sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Ocak 2023 Salı

Babil bir başyapıt mıdır?


Film bittiğinde ve izlemeye başladığım andan itibaren, senaryosu 10 yılı aşkın bir zaman diliminde yazılan ve yanılmıyorsam dört saati bulan süresiyle izleyiciyi koltuğuna çakan, Ennio Morricone müziği ile bulutların üzerine taşıyan ve ben için unutulmaz bir başyapıt olan 1984 yapımı Sergio Leone filmi Bir Zamanlar Amerika, ruhumun derinlerinden çıkıp yan koltuğumda yerini alıyor.

Filmi onunla izleyecek olmak muhteşem bir duygu.

Robert De Niro’nun olağanüstü oynadığı, 1930'lar sonrası ABD'de geçen ve mafyanın yükselişinin ana hikâye olduğu Bir Zamanlar Amerika, ABD’nin toplumsal dönüşümlerini de gözler önüne serer. Ve film dönemi sallayan bir baş yapıt olmasına, izleyicisinin gönlünde ödüllere boğulmasına, Cannes Film Festivali'ndeki dünya prömiyerinde yoğun ilgiyle karşılanıp, uzun süre ve ayakta alkışlanmasına rağmen, Cannes ve Oscar'dan eli boş dönmüştü! Oysa bu satırların yazarı genç ve arkadaşları ve elbetteki dünyanın dört bir yanındaki sinemaseverler tarafından ise kalpten ödüllere boğulmuş, kendisini unutulmazlar katına taşımış ve daha olgun ve artık tecrübeli bir yaşta olan Buraneros'un, biraz sonra izleyeceği Babil nedeniyle anmadan geçemeyeceği bir başyapıt olmuştu!



Doğrudan film diyenler; sizi, Korsaj Üzeri Babil Kaymaklı Ekmek Kadayıfıdır Ama! alt başlığına alabiliriz, buyrun lütfen!

*


11 seansı için 10'a varmadan çıkıyorum evden. Çok erken saatte ufak çapta atıştırsam da bir şeyler yemem gerek. Bir mekânda oturmayı düşünmüyorum ama film sonrası için bir düşüncem var. Hava kapalı gözükse de mont ihtiyacı duyurmuyor, kendisi sırt çantasının omuz askısında uyumaktan hoşnut. An itibari ile koyu fikrim Lavazza ya da David People'da film üzeri koyu bir kahve. O halde enfes ürünler yapan Salih Usta'ya bir selam çakalım.

Şefim beni görür görmez iki mi diye soruyor, gülerek bir diyorum ve kesmemin yanına bir de minik, yuvarlak pide şeklinde, kenarları kısmen yüksek, ortasındaki patates kaşar karışımıyla fırınlanmış, kenarları susamlı simit hamurundan yapılan ve oldukça kışkırtıcı üründen ekletiyorum.

Günün güneşsiz rengini seviyorum. İstasyon'a çok keyifle yürüyorum. İşe ve okula giden kalabalıkların sokaklardan çekildiği sakin saatler. İstasyonda beklemenin ve trenin keyfini de çıkarıyorum, hatta indiğim istasyondan denize ve gözleri mahmur AVM'ye yürümenin tadını da... Velhasıl işi asmış bir avareyim!

Güvenlik görevlisi genç kadının gülümseyen hoş geldinizini aynı tatla yanıtsız bırakmıyorum. Sıfır kilometre, göz alıcı, spor, pırıl pırıl, sarı bir Opel Astra AVM'nin giriş katında ve hemen bir kaç metre ötemde sergileniyor. 40+ yaşlarında bir Sarışın; beyaz ve çok şık, üst bir kaç düğmesi çözük gömleği ve dar, mini siyah eteği, siyah, yüksek ve ince topuklu ayakkabılarıyla sabaha güneş katıyor.

Üst kata çıkıyor, Mudo'da tur atıyor, bir kaç şeye bakıyor, hoş geldiniz diyen ve güzel gülümseyen kıza gülümsüyor ve hoş bulduk diyorum. Ve şimdi en üst katta ve gişenin önündeyim ama fuayede kimse yok. Salon kapıları açık ancak insanı ara ki bulasın. Biraz bekliyor sonra alan dışındaki ofislerine yürüyorum ve genç kadın benimle birlikte gişeye geliyor. Saat 12'den önce olduğu için ki bu da aslında garip bir uygulama, indirimli biletimi alıyorum. Şimdi terastayım...

"Bir çay söylesem mi?"

Diye düşünürken vazgeçiyorum. Çünkü çantamda kesmem ile Max'im ve suyum var! Susamlı ve patates-kaşarlı mini pizzamı ise AVM masalarından birinde etrafı izleyerek götürüyorum.





Korsaj Üstü Babil Kaymaklı Ekmek Kadayıfıdır Ama!


Filme bir kaç dakika daha var. Fuaye usulca ve çocuklarla kalabalıklaşmaya başlıyor ve bu beni şaşırtıyor; daha sonra, akşam, hem filmden hem de bir plandan söz edeceğim Enn Sevdiğim Kadın'ın hatırlatmasıyla kalabalığın ve çocuk anne öbeklerinin yarı yıl tatili nedeniyle olduğunu anlayacağım. Benim salonsa benim için, yani laparagas.blogspot.com'un sinema muhabiri için kapatılmış. Son temizlik işlerini yapan genç adam hoş geldiniz, diyor; çok tatlı bir gülümseme ile... İşte bu tür insanlar çalıştıkları yerlerin yüz akları, kolay gelsin diyor ve teşekkür ediyorum. İşini bitiriyor ve iyi seyirler demeyi de ihmal etmiyor. Bu ülkem adına bir umut ve zımba gibi gençler geliyor tezime bir çentik daha...


Açılış sahnesi eğlenceli ve çok hoş bir film bu sinyalini çakıyor: Çok sevimli bir hayvanın taşınması söz konusu. Filmin ana karakterlerinden biri olacağı kesin bir genç adam, Meksikalı. Çılgın çöl sıcağı. Birbirine bağlanmış, öndekinin arkadakini çektiği iki araç ve benim diyen bir yokuş; biraz da koptu kopacak heyecanı.

Sonra gümbür gümbür müzik ve neden filmin adının Babylon olduğunu anlayacağımız sahneler. Film 18 +, unutmadan hatırlatayım!

Beni hemen kaptı. Tabii ki 18 + sahneler ile değil: Çok emek verildiği, büyük bir prodüksiyon olduğu ve nefes almaya bile fırsat vermeyen ritmi, dönem yaratımı, büyük oyunculuklar, absürtlükler, öğrenmeler ve bilginin aktarımındaki akışkanlığı ile... Işıkların 11'de söndüğünün, fragmanlar ve reklamları hesaptan düşsek de salondan ayrılış saatimin 14:30'a yaklaştığını yeri gelmişken -bir uyarı mahiyetinde olmamakla birlikte- yine de şuraya not düşeyim.

Filmin tüm süre boyunca beni alıp salmadığının, bazı kitaplarda ve filmlerde koptuğum ve gözlerim filmde ya da kitap da olsa da aklımın hülyalarda olduğu anlardan bir tane bile yaşamadığımın altını da kalınca bir çizeyim. Çünkü muhteşem bir kurgu, sürekli hareket, insan kalabalıkları, müzik.. müzik.. müzik ki her biri bir diğerinden enfes. Aynı anda bir çok filmin çekildiği platolar. Sinema dünyasından insan kesitleri, emekçiler. Çağın imkansızlıkları. Şöhrete giden yollar. Aşk, seks, içki, kokain, kumar... ne gerekiyorsa bu çılgın filmde var.

Brad Pitt muhteşem ama kadın oyuncu Margo Robbie de muhteşem. Li Jun Li adıyla nam, şarkıcı Lady Fay Zhu ise görmezden gelinecek bir karakter asla değil. Filmin hemen başında tanıştığımız Meksikalı Diego Calva bir aşık. Ama bence filmin mesajı; yine bence en vurucu sahnesinde kadın gazeteci rolündeki Jean Smart'ın, filmdeki adıyla Elinor'un, Brad Pitt'in canlandırdığı Jack Conrad'a ettiği sözler! Muhteşem!

Tüm olumladığım hallere rağmen, ne gerek vardı dediğim, ve film hakkında övgüler yazan zihnimi bir anda ters yüz eden halleri de var filmin ki izlemeye tahammül edilebilir mi emin değilim. İşte tam o anlarda tüm olumlu düşüncelerim tüyme hazırlıkları yaparken ve ben olumsuz fikirler üretimimi durduramayıp, o olumsuzluklar bağlamında filmi küçülterek yazmayı düşünürken, ardından gelen bölümler her seferinde satın alıyor beni; ve kötü yazmaktan vazgeçiyorum. Çok uzatmaya niyetli değilim aslında, sonuçta neredeyse dünya turu attıran, film içinde film yaratan, insan kalabalığı olan, aksiyon yatağı, alkole ve uyuşturucuya bulanmış bu filmi tüm detaylarıyla yazmaya kalkarsam başaramayacağım ve ipin ucunu kaçıracağım ve yazıyı okunmaz kılacağım. Kesin!.

Antrakta o kadar keyifliyim ki, aslında Mor Ve Ötesi'nin filmi Tamiri Mümkün'nde aklımdan geçirdiğim ama ne yazık ki konser başlamış olduğundan ve onca katı inip çıkmayı sahneler kaçıracağım sebebiyle göze almayıp vazgeçtiğim eylemi, benden sonra filmi bu AVM'de izleyen Enn Sevdiğim Kadın ve en can arkadaşının yaptıklarını öğrenince yapmamış oluşuma üzülmemiştim, aksine onunla aynı haşarılıkları düşünme ve yapma tavrımıza sevinmiştim.

Bu filmde içki su gibi.

İnsanın içi çekmiyor mu, haşarılık damarlarından akmıyor mu? Akıyor...

Bu filmin hakkı diyor mesela iç sesim: Viski!

Zamlardan hareketle eşşek yükü para ödenmeyeceğine göre, son Gürcistan dönüşünde stok artıran kardeşten, mataralara transfer fikrim şahane...

Sırf bu nedenle henüz filmi izlememiş ama kastımın kim olduğunu hemen anlayacak birine, filmi izlemiş olmama rağmen, "Var mısın?" demeden duramıyorum...

Derken sürpriz bir finale varıyoruz. Aradan yıllar yıllar geçmiş ve biz izleyiciler geçen yılların farkında olmadan hooop diye stüdyoların, film platolarının olduğu yere gelmişiz. Yenilenmiş ve bilmediğimiz yapılarla donanmış ve neredeyse hatırlanmayacak kadar uzun yıllar öncemizde kalmış alana yıllar sonra girmiş, müzeleri dolaşmış, sinema salonunda sessiz sinema yıllarından filmler izlerken koltuğumuzda... Tanıdığımız birinin ki yan koltuğumuzda oturuyormuş mesela, gözünden akan yaşları mânâlandırabilmişiz!

Sonuç: Babil insanı dünyadan kopartıp olumsuz hiç bir düşünceyi süresi boyunca zihninde döndürtmeyen, buna fırsat vermeyen bir ritme sahip ve şu sıkıntılı dünyadan kısa bir kaçışa imkan sunan çok görkemli bir sinema eğlencesi yaratsa da... Çok ödül alma ihtimali var olsa da... Ben için bir eğlencelik ve öykünülmüş olsa da, ona bir selam çakılsa da asla Bir Zamanlar Amerika düzeyinde değil! Ama çağın gereklerini yerine getiren, zamanın ruhuna ve alıcısına uygun sıkı bir film olduğu da gerçek...

Hislerim yazımdaki üslubu kolay anlaşılmaz, hop hop zıplar, ordan biraz buradan daha az, oradan biraz çok yaparak istemim dışında şekillendirdiğine ve ben de onun bu tavrına itiraz etmediğime göre... Memnunum demek ki geçirdiğim zamandan! Ve jenerik akarken çalan final müziğinde keyiften çakıldığım koltuğumla vedalaşamıyorum; son isim geçip müzik susana kadar...




22 Ocak 2023 Pazar

Kadın Eliyle Mıh Çakan Bir Filmdir Korsaj



Çünkü bu tatta bir filmi ancak özgürleşmiş ve hayata böyle meydan okuyan bir KADIN yapabilirdi.

Huzurlarınızda...

Ve Alkışlarınızla...

Marie Kreutzer!




Doğrudan film yorumu diyenler, sizi Şimdi Salona Geçebilirim alt başlığına alalım lütfen!

*
13:50 seansı için çıkıyorum evden. Güneş pırıl pırıl ve kış ortasında yaz. İnce bir triko, elbette kot pantolon, evet bu ayakkabılar diyen fikre saygı ve mont sırt çantasının omuz askısından geçirilmiş durumda. Çifte kavrulmuşsa iptal. Çünkü diğer filmin süresi yatıya kalmalık ve üstelik bulunduğum noktaya uzak, bizim mahalleye yakın AVM'de.

İçimdeki his de konuya müdahil. Uyarıyor: "Korsaj'ın tadını dolu dolu yaşayıp sindirmeden, bir duygusal temadan maceraya geçiş yapma. Elinde çok geniş bir duygu skalası olacak. Üstelik rengarenk! O tadın üzerine başka bir film koyma ama planında olan ve geçen hafta film çıkışı kapanışa denk geldiği için yapılamayanı kesinlikle yap; filmin tadına çok yakışacak çünkü!"

Tüm uyarılar cebimde İstasyona doğru yürüyorum. Önce yemek işini halletme kararı çıkıyor bünyeden ve Adem Usta'ya dalıyorum. Şimdi trendeyim. Ve şimdi Migros'ta klasik sinema alışverişinde... En üst kat, gişe, yine zamlanmış bilet! Ama korkulacak gibi değil... Başka Sinema başka, o bir sanatsever ve izleyici dostu...

46 TL olan biletler 50 TL olmuş.



Gün pırıl pırıl. Yine kendime bir ayar, küçük makine ile gelme tembelliğim yüzünden. Max'imi açıyorum. Limonlu ve Hindistan cevizli keklerimi tek tek çıkarıyorum. Arada bir kalkıyor, kalite kaybı olmasını umursamadan makinenin elverdiği ölçüde zum kullanarak fotoğraflar çekiyorum. Kış ortasında piknik yapan anne ve çocuklara bayılıyorum. Seçtikleri nokta muhteşem ki fazla insan kategorisinden olduğunu hissettiriyor anne bana... Mert Irmağı'nın tam denizle buluştuğu, nedense bana İrlanda tadı veren noktadalar...


Şimdi Salona Geçebilirim



Hayatımın ayrılmaz bir parçası olan D-3'ü bir çoğunuz tanıyorsunuz. Ancak çok mütevazıdır kendisi ve bugüne kadar görünmek istemedi. Başka sinemalar ve başka salonlarındaki koltuklar bu derece entelektüel bir birikime sahip olmadıkları için ve ayrıca daha popüler filmlerle haşır neşir olduklarından fotoğraf çektirmeye ve paylaşılmasına bayılırlar. Ama D.3 başkadır. Önündeki koridor nedeniyle konforludur, perdeyi tam ortalar ve salon ne kadar dolarsa dolsun, onunla olmak diğer izleyicileri arkada bıraktığı için salonu kapatmışım hissi yaşatır bana. Üstelik sol yanımızdaki engelli dostlarımız için ayrılmış iki koltuk hiçbir zaman dolmaz, tıpkı perde bitimindeki boşluktan sonra başlayan dört sıra gibi. Bu nedenle arkadaş olabileceğimiz, filmleri konuşabileceğimiz komşularımız olmamıştır bugüne kadar! Düşündüm de tekerlekli sandalyelerin çıkabileceği rampa mı yoktu acaba?

Bu konuyla ilgileneceğim!

Enfes bir açılış sahnesi ile başlıyor film. Can alıcı müzikler... Muhteşem doğa ve çok ama çok başarılı dönem tasviri. Mekân seçimleri olağanüstü.




Ama bir kadın var ki o da olağanüstü: Yıl 1877, yer Viyana ve huzurlarınızda;

Bavyera Düşesi, Avusturya İmparatoriçesi ve Macaristan Kraliçesi Elisabeth Amalie Eugenie!

Nam-ı gerçek:

Vicky Krieps!





40 yaşında kadının yaşlı ve işi bitmiş sayıldığı bir dönem. Oysa 40 yaş ve artı bir kadının en güzel çağı. Sadece bir yemek masasında saatler boyu, ama saatler boyu oturup şarabınızı yudumladığınız anda bile ne sohbete doyabilirsiniz ne de onun gözlerinde kaybolmaya. Sonrasına değinmek bile istemem! Çünkü rüya gibi o zaman dilimlerini anlatmaya benim kelimelerim yetmez. Ama, ne edersiniz ki filmin çağının gerçekleri başka. Bu durumu bir yanıyla kabullenmek zorunda kalsa da yine de isyanı terk etmeyen, hayatın komutasını tüm çevresel dayatmalara rağmen elinde tutmaya çabalayan ancak zorluklarını ve dönemsel gerçekliklerini de yaşamak zorunda olan bir kadın. Ve o kadını olağanüstü bir resital güzelliğinde canlandıran ve bence filmi tek başına götüren ve o kadını bir film karakterinden daha öte ve kalıcı bir noktaya taşıyan ve gerçek kılan, Vicky Krieps.

Film başlangıçta bünyemde biraz sıkıntı yaratsa da ki okurlar bilecektir, bünyemin bir yerinde henüz tespit edemediğim ve dolayısı ile onaramadığım bir arıza var ki o da şudur: İyi filmleri tıpkı iyi anlar gibi yaşarım ben, bünyeye o keyif öyle bir kazınır ki, yeni gelen keyfin yer edinebilmesi için biraz zamana ihtiyaç vardır. Ve o sıra içimdeki bir ukala çıkmayı bile düşünür salondan ancak baskın yanım sorunu çözer. Evet o ukala yine burun büktü başlangıçta ama sonra... evet sonra... itiraf edemese de ben gibi sessizliğinden ve gözlerini perdeye teslim etmesinden anladım ki benden bile çok filmin içinde, yaşıyor ve başta Camille'nin alttaki şarkısı olmak üzere, kraliçenin parmaklarından çıkan Für Elise yorumuna, kraliçenin hayata duruşuna, asla yadırgatmayan pervasızlığına ve elbette Vicky'nin oyunculuğuna bayıldı.


Ve tavsiye eder ki yardımcı kadın karakterlere, Marie'nin döneme dair detaycılığına, oyuncu yönetimine ve elbette görsel bir şölen olduğu kesin mekân ve kostüm seçimlerine... ve tüm bunların bir bütünü kusursuzca tamamlayan unsurlar olduğuna ve final sahnesinin ekstra ekstra akışına dikkat!

Erkeklerse bildiğiniz gibi...

Hep odun!




16 Ocak 2023 Pazartesi

İyi Planlanmış Bir Gün


Merakım özellikle veya sadece sinema ve filmler derseniz ve arzu ederseniz, sizi Çifte Kavrulmuş Ben Buna Derim başlığına alalım!


Cumartesi günü için hazırım. Hava bahar tadında ve pırıl pırıl, güneş kışkırtıyor. Huzur tavanda ve her şey yolunda. Kısa bir plan yapıyor ve kendimi akışa terk ediyorum. Sinemaya gidilecek, film net, aceleye gerek yok ve 17:45 seansı uygun. Film sonrası keyifler belli. Bitirilemeyen kitap ve bir kitap daha sırt çantasına... 16:30 civarı yolcu yolunda gerek.

Yol keyifli. Maç günü ve film çıkışını denk getirmemek gerek. Terasta kahve, kitaptan bir kaç sayfa, akabinde boşalmış stadyum ve sakinlemiş trenler.

AVM'de ve Migros'tayım. Klasik sinema alışverişi. Gişedeyim ve sıra var. Filme ise çok az süre. Yetişmem zor. Benim kız yok. Üst kata çıkıyorum, bir tur atıyor ve rastlaşıyorum. O sakinleştiğini söylüyor ve iniyorum gişelere, normal şartlarda az kişi, bir bilet kesmekle bitse iş süre yeterli ancak, mısır içecek ister misiniz sorgu suali, koltuk seçme konforu, kuyrukta bir kişi yerine ailece bekleyen ve her kafadan ayrı koltuk sırası çıkan kararsızlıklar nedeniyle sıranın film başlamadan bana gelme olasılığı sıfır. Filmimin başladığını ve izin veririlerse biletimi şıp diye alacağımı söylememe rağmen kısa kuyruğun ilk sırasındaki şahıstan itiraz geliyor. Üstelemeye, filmi geç saatte izlemeye, boşa vakit harcamaya gerek yok.

Ve program iptal.

İstasyondayım. Trenler sık geliyorlar ama taraftar doluluğunda, bir kaç tren sonra sakinleşiyorlar ve trendeyim...



Gün Pazar

Şu an 17:30 için biletim cepte, çünkü dün biraz oyalanmış, kısa kuyruk boşalınca bugün içinki biletimi almıştım; üstelik gişedeki genç kızın hatırlatması ile sinema puanlarım kullanılmış, bilet de bedavaya gelmişti.

Günün akışını belirlemiş durumdayım. İlk durağım bir pastane, o nedenle Cumhuriyet Meydanı istasyonunda ineceğim ve Leylak Dalı öğretmenimizin Pastaneli Post* başlıklı yazısına yazdığım yorumdaki "Şimdi sizin yazınızı okuyunca uzun zamandır düşündüğüm ama bir türlü fırsat yaratamadığım bir pastaneye salep içmeye gideceğim yarın; 1924 kuruluş yılı ve ben kendimi bildiğimden beri aynı yerde," diye kendisinden bahsettiğim pastanede epeyi zaman sonra salep içeceğim. Parkın içinden geçerek yürüyorum. O sırada aynı yorumda adını vermeden söz ettiğim ama artık belli bir neslin anılarında olup da var olmadığı köşeye gelince, Şato Pastanesi'nin ruhuna, tıfıl çağlarımda yaşattığı keyifler için bir selam çakmayı ihmal etmiyorum ve Birtat'dayım.


Parkın içinden fotoğrafını çekerken 1926 tarihini fark ediyorum. Karşıya geçiyorum ve parkı gören bir masaya oturuyorum.

"Bir salep lütfen."

Salep olmadığı yanıtı şaşırtıyor beni. Genç adam geçmişi hatırlıyor mu acaba? Aslında ikinci kuşağı arkadaşlarım, muhtemel ki bu genç de üçüncü nesil çocuklardan biri. O halde limonata diyorum, o da yok. Soğuk nedeniyle diye çok absürt bir yanıt alıyorum ve üstelemiyorum. Masaya bir Trileçe istiyorum ki o da bizim geleneğimize sonradan giren bir gözde. O ara içeri giren müşterilerde dikkati çeken bir özellik var, aynı kuşağın gençleri olmamız. Birtat ortamının tadını onlar ve buraya özgü geleneksel pastalar sayesinde alıyor, bir cevizli ve bir de üzeri toz şekerli pastadan paket yaptırıyor ve illaki salep diyerek yeni hedefime, sevdiğim noktalardan birine doğru yürümeye başlıyorum.



Promosyon Çağı

Gün sakin, güneş pırıl pırıl ve insanlar dış masaları tercih etmişler. Her zamanki masama yerleşmeden önce iç kısma geçiyor, "Salep yazıyor ama var mı?.." diye soruyorum çünkü olması gereken yerde olmayınca bir acaba bünyede türemiş durumda! Cevap olumlu olunca "Bir salep lütfen," diyorum ve masama oturuyorum. Üzerine sıkıntılı cümleler yazdığım kitabım Çocuklar İçin Bach masanın üzerinde, bitirmek için azimliyim. Salebim gelince de toplu bir fotoğraf şart oluyor. Bol tarçın döküyorum ve pastaları ve artı görevi tamamlanmış Bach'ı sırt çantasına yerleştirip, salep eşliğinde yeni kitapla başbaşa kalıyorum.

Şimdi gardayım. Şu Amasya'da bir hafta sonu hayalimi yaz gelmeden gerçekleştirmek istiyorum ve tren saatlerinin güncel durumunu bilmem gerek. Film saatime biraz daha var ve bir istasyon geçtikten sonra AVM. Bilet cepte rahatlığı ile parkta biraz daha kitap okuyorum. Sonra tren, ve AVM. Bu kez bir klasiği tarihime kayıt düşmüyor ve atıştırmalık almıyorum. Çifte kavrulmuş için kuyruktayım ki sakin saatler... Günle ortaklaşmaya kararlıyım ve ortaklığımızın muhteşem bir tatla süreceğinden ve unutulmazlarımızdan biri olacağına neredeyse eminim. Bu inançla sinema katına çıkıyor, biraz teras keyfi yapıyor, sonra içeri geçip filme kadarki sürede kitabıma devam ediyorum.

Ve o sırada yemek işini aradan çıkarmam gerektiğini fark ediyorum. Mc Donald's'dayım ki bizim burgerciler türediğinden beri uğramadığım bir yer lakin biletle verilmiş bir promosyonum var! Tatsız bir atıştırma ama bir de atasözümüz vardır ki o baldan tatlıdır der! İğne atılsa yere düşmeyecek bir halde yemek katı, bir masa buluyorum şükür ki, birine oturuyor, diğer sandalyeler için aranmakta olan beyefendiye alabilirsiniz hepsini diyerek sırt çantamı masanın üzerine, burger tepsimin önüne koyuyorum. Vallahi de hem kalabalığın hem de zevksiz burgerin tadını çıkarıyorum ve salondayım ve elbette bir hafta sonra D-3'ümle sarılıp kucaklaşıyoruz.



Çifte Kavrulmuş Ben Buna Derim


Salonda beş kişi oluyoruz, bugün kalabalığız yani! Arka sıramda iki tatlı genç kız, üst sıralardan birinde de bir çift, önümdeki geniş koridordan sonraki, eskilerde duhuliye dediğimiz ama tabii ki o yıllardaki gibi koltukları sırf tahtadan olmayan dört sıranın en sonunda da bir beyefendi oturuyor; kötü niyetli ben onun kazayla bu filme geldiğini düşünüyor!

Film başlıyor, 16+ ibaresi var ki bu şiddet içerdiği manasında... Perdede kırmızı rengin hakim olduğu, canlıların bir görünüp yok olduğu, gerilim yaratan bir müzik eşliğinde ve klip tadında görüntüler geçidi var. Etkileyici bir açılış ve sıklıkla karşılacağımız kırmızının tonu muhteşem. Çok hoş bir kadın var, ve Aİ; iki ana karakter diyebiliriz. Elbisesi kırmızı, duruşu ve kendisi pek hoş!

Film ilerlemeye başlıyor, o sırada bende de bir sıkıntı başlıyor. Nereden düşürdün bizi bu filme diyen bir ben yine meydanı boş buluyor. Hani tecrübem olmasa ona katılıp atacağım kendimi dışarı. O zorladıkça çıkmak için beni, elimin tersiyle çakasım geliyor. Lakin kendisi baskın da bir karakter, dolayısıyla ona uymak istemeyen ben, kuyruğumu kısmış durumdayım.

Derken ve görüntüler netleştikçe anlıyorum ki aslında bir ihtiyaç olan ama benim ukalamın sıkıldığı bu önsöz: bizi enfes bir filme hazırlıyormuş, ve sabreden dervişleri de murada erdiriyormuş.

Aİ anadan oyuncu olarak doğmuş kesin. Ben oyuncuyum diyen bir yığın eşşek görmüş şahsım, bu eşşeğin önünde saygıyla eğiliyor. Altını çizeyim ki "Bu neydi şimdi?" denecek, bir yere bağlanamayacak sahneleri var filmin! Son zamanda izlediğim filmler nedeniyle kurduğum bir de cümle var ki o da şu: Bu bir sinemasever filmi, film sever değil! İşte bu film katmerlilerinden biri; tatlı gişecimin Başka Sinema filmleri için pek tatlı bir edayla kurduğu cümlesindeki sanat filmi vurgusu gibi.

Her biri enfes, klip tadında, doğayla ortaklaşmış sahnelerdeki dron çekimleri beni benden almakla kalmadı Pawel Mykietyn elinden çıkma müziklerin görkemiyle her seferinde tüylerimi diken diken yaptı, yönetmen Jerzy Skolimowski'yi çok alkışladım, Isabelle Huppert ile karşılaşmak pek hoştu. Kontrolü tümüyle duygularıma kaptırmıştım ve ben tümüyle devre dışıydım. Hayatımın en keyifli akşamlarından birini yaşarken muhteşem bir görsel şölene de  keyifle  tanıklık ediyordum; olağanüstü bir sinema keyfiydi aldığım. Başlangıçta bu ne şimdi, bu kim, ne iş bu gibi sorular yaratan tüm sahneleri bünyemin derleyip toparladıktan sonra yaptığı sunumla filmin bana anlattığı her şeyi kavramış olduğumu da fark ediyordum.

Lakin tüm bunlara, yaşadığım keyfe, geçirdiğim akşama ölüp bitmeme rağmen günaha girmek de istemiyorum; şiddetli bir aşkla izlediğim, zevkten kaç köşe olduğumu hatırlayamadığım bu film için ne yazık ki şiddetle öneririm değil, öneririm kelimesini bile kullanmıyorum! Ve şimdiden ilan ediyorum ki, yıl ne gösterir bilmiyorum ama... laparagas.blogspot.com'un 2023'ün en iyi film ödülünün şu anki favorisi olduğunu biliyorum. Ve bir kırmızının tonu bu kadar mı güzel ve fotojenik olur deyip önce noktayı koyuyor ve ardına da filmden bir müziği, yüksek sesle dinlenmesi tavsiyesiyle şuraya bırakıyorum.



Salonu terk ederken kızlara soruyorum, çok beğendiklerini biliyorum ama altını nasıl çizecekler merak ediyorum. Bense fikrimi şu cümlelerle ifade ediyorum: Hayatımda ilk defa bir filmin müziklerinin başrolü paylaştıklarına tanık oluyorum.



En Sevdiğim Grupla Oluşan Keyfi Katmerleme

Altıncı salondan son isim perdeden yok olduktan ve ışıklar yandıktan sonra çıkıyorum. Şimdi istikamet 10 nolu salon. Filme 15 dakika kaldı ve telefonumda da bir arama var. Kardeş. Arıyorum, maçı izlemeye gelmiyor musun diye soruyor. Sinemadayım ve şimdi ikinci filme yürüyorum diyorum.


Koltuk numaram bu kez D-5. Aslında perdeyi ortalayan D-6 ancak Öğle Güneşinde Yıldızlar için geldiğim akşam o koltuk geriye doğru yatan bir arıza içindeydi ve zorunlu olarak 5'e geçmiştim; o nedenle de bu kez D-5'i almıştım lakin koridoru yürürken görüyorum ki D-5 artık bir ceset, yaslanma kısmı gövdeden ayrılmış ve boylu boyunca yatıyor. Arka sıramda genç bir çocuk var, durumu anlatıp bir de espri yapınca çok gülüyor. Kendi olduğu sırayı öneriyor ama ben koridor aralığı geniş olduğu için burayı seçiyorum, dolayısıyla bacaklarım özgürleşiyor; teşekkür ediyorum ve 4'e oturuyorum.

Konser başlıyor. O kadar keyifli ki... aslında salonun boş olmasına seviniyorum; enfes bir filmin ardından konseri kapatmışım tadıyla sadece bize söylüyor olmaları şahane bir keyif ve muhteşem bir kayıt. Şarkılar bir bir akıyor, müthiş bir dinginlik coşkuyla ortak ve keyif bundan çok hoşnut; coştukça coşuyor.

Bildik sahne performansı ise dolu bir stadyum keyfiyle artıkça artıyor. Dans grupları enfes, rol çalmadıkları gibi varlıkları grubun önüne asla geçmiyor; şarkılara eşlik serbest; önce varlığımdan rahatsız olurum diye çekindiğini hissettiğim genç arkadaşımla sohbet ediyor ve ona dilediği gibi hareket edebileceğinin sinyallerini yolluyorum ki ikinci yarıda şarkıları mırıldanmaya başlıyor. Bana hayatında kendini en dingin hissettiğin ve çok keyif aldığın hangisi diye sorulsa enfes bir film tadının ardından izlediğim bu konser diyeceğim kesin. Tabii bu keyif bana bir hamle de yaptırıyor ve arada gidip, -elbette promosyon- orta boy mısırlarımı alıyor, koltuğumda biraz daha yayılıyor ve keyfime keyif katıyorum. O sırada çıkış için aklım senaryoyu yazıyor. Konser sonrası Magnolia... Sevgili Şule'den referansla çilekli ama... Bu hayal içindeyken konser bitiyor, AVM'nin kapanmasına 10 dakika var. Hızlı hareket ediyorum ve üst kattan Cookshop'a bakıyorum. Son bir kaç kişi çıkıyor, kata indiğimde ışıklar bir bir sönüyor, çilekli Magnolia da bir başka sefere kalıyor.

Ve bu yazı da enfes konserin son şarkısı ile bitiyor!



*Pastaneli Post

8 Ocak 2023 Pazar

Metronom... nom.... nommm... nommmmmm...

2022 sezonunu Rumen yönetmen Cristian Mungiu filmi R.M.N.'ye yılın iyisi ödülünü vererek kapatan laparagas.blogspot.com, 2023 sezonunu yine bir Rumen yönetmen Alexandru Belc'in Metronom filmi ile açmaktan mutluluk duyar!


Sinema Muhabirimizin Notu:

Sizi dolambaçlı yollara salıp biraz yoracağım ama!

İsterseniz yol yakınken dönün ya da Nihayet Film! alt başlığından devam edin.



Metronom, sabit bir ritim (tempo) elde etmek amacıyla belli aralıklarla vuruş sesleri çıkartan bir alettir. Yunanca metron (ölçü) ve nomos (düzen) sözcüklerinin birleşmesiyle türetilmiştir.

Vikipedi



Varsın düzen/bazlar bizden onu istesin!


17:45 seansı için duş alıp, traş olup hazırlanıyorum: Film ardı keyfine engel, AVM'yi ölü bir toprağa çeviren kapanış ânlarının birbir sönen ışıklarına tanıklık ettiğim müesses nizam saatlerde sinemadan çıkmayı sevmiyorum.

*


Çünkü biz:

... bir mışlı ülkede; daha bıyıkları aşklara terlememiş, hayalleri henüz duvarlara çarpıp un ufak olmamış pırıl pırıl öğrencilerken, ergen yaşların ele avuca sığmaz heyecanlarını kenar mahallelerdeki, fabrikalardaki, tarlalardaki yoksulluğa harcamış gençlerdik.

... cezaevlerinin işkence odalarında en aşağılayıcı küfürler eşliğinde ıslatıla ıslatıla dövülmüş, kanlarına tuzlar basılmış, karakolların küçük odalarında eşleri, kız kardeşleri, nişanlıları yan masalara yatırılmış bir ahlaksızlıkla sorgulanmış, Filistin askılarından taze taze suçlar giydirilmiş cılız cılız bedenlerdik.



**

Tren öncesi yine Sembol'deyim. Su böreği çay keyfi yapıyorum. Film hakkında her zaman olduğu gibi hiçbir yorumu okumuyorum. Sadece okuduğum, film hakkındaki spoiler vermeyen, bir ruh da içermeyen kısacık tanıtım yazısı.

Şimdi trendeyim. Hayatımın en keyif aldığım, toplam süresi 30 dakikayı aşmayan yolculuklarından biri daha... Yanıma iki küçük oğullu, birilerinin serserinin önde gideni diye yorumlayabileceği, belli ki dar gelirli- çünkü az önce birinden borç para istedi telefonla- genç bir baba. Çocuklardan biri belli ki henüz ilkokul öğrencisi. Diğeri ise okula henüz bir kaç yılı daha olan bir bebe. Bu üçlünün buram buram sevgi akan konuşmalarına, şakalarına, çocuklara tanınan özgürlük alanlarına ve ortaya saçılan duygulara, özellikle küçükten babaya gelen öpücüklere doyamıyorum. İçim alev alev, yüzümde sürekli bir tebessüm; aldığım tadı, ilişkilerin güzelliğini sese getirmek coşkusu ile yerinde duramayan bir ben de var ancak ona da sürekli engel oluyorum. Ve onlardan bir durak önce iniyorum. Onlar anlıyorum ki onca yolu eski mahallerindeki berbere gelmek için kullanıyorlar.


AVM cumartesi canlılığında, az önce üst geçite çıkmak için asansördeyken son anda gelen ama asansörü durdurmanın mümkün olmadığı nedenle dışarıda kalan bebek arabalı genç çift için bu kez önünde olduğum ve kapısı açık iniş asansörünü tutuyorum. Beni fark ettiler ve hızlandılar, çok gülümsüyorlar ve elbette teşekkür ediyorlar ve çıkarken de iyi akşamlar diliyorlar.

Önce sinema alışverişi için bir klasik olarak Migros.

Şimdi terastayım.

İki karga bir ganimetle balkon camlarının arkasına konuyorlar. O halde Hindistan cevizli mini kekleri onlarla paylaşabilirim. Kitap biraz zorlu, çok karakterli ve karmaşık bir okuma ama tipleri sevdim ve sıklıkla biraz önceye dönsem de; kendisinden bir tat aldığım da mutlak lakin 101 sayfalık onu bitirebileceğim sürede bir tuğla devirme olasılığım da mutlak.

Filme biraz daha süre var ve Penguen'de bir tur atabilirim. Şimdi sinema katındayım. Az önce yan gişede olan pek tatlı ve adımı artık bilmekte olan genç kadın mısırların başında, gülümsedi. Sohbet hoş, filmi o da izleyeceğini söylüyor. Hoş bi hanımefendi ise sinirli: Salonun onun önündeki kısmı tümüyle küçük öğrencilermiş ve gürültüden filmi izleyememiş ve çıkmış. Mısırlarımı bırak diyorum genç kadına, hanımefendi ile ilgilenmesini istiyorum. Müdürünü arıyor ve telefonla hallediyor; hanımefendiye hafta içi için bir bilet ayarlıyorlar.

Nihayet Film!


Şimdi promosyon mısırlarım sırt çantamda, biraz kitap okuyor ve salona geçiyorum ki bir savaş alanı, çünkü önceki seansta çocuklar film izlemişler. Temizleniyor ve sevgili D-3'ümdeyim. Salonda beş kişiyiz.

Enfes bir açılış sahnesi, sisteme dair simgeleri kullanan bir alan. Sahnenin durağan temposuna ve süresine bakınca ne bu şimdi denebilir mi? Yüksek olasılıkla, ama adımların nizamına lütfen dikkat! Simgesel bir mesajları olabilir... Sonrasında okul, eğitim sisteminin ideolojik hallerine vurgu, yabancı radyoları ve müzikleri dinleyen gençler, aşk, cinsel dürtüler, evde parti falan diye devam eden olağan haller, ülkenin o haline dönük bilgilendirmeler içeren simgesel ama hoş ve kullanışlı metalar perdede resmi geçit yaparken... bir partideyiz. Yabancı bir radyo açık ve Light My Fire çalıyor, The Doors konuşuluyor, dans ediliyor, içkiler içiliyor.

Elbette yasaklı bir durum bu ve karakterler lise öğrencileri, yıl yetmişlerin başı, ki ben bir ilkokullu.

Filmin girişinde radyoda Çavuşesku konuşuyor; cümlelere ve bakış açısına dikkat! Ama başka dallara atlamadan altını çizmem gereken bir karakter var: Ana! Yani genç oyuncu Mara Bugarin:

Muh-te-şem!

​Hem Ana karakteri olarak hem de Mara Bugarin olarak...

Laf aramızda onu enn sevdiğim kadına çok benzetiyorum; hem fizik olarak hem de karakter yapısıyla.

Derken işin içine devlet güçlü organları ile ve derinden çıkarak karışıyor filme ve neşeye. Ülkemizin derinlerinde olduğu gibi hiç yabancımız olmayan sorgulamalarla, ayartmalar, arkadaşlarını satmaya yönelik işbirliği teklifleri ve organizasyonlarla; falan filanla yani... Simgesel olsa ve belli bir izleyiciye anlaşılmaz gelip bu ne şimdi dedirtecekse de tüm bunlar; ve giden parasına acıtak ve hatta salonu, daha birinci yarı bitmeden terk ettirecekse de Metronom; belli bir izleyici grubuna da ne filmdi be, iyi ki sinema var dedirtecek, tam, ama tam anlamıyla iki uçlu bir değnek.

O nedenle şahsen oyunculuklara, olayların sahiciliğine, küçük alanların altını çizen, doğruyu yapan ama bazı izleyici tarafında eleştiriler alabilecek görüntü yönetimine, dolayısıyla kamera açılarına, tüm ters köşelerine ve birçok izleyiciye bu ne şimdi dedirtecek finaline ve gördüğüm en etkileyici, pornografiye teğet geçen ama bayağılaşmayan, çok gerçekçi sevişme sahnesindeki başarıya ölüp bitmiş olsam da bu filmi mutlaka izlemelisiniz demiyor, diyemiyorum. Üzgünüm!

Lakin karar verdiğim üzere yanıma aldığım ve artık her sinema gününde benimle olacak not defterine son jenerik akarken şarkıları not etmiş olmanın gururu ile muhabir beni ödüllendirmeye ve iyice şımartmaya karar veriyor ve önce İskender ısmarlıyorum.

Bu kez ortam sakin; daha geniş açılı bir masaya oturuyor ve ilk kez İskender'i bu kadar lezzetli buluyorum. Usulca akan AVM'yi izleyerek, filmin tadından uzaklaşmayarak bitiriyor, promosyon fişimi uzatıp indirimli ödememi yapıyor, adaşız diyerek de genç kasiyeri gülümsetiyorum.

Ancak durasım yok, çok insan tarafından hiç beğenilmeyecek filmin etkisi ve aldığım sinema keyfi sürekli Don Perignon kalitesindeki bir şampanya gibi köpürüyor...

O halde şımarmaya devam!



Penguen'deyim ve baristanın önünde.

"Bir orta boy sıcak çikolata lütfen!"



Caddeyi, denizi uçsuz bucaksız gören ve AVM'nin en üst katında bir masadayım. Kitabı açıp biraz okuyor, sıcak çikolatamdan mümkün olduğunca küçük yudumları uzun aralıklarla alıyorum. Çünkü gençlerin filmdeki eğlencesindeki tadı o kadar iyi anlıyorum ki kendi dönemimle hiç kıyaslama ihtiyacı duymuyorum çünkü kumbaram dolu ve muhteşem anılarım var.

AVM'nin kapanmasına vakit var, keyfimse bulunduğu ânı terk etmeye hiç niyetli değil lakin enn sevdiğim kadın şu protestosunun belini bir kırsa diye bir beklentim yok ama olsaydı diye de düşünüyorum çünkü bu alanı sevmemesi mümkün değil. Hani elimden gelse ve bütçem olsa o eski yok edilip de yerine bu AVM yapılan yeşil alanı yeniden inşa edeceğim ama, oralar da sanayi sitesi ki çok anılarım var.

Birden internete girmek istiyorum. Ön masamda bir genç kadın var, laptopu açık ve ben film öncesi tur atarken de oradaydı. Kalkıp yanına dikiliyorum; Penguen'in şifresini laptopu açık olduğuna göre biliyor. Göz gözeyiz, soruyorum, ahh benim o gülüşüm işte, gülümsüyor ve alıyorum şifreyi, gülümsüyoruz. Şimdi ben eski zamanlarda olsaydım mesela... hayatımın enn sevdiğim kadını olmasaydı, yıllardır aklımın ucundan bile geçmeyen ve asla geçmeyecek, iki kahve ile o masaya dönme ihtimalim yüzde yüzdü!;)




27 Aralık 2022 Salı

La Paragas Yılın Sinema Gecesini İftiharla Sunar

Hevesli aynı zamanda da pek heyecanlıyım. Tıpkı kreması müthiş bir pastanın son lokmasını bekletmek gibi akşamı zor ediyorum. Afişle aramızda müthiş bir iletişim var. Her zamanki gibi filmle ilgili tek bir yorum cümlesi dahi okumuyorum. Ve film öncesi için ritüellerim hazır. Aslında film çıkışı kutlama tadında yaşamak istesem de onları; filmin süresi nedeniyle çıkışımdan en fazla beş dakika sonra, kapanma anonsunun yapılacağını biliyorum. Ve AVM'nin yılbaşı için abartısız bir zarafetle hazırlanmış haline bayılıyorum ki kuzeyli havası baskın ve etkileyici. Dev çam ağacı ise pek yakışıklı. Yani mutluyum, trende de ayaklarım yerden kesikti, şimdi, şu an AVM'de dolaşırken de.

O halde önce biletimi almalıyım!

"D-3 lütfen..."

Avatar rüzgarının ardından yeniden salon 6'da olmak yılın son filmine çok yakışıyor. Aslında salonu kapatmış olmalılar ve sanki La Paragas'ın sinema yazarı için özel bir gösterim bu!


Elbette yazarımız bu zarif davranış karşısında üzerine düşeni yapıyor ve spot yazıda belirtildiği üzere bu kez Cookshop'un dış kısmındaki soluk alan masalardan birine oturuyor. Bu onun tercihi. Ancak yine okurlar spot yazıdan hatırlayacaklardır ki Mangolia olsa da masada, yine bir eksikti o masa. Çünkü yazarımız bir önceki yazıda kurduğu ve spot'a da alıntılanmış cümlelerinde şu ifadeleri kullanmıştı:

"Yürüyen merdivenlerde ve en üst kattayım. Cookshop romantik ışıklandırmasıyla ve boş masalarıyla aşağı kattan bana bakıyor. Yalnız... ve yalnızlığına bir ortak arıyor. Sert bir Amerikano ve Magnolia düşlüyorum."



**

Siyah kıyafetini siyah türbanıyla tamamlamış, sıcak ve gülen bir yüzle genç kız yanaşıyor masama, bu zarif ve abartısız tavrıyla ortam o kadar güzelleşiyor ki anlatılır gibi değil, doğal olarak o sıcaklık andaki tebessümle birlikte kelimelere de yansıyor.

"Bir nutellalı Magnolia lütfen."

"Amerikano'yu karton bardakta mı veriyorsunuz?"

"Hayır, fincanla"

"Bir de Amerikano lütfen"


Vaktim var, usul usul, tadına vara vara ve yudum yudum keyfini çıkarıyorum ânın. Olağanüstü bir hafiflik var üzerimde, şekersiz kahvem istediğim sertlikte. Milan Kundera'nın bayıldığım kitabının adına bir gönderme yapmanın tam yeridir. Bu bir yeni yıl ve yeni beklentiler sevinci midir bilmiyorum ama var olduğumu dayanılmaz bir hoşluk içinde hissediyorum. Yeni yılı karşılarken iş bazında da çok verimli geçen 2022 yılını ise sevgiyle sarıp sarmalıyor, kendisine teşekkürlerimi şimdiden sunuyorum. Filme çok az süre kaldığını fark ediyorum, tatlı ve kahveyle geçirdiğim çok hoş zamanın ardından; ödeme için içeri geçiyor, dönüşümde gülümseyen genç garsonuma teşekkür ediyor ve yeni yılını kutluyorum. Yürüyen merdivenler, sinema katı, sinemanın yürüyen merdivenleri ve koltuğumdayım.

Çok kısa fakat enfes, karlı bir açılış sahnesi; bir küçük çocuk ağaçların arasından, yaprakların üzerinden kısmen karlı bir yamacı iniyor.

Müjde gibi!..

Başlaması ile belki de bir dakikayı bulmayan sürede bitmesi bir oluyor sahnenin, şaşırtıyor ve siyah zemin üzerinde jenerik akmaya başlıyor ve sonra sahne kaldığı yerden devam ediyor.

Küçük oyuncu Rudi'ye yani gerçek adıyla Mark Blenyes'e dikkat ve de annesine de (Macrina Bârlădeanu-Ana)! Ayrıca ekmek fabrikasının patroniçesi Orsolyo Moldovan- Mrs Dénes'e ve de bir odun karakteri çok başarı ile canlandıran Marin Grigore- Matthias'a...

Romanya'nın Transilvanya bölgesinde çok şirin bir köydeyiz. Halkı çok şeker. Kozmopolit bir nüfus ve filmin adında simgeleşen Romence, Macarca ve Almanca olmak üzere üç farklı dilden ve kökenden insanları var. Bir de ekmek fabrikası var ki çapına bakınca köye fazla; biri patroniçe olmak üzere iki çok tatlı kadın tarafından yönetiliyor ve filmin ana karakterlerinden ikisiler; hedefleri büyük.


Üç yabancı'yı fabrikada işe alıyorlar, film genelde iş gücü ve onun göçü üzerine de düşünceler, daha doğrusu durumlar ve eleştiriler ortaya koyuyor. Seyirci çoktan oralı oldu, benimsedi ve sevdi. Her şey yolundayken köy halkında eleştirel ve yabancı düşmanlığı içeren tavırlar gelişiyor.

Filmin ana temalarından biri de bu diyebiliriz!

Film 16+ ibaresi taşıyor, diyaloglar -sadece seks sonrası çıplak bir anda- edepsiz ancak şimdiki çocuklara bakınca gerek var mıydı ki sorusunu da akla getiriyor!..

Ancak iki kişilik çıplak andaki diyaloglar enteresan ve kadın karakter Judith State -Csilla pek hoş; birikimli ve bağımsız haraket edebilme kabiliyeti yüksek ve tutarlı bir genç kadın. Duruma hakim! Filmin etkili karakterlerinden, çello çalıyor, dört dil konuşabiliyor, sıcaklıkla sert ve tavizsiz bir tavır arasında kolay ve bilinçli bir geçişkenliği var ve gerçek bir güç gösterisine sahip. Gerçekten de o performansı filmin zirvelerinden biridir ve elbette Macar Dansı hem onun çellosuyla hem de köyün yerel grubuyla filmin bir anına damgayı vuruyor.

Kilisede başlayan sonra başka bir mekâna, muhtemel ki köyün toplantı salonuna taşınan ve yabancı karşıtları ile karşıt olmayanlar arasında hedefi yabancılar olan bir tartışma var ki enfes; yaklaşık 15-20 dakika sürüyor ve akış, oyunculuk ve oyuncu yönetimi muhteşem.

Çok keyif alarak ve soluksuz izlediğim, düşündüğüm, fikirlerimi gözden geçirdiğim ama bizim kızlardan taraf olduğum bir süreç yaşıyorum film boyunca ve net bir karar olarak diyorum ki: Cristian Mungiu enfes bir film yapmış. Oyuncu seçimleri ve yönetimleri muhteşem, sımsıcak. Bir film izlemediğimi, bizzat kitleye dahil olup yaşadığımı rahatlıkla söyleyebilirim.

Ve final jeneriğindeki müzikler!.. Bu kez son notaya kadar koltuğumda çakılı kalıyorum. Filmin tadı damaklarımdan sızıyordu zaten... Doğa muhteşemdi, izlediğim küçücük bir köyde kocaman ve ilginç karakterlere sahip, doğal, kasılmayan ama bence görkemli bir filmdi. jenerik akarken çalan ilk şarkı ki yabancı gelmeyecek, aşağıda, diğeri bir Romen şarkısıydı ki nasılsa bulurum diye düşünmüştüm. Gördüm ki IMDb'de de bile müzikle ilgili tek bir veri yok. Bir muhabir olarak anladım ki yanımda kalem kağıt da taşımalıyım!

Ve son sözümüz odur ki:

Laparagas.blogspot.com'un bu yılın en iyi filmi ödülü:

Goes to R.M.N.




20 Aralık 2022 Salı

Bir Claire Denis Resitali: Öğle Güneşinde Yıldızlar

Bu filmi mutlaka izlemem gerekiyor çünkü güçlü referanslarım var ve köklerini tümüyle benden alıyor. Kısa süre önce izlediğim Juliette Binoche'lu Bıçağın İki Yüzü ve ona yazdığım yazıda kazıyarak kullandığım " Ama... ahh o filmin müzikleri işte!" cümlem...

Ve dahası...


“Kitaptaki gibi ben de aşka, yiyip bitiren ve kör eden bir cinsel çekime dönüşen tesadüfi bir karşılaşmayı anlatmak istedim; tıpkı kitaptaki gibi filmde de ülkeyi sarsan şiddet yalnızca uzaktan görülebiliyor,”

diyor, Claire Denis.

Daha ne desin?!

Bu altını çizmişliğine rağmen film sonrası göz attığım pek iddialı yazılarda tümüyle ideolojik referanslarla filmin yerden yere vurulduğunu okuyorum.

Ve tabii ki ahh biz solcular demekten kendimi bir kez daha alamıyorum. Tabii ki derin ideolojik birikimimizi ben neymişim abi tadıyla göze sokmamız gerekiyor!

Oysa ben filmi ilk andan itibaren bu gözle okumuyorum. Claire'in de böyle bir derdi yok zaten. O aşkı ve onun yancısı cinselliği öne çıkardığı, referansı olan romanın istediği bölümlerini aldığı, romandaki zamanı evirdiği ve onları pandeminin koşulları ile beslediği, elinin hamuruyla yoğurduğu, olayın siyasal boyutunu fon olarak kullandığı, aranırsa kusurları da olan ve bence şahane bir duygu filmi ortaya koyuyor...

Ama gel de sen bunu bazı insanlara anlat!

Onun, Claire'in yani, bu filmdeki meselesi aşk! Önce bunu içselleştirelim, sonra istersek macera ile soslanmış filmi anlayalım, sonra da gerek görürsek ve böyle bir ihtiyaç varsa filmi o dağlara taşlara yazılası entelektüel birikimimizle kendimizi yora yora tartışalım.

Ama buna gerek var mı?


Yok demiş ki Claire, Nikaragua devrimini -kendi- ya da okumadığım ve dolayısı ile aslını bilmediğim romandaki bakış açısıyla yerleştirmiş ve içinde farklı görüşlerin, farklı bakış açılarının olduğu bir öykü yaratıp, onu akıcı bir maceraya evirip fon yaparken aslında -bence- heyecanı aksiyonla diri tuttuğu ama özünde bir aşk filmi yapmış.

İyi ki de yapmış, ellerine sağlık.

Laf aramızda salonda benim dışımda bir kişi daha vardı ama sanırım bir fikri yoktu ve beklentileri farklıydı; filmde hayal ettiklerini başı dışında pek bulamadığı için de arada çıktı.

Nikaragua sanarak izlediğimiz coğrafya ise aslında Panama'ymış ki bunun da zorunluluktan kaynaklı olduğunu düşünerek hiç bir sakınca görmedim; zaten Nikaragua sanarak izlemiş, Sandinistaları sıradanlaştırdığı için de kızmıştım Claire'e! Elbette devrimi yapanlarla şimdikilerin hiç bir alakalarının olmadığını bilerek ve geçmişin, o güzel yılların romantizmini derinlerimde hissederek. Ama özlemeyerek!

Ve bir Claire Denis filminin, o kadın duyarlılığının bu filmde de kullanıldığı, Tindersticks elinden çıkmış müzikleri!

Al sana romantizmin dibi...

Aksiyonlar içeren bir kaçış, rastlanılan bir yabancı. Muhteşem, çarpıcı, şaşırtıcı, sürpriz bir final sahnesi.

CIA usulü ters köşelere hoş geldik...

Geldik de o hoş duyguları hangi köşeye atalım?

Tropik yağmurlar... Yeşilliklerin üzerinde pırıl pırıl damlalar... Metruk bir binada uyku.

Sevdiğine yorgan olmak.

Söz yok.

Doğa, yağmur damlaları ve enfes üstü bir final parçası; muhteşem bir yorumla! Belli bir yaşın üstündeki herkesin anılarında yer bulduğu kesin; bir klasik, olmazsa olmaz bir dans müziği... La Cumbarsita. Ve muhteşem performansı ile üzerine kurulmuş filmi alıp götüren Margaret Qualley, yani Trish; muhteşem oyunculuğu ve muhteşem bir karakter yaratımı ile...

Ve Nikaragualı Yüzbaşı!

Bir veda ânı.

Aşk tek kelime etmeden bu kadar mı güzel anlatılır Yüzbaşım!

O ânı şefkatsiz bırakmayan bir duruş ve tek bir cümle, Trish'den.

Yakışır ki filmin finaline çok yakışıyor.

Bir kez daha jeneriğin son cümlesi geçene kadar koltuğumda kalıyorum. Işıklar yanmıyor, jenerik akarken karanlığa enfes bir müzik eşlik ediyor. Ve ışıklar son derece yumuşak bir edayla salonu aydınlatmaya başlıyor. Sırt çantam yerini alıyor. Usul adımlarla çıkıyorum, bagajım dolu. Yürüyen merdivenlerde ve en üst kattayım. Cookshop romantik ışıklandırmasıyla ve boş masalarıyla aşağı kattan bana bakıyor. Yalnız... ve yalnızlığına bir ortak arıyor. Sert bir Americano ve Magnolia düşlüyorum.

Kimbilir, belki geçmişin izlerinde dolaşırım...

O ara bir anonsu duyuyorum.

AVM kapanıyor.

Gözlerim bir umut Cookshop'un tekbaşılığında. Yürüyen merdivenler duruyor, ışıklar birbir sönüyor.

Bir kadın sesi adımı söylüyor. Sese dönmeye fırsatı anca bulmuşken kolları boynuma dolanıyor. Bir kaç metre ötemizde yere atılmış alışveriş torbaları. Bir genç kız ve oğlan gülüyorlar. Çocuklarım diyor, 19 yaş tazeliği ile. Aradan geçen 40 yıl... Şimdi zaman sıfır. Çocuklarıyla tanıştırıyor. Görüşelim diyor, İstanbul'da yaşıyor.

Vapurdaki kız aklıma geliyor.*

Şimdi üst geçitteyim.

Ve şimdi trende...






*Kadıköy Vapuru'nda Bir An

18 Aralık 2022 Pazar

Kurak Günler Ama Hiç De Kurak Olmayan Bir Film

Bir ikilemdeyim.

Film vizyona girdiğinden beri...

Aslında bir çifte kavrulmuş planım var ancak iki film birdenin diğer filmi bir türlü vizyona girmiyor. Bir başka filmin afişi asılıyor ki o da canıma minnet; kesin görmem gerek; ancak çifte kavrulmuş yapmam zor. Çünkü bu kez ve ilk kez, ve muhtemelen Avatar: Suyun Yolu yüzünden iki Başka Sinema filmi, aralarındaki mesafe epeyi uzak olan iki ayrı AVM'de.

Enn Sevdiğim Kadın telefonda. Çok hoş bir sohbet. Cıvıl cıvıl. Sinema fikrimden ve iki filmin ayrı yerde olması nedeniyle birini tercih edecek olduğumdan söz ediyorum. O ise Kurak Günler'i mutlaka izlemem gerektiğini söylüyor. Ben yönetmeni tanımıyorum ama o diğer filmlerini de izlemiş, ısrarla filmi görmem gerektiğini söylerken ipuçları da vermiyor.

Ona canım feda, dün sabah 11 seansı için hazırlanıyorum. AVM bana yakın, trenle 5 durak sonra. Sabah saat dokuzbuçuk civarı kahvaltımı Sembol'de su böreği çay şeklinde yapıyorum ve trendeyim. Fotoğraf makinesi almadığımı fark ediyorum. Şimdi AVM'nin giriş merdivenlerindeyim ve merdiven basamaklarının iki yanında kocaman saksılarda pembe beyaz şeklinde sıralanmış çok hoş çiçekler yılbaşı geliyor mesajı veriyorlar.

Eksik fotoğraflar haneme bir çentik daha.

Güvenlikçi genç kızla günaydınlaşıyoruz ve klasik sinema alışverişi için Migros'a giriyorum ancak dolapta Max yok ve onun yerine Zero alıyorum. Terastayım. Vaktim olsa David People'da olacaktım. Tüm bunlardan önce biletimi almak için gişenin önündeyim.

Genç adam yaş indirimli bilet uyarım sonrasında kimliğimi görmek ihtiyacı duyuyor. Buna sevinmeli miyim? Ona ufak bir ders vermekle yetiniyorum. Tavrın hoş olmadığının altını onu üzmeyecek şekilde, gülümseyerek hatta göstermiyor muyum diyerek çiziyor ve nedenlerini tek tek anlatıyorum! Antrakta promosyon mısırımı alırken sözlerimi kulağına küpe yaptığını anlıyorum. Çünkü kimlik sormasının ardından ben senin patronun olsam diye başlamıştım...


Film muhteşem ve son derece akıcı, kamera açıları sert, yer yer havadan çekimler ve aksiyonel bir açılış sahnesi ile başlıyor ve beni benden alıyor. Mekân seçimlerine ve özellikle seçilen kasabaya bayılıyorum. Oyuncu Selahattin Paşalı'yı tanımıyorum, yönetmen ve senarist Emin Alper'i tanımıyorum. Kasabaya atanmış genç ve yeni bir savcı, Emre. Siyaset üzerine kurulmuş bir film ancak bu hissi koyulaştırmadan insan hikâyeleri ve memleket halleri üzerinden yürüyor. İdealist savcı tongaya fena basıyor ve farkında değil. Kumpasın âlâsı! Oyunculukları ve filmin ritmini çok beğeniyorum. Fakat yönetmen! "Abi bu nasıl bir beceridir?" diye sormak istiyorum; iki nedenle. Çünkü filme bir giriyorum ki hep oradayım, yani filmin içinde. Koltuğumun boşluğuna sanki perdeden bakıyorum. Öyküye öyle kapılmışım. Sanki tek kamera açısı ile çekilmiş bir film bu. Hiç bir geçişi fark edemiyorum, nefes alışım bile adeta filmin kontrolünde; o derece akıcı ve yakaladığı izleyiciyi içine çeken, merakı diri tutan ve onu dışarı hiç bir koşulda bırakmayan, sürükleyen bir hikâye ve kurgu.  Bunları Enn Sevdiğim Kadın'la paylaşıyorum akşam. O da aynı şeyi söylüyor ve bunun tek bir sahnede bozulduğunun altını çiziyor ki ben onun da farkında değilim.


Filmde bir yerel gazete ve doğal olarak da gazeteci var. Güvensem mi güvenmesem mi ikilemindeyim film boyunca. Savcım da benden farklı değil. Film polisiye tadında bir güç savaşı olsa da başlangıçta bunu pek hissettirmeyen insan hikâyeleri sanki. Hiç bir şekilde popülizmin kaymağını ekmeğine sürmüyor, dolayısıyla bunu izleyiciye de ikram etmiyor. Doğal bir akış içinde bir gerçeklik olarak yaşatıyor. Taraf olmaksa izleyenin dünyaya ve siyasete bakışıyla ve kendini konumlandırdığı yerle ilgili. Ben tüm film boyunca hep insan odaklı izledim; çünkü ötesi bildiğimiz ve ülkemiz açısından olağan işlerdi; lakin yine de sürüklendim ve taraf oldum.

Ve filmin final sahnelerinde nefesim kesiliyor. Figürasyonun özellikle kalabalık sahnelerdeki yönetimini çok takdir ediyorum.

Pekmez rolündeki Eylül Ersöz'ün oyunculuğuna bayıldım. Görüntü yönetimi yukarıda altını çizdiğim gibi beni benden aldı ki görüntü yönetmeni Christos Karamanis'i ayrıca alkışlamak isterim. Hakim hanımda Selin Yeninci bir Türkiye gerçeğinin altını çizerken rolünde çok başarılıydı. Bense bilet indirimim artı her bilet alana verilen ve %20 indirim sağalayan Baydöner promosyonumla, güzel havanın ve çok başarılı bulmasam da yediğim dönerin, daha çok da anın ve gittikçe kalabalıklaşan AVM'deki hareketin tadını çıkarıyordum.

22 Kasım 2022 Salı

Çifte Kavruluyorum

Öncesi


2.Bölüm


Çıkıyorum evden, pazar günü sakinliği güneşle taçlanmış. Havada bahar tadı, gün elinden gelen her şeyi yapmış. Keyif adımları ile yürüyorum. Montum sırt çantamın askısından geçirilmiş, ayaklarım yerden kesik... Havalıyım!

O halde kahvaltımızı Sembol'de yapalım.

"Bir karışık su böreği lütfen."

"Bir de çay, küçük lütfen."

Kalitesini aşağı düşürmeyen keyifli bir mekân. Su böreği enfes, müşteri kalitesi her telden.

Güneşe çıkıyorum. Ağır adımlarla bu muhteşem günün tadını yudumluyorum. Kartıma yükleme yapıp turnikeden geçiyorum.

Tren gözüküyor. Vaktim var. İstasyona vardığında bana kalabalık geliyor. Aslında bu sorun değil lakin bu trenleri sevmiyorum ve koyveriyorum.

Banktayım, raylarla bir arada.

Ahh benim bu tren aşkım!

İşte günün kıyağı ben buna derim; çekik gözlüm, biricik Çinlim uzak virajdan görünüyor. Gelip de tam önümde duruyor. Üstelik sakin. Biniyor, önü geniş, iki vagonun ek yerine sınır, gidiş yönüne ters son koltuğa oturuyorum ve trendeki sakinlik maske takmasan da olur diyor bana.

Diğer vagonda cephesi bana dönük hoş bir kadın var. Aramızda mesafe olsa da gözlerimizi kaçırmak zorunda kalacağımız bir yüz yüzelik hali. Camdan dışarı bakıyor arada bir vagonun içine dönüyor, bu dönmeler esnasında niyeyse gözlerimiz buluşuyor. Sonra bir meşgale bularak ona yönleniyoruz. Hımmmm cep telefonu! Hanımefendi onunla meşgul. Güzel seçim. Ben de sırt çantamdan kitabımı mı alsam acaba? Yol boyunca camdan kafamı alıp içeri döndüğümde hep göz göze geliyoruz; parmakları boş, benim gönlüm dolu. Sonra gözler kaçıyor tabii ki. Epeyi durak sonra iki genç biniyor ve gelip de aramıza dikiliyorlar. Film orada kopuyor... sanırsak da çocuklar bir kaç durak sonra iniyorlar. Muhtemelen aynı durakta ineceğiz diye düşünüyorken ben, bir durak önce iniyor. Bu beklentisiz, bir hesabı olmayan, yola renk katan an da son buluyor.

Migros'dan klasik sinema alışverişimi yapıyorum ve dün akşam ne olur ne olmaz diye Sabırsızlık Zamanı için biletimi aldığım gişenin önündeyim.

"Tamirhane için bir bilet lütfen,"

Genç kadın gülümseyerek, sonuna bey eklemesi yaparak adımla hitap ediyor bana. Oysa ilk kez dün karşılaştık onunla.

"D-3 Lütfen."


Film başlıyor ve kafadan ele geçiriyor beni; bu filme yakışır diye düşündüğüm promosyon mısırlarım yanımda, Max'im de koltuk dirseğinin ona ayrılmış çukurunda.

Babamın tamirhanesine ilk gittiğimde Babıda'ylaydım ve 5 yaşındaydım. Bir ustası vardı, bir efsane. Rus Tevfik. O gün sıcak olduğu için çay tabağına dökülerek soğutulan oralet içmiştim. Sonrasında babam ustalığı bıraktı ve yedek parça mağazası açtı. Benim hayallerim başkaydı elbette... ama erken ölüm aslında çok kere yazdığım gibi benim de kaderimi çizmiş oldu. Önce okul tatillerinde, sonra başka hayallerimi yanımdan ayırmayarak gittiğim mağazalar, askerliğimin henüz başlangıç ayından itibaren benim dünyam oldu. Bir avantajım vardı, ben bir bukalemundum, bulunduğum ortamın şeklini alabiliyordum. Amerika'da okuyup televizyon yönetmeni olmayı hayal ederken ve bu yüzden askerliği aradan çıkarim diye düşünürken hayat irade koyarak yolumu çizmişti.

Yani tamirhane nedir, kitlesi nasıl insanlardan oluşur iyi bilirim.

Ağzından küfür çıkmayan, kırk yılda bir çıktığında arkadaşlarını şaşırtan ben, başlangıçta bu kadar küfür de ne dedim. Sonra bir kendine gel efendi diye de ayarı verdim kendime. Çok uzatmayacağım; ben bu filme bayıldım. Nejat İşler muhteşemdi, kısa görsek de Erkan Can muhteşemdi.

Yönetmen Erkan Kolçak Köstendil'e bayıldım. Açılış sahnesinde tepeden doksan derece inen sonra yola paralel kıvrılan açılış görüntüsüne bayıldım. Aynı zamanda senaryoyu da yazan Bülent Şakrak'a bayıldım. Boyanan Chevrolet'e bayıldım.

Çok güldüm. Finalde fena ters köşeye yattım ve devamı gelecek sinyali veren açıklama sahnelerini koymasalar mıydı acaba diye düşündüm.

Bir oyuncu keşfettim ki bence muhteşemdi: Engin Hepileri! Filmin umulmadık bir yerinde ortaya çıktı, kısa bir kaç sahnede göründü, ama beni benden aldı. Aynı şekilde kadın oyuncu Merve Dizdar da!

Bir çok izleyici tarafından absürt ve abartılı bir film olarak nitelenmesi mümkün.

Küfürlerden kaynaklı olarak da tırmalayıcı...

Lakin yine de film bendeki tüm bu halleri sıfırlamayı becerdi, duygu dünyama bir çentik atarak girdi, aklımı ayağa dikti, keyfimi zıplattı ve finalin ters köşesi ile de içimde alkış kıyamet kopmasına sebep oldu.

Tüm bunlara rağmen yine de şiddetle öneririm diyemiyorum; zevkler, okumalar ve renkler meselesi yüzünden!


Çok keyfile çıkıyorum sinemadan, iki Türk filmli nostaljik sinema eylemim mutlu ediyor beni. Film arası ise torpilli; bir saati biraz aşkın: İster gez dolaş, ister teras keyfi yap, istersen bir türlü ona has tatlısının adı aklına gelmediği için girmediğin Cookshop'da Mangolia ye, keyfine bak, diyor.

Fakat benim cebimde de iki adet Baydöner'de geçerli %20'lik indirim kuponu var.

Aslında Penguen'in terasında kahve içmeyi düşünmüyor değilim, lakin karnım aç gibi olsa da nasılsa acıkacak.

Bir saatim var ve bu kitabımı açıp, kahvemi alıp, manzaranın tadı eşliğinde yayılmam için yeterli bir zaman değil ki dönüşü sinema ve ikinci film olacak!

O halde Baydöner.

"Bir İskender lütfen."


Bu kez en çok gittiğim salonda, 6'dayım. Her zamanki koltuğum; onunla her hafta buluşsak da elbette özlüyoruz birbirimizi. Dün filme neden bilet kalmadığını ise anlamış durumdayım. Bugün toplamda 5 kişiyiz ki bu da fena bir sayı değil!

Diyarbakır'dayız. Film bana yazlık sinemada olsaydı keşke tadı yaşatıyor. İlk andan itibaren hissiyatım bu yönde. İki kardeş başrolü Pelin Batu ile paylaşıyorlar. Tatlı çocuklar. Bir sorun yok, güzel oynuyorlar ama daha tasarruflu kullanılsalar, bu kadar lafazanlıkla gözümüze sokulmasalar daha iyi olurdu gibime geliyor.

Yönetmen ve senarist Aydın Orak bu filmi hevesle ve iddia ile çekmiş eyvallah, samimiyetinden zerre şüphem yok. Lakin abi biz de literatürü yutmuş bir nesiliz. Hamdolsun elimizden geleni ardımızda bırakmamış, zor yıllarda sol geleneğin neyi var neyi yoksa üzerinden geçmişiz; o arada polisler joplarla, emir kulu mehmetçikler de dipçiklerle bizim üzerimizden geçmiş. Fakat sen abim bu filmde ondan olsun, bundan da biraz olsun demiş, havuz bekçisinin eline jop tadında sopa vermiş, çok daha iyisi olabilecekken, biraz izleyiciyi hafife alarak mı, desem, yoksa biraz da kör gözüne mantığıyla ama derin ve içselleştirilmiş bir sol kültüre sahip olmadan, geniş düşünce kalıpları ile değil de özele indirgeyerek, bir etnik kimliğe yaslıyarak, popülizm batağına ayak basmadan geçemeyerek ve klişelere sırtını dayayarak mı yapışmışsın bilemedim. Ve ayrıca farklı "etnik" kimliklere sahip biri zenginler tarafında olmak kaydıyla çocuklar üzerinden vurgulamaya çalıştıklarını da çok yadırgadım.

Lakin kötü film demeye dilim varmıyor ama hiç değilse öğretmen öğrenci ilişkilerini doğru kursaydın, idealist öğretmeni de bize başka cümlelerle ve daha nitelikli argümanlarla sunsaydın, ve müdür bey olarak da içi biraz daha dolu, üçüncü sınıf parodi düzeyinde bir oyuncu yerine iz bırakacak bir karakter koyarak bu iki eğitmenin öykünün önemli bir parçası olduğunu hissettirseydin, dedim.

Ve ekledim:

Bu kadar sebze katarsan bir çorbaya ve bunlar bir soruna parmak basmaktan ziyade slogan düzeyinde klişeler hissi verirse izleyiciye... İşte o film, yapmak istediğin mizah, tam anlamıyla çorba olur!



Ey Sevgili Okur!

İyi niyetle yapılmış, bir iddiası olan yönetmenin kendisinin çok beğendiğinden emin olduğum bu filmle ilgili olarak, aldatmaya yönelik hareketlerden hep kaçınan bu blogger kişisinin sözlerini senet kabul etme lütfen! Merak ettiysen bu filmi izle. Bu blogger kişisiyle aynı hisleri alsan bile, yine de iyi niyetli bu emeği anla, kusur bulma ve saygı duy, ellerin kızarıncaya kadar alkışla
.


20 Kasım 2022 Pazar

Tam Da Çifte Kavrulamıyor Mutsuzluğu Demişken...



Gözlerim Yaşarıyor


İki film kafamda net, eski usul bir takılma olacak, tıpkı iki film birdenli yıllardaki gibi. Elbette bu çakması; antrak kurmaca ve iki film arasında salon değişecek. Oysa o yıllar ne güzeldi. Televizyon yayınları henüz şehrimize gelmemiş, insanların ekonomik güçleri ailece sinemaya gitmeye yetiyor! Kabuklu kuruyemiş yemeyin lütfenli yıllar ve mısırlarla, alınan içeceklerle vur patlasın günler yaşanabiliyor. Yazlık sinemalarda masaların üzerine çekirdek ve Şam fıstığı kabuklarını yığmak, buz doldurulmuş metal kovalardaki yerel gazozlar bolluğunun tadını çıkarmak da cabası...

Senaryo hazır ve elimde. Sırt çantam tam tekmil. Önce Adem Usta'ya selam çakıyor, dilimlenmiş lavaşları yağlı bir porsiyon tavuk döner söylüyorum, bir de cacık. Aslında planım başkaydı ama oyalanıp da öğleni bulunca sürecin hızlanması gerekiyor. Tren, AVM, ve Migros. Hımmmm havuçlu ve tarçınlı mini kekler gözümün içine bakıyorlar, kıramıyorum. Tam buğdaylı mini bisküvilersiz olmaz, bir ince uzun boylu çikolata, Max olmadan asla ve su.

Gişede ve en sevdiğim gişecinin önünde ikinci sıradayım. Selamlaşıp hal hatır soruyoruz. Tamirhane'nin saatini kaçırmış durumdayım. O halde Sabırsızlık Üzerine için bir bilet lütfen. Genç kızın gözleri ekranda lakin gülümseyerek salonun dolmuş olduğunu söylüyor. "Ne diyorsun!" diyerek gülümsüyorum ve "gözlerim yaşardı," diye de sevincimin, tarihsel bir ânı yaşıyor olmanın tadını çıkarıyorum. Bu sevinçle kendime bir teselli ikramiyesi veriyor ve "Tim... Tim... Timsah için bir bilet lütfen," diyorum. Ekran açılıyor, ilk kez gireceğim bir salon ama koltuk sıraları alışkın olduğum gibi. O halde "D-3 Lütfen."


Klasik biçimde akan bir çocuk filmi. İki koltuk ilerimde çok tatlı iki minik kız var. Bilet sırasındayken anneleri ile birlikte önümdeydiler. İki arkadaş başbaşalar, anneleri film başlamadan kapıdan süzülüp son kontrollerini yaptılar ve onları kendi halleriyle bıraktılar. Bu tavırları çok hoşuma gidiyor. Kızlar bıcır bıcır, filmdeki anlara verdikleri tepkiler ve yorumları muhteşem, gülümsetiyorlar. Tam anlamıyla yeni nesil çocuklar ve harikalar, ve sanki evlerinde bir koltukta kadar da rahatlar. Antrakta salon keşfine çıkıyor, acil çıkış kapısının önünde incelemelerde bulunuyor yere uzanıp altından dışarıyı görebilme umudunu test ediyorlar. Film benlik değil, hatta arada çıkmayı düşünüyorum, sonra çıkıp da ne yapacaksın deyip bu terbiyesizliğe kısaca ayar verip, klasik çocuk filmi klişeleri ile takılıyorum. İkinci yarıda ritm biraz daha artıyor ancak beni şaşırtan bir şey yok, fakat final şahane; nereye varacağını biliyor olmama rağmen sürekli gülümseyen bir mutlulukla filme kapılıyorum, sevinç gittikçe yükseliyor, hiçbir şey beni şaşırtmıyor ama yine de çok eğleniyorum.


Aslında hayal ettiğim filmleri izlemiş olsaydım keyfi uzun zamandır girmediğim bir mekânda onun popüler ürünü ile parlatacaktım. Bir an Müze Kafe'de kapuçino desem de çabuk vazgeçiyorum. "Penguen'in terasında kahve?" diyor iç sesim; "hem hatırlatırım sırt çantanda kitabın var," diye de ekliyor. Bir an tavlanıyor gibi gözüksem de trendeyim. İçim Gar İstasyonu'nda inmek konusunda ısrarcı ama dinlemiyorum çünkü bugünün yarını da var hatırlatması baskın çıkıyor. O sırada bir de ışık yanıyor. Artık günü taçlandırmak mutlak. Bizim istasyondan çıkıyor, enfes akşamı keyifle yürüyorum. İstikamet net. Dış masada bir hoş hanımefendi mantısını bekliyor. Onu rahatsız etmemek için her zamanki cam önü masama oturmuyorum.

Şamlı muhteşem şefim masamı donatıyor!



Devam yazısı Çifte Kavruluyorum için buradan lütfen!

14 Kasım 2022 Pazartesi

Ey Erkekler, Kadınlar Gümbür Gümbür

geliyor, diyorum ya hep,

o bakımdan yani!

Ayaklarınızı denk alın!!!



Tıpkı eski zaman sinemalarındaki gelenek gibi İki film birdenli gün planım var. Filmgündemi'nde Klondike'ı gördüğümde çok gaza gelmiş ve şöyle bir yorum yazmıştım: "Klondike kesin izlenecek bir terslik olmazsa... Tamirhane de afiş asıldığından beri ilgimi çekiyor, duruma göre çifte kavrulmuş yapabilirim."

Evden bu fikirle çıkıyorum, öncesinde Şehir Müzesi'nde geçen hafta ertelediğim kapuçino hayalim var. Tren sakin, bir an maçın burada olduğunu düşünüyor, dönüş kalabalığı için endişe ediyorum. Ancak evden nispeten geç çıktım ve iki film birden yaparsam Müze Kafe'yi iptal etmem gerek.

Bu ikilem yol boyu kafamda dönüyor.

Hava yine muhteşem.

Yapraklarda ise sonbahar renkleri...


Cumhuriyet Meydanı'nı geçiyoruz. İkilemi henüz çözmüş değilim, derken içimdeki cevval olaya el koyuyor ve kararı netleştiriyor. Bu da aslında benim işime daha çok geliyor; Gar İstasyonu'na yaklaşırken ayaktayım ve iniyorum. Onca yıl sonra, ve son bir ay içinde ikinci kez Milano Pastanesi'ndeyim. "İki kesme lütfen."

Sonra ilave ediyorum, "Şehirdeki en iyi kesmeyi siz yapıyorsunuz."

Uzun yıllar önceden bir sevgili giriyor zihnime. Çok keyifli, heyecan verici ve coşkulu bir ilişki. 23 yaşında iki genç, kadın olanı İzmirli; taze bir İngilizce öğretmeni, üstelik tanışma kısmı kesişmeleriyle birlikte senaryosu sağlam bir film kadar ilginç.

O yıllara gidiyorum yürürken... Dışarıdan biri gibi hayatıma bakıyorum, bir kısa özet sunuyor zihnim bana...

Kesmelerle kitabım sırt çantamda, birlikte giriyoruz müzenin kadim ağaçlarla dolu bahçesine... Anıları şöyle usulca, incitmeden kenara bırakıyor ve o ilişki üzerine, Ne Güzeldi Oysa O, yazısı yazmayı hayal ediyorum.

"Bir kapuçino lütfen."


İlk öykü beni benden almış durumda. Gümüşsuyu, Rus Lokantası, gazete bayi, otobüs yazıhaneleri, sık İstanbul gidişleri ve Samsun dönüşleri için beklenen Ulusoy'un terminali ve tabii ki çift katlı Neoplan'larla birlikte bir başka keyif yılları... Ben kapuçino ve kesme ile bir anda kitabın dünyasında kaybolmuşken, önce çıktığı sandalyenin üzerinden kafasını uzatan, sonra bu adamla anlaşılabilir, diye düşünüp masanın üzerine çıkan, sonra kokladığı küllükte sigara emaresi bulamayınca beni güvenilir bulup masanın üzerine konuşlanan kankama ikramlarda bulunuyorum lakin o kesme ile pek ilgilenmiyor. Boynundaki kırmızı kurdeleye geçirilmiş kolyesi de pek şık.


Kitabı istediğim ikinci kapuçino ile birlikte bitiriyorum. Ödememi yapıp teşekkür ediyor, bu kez diğer kapıdan çıkıyor, Gar İstasyonu'na doğru yürüyorum ki filme üç saatten fazla süre var ve ben yanıma ikinci bir kitap almamış olmanın pişmanlığındayım.

Gar İstasyonu'nun sırtını dayadığı parkta biraz oturuyorum. Perona geçip treni bekliyorum. Bir durak geçip iniyor ve AVM'nin döner kapısının ardından güvenlikten de geçip Migros'a klasik sinema alışverişi için dalıyorum.

Kasadayım ve önümde bir hanımefendi var. Ürünlerinden biri indirimde lakin onun da Migros kartı yok. Kasadaki genç kadına "Benim kartımı kullanabilirsiniz," diyorum, hanımefendi teşekkür ediyor...

Paris Saint - Germain Academy etkinlik bölgesine bir mini futbol sahası kurmuş,  kızlı erkekli minikler, genç antrönerler nezdinde antreman yapıyorlar. Çok hoşlar ve bir süre izlememde sakınca yok, ayrıca vakti bozuk para gibi eksiltmem gerekiyor.

Şimdi sinema katı, gişenin önü ve genç kız. "Klondike," diyor, çok tatlı gülüşü ile; "Nasılsın?" diye soruyorum. D-3 biletim elimde. Kullanmadığım bir sürü kazanılmış promosyonum var ve onlardan birini kullanıyor, mısırları kapıyorum.

Ve teras; hava pırıl pırıl. Manzara zaten hep enfes.


Zamanı terasta güzel harcıyoruz, biraz da içeri geçip fuayede oturuyor, bizim filme girecek karakterleri anlamaya çalışıyoruz. İçeri alınma başladığında da bunda bayağı isabet kaydetmiş olmanın sevincini yaşıyoruz ki sayıca da fena değiliz. 20'yi bulmuş gibiyiz.


Reklamlar, o bu şu derken film başlıyor. Görüntüler beni benden almış durumda çünkü her biri özenle çekilmiş fotoğraf tadında. Yönetmen Maryna Er Gorbach izlediğim ilk filmiyle ve ilk kareleriyle bir mesaj veriyor; beni izlemeye devam edin! Bir köydeyiz ve iki kahramanımız var: Karı ve Koca. Uzun bir süreyi onlarla geçiriyoruz. İnceden bir mizah var; gergin filmi yumuşatıp sevimli kılıyor. Derken televizyon ekranında bir facia. Donbas'dayız, Ukraynalıyız lakin Ruslar'la işbirliği içinde ayrılıkçılar da var, arkadaşlarımız. Şimdilik bunlar bir kenarda durabilirler, biz Irka (Oksana Cherkashyna) ve Talik (Sergiy Shadrin) ile minik köyümüzde ineğimiz ve tavuklarımızla günlük rutin hayatımızı yaşayabiliriz derken, Irka, kanımız canımız Donbas'ımız ve Ukrayna'mız, diyor ve endişeli... Kanıyor.

Bizim 6 numaralı salon ise an itibari ile sessiz, filmden hoşnut olunmadığını hissediyorum. İzleyicide bir hayal kırıklığı var ve bu salona hızlı bir bulaşıcılıkla yayılıyor. O zaman çoğunluk psikolojinden yola çıkarak bende bir sakatlık var diye düşünmeye başlıyorum. Oysa ben çoktan  kadın oyuncuyu görür görmez filme bayılmış, bitmiş durumdayım. Hakeza Talik de tatlı adam, radikal bir tutum içinde değil daha pragmatist. Irka tepki verse de Talik'e onu anlıyor, varlığından mutsuz değil, izleyici de eminim ki sempatik buluyor.

Önümdeki çok tatlı, çok genç sevgililer telefonları ile oynamaya çoktan başladılar, sol arka çapramızdaki, fuayede biraz sohbet ettiğimiz anne oğul büyük olasılıkla çıkacaklar. Sayının onlarla sınırlı kalmayacağını da hissediyorum. O sırada ilk yarı pat diye bitiyor, bir an zaman ne çabuk geçti, diye düşünüyor, sonra iki saatlikti film diyor, reklamları düşüyor kalan süreye bakıyorum ve hesap ettiğimde filmin ilk yarısının bir saati bulmadığı sonucuna varıyorum.

Kestiler filmi sanıyor, sinemayı yazımda yerden yere vurmayı planlıyorum. Müthiş bir kızgınlık var içimde. Oysa nasıl bir keyifle seyrediyordum.


O kızgınlıkla çıkıp yemeğe gitmiyorum tabii ki. Cebimde sinemadan verilmiş, Baydöner'de kullanacağım bir indirim kuponu var, üstelik %20 oranı hiç fena değil. Bayıldığım filmin ikinci yarıda  tırmanacağından neredeyse eminim; o halde sinema sonrası bir keyif mutlak.  İçimden yönetmene ne övgüler diziyorum. Simgesel vurgularına hayranım. Alt yazılardaki hangi dilden olduğunu belirten, aslında ayrımcılığa ve asimilasyona vurgu yapan eklemelere bayılmış durumdayım.

Kadın eli değdiği nasıl da belli!

Filme katılan çok özel yurttaşlık bilinci, kadın duyarlılığı, olan bitene isyan, bilinçli bakış ve vatanseverlik sosları o kadar lezzetli ki çoktaaan beni ele geçirmiş durumdalar. Kalbim Donbas olayları sürecinde de şimdi de onlar için atıyor. Rus, Çeçen işbirliği ve yerli işbirlikçilerin çevirdikleri dolaplar üzerinden oluşmuş birikimim üzerine ise aynı zamanda senaryoyu yazan Maryna Er Gorbach, bu filmle bir kat daha çıkıyor.


Derken daha aksiyonlu muhteşem bir ikinci yarı başlıyor.  İlk yarıda verilenler biraz daha olgunlaşıyor.  Fikir sahibi yapıyor. Altını çizdiği bir önemli nokta da var aslında: Ortaya koyduğu sorunların dünyanın farklı coğrafyalarında yaşandığının altını da çizmiş oluyor.

Ve bence düşünen izleyiciyi bir adım daha ileri taşıyor ve evrensel bir mesajı, süper güç olarak adlandırılan ülkelerin birbirinden farkı olmadığını, küçükleri baskılayarak ciddi bir asimilasyon makinesinde kıyma yaptığını çok güzel bir sinema diliyle ve karakterlerle dünyanın gözüne sokuyor.

Bense olağanüstü bir tatla koltuğuma yaslanmışken Edebiyat Hocam'a bir kez daha şükranlarımı yolluyorum. Giriş, gelişme, sonuç üçlüsü ne kadar işe yarar bir bilgi olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.  Erken çıkanlar için çok üzülüyorum. Bütün soruları yanıtlayan müthiş bir ikinci yarı ve filmin simgesel vurgusu olağanüstü, geniş planları muhteşem, sinema dili dinamik ve güzel oyunculuklarla tatlanan muhteşem finalinde koltuğumda çakılıp kalıyorum.

Biz salonu terk edenlerden arta kalan dört kişi toparlanırken, benimle aynı sırada oturan genç adama soruyorum: Filmi beğendin mi? "Beğendim," diyor. Ön sıramdaki daha genç ve çok tatlı çifte soruyorum ki tahminim var aslında, telefonla oynadıklarını fark ettiğimden beri... Beğenmediklerini söyleyerek, gülümsüyorlar.

Olağanüstü bir finalle taçlandırıyor filmini Maryna Er Gorbach. Oksana Cherkashyana'nın oyunculuk performansı son sahnede doruk yapıyor. Irka'nın verdiği mesaj muhteşem... ve göz yaşartıcı!

 

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP