la paragas magazin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
la paragas magazin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Haziran 2009 Çarşamba

Hiç Unutulmayacak Güzel ve Mutlu Bir Akşamdı...

Ailenin yakışıklı sırıklarından iki numara Alp'in mezuniyet törenindeydik geçen cuma... Çok şahane bir mezuniyet töreni olduğunu belirtmeliyiz öncelikle... ve bu törenin daha özel anlamı da şuydu: Bu öğrenciler, bu taze Anadolu Lisesi'nin ilk mezunlarıydı... Okulun bahçesinde beyaz örtüler ve giydirilmiş sandalyelerin yarattığı görüntü çok güzeldi... Özellikle gün batımına denk gelen saatler olduğu için yer yer gölge ve güneşin oynaştığı alan; zarif konuklar ve günün heyecanıyla uçuşan kelebekler misali bir görüntü sergileyen öğrenciler, soğuk ve statükocu görüntüden uzaklaşmış okul binasının mimarisi çok güzel bir şıklık yaratmıştı. Bir mezuniyet töreninde değil de soylu bir şatonun bahçesinde verilen bir yaza merhaba partisindeydik adeta...

Üzerlerine kuru yemiş ve kuru pasta servis edilmiş masalardan protokole yakın ve en ön sıradakilerden birine oturduk; mezunun annesi, bu satırların yazarı muhabirimiz, ünlü ressam Naz hanım ve babaları... Bütün bu güzel ambiyansın yaratıcısı anne, kardeş ve ingilizce öğretmeni, her zamanki gibi çok şıktı, Naz hanımı söylemeye zaten gerek yok...

Tören; saygı duruşu, İstiklal Marşı ardından okul birincisi, okul müdürü, ilçe milli eğitim müdürü ve ilçe kaymakamının konuşmalarıyla başladı... Bu konuşmaların ardından ilk üç dereceyle mezun olan kız öğrenciler ve aileleri takdim edilip ödülleri verildi. Erkek öğrencilerden biri ödül alsa bu sıra dışı bir olay olurdu ki aynı gün içinde bu farklı mezuniyet töreninin yarattığı güzel atmosferle birlikte iki sıra dışı olay fazla gelebilirdi...

Masalarımıza tatlılar servis edilirken, İlim Yayma Vakfı mutfağında hazırlandığını ve hafta sonu üniversite sınavı gözetilerek okunup üflendiğini öğrendiğimiz pilav ve etler servis edilecekleri masaya doğru giderken, önümüzdeki geçişleri esnasında saçtıkları kokuyla çok güzel ve lezzetli olduklarının sinyalini verdiler. Bu esnada, yapılan anonsla birlikte okulun giriş kapısından - çalan 10 yıl marşı eşliğinde- kızlı erkekli, cüppeli ve kepli öğrenciler çok güzel bir tempoyla ve müziğin akışkanlığında bir hızla çıkarak, kapının iki yanındaki verandada sıra oldular... Görüntü gerçekten hoştu! Görüntü alabilmek için orada bulunan basın ordusunun kalabalığını yararak, kendilerine uygun açılar yaratan kameranımız ve foto muhabirimiz çok güzel görüntüler aldılar...

Kep atma için geri sayım başladığında, okulun giriş kapısının üstündeki balkona konuşlanmış öğrencilerin balonları aşağı yollamasına konfetilerde eşlik edince, havaya fırlatılan keplerle birlikte çok hoş, çok güzel, çok coşkulu bir an yaratılmış oldu...

Bayrak devir teslimi törenin ardından ki bu sahnede yer alan, üç kişilik tören kıtasındaki Alp'in duruşu, disiplini ve bıyık ucu bir mizahla beslenmiş ciddiyeti görülmeye değerdi.

Sürekli olayların akışını izlemek zorunda kalan muhabirimiz, her ne kadar masadaki yiyeceklerden yararlanamasa da, başkentin çok iyi ve ünlü bir okulunda başladığı kariyerini oğlu nedeniyle bu okulda tamamlamak isteyen, okulun en ''tehlikeli'' ve ülkenin en ödüllü ingilizce öğretmenlerinden Beran Hoca torpiliyle pilavın keyfini çıkarabildi... Hakikaten şahaneydi pilav; onca çoklukta bu kadar lezzetli bir etli pilav yapabilen ahçıyı da yeri gelmişken kutlamak gerek...

Ve töreni çok güzel sunumlarıyla başarılı bir şekilde idare eden sunucu öğretmen tarafından öğrencilerin mezuniyet belgelerinin verilmesi anının geldiği anonsu yapılınca; bizim için de, belki de gecenin en önemli sahnesini kaçırmama telaşları başladı. Fotoğrafları çeken muhabirimiz Naz Özsamsun ve kameraman buraneros, bu an için uygun açıları tespit edip sahnenin o noktasına kadar sızmak için yaptıkları planları son kez gözden geçirerek, olay mahalline hareketlendiler. İlk sınıfın belgeleri verildikten sonra bizim için heyecanlı dakikaların başladığı anons geldi; sıra Alp Özsamsun'un sınıfındaydı. Öğrenciler yarım ay şeklinde yerlerini aldıktan sonra, Alp Özsamsun'un mezuniyet belgesini vermek üzere ingilizce öğretmeni Beran Hoca davet edildi. Uygun açıdaki kameramız masadan kalkıp yürümeye başlayan öğretmeni kaydetmeye başladı... Basamakları çıkarken ki heyecanı gözlerinin pınarlarında görülmeye başlamıştı Beran Hoca'nın... Merdivenleri başı dik, kendinden emin bir şekilde çıktı. Öğrencisi Alp karşısına geldi. Uzatılan mezuniyet belgesini alan Beran Hoca belgeyi öğrencisine kısa bir tebrik konuşmasıyla verdi. Sonra, elini sıkıp iki yanağından öptü. Ve sonrasında, öğretmen sorumluluğu ile iç içe geçmiş bir duygunun hakimiyetindeki o anda; ana oğulun tebrik sahnesi ve sarılmaları muhteşemdi... Etraftaki tüm öğretmenlerin ve öğrencilerin gözlerinde yaş tanecikleri, çok ulvi bir an yaşadığımız duygusunu katmerledi... Ve bence, en şahanesi: Bu sarılmanın ardından, çok spontane ve o an gelişen, daha doğrusu bizim hesap etmediğimiz ve düşünmediğimiz bir şekilde, oğulun bu sene çok çektiği ve sohbetlerimizde ''bir ingilizce öğretmenim var ki vay bana'' dediği öğretmeninin, yani annesinin elini öpmesiydi... Gerçekten herkesin tüylerini diken diken eden; ve çok samimi alkışlar ve göz yaşlarına sahne olan şahane bir andı...

Bu an'ın ardından bütün aile tek tek çocuçuklarını tebrik ederken, babanın gözyaşılarını bastırma anı ve duygu yoğunluğu da gözden kaçmadı.

Tüm belgelerin verilmesinin ardından küp kırma yarışmasına geçildi... Sınıf başkanı sıfatıyla yarışmaya katılan Alp' i izleyen kameramanımız ve foto muhabirimiz hiç bir basın mensubunun alınmadığı bu bölgeye girmeyi başararak, en güzel görüntüleri akıp giden zaman için kayıt altına almayı başardılar... Ama baklavayı ne yazık ki, az önce yaşadığı duygusal ortamın etkisinden kurtulamayan bizim çocuk kazanamadı...

Mezuniyet pastasının dağıtılması, gençlerin önce kolbastı sonra değişik danslar yapmasıyla süregiden tören, Alp'in hayranlarının birlikte fotoğraf çektirmek için oluşturduğu kuyruğun sona ermesi ardından havai fişek gösterileriyle son buldu... İzlediğim en güzel mezuniyet töreniydi; ki geçen yıl ilk sırık Mussano'nun mezuniyet töreni şehir kulübünde olmuştu, her şey çok güzeldi ama okulun bahçesinde bir parti havasında gerçekleşen bu törenin sıcaklığı olamamıştı onda... Öğrenciler yemeğe geçip kendileri kutlarken geceyi; veliler, çoktan evin yolunu tutmuştu... Bu; şehirde ilk kez bir okulun mezuniyet töreninin görkemli otellerin balo salonlarından alınıp okulun bahçesine taşınmış haliydi ve çok başarılıydı... Bu fikri yaratıp organizasyonu yapan kişinin bizim aileden olması da gurur vericiydi... Beran Hoca geceye damgasını basmış, başta müdür baş yardımcısı hanımefendi olmak üzere herkesin ortaya koyduğu çabayla birlikte, tıkır tıkır işleyen bir organizasyonun keyfini yaşatmışlardı hepimize... La Paragas olarak kutlarız kendilerini...

Daha sonra tören alanından ayrılan aile ve Alp'in bir kaç arkadaşı, kişisel kutlamaları için Yelken Kulüp'e doğru yola koyuldular... Denizin hemen kenarında şahane bir masayı az sayıda, ama çok keyifli yiyeceklerle donatan aile, sahnede çalan iki erkek bir kadından oluşan müzisyenlerin şahane ve dozunda şarkıları eşliğinde ve benzerlerine çok az rastlanan bir keyifle rakılarını içerken çok mutluydular. Hava tatlı bir esintiyle yalayıp geçerken ortamı; ay ve gece ve denizin üzerindeki teknelerin salınımları, kıyıdan denize yansıyan ışıkların kıpırtılarıyla sarmaş dolaş yakamozların yarattığı tablo şahaneydi.

Fotoğraflar: Naz

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Naz Özsamsun Görkemli Bir Törenle Doğum Gününü Kutladı

Ünlü ressam Naz Özsamsun; önceki gün, yani 11 mayısta başlayan doğum günü kutlamalarına dün akşam ailesinin ve Ukrayna'dan gelen konukların katılımıyla gerçekleştirilen ikinci törenle devam etmiştir.

İlk kutlamalar ''Galeri Sınıf''ta olup sanat dünyasının ünlü konukları en şık önlüklerini giyerek hazır bulunmuşlardır törende... Muhabirimizin bildirdiğine göre, Galeri Sınıf'ın değişik köşelerinde peçete ile tutulmuş bardaklarda kola, gazoz, fanta benzeri içecekleri ellerinde; servis edilen kanepelerin tadlarına bakarken, çok derin entelektüel sohbetler yapan insan öbeklerine rastlamak mümkün olmuştur.

Küçük aperitiflerle başlayan kutlamada, doğum günü pastanın kesilmesinin ve afiyetle yenmesinin ardından sanat dünyasının ünlüleri; biraz da aldıkları kola, gazoz, fanta benzeri içeceklerin de etkisiyle, usul usul o ağır havalarından kopup sonra kelimenin tam anlamıyla kopmuşlardır.

Dün akşamki kutlamalar, çalışmalarına ara verip kış tatili için İstanbul'da bulunan ünlü hukukçu, cam boyama ve diğer türlerde resimleriyle ünlü, yazılı bir tiyatro eseri ve hikaye kitabı bulunan dedenin ve yeryüzündeki en iyi kalpli ve zarif insanlardan babaannenin katılımı için bir gün sonraya ertelendiğinden yapılmış olup onların ve Ukraynalı konukların renk katmasıyla çok nezih bir akşam olarak anılara kaydedilmiştir.

Akşam, usul usul gelmeye başlayan aile efradının hediyelerini takdim etmesinin ardından; Naz Hanım gelen elbiselerden babaanne seçimi, boyundan askılı, sırtı açık, göğüs dekolteli ve buram buram yaz kokanı hemen üzerindekileri çıkarıp giymiş; yine aynı elbise ile kombin edilmiş bilekten bağlı çok şık sandaletini ayağına geçirmiş, ayakkabının bağlanmasını görevini de dayısına vermiştir. Tabii bununla da yetinmeyen Naz Hanım, içeriden uygun bir kolyeyle geri dönmüş ve en ikna edici tonda bir ifadeyle sırtını dönüp''Dayı bunu takar mısın,'' demiştir. Daha sonra pusuya yatıp hedefini gerçekleştirecek an için, her cümleye kulak kabartan Naz Hanım ilk cümleyi yakalayarak, annesinin ''Kola alın,'' sözüne atlamış, o halde sokağa çıkmasına razı gelmeyen dayısına, ''Ben giderim dayı,'' diyerek, şahne bir uyanıklıkla dekoltesini kapatacak bir üst yakıştırıp mahalle içindeki görkemli tören yürüyüşünü gerçekleştirmiştir.

Daha sonra, kız kardeş eseri muhteşem sofraya geçilmiş; her meze ve yemek, hım hımm sesleri arasında büyük bir keyifle yenmiştir. Konukların bazıları şarap tercih ederken, bazıları rakı keyfi yapmıştır. Çın çın faslına ellerindeki kola, gazoz ve fanta bardaklarıyla katılan küçük fertlere fazla kaçırmamaları, biraz da yemekleriyle ilgilenmeleri konusunda gerekli uyarılar hiç ihmal edilmeden yapılmış, ama onlar her zamanki gibi bildiklerini okumuşlardır. Masada ki çocukların en fırlama yemekteyiz geyiklerini bize ayrılan satır sayısı yüzünden yazıp da limit aşımı yapmak istemiyoruz. Akşam yeteri kadar aşıldı zaten; özellikle yemek konusunda.

Şahane pastanın kesiminin ve afiyetle yenmesinin ardından, prensiplerinden ödün vermeyen ve düzenli yaşamayı kendine ilke edinmiş sanatçı; herkesle öpüşerek dinlenmek üzere odasına çekilmiştir. Tırtıl Bey de uyuma vakti geldiğinden töreni 22 dolaylarında terk etmek zorunda kalmış ve bu süre zarfında da esprileriyle kutlamaya renk katmıştır.

Aslında yazı dizisine çevirebilecek geceyi magazine pek yüz vermeyen entelektüel çevrelerden eleştiri almamak adına kısaltarak, yayın kurulumuzun da onayıyla bu kadar yayımlıyoruz. Kamera arkası görüntülerin keyfini de kendi aramızda çıkarıyoruz.

Bu vesileyle; kendisiyle ilgili tüm yayın haklarının tüm büyük medya kuruluşlarının hala süren ısrarlı ayartma çabalarına ve büyük para tekliflerine rağmen bizde olduğunu hatırlatıyor, sırf bu büyük medya kuruluşlarının görüntüleri aşırıp kendi yayın organlarında yayınlanmamaları için haberin sıcaklığı geçene kadar, fotoğrafları yayımlamıyoruz. Okuyucularımızdan da, o sermaye medyasında çamur at izi kalsın mantıklı çıkabilecek; ''Fotoğraflar öbür makineda kaldı, öbür makinada orada... Oradakiler de şu saat itibariyle; dershane, okul, ora bura,iş güç dağıldı, bu yüzden bir haber koordinasyonunu bile beceremiyorlar; yazı yazıp görseller için bir sürü bahane uyduruyorlar, '' gibi haberlere itibar etmemelerini rica ediyoruz.

Tüm La Paragas ekibi olarak: Sevgili Naz Özsamsun'a daha nice yıllar diliyor, doğum gününü en içten sevgilerimiz ve başarı dileklerimizle bir kez daha kutluyoruz. Sizi çok seviyoruz Naz Özsamsun....

Flaş haber, bir son dakika gelişmesi: Doğum günü esnasında yakaladığımız bir röportaj anında muhabirimizin, ''hayranlarınız yeni resimlerinizi bekliyor, var mı bir şeyler?'' sorusuna Naz Hanım: ''Evet dördüncü resmim tamamlandı, beşinci de bitmek üzere demiş; ve ayrıca haziran ayı başlarında AKM'nin bir salonunda karma bir sergilerinin olduğunu belirtmiştir. Dördüncü resmin fotoğraflarını çeken arkadaşlarımız şu an onu yayına hazırlamaktadırlar, bütün çabamız Naz Özsamsun hayranlarını daha fazla bekletmemek içindir. Muhtemelen bugün, gün ortasında hayranlarıyla buluşacaktır bu şahane resim.

La Paragas Magazin Servisi

1 Mayıs 2009 Cuma

Sln'in Fotoğraf Yazısını Okuyunca Aklıma Geldi

Sevgili Sln'in fotoğraf yazısındaki ''Fotoğraf çektirmek çoğu insan için kabustur.'' cümlesi ve anlattığı vesikalık fotoğraf çektirme hali, bana tanık olduğum bir olayı hatırlattı ki bunun ötesinde bir durum var mıdır bilemiyorum. Bilenlerden duymak isterim açıkcası...

Sln'in hikayesindeki gibi çekim öncesindeki fotoğrafçı yönlendirmesi ve o durumun üzerimizde yarattığı tedirginlik ve ne yapacağını bilememe hali bir çoğumuzda vardır. Hayatımızda yeri olmayacak insanlara giden belgelerin üzerinde ve dosyalarda kalacak, ya da kırk yılda bir ve gerektiğinde gösterilecek kimlik kartları üzerindeki bu fotoğraflar; o kartları gösterme anında fotoğrafın aslı da orada olacak olmasına rağmen, güzel çıkma arzusu, farklı dozlarda da olsa hepimizi sarıp sarmalaşmıştır. Bu hâl üzerine ''Fotoğrafı çekilecek olanın fotoğraf çektirme anındaki korkusu'' adıyla, şu kalecinin penaltı anındaki korkusu benzeri bir kitap bile yazılabilir sanki.

Klavyeyi eline aldımı sadede gelene kadar elli viraj dönen ben, bu kez daha fazla uzatmadan, Sln' in yazısından yola çıkarak anımsadığım olaya geleyim hemen. Bütün bu ortalama insan kaygılarını bence oldukça aşan bir durumdur ki tanık olduğum; bu güne kadar onu aşabilecek olanını yaşamamış ben, bundan sonra da yaşayacağımı sanmıyorum.

Günlerden bir gün, '' Zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadının'' butiğindeyken; onun en has müşterilerinden bir anne ve iki kızı koştura koştura geldiler. Haftanın üç günü alışveriş yapan bu ailenin babası harbi bir '' baba'' olduğundan, bu nedenle değirmenin suyunun kesilmesi gibi bir olasılık da söz konusu olmadığından kızlar saçlarının rengine, gözlerinin rengine, havanın rengine, arabalarının rengine, olmadı değiştirdikleri odanın rengine göre kıyafetler alabiliyorlardı. İkisi de güzel, küçüğü büyüğünden daha uzun boylu ve daha güzel bu kızlar, bahsettiğim gün, iki gözleri iki çeşmeye yakın, dünyalarının sonu gelmiş bir halde düştüler mağazadan içeri...

Kuaföre yetişeceklerini söyleyip, kelimelerini telaşın tonunda dizerek, mevcuttaki hallerinden ziyade ilerideki saatlerde kuaförde renklenip şekil bulacak saçlarına ve makyajlarına uygun kıyafet bakınmaya başladılar. Genelde müşterileri zevkine çok güvendiklerinden, özellikle de kendini çok beğenip çok sevdiklerinden dolayı, bir anlamda onların imaj danışmanları gibi de hareket eden ' zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadın', bir yandan kızların telaşlarını dindirmeye çalışırken, bir yandan da onların hayallerine yardımcı olmaya çalışıyordu.

Mağazadaki kızlar kıyafet çıkarmaktan bitap düşmüşlerdi ki, ' zamanı eskimiş mektubun satır aralarında kalan kadın' dayanamayıp sordu: ''Ya kızlar belli ki saçlarınız yeni yapılmış, makyajlar gayet güzel, üzerinizdekiler de...Günün bu saatinde nereye yetişeceksiniz allahınızı seversiniz?''

Anneden gelen yanıt benim kopmama yetti. Efendim durum şuymuş: Kızlar süslenip püslenip bir gün önceki alışverişte aldıkları kıyafetlerini giymişler, saçlar başlar ona göre yapılmış, boyanmış, makyajda kullanılan renkler ona göre seçilmiş. Kuaförden çıkılıp fotoğrafçıya gidilmiş. Güzelce vesikalık fotoğraflar çekilmiş. Benim olaya tanık olduğum saatte, fotoğraflar fotoğrafçıdan alındığında kızlar nerdeyse düşüp bayılacaklarmış, dünya üstlerine yıkılmış, iki gözleri iki çeşme vesikalık fotoğraflarına bakıp ağlıyorlarmış. Hiç beğenmemişler fotoğraflardaki hallerini. Ve o gün ikinci vesikalık fotoğraf çekimi içinmiş bütün telaş, yeniden onca alışveriş ve kuaför... Fotoğraflar nereyeymiş derseniz: Okullarına verilecek şimdi ne olduğunu hatırlayamadığım sıradan bir belge içinmiş!

25 Nisan 2009 Cumartesi

Blog Party !..:))


Bir cumartesi akşamı sevgili Evren'le yazılarımıza karşılıklı yorum yazarken ve tesadüfen ikimizde kafa çekiyorken; blog üzerinden biraz da sohbet etmiştik. Bir içki tarifinden yola çıkarak gelişen yorumlaşma sırasında, onun Bir Dileğim Var yazısına yapılmış yorumlardaki neşe üzerine bir fikir atmıştım ve aramızda şöyle bir diyalog gelişmişti:

''Baharın etkisi midir bilmem ama bir gülümsemedir gidiyor her yerde... Hatta bir kaç gün üst üste gülümseme ikonları eksik gelen mailler bile bugün şakıyor. Raglalasak mı hazır toplanmışken:))''deyince ben; ''Kesinlikle raglalasak diyorum buraneros, (mı) sı fazla olmuş:)) Saatlerimizi ayarlıyalım mı ne dersin:)))'' diye yanıtlayınca Evren. Ben de, o anda biraz da espri olsun duygusuyla ''gelenek olup, bloglar üzerinden blog partileri düzenleniyormuş bir bakıyorsun:)) diye yanıt vermiştim. Evren buna katılıp şu ilaveleri yapmıştı üzerine: ''Harika olur düşünsene evindesin, istediğin müziği dinliyorsun, üstünde ne olup olmadığı bir tek seni bağlıyor... nasıl içtiğinde... alabildiğine yalnızsın, alabildiğine kalabalık o anda...''

O günden beri bu konuyu, daha doğrusu fikri yazmak konusunda düşünüyor ama uygun ortamı bulamıyorum. Şimdi akşam üzeri güneş dağların üstüne yaklaşmış, çekilme hazırlıkları yaparken, papatya tarlası bahçede tahta masalardan birine oturmuş usul bir birayla akşamın tadına varırken yazasım geldi. Kısmet bugüneymiş demek.:))

Her ne kadar bir Zihni sinir projesi gibi dursa da, şakayla ortaya çıkmış olsa da bu fikir; sonuçta, hepimiz yorum sayfalarında bazen sohbet tadında karşılıklı üç beş kelam ediyoruz. Bu olay da onun haftasonu yalnızları için daha gelişkin bir versiyonu olabilir di mi?:))

Nasıl olur bu iş? sorusuna yanıt olarak aklıma gelen yöntem şu: Parti sahibinin blogunda o gün açacağı parti sayfasında davet saatinde toparlanıp, davetin olduğu saatten itibaren laf lafı açar bir sohbet yapılabilir. Ya da bir konu saptanıp onun üzerinden lafa girip, taa nerelere gidilebilir kimbilir:)) Kimi partinin sonuna kadar kalır, kimi isterse şöyle bir uğrar gider. Partinin sonunda ev sahibi isterse ortalığı siler temizler. İsterse de partinin izlerini alır saklar.

Şakayla karışık bir sohbette ortaya çıkmış bu fikri bugün tartışmaya açıyorum.:)) Eğer; '' ya hakikaten olabilir!'' derseniz, fikirlerinizle katkı yapıp konuyu daha da olgunlaştırabilirsiniz. Keyifli partilerde görüşürüz umarım:)) Belki ilerde yapılabilecek canlı partilere vesile olur, kimbilir:))

Diyalogun tamamı için Bir Dileğim var adlı yazının yorum kısmına bakabilirsiniz:))

13 Nisan 2009 Pazartesi

Şezlong Pozisyonu...16+


Herşey Aşağıdaki Linkte...Lütfen Oradan Buyurun

İçinde şezlong pozisyonu geçen bir önceki yazıdan sonra hit sayımızda olağanüstü bir artış olunca; gelenler eli boş dönmesinler, zamanlarını heba etmesinler google aramalarında diye dün, La Paragas yönetim kurulu olağanüstü toplanarak bu konuya bir çözüm üretti. Binbir emekle, arayıp tarayıp, bir sonuca ulaşamadan dönmesin diye okuyucu,  tüm olanaklarını seferber ederek yaptığı araştırmalar sonucunda, bu vatanın evlatları için çok yararlı bir hizmete imza atmaya karar verdi. Meraklarınızı dindirip huzura ermenizi sağlayacak çok faydalı görüntü ve yazı için: Lütfen buradan buyurun.

12 Nisan 2009 Pazar

Abiyi Allah Korusun...


''Büyük'' gazetelerden birinin haberine göre , cinsel hayatlarına renk katmak için bir arkadaşlarının hediye ettiği kitaptan, yani Kama Sutra'dan ''şezlong'' pozisyonunu deneyen bir çift hastanelik olmuş.Asparagas olması muhtemel böyle bir habere La Paragas Magazin Servisi olarak uzak durmamız mümkün olamazdı... Uzun süredir elimizde mevcut fotoğrafa alt yazı aramaktaydık ,demek kısmet bu habereymiş ! Bir de şuraya bakın isterseniz...

Haber Kaynağı
Resim:Videlec.org

6 Nisan 2009 Pazartesi

Az Önce Evlenme Programından...

Meşguliyetler arası bir yandan televizyondaki evlilik programına göz atıyorum. Bu, Fox TV'deki... Daha arabesk, daha baharatlı olduğu için, öteki programa göre daha farklı yelpazede insan manzaraları sunuyor. Bir de, çok sayıda insanı, fabrikasyon usulü evlendirmeyi övünç sayıyorlar ya! Sunucuları da birbirleriyle kombin giyiniyor.

Hatta bugün, bir yarıştırmacı(!) hatun kişi; ki, kendisi çok şükür herşeyi bilen bir dünya güzeli, hep birlikte Okan Bayülgen'e giydirdiler.

Ve hatta ''müslüman kanallardan'' bu programa terfi eden, Karagümrüğü yakan şair sunucumuz Beyülgen diyerek, çok damardan ve ince bir gönderme de yaptı.

Ve hatta kendilerinin yaptığının ne kadar ulvi bir görev olduğunu basbayağı yaldızlı cümlelerle anlattı, Okan'a giydirirken.(Sanırım Okan Bayülgen medya arkası yapmış bunları... )

Bir de öteki evlilik programından bir nedenle yollananlar var ki; bu program tarafından kapılıp, yeniden vitrine çıkarılıyorlar.

Şöhretler dünyamızın bu yeni starları, en evlenilesi adaylar olarak bu kez, bu programın en evlendirme programı olduğuna övgüler diziyorlar, yalakalık paçalardan akıyor.

Öteki tarafta da o programa ne övgü cümleleri kurduklarını sanki biz en evlendirme programlarının en sadık izleyicileri olarak bilmezmişiz gibi.

Lan diyesim geliyo bazen, ''biz kaçın kurrasıyız'' r'nin üstüne basa basa üstelik... Öteki programda da göz göze bakıp, diz dize oturmadık mı? Bize de mi lo lo...

Öteki programda ürkekliklerini atıp daha kendine güvenir oldukları, bir de bu program tarafında reyting artırıcı şöhret muammelesi gördükleri için iyice artmış egolarını izlemek acayip keyifli; ve hatta acayip neşeli. Ben seviyorum valla...

Az önce bir kadın çıktı mesela programda; uzun boylu, sarı saçlı, izleyicilerin ve sunucuların Müşerref Akay'dan başlayıp, Nurseli İdiz'e kadar uzarken arada adlarını sayamadığım, daha doğrusu hatırımda tutamadığım bir sürü ünlüye de benzettikleri; düğün, nişan organizasyonları işi yapan, yetişkin bir kız evladı olan ve hatta yaşını göstermediğini sanan, çıpçıtır, taptaze işletmeci bir kadın. Ki, krizden dolayı işlerine ara vermiş ve hazır boşluk yakalamışken de işlerden, şu evliliği aradan çıkarim demiş; zannımca...

Zaten kendini güzeller güzeli ilan ettiği duruşundan ve sözcüklerinin tonundan belli olan bu hanım abla, şöyle sıraladı isteklerini: Evi olan, uzun boylu, yanına yakışacak, adam gibi adam ve sevmeyi bilen biri... Ben ablaya güvenerek, bu tavrın, aslında kendini kurtarma eylemi olduğu düşüncemi fesatlığıma verdim.(ki genelde sonradan borçları falan olduğu çıkıyor ortaya)

Ama sevmeyi bilen kısmına takılan ve benim tüm engelleme çabalarıma rağmen durduramadığım içimdeki pis anarşist, bir sürü lafı yapıştırdı: ''Sen sevmekten ne anlıyon abla? Sen kendin sevmeyi bilion mu? Sevmek nasıl bir tarif senin için abla? İçinde neler olması gerikiyo? Mesela, para olsun mu herşeyden çok, he abla? Yoksa, hani işlerde kesatken, hani bende de bu güzellik varken mi dedin abla? Yoksa ben mi fesatım abla? Hani sevgi yakınlarda bir yerlerde yoktu da tv ekranından açık artırmaya mı çıktı abla? Gelecek taliplerin içinden en sevgi dolu olanı mı, yoksa en parası olanı mı seçecen abla? Bak bekliyoruz merakla..." diyerek daha da uzatacaktı ki işi, "yeter sus!" dedim, "duymaz abla" ...Du bakalım, izleyelim, sabırlı olalım, kadının günahını da almayalıma yattık sonunda, uzlaştık ve bekliyoruz adayları heyecanla... En az abla kadar, biz de meraktayız valla.

Servisin Notu: Güzellik kelimelerinin geçtiği yerlerde kastedilen bir fiziki eleştiri içermemektedir. Göze sokulmaya ve öne çıkarılmaya bir göndermedir. Yoksa her kadın güzeldir. Ve yazılarımızın tek bir cümlesinde bile yalana başvurulmadığı gibi, asla yağcılık yapılmamaktadır:))

21 Mart 2009 Cumartesi

Bir Sorum Var!

Sevgili Yasemin, yani Kaplumbağalarda Uçar geçen hafta Perihan Mağden'in son kitabı Refakatçi'yi yazmıştı blogunda... Ben de, Yasemin'in blog yazılarını sürekli ve severek takip eden biri olarak ''Bir de ben sevebilsem onu!" diye bir yorum bırakmıştım. Sonra ''Niye ki?'' diye soran sevgili Yasemin'in merakı üzerine şöyle bir yorum yaptım: Aslında, aykırı duran, bu anlamda sözü olan, hatta marjinal insanlara saygım sonsuzdur. Anarşist duruşları severim. Ama bu duruş bir ''iddia'', kendini başka bir yere taşıma, farklı kılma özelliği gibi kullanılırsa, kişiliğin ve farklılığın bir kanıtı gibi göze sokulursa, o zaman beni kimse tutamaz...

Perihan Mağden bana samimiyetsiz ve doğal değil gibi geliyor. Ve tüm bu aykırılık halini bir imaj olarak giyindiğini düşünüyorum. Bu yüzden sevmiyorum. Belki de sorun benim algılamamda, bilmiyorum.


Sonra merak ettim: Bende mi gerçekten sorun, yoksa ben haklı mıyım?

17 Mart 2009 Salı

Sanatın ve Sanatçının Dostu La Paragas: Ezgi'yi İftiharla Sunar



Ezgi: Sevgili arkadaşım, süper güzel, Gülüşü Muzur,Ruhu Huysuz ve Tatlı Kadın'ın kendi kadar güzel,henüz üniversite öğrencisi yeğenidir.Ve bu kayıt tamamıyla amatörce ve ev koşullarında yapılmıştır.Yakın zamanda hazırlanacak demosunu yayınlamak umuduyla,Ezgi'yi sizlerle buluşturmak ve beğenilerinize sunmakta bizim için bir gurur kaynağıdır.Ne mutluki bize; sanat hayatının ilk basamaklarındaki sanatçılar, tüm büyük medya organlarından gelen teklifleri ellerinin tersiyle itip La Paragas'ı tercih ediyorlar:))Biz de; resmini koysak alemi sallar güzellikteki sevgili Ezgi'ye başarılar dilerken,onun yıldızının; birgün, çok ama çok yukarılarda; ve çok parlak ışıldayacağını biliyoruz.

Şarkının aslı Şebnem Ferah'ın'' Sil Baştan'' dır.

13 Mart 2009 Cuma

Doğru Söze Ne Denir...Haklısınız:))


“Her kadın biraz Budisttir... Çünkü hayatında mutlaka bir öküze tapmıştır...”

Bu yazıyı bir arkadaşımın msn iletisinde günlerdir görüyorum ve çok gülüyorum.Dün bunun aslı astarı ne imiş dedim.Ya da kimden çıkmış bu anlamlı laf diye şöyle bir bakındım;meğerse şu sıralar en popüler forward mesajıymış.Hatta Reha Muhtar bir köşe yazısı bile yazmış.Ben çok sevdim;belki duymayanlar vardır diye paylaşmak istedim.Üzerime alınmadım.İçim rahat:))

10 Mart 2009 Salı

Ey Kadınlar Gözünüz Doysun...


Kadınların özgürleşmek anlamında öne çıkardıkları ve mücadelesini verdikler tüm konular üzerindeki çabaları boşunaymış. Bugün bunu öğrendim. Ve bu öğrenmenin ardından duyduklarımı bu yazı yoluyla paylaşarak, kadının özgürleşmesi yolunda bir ışığa neden olabileceğim için de gururluyum.

Ve kadınların bu haklı mücadelesinde yanlarındayım. Bütün tanıdığım erkekleri de elimden geldiğince bu çabaya ortak edeceğim. Her ne kadar kadının özgürleşmesinin erkeğin elinden geçmesine karşı olsam da, şu an itibariyle başkaca da bir çare gözükmemekte...

Kadın özgürlüğünün yolu çok basitmiş ve bir çok kadın da farkında olmadıkları bir özgürlüğe sahipmiş aslında; ya da bu kadın milleti fazlasıyla nankör.

Bazı siyasilerin Tunceli merkezli çabaları, eşya dağıtımı henüz özgürleşememiş kadını özgürleştirmek; bütün değerlerden daha önemli, hatta en önemli bir hakkı vermek içinmiş. Hep birlikte haksızlık etmişiz; şimdi özür dileme zamanı... Bir özür de kocalarınızdan, erkeklerinizden dileyin kadınlar; sizi başının tacı sayıp özgürleştirdikleri için...

Ey erkekler; kadınınızın özgürlük mücadelesine destek verin, verelim; eğer yoksa ona bir çamaşır makinası alın, alalım... Az özgürlük dersen merdaneli, çok veren kesesinden dersen full otomatik...

Hiç bir şey yapamıyorsan bir taksitli kampanyaya gir, ilk taksidini sen ödeyerek özgürleşmesinin yolunu aç, kalan taksitleri o ödesin. Özgürleşme yolundaki mücadelesine sahip çıksın emek versin.

Ve gün itibariyle kadın mücadelesinin sloganları şu şekilde değiştirilsin.

Yaşasın Kadınların Özgürlüğü...

Yaşasın kadının çamaşır makinası sahibi olma mücadelesi...

Merdaneli yetmez... iki üç... daha fazla özellik...(asıl sloganın selam kısmını uyduramadım, Ernosto'yu da sığdıramadım:))

Ve bu satırların yazarı olarak, tüm erkekler gibi kadının değerini her zaman bilmişimdir. Öyle olmasa, yazının resmi kadının erkek gözündeki en değerli çalışma alanından, üstelikte çamaşır makinasıyla çok alakalı bir mekandan olmazdı.

Bütün bunlar nereden çıktı derseniz de buradan buyurun, kadınlar önden...

21 Şubat 2009 Cumartesi

Flaş Haber...Serserinin Biri Neler Yapmış!..

Dün, geleneksel cuma yemeklerimize meze olan bu konu; dersanedeki çabalara ve derslerde yoğunlaşmaya göre gözden geçirilip, La Paragas Magazin Servisi tarafından çok da ballı bir şekilde, resimli ve açık kimlikle yeniden yazılabilir. Bu olayın okulda ve dersanede patlaması üzerine içine düşülecek durumu, yapılacak geyikleri göz önüne alınca; hangisinin daha doğru bir seçim olacağı gün gibi ortada gözüküyor. Hani bir de haberin kent içinde yayılması, telefon çaldığında aşkım diye çıkan uyarının aslı tarafından duyulması da eklenince; korkunç ötesi bir durum çıkıyor ortaya.

Bütün bunların daha korkuncu da, ihtiyaç duyulan günde bu haberi gündeme taşıyıp yazacak olan kişiyi ve oluşacak haberin abartılarını şöyle ufaktan bir hayal edince, bu yakışıklının aklını başına alarak ders durumunu yeniden gözden geçirip daha da yoğunlaşması yararına gibi gözüküyor.

Halbuki bu sırıklar küçük birer sırıkken, çocuklar için hazırlanmış, cinsellik konusunda oldukça kapsamlı bir kitabı diğer kitaplarının içine karıştırarak içirmiştik bunlara... Hatta kendi akranları kızlarla ellerine geçirdikleri erkek dergilerindeki resimlere bakarak yaptıkları sohbetlere çok kulak kesilmişliğimiz vardı. Arabanın içinde kızların bunları testır gibi öptüklerini de biliriz.

Tüm bunlara rağmen; demek ki, ebeveyn olarak biz de eksik kalmışız. Doğanın tüm canlılarını içeren bir bilgilendirme gerekiyormuş! Bu olayın başkalarının olduğu sosyal bir ortamda anlatılması durumunda içine düşeceğimiz utancı aile olarak taşımamız mümkün olmazdı. Verilmiş sadakamız varmış...

Bu utanç verici olay şudur: Geçen gün, bu yıl üniversiteye hazırlanan ailenin yakışıklı sırıklarından adı, kimliği şimdilik saklanan şahıs, balkondan içeri çok komik ve eğlenceli bir olay yakalamanın heyecanıyla şöyle sesleniyor: ''Anneee çabuk gel! Gel bak çok komik, serserinin biri iki köpeği kuyruklarından bağlamış bi gör hallerini. Millet neler yapıyo bir türlü ayrılamıyorlar. Kaçamıyorlar da... biri o tarafa öbürü bu tarafa gitmeye çalışıyor. Çok komik yaaa! Demek ki daha yetişkin ve görsellik de içeren kitaplara, belki de, gözününe bırakılacak 16+ bir kaç filme ihtiyaç var.

Eğitim şart...

Valla çok komikti(n) sevgili sırığımız; sayende çok güldük. Hadi bakalım ders başına, hâlâ oyun mu oynuyorsun sen:))

20 Şubat 2009 Cuma

Sinemada Kitap Uyarlamaları Üzerine Bir Tartışmada Topa Girmiştim


Kusura bakmayın; biraz geriden geldiğim için anında katılamadığım tartışmalar üzerine, eğer ''becerebilirsem kısaca'' bir düşünce turu yapayım kendimce diyerek, girdim konuya. Ve şöyle devam ettim:

Edebiyat sinema ilişkisi konusunda herkesin görüşlerine katıldığımı belirtmek isterim öncelikle. Çünkü üzerine çok farklı açılardan doğrular bulunup, o doğrulardan çok haklı sonuçlar çıkarılabilecek bir konu... Ama herkesin üzerinde hemfikir olduğu algı, işin özü kanımca...

Xyx'in edebiyat sinemaya hikâye sağlar sözü çok doğru ama unutmamamız gereken bir nokta var ki edebiyata hikâye sağlayan da hayat.

Aslında, çok detay arzusuna fren yaptırarak yazıyorum. Hepimiz, okuduğumuz ya da izlediğimiz her şeyi, kendi yaşamımızın tanıklıklarıyla anlamlandırıyoruz. Aynı kitapları okuduğumuzda bile, nasıl ki yorumlarken her birimiz algımızda yeri olan tanıklıklarımız ve hayata bakışımızdaki seçimlerle doğru orantılı olarak farklı noktalarını öne çıkarıyorsak, aynısını filmlerde de yapıyoruz.

Buna şöyle somut bir örnek vermek isterim: Yxy çok iyi bilecektir ki Beynelmilel üzerine yazılmış, dalga geçer ve orada yaşananların olabilirliğini küçümser bir yoruma, bir yanıt yazmıştım. Orada, benim de filmi verdiğinin ötesinde anlamlandırdığım üzerine bir eleştiri yapıldı. Aslında ben olduğundan fazla anlamlandırmamıştım. Çünkü o yıllar, yaşım küçük de olsa, yaşadığım bir süreçti ve çok önemli aşamalarına bir birikimle, olayları içerden yaşayan biri olarak öncesine ve sonrasında da,  büyük bir davasının sorgu dahil tüm aşamalarına, tanıklık etmiştim.

Filmin her karesindeki ifade edilmek isteneni anlamlandıracak somut örneklerim vardı.

Farklı yaştaki (döneme tanıklık etmemiş) tarihsel ve toplumsal geçmişe meraksız birinin benimle aynı örneklere ve bakışa sahip olmaması olası; çok normal olarak da aynı şeyleri görmemiştik filmde!

Bu mantıktan baktığımızda, aslında okuduğumuz kitaptaki imgeleri kendi dünyamızda, kendi birikimimizle, tanıklıklarımızla anlamlandırıp somut bir durum oluşturuyoruz kafamızda; başı sonu şekillenmiş, ucu hiçbir şekilde açık olmayan, karakterleri vücut bulmuş ve bir bilinmezlik hali yok, kendimizce...

Ve kendi resimlediğimiz bu kitap, bir başkası (yönetmen) tarafından biçimlendiriliyor. Artık bir başka algının öne çıkardıklarıyla şekillenip, onun önceliklerinin öne çıktığı bir halde sahne alıyor, can buluyor.

Sorun da tam burada başlıyor zaten!

Bu konuyu Yxy gündeme alınca, kaç kitabın filmini izlediğimi düşündüm. Sonra bunun sonuçlarını... Fark ettim ki ben seçimimi yapmışım; filmi ve kitabı iki ayrı olarak ele alıyor, sıkıntı yaşamıyorum.

Bu platformda filmini izleyip, kitabını okumadığım bir çok örnek gördüm. Kitabı okuyanların bir beklentisi ve resmedilmiş bir şekli olduğu için genelde olumsuz eleştirdikleri filmleri; benim beğendiğimi fark ettim. Eminim ki onlar da kitabı okumadan filmi izleselerdi, beğenirlerdi.

Sonuç: Ya kitabı okuduğunuzda filmi izlemeyin hayalleriniz yıkılmasın (iki ayrı görmüyorsanız); ya da kitabı okumayıp, filmi izleyin.(bu kısım şaka tabii ki)

Yxy'nin, kitapta yazarın karakter üzerine yazdığı uzun tasvirlerin sinemada sınırlanacağı konusundaki görüşü de doğrudur. Ama, bunun da bir aması vardır!

Xyx'in, aynı reçeteden farklı tatlarda yemek yapan aşçılar örneğine baktığımızda, niye bazılarının daha güzel olduğunu düşünürsek, bunun nedeni; onların fikirsel zenginliğinin reçeteyi yorumlamadaki olmuşluğu, muhafazakârlıktan uzak cesareti, diyebiliriz.

Son cümle; her şeyden olduğu gibi edebiyattan da güzel film yapılabilir, yeter ki kitaptaki derinliği doğru algılama gücünde bir yönetmen olsun. İzleyicide de filmin iyi oynanmış herhangi bir sahnesindeki herhangi bir bakışı, sayfalarca anlatabilecek duygu tanıklığı ve yorumlama birikimi... .

18 Şubat 2009 Çarşamba

Nereden Sevdim O Zalim Kadını!..


Ne olacak şimdi?

Gazetedeki bir habere göre bilim adamları; acıyı, yaşanan kötü anları unutturacak bir ilaç bulmuşlar. Her buluşun olumlu yanları gibi, olumsuz yanları olduğunu da göz önüne alınca, başlıktaki şarkı gibi; aşk ya da yaşamın diğer acılarından beslenmiş şarkıların, filmlerin, hikayelerin, şiirlerin, karakterlerin ölümü yaklaşırken; terörün, cinayetlerin, her türlü mezalimin ve kötülüğün de önü açılabilir mi acaba?

Hemen aklıma gelen bir iki örneği, biraz da geyiğini yaparak şöyle bir sıralarsam: Örnek, kirala katili, işlet cinayeti, ver hapı al sana faili meçhule şükrettirecek; failun, failatün mefailün bir cinayet... Gir bankaya, ne var ne yok topla, ver hapı millete, allahın selameti başına güle güle harca paralarını... Gözü kazayla bir tarafa kaymış kadına, ''kime bakıyodun lan sen bakim'' tadında verip hapı, bir yandan dilim dilim doğrarken; kadın elinde çamaşır suyuna batırılmış bezle, en korumacı olduğu evine bulaşacak kanlarını -ölünce gelenler evimi kirli görmesinler diye düşüneceği garanti olduğu için- en itinalı şekilde temizlesin; olay yeri incelemeye de mis gibi temizlik kokusu kalsın... At bi hap da kendin, olay tümden sıfırlansın...

Benzeri bir sürü geyik yapılabilecek konuyu fazla uzatmadan, özellikle hiç ellerinde olmayan nedenlerle acı çekmek zorunda kalan başta küçük yaşlarda tacize, tecavüze uğramış; bunun etkisinden kurtulması çok zor olan çocuklar olmak üzere; bazı travmaların, kötü anların yok edilebilmesine yararlarını da görmezden gelmek olası değil.

Ve acaba diyorum, her yeni buluşdaki bu iki uçluluk yüzünden yaşamın tadı da azalıyor mu? Dinamitten yola çıkarak düşüneyim bunu... Yoksa insandan mı yola çıksam?

haberin aslı için burdan buyurabilirsiniz:))

17 Şubat 2009 Salı

Leydiler...



Aramakta olduğum ve bir türlü bulamadığımın sayesinde bugün elime geldiler.Bebek arabasındaki Tırtıl'dan yola çıkınca tahminen altı yıl öncesine ait çok sevdiğim bu fotoğraflar: Bizim mahallenin çocuklarının her öğlen, okuma, daha doğrusu kitaplara dokunma,onlarla tanışma seanslarından birinde, bir yaz günü öğle vakti çekilmişti.

16 Şubat 2009 Pazartesi

Hâlâ ARIYORUM!..

Geçenlerde; geçenlerde derken cumartesi günü, birden aklıma gelen hayatımdaki bir ilk için, geçmişin izlerini koyduğum yerde onu aramaya başladım. Her şey vardı ama o yoktu. Bir an, bir yere verdim de geri mi gelmedi diye düşünsem de çok uzun zamandır insanların yaşamından çıkmış olduğu için bunlar, verildiyse kime verildiğinin hatırlanması da olası değildi... Üzüldüm ve bu kafama takılmışlıkla her tarafı kurcalamaya başladım. Onun üzerinden bir yazı yazmak ve onun fotoğrafını koymaktı tüm arzum.

Buna benzer bir ızdırabı daha önce yaşamıştım. Aslında, oldukça savruk biri olmama rağmen; kitaplar, plaklar, kasetler, dergiler, mektuplar, hediyeler gibi iz bırakanlar konusunda oldukça korumacıyımdır.

Tüm tıfıl çağlarım boyunca doldurtuğum, aldığım kasetlerle birlikte, o dönemlerin o anlamda tek yayını olan hey dergilerini de biriktirip saklarken; ilerde zamanlarda, geçmişin şarkılarını evdeki kasetler ve plaklardan dinleyen birileri, o dergilerden de o anın popüler kültürünü, sanatçılarıyla yapılmış röportajları okuyup, dönemin mizah dergileri ve diğer yayınlarıyla birlikte durumun tadını, o zamanları tümüyle hissederek çıkarsınlar istemiştim.


Bu eve taşındığımızda tavan arasına çuvallara koyup kaldırılan tüm bu yayınların bir temizlik gününde, çöpe gidenlere katılıp gönderildiğini öğrendiğimde çok üzülmüştüm. Elbette annem daha çok üzülmüştü.

Onları, daha tımtıfıl bir çocukken, zamanları eskisin diye tıpkı yıllanmaya bırakılmış şaraplar gibi, yıllar sonra, daha gelişmiş ve biriktirilmiş bir ruhla tadlarını yeniden duyumsamak amaçlı; ve her birinin izlerinden giderek geçmişte kalanlara yetişkin bir gözle bakabilmek için, kendi el altımdan ve gözümden uzağa bırakmıştım oysa...

Kapaklarıyla kurduğum iletişimle satın aldığım kitapları, plakları, filmleri, onların bıraktığı tadı, ön bilgim olarak aldıklarımdan daha çok severim. Bu; hiç bilmediğinin sesini, her kelimesini, bilinmeyen tadını keşfetmenin heyecanıdır. Bu heyecan, bu yol alışlar, yaşamdaki en büyük keyiftir benim için.

Bu keyiflerimden, bilmeden keşiflerimden birini arıyorum şimdi. Önemli!.. Çünkü; hayatımdaki bir devrimin başlama sebebidir henüz bulamadığım. Bulduğumda devam edecek yazı.

Yakaladığım her boşlukta aramaktayım.

Netten bulabileceğim, hatta farklısını bulduğum bir resimle yazmak istemiyorum onu... Dokunmak istiyorum, bloguma her girdiğimde o tazeliğini hissetmek için... Tıpkı yaşamıma dokunarak kattığı tat gibi.

Arıyorum...


Fotoğraf: Videlec org

3 Şubat 2009 Salı

Sanal Denen Aleme Ben Nasıl Bakıyormuşum?.. Bugün Onu Öğrendim!

Önceki gün, televizyonun ünlü kadın sunucularından biri, programında, evli bir kadınla, sanırım arkadaşlık sitelerinden birinde tanıştıktan sonra yaşadıkları sorunları anlatan biri üzerinden, internet kökenli ilişkileri ve yarattığı sorunları işliyordu. Bunu eleştirirken de, taraf olarak, kendisinin hiç MSN'den falan anlamadığını, nedir ne değildir bilmediğini falan söylüyordu. Ne hikmetse, bu tür konuları işleyen programcıların özellikle kadın olanları, hiç dokunmamışlar MSN'e ve ne olduğunu hiç bilmiyorlar bu işleyişin! Genelde bu tür programları izleyen ben, oralarda işlenen konularda, internet tanışıklıklarıyla meydana gelenleri kat be kat aşan bir çok olaya tanıklık ediyorum. Dolayısıyla kendimi bilirkişi makamına layık görüp, istatistiksel bir bakışla, net üzerinde yaşanan olumsuzlukların oradakilerden çok çok daha az yüzdelere isabet ettiğini söyleyebilirim. Aslında, sorunun kişinin dünyayı algılamasından kaynaklı olduğundan vazgeçip birey üzerinden sorunu açmak, oradaki arızaları göz önüne sermek varken, suçları başka yerlere yükleme popülizminin tezahürü bu durum üzerine; oturup, mazimin çok eski olmadığı bu aleme düştüğüm günden itibaren yaşadıklarımdan yola çıkarak, burası sanal mıydı'yı sorgulamaya başladım. Öyleydi de ben mi fark etmemiştim; damarlarıma zikrettiğim bu uyuşturucuyu...

Akıl kışkırınca bir kez, dur durak bilmediğinden; tatlı, tatlı netten edindiğim arkadaşlıkların notlarına, izlerine göz atmaya başladım. Yazdığım mail'leri, bana yazılan mail'leri, yaşanan anların mutluluğuna ve keyfine tebessümler ederek okuduğumu fark ettim. Ağzım kulaklarımla buluşmuş, kapanmak bilmiyordu. Eğer bu kadar gülebiliyorsam; bunlar, sanal ya da hayal olamaz, dedim, kendi kendime... Sonra, ne olur ne olmaz diye bir cimdik attım, onu da hissettim. Bir Kelebeğim Olmuşmuştu'nun giderken bana bıraktığı turkuaz bilekliğinin koyduğum yerdeki sahiciliğine baktım. Onu yolcu ettikten sonra, eve döndüğümde klavyenin başına oturup yazdıklarımın lezzetini ve sahiciliğini okudum bir kez daha... Ve sonra, birden, ameliyat sonrası kız kardeşte kalınmış bir haftanın dönüşünde bilgisayarımı açtığımda, oğlunun öldüğü gece acısını sığındıracak biri olarak beni görüp online bulamadığı MSN'ime döktüğü sızıları hatırladım. Telefonla aradığımda, verilen ilaçlarla boğulmuş, konuşamayacak kadar uyuşmuş sesinden ''canım dostum'' deyişini duydum.

Sonra, Üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın'lı günler düştü aklıma... Ufacık bir mesajla başlayan ve hızla akıp giden süreç... Sonunu ikimizin de aşağı yukarı kestirdiği, ama duyguları bu kadar örtüşen iki insanın yaşamadan bırakamayacağı bir coşkunluktaydı zaman... İkimiz de işlerimizden ''eve'', "MSN'de bir bekleyenim var," duygusuyla dönüyorduk. Onun nöbet akşamlarının ıssız hastane koridorlarında, ben masasının yanındaki sandalyede çay içiyordum. Sonra ben yatağıma girdiğimde, o kalan zamanda hissettiklerini posta kutuma bırakıyordu; sabah kalktığımda okumam için... Her akşam evin içinde sanki bir arada yaşıyormuş gibiydi kulaklıklarımızdaki sohbetler... Ve onun şehrinde yapacaklarımızın planlarını yapıyorduk; bir heyecan bir heyecan... Çok keyifli o semtte, kent manzaralı lebiderya bir mekanda yemeğe karar vermiştik cumartesi akşamı için... Bir akşam üstü arkadaşlarıyla buluşacakları bara giderken aradığı telefondan yemek için yeri ayırttığını haber veren sesindeki coşku, sevgi ve heyecan için bir ömür verilmez miydi diye düşündüm bir an... Ve ben onu, tam da Elmadağ, Harbiye arasında bir yerde canlandırmıştım gözümde ki doğru bilmişim... Sonra, İstanbul'da buluştuğumuz ilk an, eve sarmaş dolaş yürüyüşümüz... O kahvaltı masasına sanki her gün oturuyormuşum kadar tanıdık mutfak...

Sonra, akşam dışarıda yemekten vazgeçip, birlikte, bin bir espriyle marketten alış veriş yapıp, aldığımız şaraplarla kurduğumuz masadaki mum ışıkları, duygular, lakırtılarımız, sofrayı birlikte toplayışımız, sahici değil miydi? Bir çok hayatın kenarından bile geçemediği güzellikleri üç güne sığdırmamış mıydık? Konserdeki kimseleri görmez bir keyfin sarmaş dolaşlığıyla omuzuma yaslanmış saçların hissettirdikleri başka nerede vardı? Gecenin bir vaktinde, konserden çıkıp geldiğimiz Beyoğlu'nda, Kaktüs'te içmeye karar veren ortaklık kaç kere rast gelmişti, 'gerçek hayatta'... Sonra bir bayramın son gününde Ankara'da, liseli çocuklar gibi aileleri ekip kafa çekerek ettiğimiz akşamın lezzeti, sanal mıydı? Ankara'ya geliş esnasında otobüse binerken aranıp haberdar edilen bana denmemiş miydi en güzelinden, seni seviyorum.

Sonra bir başka arkadaşım, Kendi Güzel, Gülüşü Muzır, Huysuz ve Tatlı Kadın: Ona ilk mesaj atmaya karar verdiğim andan itibaren konuşacağımın kim olduğunu biliyordum. Profilinde o kadar çok iz vardı ki!.. Ve o süreçlerdeki konuştuğum hiç bir saniyede ne sanaldım, ne bir beklenti üzerine konuşuyordum. Onunla konuşmaya başladığım evreye bir başka olgunluk ve sakinlikle gelmiştim... Üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın'a demiştim döneceğim akşam, Starbucks'ta kahve içerken; Bir Kelebeğim Olmuşmuştu beni dipten aldı... Sen Üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın, "Yüzdürdün, artık suyun üstündeyim."

Hayatımı, her şeyden ve herkesten sakladığım bir dönemde, sadece kendimi teselli etmek, hiç tanımadığım sesleri duymak için bulaşmıştım bu aleme... Beklentilerle yüklü değildim, tuzaklar kurmak gibi bir fikrim olmadığı gibi. Ben sahiciydim ve benim için oradaki herkes de sahiciydi. Normalde günlük işlerle yoğun bir sosyal hayat vardı zaten... Ama akşamları, boş evde bir sesti o sanal alem. Sonuçta ses oldu da, hem de fazlasıyla... Tek fark şu belki, dokunamıyorsun. Ama ben bu sanal alemde konuştuğum herkesle dokunduğumu biliyorum. Bu güne kadar gerçekten sanal bir duygu hissetmemişim!

Birde, reel'deki kadın arkadaşlarımla, x'le, y ile, ve Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün'le birlikte geçirdiğim zamanlarla, sanal alemdekiler arasındaki farkı düşündüm. Onlarla -Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün hariç- konuşmanın bana verdiği hiç bir heyecan ve kıpırtı yok... Tanıdığım, bildiğim, birlikte pek çok yere gittiğimiz; konserler, yemekler, ev oturmaları yaptığımız, birlikte olduğumuz sürelerde bir kadın gibi görmediğim arkadaşlar... Ve onlarla konuştuğumuz hiç bir şeyde duygusal bir derinlik yok, birbirimizle ilişkiler üzerine şeyler söyleyen sohbetler de yapsak, herhangi bir şeyi konuşuyormuşuz gibi kuru...

Ve sokakta dolaşırken kadınlara bakıyorum. İçlerinden hangileriyle birlikte olabilirim üzerine düşünüyorum. Geçmişte yaşadıklarımdan, bugünkü düşünüşümden bakınca; bir ilişkinin geçtiği evreleri göz önüne alıp olası sonuçların onlardaki acısını, yaratacağı kırıklıkları düşünüyorum. Sanal denen alemin benim açımdan daha vicdani olduğunu hissediyorum. Çünkü, hiç birlikte zaman geçirmeden bir insan hakkında profilinden, kelimelerden bakıp bir sürü ortak nokta bulabiliyor insan. Bir kazaya uğrama riskin azalıyor. Ve sonra hiç bir beklentin ve iki yüzlülüğün olmadan, sadece ruhların konuştuğu içtenlikli bir süreç yaşıyorsun. Ve o süreç, duygularını olgunlaştırıyor. Fiziksel özelliklerden önce bir ruhu beğeniyorsun ki bu benim için en güzel tecrübe oldu. Sonra, tıpkı liseli çocuk heyecanlarıyla bir aşk oyunu başlıyor. Herkes kıyılarda kenarlarda dolaşıyor... Kendine itiraf edemese de insan, karşının söylediği (kendi hemcinsi) bir isimde, anlık bir acabayla hafiften burulup sonra toparlıyor kendini. Yani sürekli gelişen, saf, heyecan verici, çocuksu, samimi bir flörtöz hal var o hayatta. Bu çok hoş ve eğlenceli...

Bugün; bir hafta sonra rahatsızlık duyup şu kadını başımdan atayım diyeceğin ve yaşadıklarından derin pişmanlık duyacağın gerçek hayattan bir ilişki mi; yoksa, ruhunu dibine kadar tanıma olanağı bulabildiğin ve onun üzerine inşa edilmiş lezzette sanal bir ilişki mi? diye sordum ve düşündüm.


Resim,Videlec.org

29 Ocak 2009 Perşembe

Keyifli Dakikalar İçin;Luciano's Piano Bar...

Çok şey isteyip bir şey yapamama hallerinin hüküm sürdüğü bir anda, birden aklıma geldiki; yaklaşık beş yıl önce, sık kulanılanlara eklediğim bir site vardı.

Bolero' dan, Bossa Nova 'ya;jazz dan Tango'ya aklınıza gelebilecek bir çok müzik türünden, pek çok klasik şarkıyı Luciano'nun piyanosundan dinleyebileceğiniz çok hoş bu siteyi paylaşmak istedim.

Ana sayfadan aşağı doğru geldiğinizde, sırasıyla, müzik türleri ve şarkı adlarıyla karşılaştığınız sitede, istediğiniz şarkının yanındaki noktayı tıklayarak dinlemeye başlıyorsunuz.İstediği tek şey bilgisayarınızda Quicktime yüklü olması... Eğer yoksa da uyarı verip indirmenizi sağlıyor.

Resmi tıkladığınızda Luciano's Piano Bar'a ulaşıyorsunuz.İyi eğlenceler:))


18 Aralık 2008 Perşembe

Ara Sıcak...


La Paragas magazin servisi olarak çok sevdiğimiz okuyucularımızdan ülkemizin güzel sahil şehirlerinden birinde yaşamakta olan kızı kadar güzel, cimcime, inlerinize girmeyi başarma konusunda tatlı dilli, biraz meraklı Melahat, ruhuda kendi gibi güzel, bütün bu özellikleri yüzünden çok da sevdiğimiz bir kardeşimizin bir konuyla ilgili merak ettiği soruların yanıtlarını almak için bazı kapıları kurcaladığı, böyle bir çaba içinde olduğu istihbaratlarını da almış olduğumuzdan, onu fazla merakta bırakmamak adına, bir de kendisini gerçekten çok çok da sevdiğimizden, merak edilen olayın tarafıyla bir konuşma yaparak ulaştığımız bilgileri kendisiyle paylaşmak istedik.:))

Bu değerli okuyucumuzu daha doğrusu kardeşimizi merakta bırakan soruları söz konusu yazıların sahibi yazarımıza sorduğumuzda kendisi: ''Kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kız, zamanı eskimiş mektubun satır aralarında kalan kadın ve Tereza olarak bahsedilen kişilerin aynı insan olup, onunla bahsedilen zamanda süregiden bir beraberliğin farklı evreleri anlatılmaktadır'' demiş, sözlerini ''Varolmanın dayanılmaz hafifliğinde onu tanımadan önce benim algımda oluşmuş bir imaj ve ben, 'Zamanı Eskimiş Bir Mektubun Satır Aralarından' adlı yazıda, bir öfkeye teslim ettik herşeyiden dört ay sonra ilk kez onunla karşılaştığım bir an, 'Dün' adlı yazıda ilişkinin içindeyken benim gözümden hissetiklerim, 'Bir Tabloyu Oluşturmak' yazısının 'Bu Bir Şükran Yazısıdır' bölümünde, benim gözümden niye o benim için çok değerliydi ve 'Bugün Kırmızı Işıkta Arabanın Önünden Geçen Kızla Karşılaşınca' yazısında da onun bütün bir yaşamım içindeki yeri ve ondan sonrasında hissedeceklerime dört yıl önceden bir bakış anlatılmaktadır'' diye tamamlamıştır.

Yine okuyucumuzun, yazılarındaki coşkudan hissederek vardığı bir yargısıyla ilgili yeni bir şey var mı sorusu da o anda çalan, belki de sizin şu an dinlemekte olduğunuz şarkıyı bize verilmiş bir mesaj olarak algılayıp bundan aldığımız cesaretle yazarımıza yöneltilmiş, (ki biz de bu durumu merak etmekteyiz) yazarımız bu soruya tebessüm ederek, sorunun asıl kaynağını hissettiği için bir karşı soruyla yanıt verip, üstelikte ''oğlum sizin satmak için az sonra diye bir iş gerçeğinden hiçmi haberiniz yok'' diye magazincilik dersi vererek bizi de diken üstünde bırakmıştır.

La Paragas magazin servisi olarak konunun takipçisi olduğumuzu, herhangi bir kanıta ulaştığımızda, bu işten sorumlu paparazilerimizden ya da uluslararası ajanslardan herhangi bir haber ya da görüntü bize ulaştığında bunu paylaşacağımızı belirtir; bu değerli okuyucumuz, güzel (ama harbiden güzel) kardeşimize sevgilerimizi sunarız .

La Paragas Magazin Servisi

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP