. Ama yine de Adjani işte. Alışkın olmadığım bir rolde, bir anlamda yardımcı kadın oyuncu bile denebilir ama başrollerden biri... Belki de ben zihnimde eskittim kendisini ve kaba bir tutumla üzüp, ayıp ettim ve farkına varınca da ayıbın, özür dilettim ukalama... Rolünün hakkını verip gereğini yapıyor elbette, özellikle tiyatro sahnesindeki performansı ve şarkı söyleyişi mihrabın yerli yerinde olduğunun altını çiziyor. Pierre Niney, Adrien Saillard rolünde ve kumpascı, ama bir Margo Hansen değil, zil zurna bir aşık ama.

Maskeli Balo mizah alt yapısı üzerine inşa edilen bir suç filmi. İsabelle'i -biz hep 17 kaldığımız için- belki de başta yadırgadım ki altını biraz önce çizdiğim üzere bu benim ayıbım ama sen de bir zamanlar gençtin, diyerek teselli ettim ki bu tam anlamıyla bardağı kırmak, kaş yapacağım derken göz çıkarmaktı ki gülümseyerek ve büyük bir olgunluk ve öz güvenle utancımın içinden çekip aldı beni.

Françoise Sagan’ın öykülerinden derlenerek Bedos tarafından yazıldığını öğrendiğim senaryoyu beğendim ben, filmin akışını da... diğer izleyiciler de beğenmiş olmalı ki salondan antrakta çıkıp da sayıyı düşüren olmadı. Seks içeren sahneler bol ve cüretkârdı. Filmde mahkeme salonunda yaşananlar ve hayatın normal akışı iç içe geçirilmişti ve bence bu izleyiciyi diri tutmak adına hoş bir senkronizasyondu ve iki farklı andan edinilenleri bulmacanın parçaları gibi film süresince bir araya getirmek keyifliydi. Ve lokanta sahibi Giulia (Laura Maurante) bir entrika kurgulayıcı ve intikamcı kadın rolünde pek tatlı bir şeytandı.

Bir yap-boz tadında, zorlamayan, hoşlukları bol, altını çizdiğim gibi müzik, parti, içki, entrika, aşk, seks, falan filanların ilmek ilmek ve sakince bir araya geldiği bu enfes bulmaca; kafa karıştıran bir çorba olmamıştı ve olan biten keyifle izlenip anlaşılabiliyordu.

Yani en azından ben mutlulukla izledim.

Buna kadınların tarafından bakınca feminist bir film denebilir mi?

Feminist akımın altın çağlarını genç dönemlerde yaşamış biri olarak derim ki feminizm denen şey bir etiketti ve modaydı, geldi geçti. Artık aklı başında kadınlar erkek yancısı değiller; tüm duygusal yapılarına rağmen bir çoğu ayakları yere basan, aşkı da dibine kadar yaşayan güçlü bir hoşluk içindeler.

Ve salondan filmin Anne-Sophie Versnaeyen elinden çıkma enfes müziklerini bitirip çıktığımda tüy gibi hafiftim. Sıkı filmler sürecimin ardından yine sıkı ama eğlenceli bir film izlemek; bir bağın içinde kurulmuş bir restoranda enn bayıldığım kadının gözlerinde kaybolarak çok nitelikli bir şarabı içmek kadar olmasa da... ki bunu hiç bir film başaramaz! Ama o hoşlukta, ayakların yerden kesildiği ve bünyenin hafiflediği, çok keyif aldığı, eğlendiği ve 5 yıldızlık olmasa da güzel bir sinema akşamı için çok doğru bir filmdi, şahsım adına.

Bu halet-i ruhiye içinde yürüyen merdivenleri indim, devam ediyordum ki biri seslendi; sese döndüm ki "Bu akşam yok," diye düşündüğüm, önündeki çocukların koltuk seçmesini bekleyen çok tatlı gişecim; döndüm ve koştum demeyeceğim tabii ki, çünkü yok öyle bir şey; uzaktan el sallaştık ve seslendik birbirimize.


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP