28 Kasım 2011 Pazartesi

İnfaz


Sıcak odadan geceye çıkmış anne kucağındaki çocuğun suratında hissettiği şefkatli soğuk: Aynı kelimenin farklı hissiyat hallerinde başka anlamlar yüklenebildiğini bilen bir kişi, yüklediği anlamdan ötekine taşıyamadığı bir kelimenin ipini çekti.


.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Sırça Kümes

Salondan çıktığım vaktin üzerinden tam 9 saat geçti. 

Ağaçların altından  durağa yürürken  bastığım her taşın, denizin ve gecenin güzelliğini içime çektiğim, treni beklerken aklıma düşen bira  isteğinin sürekli katmerlendiği vakitten,  sabahın camlarını  güneşin ısıtmaya başladığı şu ana kadar  hiç eksilmeyen şap şahane  bir keyif,  aptala dönmüş şaşkın gülümsememin kenarından, en lezzetiyle akıyor. 

Ve ben hala Laura'yı düşünüyorum.

O kadar uzun  yazmak istiyorum ki , o kadar olur yani!

Uzun ve dokunaklı bir tiradın bir yerinde "İyisi mi sen mumları bir an önce söndür" der; anlatıcı ve  aynı zamanda  anıların sahibi Tom. Birikmiş tüm duyguların tavan yaptığı  andır bu!  Zaten tiyatro salonunda bir  izleyici olmaktan çıkalı çok dakikalar olmuştur. Nefes almayı unuttuğunuz, o nefese ihtiyaç duymadığınız, yüreğinizin tümüyle sahnede attığı,  karakter adlarıyla gerçek adların birbirine girdiği,   gerçekteki  kimliklerin yeni bedenler haline geldiği  muhteşem bir andasınızdır; mumlar söner ama siz sönemezsiniz!

Tren penceresinden baktığınız akıp giden zamanda,  bir bira  şişesinin içinde, düşsüz girdiğiniz  yatağınızda  dahi sizi  terk etmeyen bu namuslu sıcaktan, asla kurtulamazsınız.  "Onca saat önce bir oyun mu seyrettiniz, yoksa gerçeğin  içinden mi  geldiniz?" sorusuna yanıt bulamadığınız bir sahiciliktir hissettiğiniz!

Tennessee Williams'ın Can Yücel tarafından çevrilmiş oyununu öyle güzel sahneye koymuştur ki Jason Hale: İlk perdenin sonunda, oyunun tarzı açısından bazı izleyicilerin çıkabileceği gibi bir algıya erişen ve bunu; "bakalım ilk çıkan kim olacak" bilmişliği ile yanındakiyle paylaşan ön çaprazımdaki  kişi, kıç üstü oturmak zorunda kalmıştır. Bırakın oyundan çıkmayı; nefes almayı, aksırıp tıksırmayı bile aklına getirmez bir hale bürünmüştür izleyici.

Öyle bir ikinci perde başlamıştır ki... üstelik de sahnede iki kişi kalmıştır artık.  Etkin karakterlerden ikisi az sahne alıyorlar gibi gözükseler de, öyle bir kurgu, öyle bir oyunculuk gücü vardır ki ortada, öylesine aklınızı ve ruhunuzu ele geçirmiştir ki oyun; siz ,   dekorlar, olağanüstü ışık tasarımı ve kostümlerle desteklenmiş bu oyunun karakterlerinden biri halini almışsınızdır.

Artık rejisörün avuçlarındasınızdır. Oyunun hiç bir anında bu esaretten kurtulamazsınız.  En ufak bir çabanız yoktur zaten olan bitenin dışında kalmaya. Sizinki gönüllü bir tutsaklıktır.

Sahnede her saniyede daha da büyüyen bir isim vardır; tüm izleyiciyi yakıp yıkan Laura'yı canlandıran Gülin Ersoy.*  Böylesine hassas, duygulu  bir karakteri bu kadar sahici oynayıp izleyicinin aklına ve gönlüne çakmak nasıl bir beceridir diye düşünür izleyici. "Her bir seyircinin içini ısıtıp yüzüne şefkatli bir tebessüm kondururken göz ucuna damlalar sıralayabilmek, bir karakteri insanların hayatına bu kadar katabilmek, ve  insanda  o karakteri sarıp sarmalama arzusu yaratabilmek nasıl bir oyunculuktur Gülin Ersoy, söyle bakalım!" diye sorasınız gelir.

Bir BÜYÜK oyuncu da  vardır sahnede: MELTEM KESKİN BAYUR.  Nam-ı diğer Amanda Wingfield.  Kendisine; bu kadar  gerçek ve büyük oynarken dahi kasılmadan, doğallıktan bir saniye bile ayrılmadan, hala ilk oyun heyecanını taşıyarak, bir yandan oyunculuk dersi verirken diğer yandan bu kadar samimi ve sıcak olmak, etrafta örneklerini gördüğümüz  anne hallerinin hepsini bir bedende toplamak nasıl bir beceridir diye sormayı yersiz bulursunuz. Yapabileceğiniz, hayranlığınızı açık edecek şey, elleriniz kızarana kadar alkışlamak olur ki fuayede ellerinin su topladığından söz eden çok sayıda izleyiciye kulak olursunuz.


Ve İrfan Kılınç:   İkili bir sahnede seyirci Laura adına sevinip mutlu mesut olmuşken, herkesi ters köşeye yatırmış olsa da  seyircinin algısında  adı  yer etmiştir. Parlak bir oyuncu olacağı kesindir. 

Ve Orhan Özyiğit: Anlatıcıyken de, Tom olduğunda da salonu eline geçirmiş, öykünün içinde tuttuğu yer ve finaldeki    tirada yüklediği duruş ile izleyicinin yüreğine taşlar döşeyip, dökülen sıvalarını onarmasına neden olmuştur.

Bir oyunda bir fotoğrafın da,  dikkatinizi her seferinde çekmeyi başaran bir oyuncu olmasını aklınız alır mı sizin? Merak ediyorsanız gidin ve bu oyunda görün.  Işığın nasıl rol çalabildiğini, hatta bazen başrolü alabildiğini izleyin. Taraçadaki ay ışığının tadına varın. "Sahnenin farklı köşelerindeki  anların hepsinin nasıl oluyor da farkına varabiliyorum?" sorusunun cevabını bulun...

Başarılı ışık tasarımı için Yakup Çartık'ı, dekorları bile oyuncu yapmayı başaran H. Güven Öktem'i, giysi tasarımları için İnci Kangal'ı, yönetmen yardımcısı Çağman Pala'yı ve bu muhteşem uyumu yaratan yönetmen Jason Hale'ı alkışlamak için, en çok da kendiniz için, -eğer tür sever değil de tiyatro severseniz- bu oyunu mutlaka izleyin.

Her şeyden  geçerim ama o andan geçemem: Laura'nın içinde şimşeklerin çaktığı, dilinin damağının kuruduğu, tabii ki muhteşem oynadığı  sahnede; duygularla  efektlerin senkronize olduğu  an ve yağmur için bile izlenmeye değer bir oyun Ankara Devlet Tiyatrosunun Sırça Kümes'i. Ben kefilim!




...*Gülin Ersoy da başta mürrebiye karakteri olmak üzere başarılı canlandırmalarıyla, yıldızı çok parlayacak bir karakter oyuncusu olduğunu hissettiriyor ve izleyicinin sempatisini üzerine çekmeyi başarıyordu... Sevgili Doktor- 13 Nisan 2010

21 Kasım 2011 Pazartesi

Ufacık Bir Not:

Adını haber kanallarında duyup, gazete kupürlerinde hikayesini okuduğumda  çok etkilenmiştim. Böyle garip bir halim vardır benim. Kanlı canlı, adı şanı büyük, herkesin bildiği -tanıdığı, bünyede ve dünya tarihinde iz bırakmış ünlü insanların yanı sıra; kalabalıkların bilmediği, medyanın parlatmadığı, insanların görmezden geldiği yıldızlar da yazılıverirler gönül defterime... hatta yaşam pusulamın en önemli yol göstericileri, gelişimimin en önemli unsurları, en önemli kahramanları onlar olmuştur.

" Ne yazık ki hepimiz yakın durduğumuz kişi, düşünce ve eylemlerle ırak olduklarımız arasında aynı eylemleri içerseler dahi farklı yorumlar yapıp,  farklı pozisyonlar alabiliyoruz. İnsan algısı özünde  yanlış ve yersiz olan niyetleri  bile algısının biçimlenişi ile doğru orantılı olarak,  özüne, duygusuna ve başkalarında yarattığı tahribata bakmaksızın haklılayabiliyor. Tüm niyet okumalarımız aslında kendi niyetlerimizin tarafgirliği üzerine kurulu." cümlelerinin başka bir versiyonunu,  bir kaç gün önce, insani bir çabaya destek veren bir başka yazının içinde de kurmuştum ...

Bu anlayıştaki ısrarı, değişmezliği insan olgusu ile pek bağdaştıramam ben... Elbette ki bu cümleleri yazabilecek olgunluğa, aynı hataları da yaparak, üzerlerinde düşünerek, zaaflarımı çözme yolunda uğraşlar vererek,  ruhlarını zedelediğim insanlardan özür dileyip, özümü eleştirerek, niyelerini de sorgulayarak geldim.

Onun yüzünden, olayla ilgili haberleri iki buçuk yıldır yakından izliyordum.  Ölüm haberini aldığım gün tanıdım onu. Hatta üzerine bir yazı yazmıştım,  tüm içtenliğimle... O güne kadar varlığından haberdar olmadığım bu kadını onca başarılı kariyere karşın; büyük iddiaları olan, kendilerine misyonlar biçip vasıflandıran,  rol model olarak konumlandırıp, oluşturdukları cemaatlerinin gözüne sokanlardan olmadığı için sevmiştim.

Sessiz samimiyetine, hayatıyla ilgili izleri takip ettiğimde ulaştığım noktalardaki saygıya, emeğe ve öğreticiliğe baktığımda bir sürü çıkarım yapmış, o çıkarımlarla biraz daha çoğalmıştım.

En sevdiklerimden biri olan "Otel Rwanda'nın Hatırlattıkları" yazısının içine ; "Bazı abilerin üç beş cümlelik klişeden öte gitmeyen ideolojik ahlakının; aslında masalara gencecik kızları yatıran işkencecilerden pek de farkı olmadığını görmüşler" cümlesini kurduran tanıklıklarımdaki insan tiplerinin hala yer tutabildiği, saf duygulardan cemaatler oluşturabildiği yaşamda, iyi ki onlar var demiştim.

Air France'ın okyanusta düşen ve kalıntılarına ancak geçen yıl ulaşılabilen uçağından toplanan cesetlere yapılan DNA testlerinin sonucunda artık onun da bir mezarı olacağı, özellikle de 24 Kasım Öğretmenler Gününde gömüleceği  haberini aldığımda; Bayram Şekerlerinin ne olduğunu çok iyi bilen bir ailenin üyesi olarak  çok ama çok sevindim.

*Duvarın dibindeki gece sefaları

18 Kasım 2011 Cuma

D Tipi Vize Meselesi

Bilgilerin geçen zaman içinde her ülkeye göre değişmiş olma ihtimali vardır; o nedenle okuduktan sonra özellikle elçiliklerden kontrol edin!

Forumlarda en çok tartışılan, bazı yorumlarla yanlış yönlendirmelere ve korkulara sebep olan önemli konulardan biri D tipi vize olayıdır. Bu vizeyle ilgili olarak iki tez çarpışmaktadır. Bunlardan biri; D tipi vize ile elde edilen 90 günü başka Schengen ülkelerinde geçirme hakkının başladığı tarih ile ilgilidir. Bu 3 aylık hakkın gidilen ülkeye giriş yaptıktan sonra başladığı iddiasıdır. Bu düşünceyi savunan, okuduklarını yorumlamaktan aciz ve çok bilmiş kişiler derler ki (Erasmus yapacağınız ülkeye girişte, Schengen dışı bir ülkeden geldiğiniz için pasaportunuz doğal olarak giriş damgası yediğinden) her 180 günlük vize için verilen 90 günlük kullanım hakkı o an başlar. O günden itibaren ilk 3 ay içinde bir başka ülkeye gittin gittin yoksa sonraki 3 ayda bu hakkın yok. Bu yorum tamamıyla yanlıştır!

Oysa D tipi vize 2010 Nisan'da alınan bir kararla oluşturulmuş, Erasmusları hem külfetten kurtaran hem de Erasmusun temel amacına hizmet eden özel ve yeni bir vize türüdür. Eğer D tipi vizeniz varsa, bu vizenin sizi yönlendirdiği ilk ülkeye giriş yaptıktan sonra (diyelim Polonya); 90 günlük hakkınız şu gün başlar diye bir kuralı yoktur. 180 günlük vizenizin başladığı günden bitişine kadarki süreçte canınızın istediği zaman dilimlerinde kullanacağınız bir haktır bu. Oturma izni gibi vurgusu da aslında vizenin değerini ortaya koyan önemli bir noktadır. Yani Erasmus için gittiğiniz herhangi bir Schengen ülkesinde karakola falan gidip, daha önceki yıllarda olduğu gibi (yani D tipi vize öncesi) bir sürü bürokratik işlemi yapmanıza, bunun sonunda izin beklemenize "Ben geldim, burada da şu kadar ay kalacağım, oturma izni verir misiniz?" demenize gerek yoktur. Bu oturma müsaadesini D tipi vize size başlangıç gününden itibaren verir. Siz sadece ve en fazla "Ben geldim haberiniz olsun" dersiniz, ki hiçbir Erasmus öğrencisinin de gezmek dışında bir başka ülkede bir, iki ya da üç ay kalmak gibi bir fikri ve zamanı yoktur zaten. Ben de gitmeden önce bu konuyu uzun uzun incelemiştim, ki karar henüz taze idi. Olur da gittiğim yerlerde henüz bu tip vizenin ve kararın farkında olmayan ya da anlamını bilmeyen görevlilerle karşılaşırım diye kararın bir çıktısını yanıma almıştım. Gerek oldu mu? Tabii ki hayır.

Ben 180 günlük vize süremin başında, ortasında, sonunda değişik zamanlarda sıklıkla Polonya dışına çıktım geri döndüm. Hiçbir sorun yaşamadım. Çünkü vizede yazılı olan çok girişlinin anlamı da budur. Yani kardeşim der sana, korkma gez ama her 180 günlük vize için verilen 90 günlük hakkını aşma...

İşin ilginç tarafı Erasmus yaptığınızın dışındaki bir ülkeye yaptığınız ilk çıkışı kimin, nasıl bileceği... Siz gittiğiniz ilk Schengen ülkesinden sonra elinizdeki D tipi vizenin size sağladığı avantajla, zaten pratikte tıpkı Avrupa Birliği ülkesi vatandaşı gibi oluyorsunuz. Herhangi bir ülkeden diğerine geçerken herhangi bir sınır kapısında durup da işlem yapmıyorsunuz. Tabelalarda değişen dili fark etmeseniz bir başka ülke sınırını geçtiğiniz anlamıyorsunuz. Çünkü herhangi bir bürokratik işlem gerekmiyor.

Yine kendimden bir örnek vermem gerekirse; değişik zamanlarda onca yere gittik, kiraladığımız Polonya plakalı arabayla bile (ki Erasmusumun bitmesine 40 gün kalmıştı) Almanya, Çek Cumhuriyeti, Avusturya, Macaristan sınırlarından geçtik, tüm bu süreçte herhangi bir sınır kapısı görmedim, benzeri herhangi bir yerde de durmadık, durdurulmadık, dolayısıyla da kimse ne pasaport ne de başka bir şey sormadı. Tüm Erasmusum boyunca pasaportuma bir Polonya'ya ilk girdiğimde bir de Türkiye'ye dönerken çıkışta damga vurdular. Ben Polonya dışına ilk Schengen çıkışımı hangi tarihte yaptım diye kendime sorsam? Pasaportumun sahibi olarak ben dahi bilmiyorum. Çünkü, pasaportumun hiç bir sayfasında böyle bir iz yok...

Ayrıca gittiğiniz yerde karakola gidip ben geldim deme noktasında da, iki farklı şehirde kalmama rağmen herhangi bir başvuru yapmadım ve bir sorun da yaşamadım, arkadaşlarım da yaşamadı. Ancak 2 ayımı geçirdiğim, yine herhangi bir bildirimde bulunmadığım Olsztyn'de Erasmus yapan arkadaşların böyle bir başvuru yaptıklarını biliyorum. Bunu da şöyle düşünün: Nasıl ki ülkemizde ev değiştiğinizde gittiğiniz yeni mahalle ile ilgili bir bildirimde bulunuyorsanız; Polonya'da da yerinizi bildirmek adına böyle bir işlem yapıyorsunuz, ki ben dediğim gibi böyle bir işleme dahi gerek duymadım. Üstelik bir kırmızı ışık ihlali sanısıyla bana haksız yere ceza yazmak isteyen bir polisle tartışmama, onun pasaportumu incelemesine rağmen bu bildirimle ilgili olarak başıma herhangi bir şey gelmedi.

D tipi vizenin değerinin altını çizerek tekrar edersem; siz D tipi vize öncesinde olduğu gibi, gittiğiniz Erasmus ülkesinde oturum izni başvurusu yapmıyorsunuz, bir sürü evrak teslim ederek oturum izni çıkmasını beklemiyorsunuz, 90 günlük başka ülkelerde bulunma hakkınızı da dilediğinizce ve özgürce kullanabiliyorsunuz.. Çünkü elinizdeki vize bu hakkı size baştan veriyor. Siz sadece, vizeyle zaten elde etmiş olduğunuz bu hakkınızı kullanıyor ve ben geldim diye haberdar etmek için -isterseniz- ya da okulunuz mecbur tutarsa ilgili kuruma başvuruyorsunuz.

Bilmem anlatabildim mi? Artık şu vize meselesini silin zihinlerinizden, muhtemelen de Polonya dışına ya gittiğiniz okulun ESN'i ya da bir tur şirketinin sayesinde çıkacaksınız. Bir sorun yaşayacak olunsa onlar alırlar mı bu sorumluluğu bir düşünün, en basit mantıkla uyarırlar ve götürmezler sizi, ama yok böyle bir şey.

Polonya Büyük Elçiliğinin sitesinde D Tipi Vize ile ilgili olarak yapılan açıklama aşağıdadır ve anlamı nettir. Mesele yorum farkından ibarettir.



Yeşil Pasaport'u olanlar da vizesiz çıkma olanağına sahip olmalarına rağmen, ellerindeki yeşil pasaport 90 gün yurt dışında (turistik amaçla) bulunma hakkı verdiği için ve oturma hakkını kapsamadığından, normal öğrenci pasaportu ile işlem yapanlar gibi, gerekli belgelerle konsolosluklara baş vurarak, özellikle 90 günde bir Türkiyeye giriş çıkış yapma sorununu yaşamamak için D tipi vize almalıdırlar.

Tüm D tipi vizeler, her altı aylık dönemde Schengen ülkelerinde de 90 günlük kalış hakkı vermektedir - aynı oturma müsaadesi gibi. Bu kural, 5 Nisan 2010 tarihinden önce verilen D ve D+C vize sahiplerini de kapsamaktadır. Üye ülkeler, azami 1 yıllık D tipi vizesi verebilir.


D+C tipi vize kaldırılmaktadır

17 Kasım 2011 Perşembe

Gerçeğin Peşinde

15.11.2011

Vakit öğle olmak üzere, dışarının soğuğunun aksi bir sıcağın şefkatinde, elimde kahve kokusu   bloglara göz atarken, bir yandan da  bir raporla meşgulüm. O ara e-postalarıma bakıyorum ve insan sıcağı kokan, -bildiğim yüreği- bir küçük çocuk için atan, en çok da ona ulaşmak maksatlı atıldığı her halinden belli olan, "falan kişiyi   tanıyan birine ulaşma şansın olabilir mi?" cümlesinin yer aldığı e-postada duruyorum. Ona yüklenmiş duygu ve duyarlılıktan dolayı ricayı görev addediyorum.

Saat 10:49:56

Bana ilk fark ettirildiğinde gerçekliğine inanmadığım,  en önemli ip ucumun; özellikle seçildiği duygusunu bende hakim kılan tarih ve vakit olduğu olayla ilgili  bu insani talep üzerine; "Şu an işlerim var ama öğleden sonra hallederim, olmadı önemli bir kaynağımı kullanıp kesin sonucu en geç yarın bildiririm" mesajını atıyorum. Verilen ip uçlarının yetersizliği üzerine ek bilgi istiyorum. Daha fazlasına ulaşılamayan ve tahmine dayalı bilgiler üzerine kaynağımı kullanmaya karar veriyorum.

Saat 13:15.21

Numaralarını tuşladığım telefon iki çalmanın ardından açılıyor. "İnanmayacaksın ama şu an arkadaşıma senden söz ediyordum." diye başlayıp "Abi nasılsın?" diye devam eden cümlenin ardından, bir başka kentteki  sevgili kardeşe: "Bir ad var ama o ad soyaddan da çok insan vardır, eminim! Yani bir de çocuk adı verebilirim sana, yaşadığı yer dahil başkaca da bir şey yok, sadece bir dönem bizim şehirde olduğu ancak şu an başka bir şehirde ailesinin yanında yaşadığı konusunda tahmini bir bilgi var. Ailesine ulaşılabilecek bir sabit telefon yeter !" diyerek, neden lazım olduğunu, insanların telaş ve üzüntülerinin altını da çizerek kısaca özetliyorum.  Sevgili ve önemli kardeşin "Şu an dışarıdayım. Ofise döner dönmez arıyorum seni..." cevabı üzerine, işlerime dönüyorum.  

Saat 17:22:26

Blog dünyasında yazan insanların duygusallığını, duyarlılıklarını, yazılan mesajlardaki içtenliği, üzüntülerdeki samimiyeti, hiç tanımadıkları bir çocuğa karşı besledikleri şefkati ve sahiplenme duygusunun sahiciliğini düşünürken ve bu insanların yüreklerine bir kez daha saygı duyarken telefonum çalıyor. "Abi meraba"nın ardından bütün bilgileri alıyorum.

Tarih 16.11.2011

Saat 09:17:16

Arabayı uygun bir yere park edip, müşterimiz olmuş  kurumlardan birinin kapısından içeri giriyorum. İki, üç yöneticinin adlarını söyleyerek orada olup olmadıklarını soruyorum. Olmadıklarını belirttikten sonra "yardımcı olabilir miyim?" diye soran genç adama doğrulanan bilgiden yola çıkarak "falan kişi sizin kurumda mı çalışıyor?" cümlesini kuruyorum." Evet" cevabını alınca olayı kısaca özetliyorum. Başlangıçta arama niyetimin başka olabileceğini düşünerek, bu şüphesini de "başka bir amaçla aramıyorsunuz değil mi?" sorusuyla açık eden gence olayı anlatıyorum. Yaşadığı yanıtını alıyorum ve buna hiç şaşırmıyorum. Sonra doğru kişi olduğunu teyit için; yazıp çizme işlerinden bahsediyorum. Bir çok iyi niyetli, saf ve temiz duyguların sahibi her yaştan insanın endişe içinde olduğu vurgusunu yapıyorum, aileye ulaşıp taziye bildirme arzularının altını çiziyorum. Bir de telefon numarası alarak ve karşılıklı gülüşerek ayrılıyorum oradan

Saat 10:25:00

İyi yürekli kişiye diğer iyi yürekli insanları haberdar etmesi için olayın gerçek olmadığını belirten mesajı atıyorum.

Saat 10:27:13

"İş yerinden bilmiyor olabilirler mi?" diye gelen ve bir yalana inanmak istemeyen, kişiye bunu konduramayan  mesajı okuyunca;  insan,  özellikle küçükler için atan kocaman bir kalbe sahip insan olmak böyle bir şey diye düşünüyorum; olaya dahil olup, duygularını, insana duydukları saygıyı içten ve güzel cümlelerle ifade etmiş, aileye ulaşıp destek vermekten öte bir amacı olmayan iyi niyetli tüm blogger mesajlarına da bakarak

Saat 11:55:00

"Sanmıyorum. Çünkü  merkezdeki çocukla uzun uzun konuştum. Dediğim gibi önce başka maksatlı olabileceğini düşünerek çekingen davrandı, sonra bende anlattım durumu ve gülüştük Sonra asıl şubenin telefonunu aldım ve kendisiyle görüşmek, insanların samimi üzüntüsünü vurgulamak ve buna bir son verilmesi gerektiğini düşündüğümü belirtmek  için  aradım. Kız "Bugün henüz gelmedi" dedi. Yani dün buradaydı anlamını çıkardım ben bundan... ayrıca ayın 10'unda ölen bir personelin bugüne kadar duyulmaması mümkün değil... şubesini öğrenince, ki yazılarından da yola çıkarak evinin nerede olacağını tahmin ediyorum.  Bunlar da duyulmama ihtimalini sıfırlıyor. Artı 10 kasım tarihi ve sabahı zaten beni şüpheye düşürmüştü. Bi de tavırdan yola çıkarak "insanı" kestirebildiğim için olağan bir durum diye düşünüyorum.  Kurumun sitesinde bir bölüm var, orada ölüm haberleri gün gün çıkıyor, orada da yok! Yani 6 gün önce gömülmüş birinin, görev yaptığı kurum ve şubesinin olduğu ilçe, evinin olduğu yer göz önüne alınınca duyulmama ihtimali sıfır." mesajını bir telefon numarası da ekleyerek gönderiyorum.

Saat 12:13:15

New-York Üçlemesi adlı kitaptaki kahramanlardan birine atıfla  "olası istihbarat durumlarında rahatsız edebilirim. benim paul auster'im olur musun?" 

Saat 12:13:15

Valla Türkiye sınırları dahilinde olmak kaydıyla, eyvallah! Yurt içi ve Türk vatandaşları ile ilgili olanlar en fazla 30 dakikada hallolur, bu mumun söndürülmesi yatsıyı geçti  ama, bağlantım operasyondaydı. Ofise dönene kadar izin istemişti, o yüzden yarım saatte yanıtlayamadım. Yurt dışı  biraz zaman alabilir.

Bugün

Hiç şaşırmadım. Çünkü sonrasında olabilecekleri tek tek sıralamıştım. Bilen biliyor!

8 Kasım 2011 Salı

Bir Demet Kuş Cenneti

Burnumuzun dibindekileri görmeyen, dolayısıyla değerinin de farkında olmayan ama gidecek de bir yer bulamayan, bundan da şikayetçi olan bir ırkın insanlarıyız biz.

Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti; Samsun'dan yaklaşık 20 km uzaklıkta, halkımızın yanısıra ülke yöneticileri tarafından da yakın zamana kadar değerinin farkına varılamamış, fakat avcıların çok iyi farkına vardıkları, 'balık avlayanların balık, ördek avlayanların da kuş cenneti' dedikleri, A sınıfı doğal park ünvanlı, dünyadaki meraklıları tarafından bilinen şahane bir havzadır.


İmza attığı uluslararası anlaşmaların gereğini yapmaya -nihayet- karar veren devletimiz, 56.000 hektarlık deltanın 21.000 hektarlık bölümünü , 2005 yılında hayata geçirdiği proje ile tam anlamıyla koruma altına almayı başardı.


Özellikle göllerin olduğu bölgeye yaklaştıkça çeşit çeşit kuşa rastlamanın en sıradan hal olduğu, dünyada bulutlara bu kadar yakın olabileceğiniz ender yerlerden biri olan, -19 Mayıs Üniversitesi Omitoloji Merkezinin 2008 yılında yaptığı sayıma göre- 185.400 kuş nüfusuna sahip bu doğal sergi alanında; Türkiye genelinde bulunan 457 kuş türünden 340 adedi yaşamakta...


Bütün balık ve kuş çeşitlerinin yanısıra olağanüstü manzara fotoğrafları da veren bu alanda, yol kenarında gördüğünüz ya da göl üzerinde raks eden kuşların fotoğraflarını çekebilmek için çok sessiz hareket etmek gerekiyor. Sadece rüzgarın ve kuşların sesinin yankılandığı alemde ufacık bir hareketiniz, indiğiniz arabanın kapı sesi, havalanmaları için yeterli oluyor.


Tüm dünyada nesilleri tehdit altında olan 24 kuş türünden 15'ine konaklama olanağı sağlayan Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti aynı zamanda yaban kedilerin, su samuru, tilki, sansar, kirpi, manda gibi hayvanların da yaşam alanı.


2005 yılında deltaya el atan devletimiz önce avcıları sahanın dışına çıkardı. Sonra kuşları izleyebileceğiniz iki adet gözetleme kulesi yaptı. Bununla da yetinmeyen devletimiz kişisel takdirlerime de mazhar olan, içinde kafeteryası, gözlem için terası, müzesi, laboratuvarı, otoparkı da bulunan güzel bir mekan inşa edip hayata geçirdi.


Bu mekanda bir gözetleme odası da mevcut. Her biri 5 km.'lik alanı izleyebilen, o alanların en uç noktasına kadar zum yapabilen, rüzgar ve güneş enerjisi kullanan 'avcı avcısı' dört kameranın sunduğu görüntüleri oturduğunuz rahat koltuklardan izleyebiliyorsunuz; ki ben bu kafeteryada tost yiyip çay içme keyfi için yol üzerindeki ne lezzetlerden vazgeçiyorum, bir bilseniz. Bu mekanda doğal ve taze manda yoğurdu da tadabilir ya da satın alabilirsiniz.


Gözetleme kuleleri benim favori mekanlarım. Kuşların yanısıra denizin ve göllerin manzaralarını da sunuyorlar. Ve her seferinde bir "ah!" çekmeme sebep oluyorlar. Okulu kırıp da atladığımız trenlerde konyak ve çikolatalara katık ettiğimiz sohbetleri hatırlatıp; "yani gecenin bir vaktinde gelip de kafa çekmek, geceyi de uyku tulumlarının içinde geçirmek var dı" dedirtiyorlar.


Kaçınılmaz şekilde bol bol fotoğraf çekeceğiniz Kuş Cennetinde bir türlü kadraja alamadığınız kuşlar için endişelenmeyin. Pek çok kuşun yanısıra çok sayıda balık, göremediklerinizi görmeniz için, sizi cennetin küçük ve sevimli müzesinde bekliyorlar.


Olur da yolunuz düşerse bu taraflara... Samsun'dan Sinop istikametine giderken 19 Mayıs ilçesinin hemen girişinden sağa, sonra da ilk sapaktan sola dönüp Yörükler Beldesi istikametinden devam ediyorsunuz. Kuş Cenneti yaklaşık 7-8 km sonra sizi sevgiyle karşılıyor. Eğer buradan Bafra'ya devam edecekseniz Celal Usta'da tandır ya da Turan Usta'da Bafra Pidesi yemeyi; eğer Samsun'a dönecekseniz de sağ tarafta kalacak olan Özçelik Petrol'ün(Thermopet) içindeki Muşta  Lokantası'nda sütlaç ve ayranı ihmal etmemenizi öneririm. Kuzinede pişen yemekleri için de mutfağa göz atmakta fazlasıyla yarar olduğunun altını çizmeliyim.

*Fotoğraflar tırtıl'ın Nikon L 23'ü ile çekilmiştir.

5 Kasım 2011 Cumartesi

Oyuncak da Bir Kalın Giysidir; Ruhu Sıcak Tutar!

Marie Antoinette ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler anlamı çıkarılan notlarını yazdığında; asırlar boyunca doğruluğu, en azından onun tarafından söylendiği kanıtlanamamış bu cümlenin, bugünlerde de sıklıkla tanık olduğumuz bir çok olaydaki gibi itibarsızlaştırma kampanyalarının bir ürünü olabileceğini düşünemiyordu elbette... Ne yazık ki hepimiz yakın durduğumuz düşünce ve eylemlerle ırak olduklarımız arasında aynı eylem ve cümleleri içerseler dahi farklı yorumlar türetip, farklı pozisyonlar alabiliyoruz.

İnsan algısı özünde çok doğru ve yerinde olan niyetleri bazen yanlış okumalarla, algısının biçimlenişi ile doğru orantılı olarak eleştirebiliyor ya da işin özüne, duygusuna bakmaksızın gereksizliğine vurgu yapabiliyor. Tüm niyet okumalarımız aslında kendi niyetlerimizin tarafgirliği üzerine kurulu.

Oyuncak: Bir çocuğun yaşamına yön verebilecek, onu tüm travmalarından uzağa kolayca taşıyabilecek, hediye edenle arasındaki duygu bağını en kolay kurabilecek, sıkıntılı, en bozguna uğramış anlarını tedavi edip umutlandırabilecek, onun hayatla yeni bir bağ kurmasını sağlayıp, hayal, düşünce ve duygu dünyasına olağanüstü katkılar yapabilecek, birilerinin yüklemek istediklerinin ötesine yolculayıp kendi doğrularıyla yepyeni ve sınırlarını kendi belirlediği bir dünya kurmasına olanak sağlayabilecek, Orson Welles'in muhteşem filmi Yurttaş Kane'nin final sahnesinde sayıkladığı gibi kendini unutulmaz yapabilecek önemli iki olgudan biridir.

Eğitim ve reklamlarla hafızalarımıza giren insanların algılarımıza yükledikleriyle sınırları belirlenmiş, çoğunluk doğrularıyla biçimlendirilen, o yönde hareket etmesi istenen bireyler olarak insana ve hayata dokunmaktan uzaklaştırıldığımız bu yeni dünya düzeninde; felaketleri malzeme yapıp ondan bile hanesine artı atan, yaptıklarını gözümüze sokarak kendini parlatan politikacıdan sanatçıya bir sürü medya yıldızının yanısıra, allahtan bütün samimiyeti ve sıcaklığı ile insanlara yardım eden, bu yönde çaba gösteren insanlarımız da var. İşte bu insanlarımızdan değerli bir grup Van'a 1 Milyon Oyuncak adlı kampanyanın yol göstericiliğini yapıyorlar.

Belki büyük çoğunluğun düşünüp de yaptığı gıda, giyecek, para, barınma yardımının yanında "Oyuncak da ne ki?" diye düşünebiliriz. Bir tek cümlesinin dışında hakkında hiç bir şeyi merak edip de öğrenmediğimiz, dediği varsayılan sözleri yıllardır kişi yaftalamak için kullanmaktan çekinmediğimiz Marie Antoinette'lik bir durum olarak da görebiliriz bu çabayı. Ama durup bir daha düşünelim! Kendi çocuklarımızı ve çocukluğumuzu, kumaş ve yünden yapılmış bebeklerimizi, telden direksiyonlar yaptığımız plastik arabalarımızı, elimizdeki ipe taktığımız küçük kağıt parçalarını mektup yapıp gönderdiğimiz, o göklerdeyken o kağıtla birlikte yanına vardığımız uçurtmalarımızı ve bize kattıklarını düşünelim! Sonrasında içimizden bir şeylerin koptuğunu hissedersek, bu bayram ya da ertesinde Vanlı çocuklara oyuncak gönderelim.

Tanıdığım günden beri pek çok kampanyayı başarıyla hayata geçirmiş Birmilyonkalem.com'un -bence- en az yemek-içmek, barınmak kadar önemli, çocuk ruhumdan baktığımda daha da değerli kampanyasına katkı vermek ve ne yapmanız gerektiği konusunda bilgilenmek için ruhunuza bir iyilik yapın ve lütfen logoyu tıklayın.


* Prag Oyuncak Müzesinde Mussano tarafından çekilmiş fotoğraflardan biridir.

2 Kasım 2011 Çarşamba

Zor Bir Oyun Yazısı

Tiyatro sezonunun açılmasıyla birlikte gözüme bir oyun kestirmiştim ki, son anda programdan çıkarılmış ve yerine başka bir oyun koyulmuştu. Seçtiğim ama iptal edilen oyunun yerine, aklıma ve fikrime en uygun gelebileceğini düşündüğüm, tanıtımında "Fantastik bir öyküyü, trajikomik biçimde ele alan oyunda, “Dünyayı tehdit eden felaket senaryoları gerçekleşse, günümüz Türkiyesinde neler olurdu?” sorusuna eğlenceli bir dille yanıt aranmakta, eylemsiz aydın tavrı inceden inceye eleştirilmektedir." yazan, İzmir Devlet Tiyatrosunun Yerin Altında adlı oyununda karar kılmıştım.

Biletimi net üzerinden keyfini çıkara çıkara aldım, salona hevesle ve hatta trenle geldim ki geç saatteki dönüşün tadını çıkarayım. Hatta oyun sonrası çok sevdiğim bir dükkanda sirkesi-sarmısağı, pulu, tozu, kırmızı ve karabiberleriyle tam tekmil şahane bir işkembe çorbası içme fikrim dahi vardı...

Perde açıldığında karşılaştığım dekora bayıldım. Müzik, efektler ve elbette ışık; bir gizeme ve yeraltının bilinmezliğine destek veren vurgularıyla beni benden alıyorlardı. Evet! Tam da radyo tiyatrosu tadında bir oyun diye düşünüyordum. Bu keyifle bloga yazacağım yazının ilk cümlelerini parlatıyordum ki, bir anda ışıklar söndü ve perde kapandı.

Işıklar tekrar yandığında dekordaki teknik bir arızadan dolayı 15 dakika ara vereceklerini söyleyen ve özür dileyen anonsu seyirci bir olumsuzluk olarak görmedi ve moral destek anlamında anlayış ve sempatiyle yürekten alkışladı.

Ön kararlarımın tadıyla ağzımın kenarından akan suyu elimle toparladıktan sonra yeniden açılan perdeyle birlikte müthiş bir lezzetle oyuna girdim. Ve onla kaldım! İlk perde bittiğinde arka sıramda oturan tanıdıklarıma düşüncelerini sordum; olur ya benim algımda bir sorun vardır diye... Onlar da benimle aynı düşüncelere sahiptiler ve bir türlü izleyeni içine almayı başaramayan oyundan çıkmaya -çoktan- karar vermişlerdi.

Çıkmayı kendime yediremezdim. Çok küçük yaşta kazayla düştüğüm bir klasik müzik konserinde azap çekerken yeltenmiş ama yanımdaki amcanın doğru sözlerle yaptığı uyarı sonucunda, "işkenceyi" çekmeye razı gelmiştim. O amcanın sözleri kulağıma küpe olmuştu. Hala o küpeleri zevkle taşıyordum. Evet, ne olursa olsun verilen emeğe saygı duymalıydım. Ben de öyle yaptım. Ama ikinci perdenin daha beşinci dakikasında beni sürekli "neden çıkmadın" diye dürtükleyen benle mücadele etmek zorunda da kaldım. İkinci perdede, zaman zaman, kendimi uyuklamak üzere yakalamadım değil. Bu kez de horlarım falanda yanımdakilere ayıp olur diye düşündüm. Üstelik ben azabı çekerken, bu azaba razı gelmeyen izleyicilerden görüş açımdaki bir kaçının çıktığını farkettim. Tabi ki verdikleri görüntü hoş değildi.

Çok hevesle gittiğim, üzerine güzel bir yazı hayal ettiğim oyunun çıkışında kulak kesildiğim etraftan, homurtudan başka bir şey çıkmıyordu. Övgü ve memnuniyet içeren bir cümleyi nafile aradı kulaklarım. Şehrin seyircisinin sevdiği ve beğendiği bir gösteriye verdiği tepkinin şiddetini bilmesem; final seremonisinde oyuncuların yüzünü asan coşkusuz alkışları, bilinçsiz ve bilgisiz seyirci tepkisi olarak yorumlayacaktım.

Aslında bu yazıyı da büyük bir teredütle yazdım. Çünkü bir sinema sitesinde film yazıları yazdığım dönemden beri ana prensibim şuydu: -Beğeni denen şeyin göreceliğini de göz önüne alarak- beğenmediysen yazma.

Herşeye rağmen bu yazıyı yazmaya karar verince hiç adetim olmayan bir şeyi yaptım. Oyun üzerine yazılmış yazılara bakındım. Uzun ve beğeni yüklü birkaç yazının içindeki şu cümleleri de buraya taşıdım:

*"Tiyatrodan farklı çağdaş ve deneysel yapımlar bekleyen seyircilerin beklentilerini karşılamaya aday bir yapım olarak öne çıkıyor."

"İşte günümüzde aydın insanların toplumsal sorunlar karşısındaki tutumunun müthiş bir parodisi."

“Dünyayı tehdit eden felaket senaryolarının gerçekleşmesi söz konusu olduğunda, günümüz Türkiye’sinin aydınları ne yapardı?” sorusuna eğlenceli bir dille yaklaşan oyun inceden inceye batırdığı iğnesiyle, eylemsiz tavrın eleştirisi olarak yorumlanabilir. Traji-komik bir öyküyü fantastik biçimde, bize özgü olandan yola çıkarak ele alan oyun modern temalardan ustalıkla yararlanıyor."

"Oyun çok başarılı çok katmanlı bir metindir. Sizi iki saat boyunca hiç sıkmadan peşinden sürükler.

"Oyuncuları çok başarılı buldum."

"Oyunun metninin çağdaşlığı seyircilerin farklı anlamlar keşfetmesine olanak sağlıyor."

"Oyunda bir metafor olarak kullanılan yer altında yaşanıldığı sanılan hikâye aslında bizim yerin üstünü de yaşadıklarımızın aynadan yansımasıdır. Çağımızın kaotik ortamında bazen öylesine kafa karışıklığı, köşeye sıkıştırılmışlık, çaresizlik hissini yaşarız ki, yavaş yavaş geliyorum diyen tehlikeye ilk başta aldırış etmeyiz. Sonra gerçekten geldiğini fark ettiğimizde, kendimize bir sığınak ararız."

"Oyunun sesine kendimce kulak verdiğimizde bugünlerde bedenlerimize sinisice sızan karanlık tehlikesini duydum."

"Ben insan bedenini işgal edip ruhlarını kirletmek isteyen karanlık güçleri kanserli hücrelere benzetiyorum."

Ayşe, Deniz ya da Teslime adınızın ne olduğu ve kim olduğu hiç fark etmez oyun bizlere “Hadi n’olur siz de gelin aramıza katılın” diye bağırır, seslenir. Siz de bu direnişçilere omuz verin ki tiyatronun ışığındaki aydınlık yıldızları çoğaltalım ve çözülüversin artık dört nala gelen ay karanlık gece."


"Bunlar bu oyunun içinde var mı?" derseniz, var!

Zaten ilk kez bir başka (akademisyen) yönetmen David Nikoladze'nin sahneye koyması ile Kocaeli Üniversitesi Sahne Sanatları Bölümü öğrencileri tarafından sergilenmiş ve metni Dç. Dr. Sema Göktaş tarafından yazılmış oyunun sorunu ortaya koymak istedikleri ve metni ile ilgili değil... Bu uyarlamada derinliksiz, oldukça sığ ve dinamik olmayan bir yol seçerek, sıradan bir televizyon dizisinde ya da popüler filmlerden birinde yer bulacak ucuz esprileri, cinselliği, son derece basit bir biçimde içine yerleştirmiş ve kullanıyor olmasında... Samimi düşüncem bunların, tiyatro seyircisinin düzeyiyle ilgili önyargılara dayalı bir kanaatle şekillendirilen izleyici profilinin algısına dönük elma şekerleri olduğu noktasında.

Oyunun sorunu; başarılı ışık, giysi, müzik, efekt ve dekor uygulamalarına rağmen akış ve oyunculuk konusunda...ki burada oyuncuları da eleştirmek zor. Belki farklı bir elden çıkacak uyarlamada daha farklı bir tat verebilirlerdi izleyiciye... ki bence şansı yüksek olan başarılı bir metni var oyunun.

Alıntıladığım övgü yüklü yorumlarla kendi hissiyatımı yanyana getirdiğimde ortaya iki doğru çıkıyor. Birincisi benim hem görsel hem de bilgi birikimim bu oyunu anlamaya ve gerçek değerini vermeye yetmiyor. Ya da İzmir Devlet Tiyatrosu yapımı bu oyunun sahneye uyarlanmasıyla ilgili hem bir ritm, hem de derdini doğru, içine çekerek anlatabilmekle ilgili bir sahneleme sorunu var.

Ve allah da bana bir daha izlediğim bir gösteriyle ilgili olumsuz görüş beyan etme fırsatı vermesin. Emek, sanata ve sanatçıya saygı ile -olası-izleyici mutsuzluğu arasında sıkışıp kaldım çünkü.


*Alıntılınan cümlelerin önemli bir bölümü Kocaeli Üniversitesinin gösterisi üzerine Sanat-Edebiyat com'da yayınlanan Canan Şahin imzalı analizden alınmıştır.

1 Kasım 2011 Salı

Benim Vicdanım Hep Rahat



*...

Karşısındakinin taşıyamacağını düşünürse kendi sıkıntı çekmeyi göze alabiliyordu, gönlünde, aklında bitirse bile ötekini önemsiyordu, dünyanın tüm yüküne sadece kendi karşı koyabilir sanıyordu, garip bir gözüpekliği ve başkalarına pek kıyamayan bir yüreği vardı. O, seven her kalbin karşısında hep ihtimali zorluyordu.
...

*"Hayatı Öğrenmek Adına En Özel Tanıklığısın Ömrümün/ 4"den bir bölüm



İlk gördüğüm anda çok etkilendiğim, çok vurucu bulduğum HAYTAP'ın bu afişi ve diğerleri, Samsun Büyükşehir Belediyesinin desteğiyle kentteki duraklarda ve pek çok bilboard'da sergilenmekte...

Vicdanımız hep rahat olmalı, tabi varsa!

28 Ekim 2011 Cuma

Behzat Ç. - Seni Kalbime Gömdüm

"Bazen geçmişten eksilen bir binanın önünden geçmeyi sevmem, anılarımda yer etmiş eskinin bir lokantası yıkıldığında veya yer değiştirdiğinde yeni yerine gitmem, yaşadığım tadı severim, bozulsun istemem."

"Behzat Ç. benim vazgeçilmezimdir. Hani derler ya iki elim kanda olsa... Tam anlamıyla o derece de bir izleyicisiyimdir. Bütün bir haftanın, kafa içi sohbetlerin en şahane dağıtıcısıdır. Müthiş eğlenir, bazen kahkahalarla güler ve rengarenk bir keyif alırım ondan."

"Her bölümünde farklı bir olay ve karakterlere de yer veren, ama bütününde ana kahramanlarının öykülerini de sürdüren sağlam bir metne dayanması, görüntü anlamında 80'li yılların film renklerini ve kamera açılarını kullanıyor olması, film jeneriği tadındaki girişi beni ona bağlayan en önemli etkenlerdir."

"Sağlam müziği, keyifli diyalogları, oyuncuların başarıyla canlandırdıkları kendine münhasır karakterlerinin yanısıra... İçine kasmayan türden bir mizah yerleştirilmiş, parodisel bir abartıyla lezzetlendirilmiş, şahane göndermeleri de olan, tümüyle insan kokan masalımsı tadı nedeniyle benim için olmazsa olmaz bir dizi olmuştur Behzat Ç."

Bütün bu cümleleri değişik zamanlarda kurmuş olan, hatta uğruna Fenerbahçe maçlarından bile vazgeçebilen ben; film e-postama düştüğü günden beri müthiş bir ikilem içindeydim.

Hayatın içinde tecrübe ederek doğruluğuna çok kere tanık olduğum önemli sözlerden biri şu olmuştur: Taş yerinde ağırdır.

Ne zaman ücralarda keşfedip de müdavimi olduğum(uz) bir mekan sahibi: "Abi burayı daha işlek bir yere taşıyıp büyütmek istiyorum." dese, "Aman ha!" derim. Bilirim ki birbirlerinin kulağına üfleyen, dolayısıyla mekanın müşteri sayısını çoğaltan kalibresi yüksek müdavimler yüzünden bu hevese kapılır dükkan sahibi. Bilmez ki her geçen gün sayıları artarak dükkanın müdavimi olan bu kişiler, gittiği yeni yerde büyük olasılıkla olmayacaklardır; belki sayıca daha çok, ama kalibresi farklı farklı yeni müşterileri olacaktır, o da çizgisinden büyük olasılıkla şaşacaktır.

İşte bu türden nedenlerle, filmi yapmanın altındaki -bence- tüccar bakış yüzünden, kaygılıydım. Filmin zorlamalar içereceğini, bir takım klişelere başvuracağını, ona sahip çıkan sadık izleyicisinin yarattığı popülariteyi paraya tahvil etmek isteyeceğini, bu yüzden de çok daha geniş kitlelerin hoşuna gidecek popüler tadları içinde barındıracağını, mizahı incelikten uzaklaştırıp "abartacağını" ve hatta İvedikleştireceğini düşünüyordum. Hatta bundan emindim.

Sezonu; dünya dizi tarihinin belki de en ters köşe, en çarpıcı, tüm sevenlerini şaşkın ve ağızları bi karış açık bırakmış olağanüstü bir finalle bitirmiş ve sevdiğim dizinin, bende bıraktığı tadın silinmesini istemiyordum. Bu yüzden kararsızdım. Ama merakıma yenik düştüm.

Uzun lafın kısaları:

Bu filmde güldüm mü? Arada sırada güldüm; hatta kahkahalarla.

Filmden tat aldım mı? Sadece dizideki ekibin bir arada olduğu sahnelerde...

Cansu Dere'yi ve filme yerleştirilmiş bazı karakterleri yadırgayıp yabancıladım mı? Evet... ve dizideki bazı karakterleri de gözlerim aradı.

Özellikle Behzat'ın kızıyla ilgili halüsinasyonları abartılı mıydı? Evet.

İzlerken neden bu filmi 'böyle' yaptılar deyip sıklıkla tadım kaçtı mı? Evet

Erdal Beşikçioğlu'na verilen Altın Portakal'ın, dizisinin etkisi ve algılarda ettiği yerle ilgili olduğunu düşündüm mü? Düşündüm.

Dizideki doğallık ve merak ettiren lezzetli akış filmde var mıydı? Bence yoktu. Hatta Behzat Ç.'nin o kendine has dokusu bozulmuş, sanki biraz da Snatch tarzı bir kurgu yapılmak istenmişti. ( İçimdeki ukala zaman zaman 'böyle bir esinlenme var' duygusuyla izledi de filmi.)

Filmi izlediğime pişman mıyım? Pişmanım. Ama çok kötü bir film olduğu için değil, kişisel nedenlerimden ve diziyle aramda oluşmuş bağ yüzünden.

Diziyle arama soğukluk girme ihtimali var mı? Var.

Dizideki üç kadınla olan gönül ilişkisinin her birindeki duygular makul, sahici, anlaşılabilir ve şık dururken, filmde yaşadığı duygusal durum şık mıydı, anlaşılabilir bulundu mu, yoksa gereksiz bir abartı mıydı? Kesinlikle abartıydı ve hiç de sempatik gelmedi.

Mekanda, ilişkiyle(Cansu Dere) kafa çekerlerken şarkı söyleyen kadının yerine Pelinsu Pir'i aradı mı gözlerim? Aradı.

En çok kimi beğendim? Hakan Borav'ın -canlandırdığı sıradışı karakterdeki- oyunculuğunu ve Harun'u; ki seyirciyi ve beni kahkaya boğan sahneler hep Harun'un olduklarıydı.

Keşke gitmeseydim dedim mi? Dedim.

Fakat herşeye rağmen, dizinin sadık bir izleyicisi değilseniz, izleyicisi ama yaşamla ilgili prensipleriniz benle benzeş değilse, gülüp iyi vakit geçirebileceğiniz bir film olduğunun altını çizerim; bu manada hakkını yemem.

Belki de film; daha önce uzak durduğunuz dizinin yeni takipçileri olarak, hayran listesine katılmanıza olanak yaratabilir.

25 Ekim 2011 Salı

Kendimi Sorumlu Hissettim

Bir genç olarak;

Ülkemi yönetenlere ilkokuldan başlayarak bana ne kadar önemli topraklarda yaşadığımı öğrettikleri için teşekkür ederim; ancak onlar 30 yıldır bu güzel toprakların kan gölüne dönmesine seyirci kalıyorlar.

Ülkemi yönetenlere beni alkol ve sigaradan korudukları için teşekkür ederim; ama onlar beni dayanıksız bir Yurtkur binasında iki gün önce öldürdüler.

Ülkemi yönetenlere bilim ve özgür düşüncenin yuvası olan üniversitelerin sayısını ve kontenjanlarını her geçen yıl arttırdıkları ve beni de üniversiteli yaptıkları için teşekkür ederim; ama onlar benim televizyonda ne izlediğimden, internette ne yaptığıma kadar elinden gelen her alanda sansür uygulayıp, hayatımı sınırlıyorlar.

Ülkemi yönetenlere bana üniversitede okuduğum süre boyunca burs-kredi bağladıkları için teşekkür ederim; ancak yine onlar parasız eğitim istediğim için beni hapse attılar.

Ülkemi yönetenlere insanlık dramına seyirci kalmayıp Somali'ye yardım kampanyaları düzenledikleri için herşeyden önce bir insan olarak teşekkür ederim; ama yine onlar 4 yıl önce Beyoğlu Karakolu'nda bir Nijeryalıyı öldürdüler.

Ülkemi yönetenlere Filistinli mahkumların serbest bırakılmasında rol oynadıkları için teşekkür ederim; ancak onlar yüzlerce kişiyi bir isimsiz ihbar mektubuyla ya da usulsüz bir telefon dinlemesi karşılığında haksız yere yıllardır hapiste tutuyorlar.

Ülkemi yönetenlere daha birçok konuda teşekkür edebilirim. Aklıma gelmeyenler için onlardan özür dilerim.

Haa! Son bir şey daha var:

Beni hibe vererek yurt dışına gönderdikleri, başka ülkelerdeki insanların nasıl barış, huzur, özgürlük ve adalet içinde yaşayabildiklerini görmemi sağladıkları için çok ama çok teşekkür ederim. Çünkü benim ülkemde bunların hiçbiri yok!

21 Ekim 2011 Cuma

Şehitler Ölür!



Şehit evine başsağlığı dilemeye gittiğinde "Bu herkese nasip olmaz." klişesini de içine koyduğu ve şehitlik mertebesine vurgu yaptığı 'şekerlemelerinden' teselli ve gurur çıkarttırmaya çalışan siyaset anlayışındaki yetkili kişi: Bu fotoğrafı, 'görebilesin', biraz da anlayabilesin diye gözüne sokarım. Bu fotoğraftaki ANA, bir mandadır. Büyük harflerle bir kez daha yazıyorum ki iyi anla MANDA.

ANA, şairin* şu dizelerindeki gibidir:

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik

Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Baba da şöyle:
Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım.


Hiç bir ana-baba yoktur ki evladını bu anlamda -siyasi- bir kirli savaş için ölüme, seve seve göndersin.

Her cenazede sokaklara dökülüp "Şehitler ölmez!" diye hamasetle bağıranlar ve dahi köşe yazılarında tabutların döndüğü evlerin neden hep yoksul olduğuna vurgu yaparak adalet duygusunu kaşıyan köşe yazarları: Bütün analar ve babalar yukarıdaki manda gibidir. Ellerinden gelse hep bu anı yaşamak isterler.

Gerçeği kabul edelim ki bu çocuklar gönüllü olmadıkları bir mesleğe mecburen katılıyorlar. Onlar, öleceklerini ve öldüreceklerini baştan kabul ettikleri bir mesleği, kendilerine sunulan seçenekler içinden gönüllü seçmiyorlar. Onlar, çözüm üretme makamlarında olan ama suçu başka yerlere atıp hayali düşmanlar yaratarak bahaneler üreten bir takım aklı evvellerin, siyasi rant peşinde koşanların, tuzu kuru yerlerde beyaz kefen giydik nutukları atanların, hepimizi seçim dönemlerinde hanelerine atılacak bir artı olarak görenlerin beceriksiz, yanlış, kaypak, yanar -döner siyasetlerinin bedelini ödüyorlar.

Bu çocuklar en masum ölümü yaşıyorlar. ÖLÜYORLAR.

Oysa biz; olayların sıcağında duygularımızı dışa vurup, iki slogan atıp üç yazı yazıp sonrasında anamızın kucağına dönüyoruz. Bir sonraki ölümlere kadar yokuz!

Olayların sıcağındayken, "Onların bize emaneti." diye saçlarını okşadığımız -bu ülkeye emanet-çocuklarının en temel ihtiyaçlarını karşılama konusunda herhangi bir eylemimiz var mı? Hangimiz okulların başlama döneminde bir defter, bir kitap, bir kalem, bir önlük, bir ayakkabı, bir pantolon alıp kapılarını çalıyoruz? Hangimiz mahallemizde yaşayan, olanakları kısıtlı bir şehit çocuğunun elinden tutup bir kitapçıya, sinemaya, bir spor müsabakasına ya da tiyatroya götürüp hayatla kucaklaşmasına zemin hazırlıyoruz?

Neredeyse her ilçede bir şekilde dernekleşmiş, dernek odalarında toplanarak birbirlerinin acılarından terapileri yapan anaların arasına yılda bir kere de olsa bir kutu pasta alıp hangimiz katılıyoruz, yanlarında olduğumuzu hissettiriyoruz? Bakın burada, nereye gideceği konusunda şüpheler duyacağınız bir bağıştan söz etmiyorum! Güvenilir, sıcak, paylaşan ve sorun çözebilecek davranışlardan, dokunmaktan söz ediyorum.

Evet, gerçek şu ki: Biz kendimize teselliler yaratıp büyük sözler eden ama pratikte hiç bir yararı olmayan, sorumluluk duygusu taşımayan, asıl sorgulanması ve hesap sorulması gereken "sorumlu" siyasi makamları sorgulamayan, o makamlardan hesap soramayan, işin eğrisini-doğrusunu insanlığıyla değil de siyasal duruşuna göre değerlendiren, 30 yıldır akan bu kandaki her ölüm sonrasında -aynı nakaratlarla- kolayca uyutulabilen ikiyüzlüleriz. Hep birlikte ÖLDÜRÜYORUZ.

*Dizeler Ece Ayhan'a aittir.
*Fotoğraf kısa bir süre önce kızılırmak deltasındaki kuş cennetinde, başka amaçla çekilmiş bir dizi fotoğraftan biridir. Tırtılın makinesi Nikon L23 ile çekilmiştir.

20 Ekim 2011 Perşembe

Gün Film ve Hissiyat


Film Gün ve Hissiyat

Kafamda şekillendirdiklerime göre 12'de yola koyulmalıyım...

Bu saati hedef alarak son hazırlıklarımı yapıyorum. Duş, traş ve kıyafetlerden sonra havayı kontrol ediyorum. Soğuma olasılığını da göz önüne alarak yakası fermuarlı, dokuması ince lacivert kazakta karar kılıyorum. Güneşi parlak bir gün. İçime bir şey giymeyi gereksiz bulup, tenime değecek yünü kulak arkası ediyorum. Saat 12:30! 3o dakika kaybettim.

Denizin kıyısından gitme fikrim varken, bu tadı dönüşe erteliyorum. Trenden hoşlanıyorum. Kalabalıkla yolculuk ederken güzergahtaki manzaraları, kavşaklardaki yoğun trafiği, bekleyen arabaları, inenlerin binenlerin devinimini seviyorum. Fakat önce, ne kadarlık hakkım kaldığını bilmediğim Samkartıma kontör yükletmeliyim.

Görmeyi istediğim mekana en yakın durakta iniyorum. Bir süre yürüdükten sonra benimle aynı yönden gelip sağa dönecek araçlarla, karşıya geçecek yayalara aynı anda yeşil yanması gibi bir senkron sorunu olan köşede; döndükleri anda durup da yayalara yol vermesi gereken ama bunu yapanın şöförlüğüne sayıldığı kavşakta, karşıya geçmek için, ana yoldan gelen arabaların durma anını kolluyorum. O esnada; cep telefonuna uzak, kolunda saati olmayan, vakti el yordamıyla bulan kişi, 14:15'te başlayacak film için, 'ne kadar vaktim var' tahmini yapıyor.

Karşıya tek ışıkta geçebilmek için hızlı hareket etmeliyim. İlk bölümü geçip sağdan gelen arabaları kontrol etmem gereken orta refrüje geldiğimde, yeşil ışık sinyale başlıyor. Kısa bir 'Beklesem mi?' tereddütünün ardından, koşuyorum. 80 saniye kazandım!

Üniversitenin durağında tren bekleyen kalabalığa neşeyle müzik yapan gençlere kulak kesildiğim gün, sol yanımdan gelen sese döndüğümde elime tutuşturulan broşürdeki sokağı tahmin etmeye çalışıyorum. Evet burası olmalı... Burası olmalıdan vazgeçip bir sonraki sokağa girmeye karar veriyorum. O sokakta olmadığını biliyorum. Küçük mekanlı, çiçek balkonlu, deniz kokulu, parke taşlı sokaklarda yürümeyi seviyorum. Sahile inip doğru sokağa bu sefer altan giriyorum. Tamam burası! Avangart Sanat.

Dar koridorun solundaki sahne yazan aralık ve ışıkları sönük kapıdan kırmızı koltukları görüyorum. Saklı bahçesi pencerelerinden taşan kafe bölümünü sıcak ve samimi buluyorum. Güler yüzlü bir genç "Hoş geldiniz," diyor. "Merak ettim." diyorum. Oturmamı teklif ederken ekliyor: "Çay içer misiniz?"

Yaptığı işten duyduğu heyecan, bu heyecandaki umut, bu umuttaki sevinç yüzüne pek yakışıyor. Vaktim olmadığını, sinemaya gideceğimi, sonra uğrayacağımı ve bir oyunlarını izleyeceğimi, hatta bunu yazacağımı söylüyorum. Beni geçirirken gururla sahneyi gösteriyor; el emeği göz yordamı yaratımıyla ilgili sözler ediyor. Heyecanındaki tonu seviyorum. Bir takım 'pazarlama' önerilerinde bulunuyorum, tanıtımları için katkı yapacağımı, bir blogum olduğunu söylüyorum. Sohbetin içinde bir yere sıkıştırdığı 'Sanatın pazarlaması olmaz' cümlesinden bu konudaki çekingen tavrını hissediyorum. Gülüyorum. Cumartesi akşamı son kez sahnelenecek oyunları için bilet alıyorum. O "Bir kişi mi?" diye sorarken bir şey farkediyorum ve evet diyorum. Farkettiğim ve kendime ait bu duruma tebessüm ediyorum. Soyundukları işin gönülden sevmek gerektirdiğini -baştan- kabul ettiğim bu uğraşı diğer övgü sözcüklerimle çoğaltırken, aslında duruma uygun kelimeyi bulamadığımı belirten bir cümle kurup mekandan çıkıyorum. Dar sokakta yürüyüp deniz kenarına iniyorum.

Balık lokantalarının ve Meksika etkileri taşıyan görüntüsünü beğendiğim ama henüz gitmediğim bir pub'ın önünden geçerken, yaşadığım kentin sunduğu olanaklara seviniyorum. Bir kamu kuruluşunun kampıyken halkın kullanımına açılan yeşil alanın önünden geçip, konumu itibariyle ülkenin en güzellerinden biri olduğunu düşündüğüm AVM'ye geliyorum. Kontrol noktasından geçerken cebimdeki metalleri masaya bırakışıma teşekkür eden genç kızın hoş geldiniz tebessümüne, tebessüm ediyorum.

Önce, Mudo ve Koton'a girip mussano için bir şeyler bakmayı düşünüyorum; fakat saat kaç oldu bilmiyorum. Öğrenmem gerekli!.. Oley! Durumu anlatan cümleyi buldum: "Karpuz kabuğundan gemi yapmak". Filme yazdığım yorumdaki anımı hatırlıyorum. Durumun benzeşliğini göz önüne aldığımda tanımın mekana yakıştığını kabul ediyorum.

Sinema katına çıkıyorum. Kartımı kiosktan geçirip biletimi alıyorum. Garip belki... ama ben bu işlemi de seviyorum. Saat 2'ye yirmi var! Hımmm... Bu bana 35 dakika sağlıyor. Önce mağazaları mı gezsem, yoksa bir şeyler mi atıştırsam? Neredeyse her gecesi mangal yakılan yaz sofralarında aldığım kiloların ikisi gitti üçü kaldı. O zaman, atladığım öğünü sıcak çikolata ile telafi edebilirim.

-Bir sıcak çikolata lütfen!

Elimde tepsi balkona çıkıyorum. Güneş denize vuruyor. Yüksek bir geminin güvertesinde ve uçsuz bucaksız bir denizdeyim. Usul bir rüzgar yanağımı öpüyor. Oturduğum "Mc Donald's"ın, manzara açısından dünyadaki en iyilerden biri olduğunu düşünüyorum. Karşı kıyıya uzanıyormuş hissi veren iskele görüş açımda... Dudaklarım ıssız.

Çikolata her hücreme sıcağını bırakmaya devam ederken; önce D&R'da bir tur atıyor, sonra sinemaya giriyorum. 10 dakikam var! Fuayedeki koltuklardan birine oturuyorum. Yanımdaki salonda film arası. Bir küçük kız ve bir küçük oğlan çıkıyor. İkisi de cıvıl cıvıl. Sarışın kadın tebessümle yanaşıyor. Çocuklar patlamış mısır istiyorlar. Onlara bakan gözlerim tebessüm ediyor. Şarışın kadın patlamış mısırları almaya giderken, tebessümlerimiz eşleşiyor. Uzun kelimelerin yerini gülüşlerimiz alıyor.

Merdivenlerdeyim. Önümden genç bir çift yürüyor. Oğlanın elinden bir şey düşüyor. Farkedip uyarıyorum. Henüz onlarla yan yana oturacağımızı, sonra onların benim arka sırama geçeceklerini, konuşmalarına müdahale etme isteği yaşayacağımı ama bundan vazgeçeceğimi bilmiyorum. Film başlamak üzere... Biraz kaykılıyorum, başımı koltuğa yaslayıp bacak bacak üstüne atıyorum. Salonun kapısı hala açık...

Gelecek Program: Film Hissiyat ve Gün

*bizim evin önü

15 Ekim 2011 Cumartesi

Film Gün ve Hissiyat

Geceden yağan yağmurun soğuttuğu bir sabah... Kızılırmak Deltasındaki cennete göç eden kuşların konaklama alanlarından birinden, artık kuş ve ağaç sesleri yerine; testere, demiri kesen pense, kalıba dökülen beton, yerde sürüklenen demir ve çivinin ensesindeki çekiçin sesleri geliyor. Tüm bu sesleri uzağa koymak ve yoğunlaşmak için müzik gerekli. An itibariyle düşünmekteyim; bugüne, bu yazıya ve önceki günden aktaracaklarıma ne yakışır diye...

Öyle bir müzik olmalı ki; bu soğuk, kamyon sesli, ıslak ama yine de güzel günde bana gaz olsun. Madrugada ile Madeleiene Peyroux arasında gidip geliyorum. Lyambiko geçiyor aklımdan... ama onla iki gece önceyi paylaşmıştık; üç shot Zubrowka ve bir shot Lubelska eşliğinde...

Hala bir karar veremedim. Bir yandan da kahve saatimi bekliyorum. 23 dakikam var. Kararım kesin: Kahve, pencereden giren deniz ve toprağa bulaşmış yağmur kokusunu müzikle çoğaltacağım.

Sonunda, her dinlediğimde gaz pedalını dibe vurdurmama neden olan Chris Rea'da karar kılıyorum. Doğru seçim! Baba ne zaman jazee Blue dese, ben kendimi şehrin dışına atar, km saati tırmanırken, bakabildiğim son nokta 205 olur... du.

İki önceki gün:

Geceyi benle geçiren tırtılı kışlık diye tanımladığı eve bırakıp dönerken, üniversitenin durağında tren bekleyen kalabalığa neşeyle müzik yapan gençlere kulak kesiliyorum. O esnada, sol yanımdan gelen sese dönüyorum ve elime bir broşür tutturuluyor. Evet! Oyundan haberdardım ve küçücük afişini geçen yıl bizim mahalledeki duraklar ve elektrik direklerinde görmüştüm. Bu kez elimdeki broşürü iyice inceliyorum ve zaten geçen yıldan beri aklımda olan mekanla tanışmaya karar veriyorum. Soyundukları işin ne kadar meşakkatli olduğunu biliyorum. Böyle bir mekan açmaya cesaret edenleri takdir ede ede eve geliyorum.

Gün akşam ve hava karanlık, pencereyi açıyorum, denizi eve dolduruyorum. Madrugada'nın albümünü koyuyorum. Sıra ona geldiğinde üç kez şarkıyı başa alıyorum, hatta birinde iki hoparlörün dibine ve tam ortalarına oturuyorum. Sırtımı bu kez, çektiğim koltuğa veriyorum. Öyle dinliyorum. Derin ve etkileyen sesiyle her şarkıyı sahne sahne yaşatan, dünyadaki vokallerin çok çok iyilerinden biri olduğunu düşündüğüm Sivert Høyem'in bir cümlesinde asılı kalıyorum. O esnada klibini bulup bloga koymaya karar veriyorum. Sonra bu karardan vazgeçiyorum ve onu Mahala Rai Banda'nın Ghetto Blasters albümü ile değiştirip huzura eriyorum. Gece Lyambiko eşliğinde devam ediyor.

Hafta başından beri sinemaya gitme ve iyi bir film izleme fikrim var. Bu arzuyla My Bilet.com'daki hesabıma giriyorum. Seçtiğim filmi tıklıyorum; seansı seçiyorum, kredi kartı bilgilerimi giriyorum. Onaylamam istendiği anda vazgeçiyorum. Siteden çıkıyorum. Hayra yoruyorum, bıyık ucu tebessümüme takılı kalıyorum. Niyetime, bir ziyaret planı da ekleyerek perşembe günü saat 14.15'i koyuyorum.

İki önceki günden sonraki gün:

Bembeyaz bir gün. Beyaz sayfa açmak diye tanımlanan bir günün sabahı... mail'lerime bakıyorum. SDOB'dan gelen mail'e gülümsüyorum. İnce ifadelerle bir teşekkür ve bir hatırlatma. Hatırlatma kısmına hınzır bir tebessüm koyup, bir yanıt yazıyorum. Yazılarıma verilen değere seviniyorum. Gülümsememin neye olduğunu kendime saklayıp, yazmıyorum.

Bugün uzun bir aradan sonra ilk kez sinemaya gidilecek. Yalnız ve kimsesiz!

En zevkle yaptığım şeylerden birini yapmak için klavyenin başına geçiyorum. Net üzerinden bilet almaya bayılıyorum; eğlenceli ve heyecanlı buluyorum ama sebebini bilmiyorum. Üzerine uzun uzun düşünmeli, "bileti net üzerinden almanın tadı" diye bir yazı yazmalıyım. Elimde kahve kokusu, ritüel tadı bir keyifle My Bilet com.daki hesabıma giriyorum. Mekanlarımdan sinemayı seçiyorum. Salon bomboş, seçim şansım sınırsız. Üstelik seçtiğim film Salon 1' de; şehrin sinemalarındaki en sevdiğim üç salondan biri. Önü koridor olan, bacaklarımı yayabileceğim sıranın en ortasındaki koltuğu seçiyorum. Kredi kartı bilgilerimi giriyorum. Onaylamam isteniyor. Tereddütsüz bir coşku, heyecan ve arzuyla onaylıyorum. Şapşahane bir keyif, hain gülümsememin kenarından en lezzetiyle akarken; uzun düşünüşler, adlandırmalar, kararlar, anılarla çoğaltacağım biletimin çıktısını alıyorum.

Antrakt...

Gün Film ve Hissiyat

14 Ekim 2011 Cuma

Paris'de Gece Yarısı- Fragman!

Şu buraneros, hani şu yazıları yazan kişi; şimdi gelecek, klavyenin başına oturacak, cümlelerine başka başka anlar yerleştirip, lafı dolandıra dolandıra, pragmatizmden uzak, 'beğendiysen beğendim de kardeşim!' tavrı takınmadan, benim gibi net ifadelerle kısa yoldan anlatmak yerine, aslında özü şu olan uzun cümleyi kuracak: "Hayatımda gördüğüm en muhteşem final sahnelerinden biriydi bu..."

Owen Wilson'ın oynadığı Gil karakterinin altını çizecek, onun hayata bakışına, duruşuna, mizahla tatlandırılmış bu tavrı sevdiğine vurgu yapacak... ve filmin geneline hakim olan duygusu da şu olacak: "Bayıldım bu filme..."

Ve muhtemelen, hatta muhtemelen değil kesin: İçinde bulunduğu konjonktür birebir aynısı olmasa da, başka bir evreye geçiş sürecinde izlediği bu filmi, hissiyatını, aldığı keyfi; başka koşullar altında başka duygularla izlediği, ama detoks etkisi aynı olan
bir başka film ve günle eşleyerek, ve beğenilerinin altını sıklıkla çizerek , özü şu olan cümleyle tanımlayacak: "Cahil Perileri izlerken aldığım tat ve günle bu filmden aldığım tat aynıydı."

Filmi tazeliğinden dolayı top 50 listesinde standart bir yere oturtamamış olsa da, çok iyi bir deneme yazısı tadındaki bu filmin listesinde yer aldığını, ve bu filmi çok sevdiğini, bu kısa anın bıraktığı lezzetin zamanda ve onun içinde daha da çoğalacağını, tüm bu anları bu blogdaki yazılardan birine düşülmüş bir yorumdan aldığı derin ve öz bir cümleyle, o cümlenin açılımlarına ve yağmura sıklıkla vurgu yaparak; ben gibi "Güzel bir gün yaşadım." demek yerine, ballandırarak anlatacağını bir hissiyatım olarak özellikle belirtmek isterim.

Saygılarımla...

o klavyeyi elinden almadan tüyen ve adamını iyi tanıyan pragmatik kişi


Gelecek Program: Film, Gün ve Hissiyat

BU FİLMLE İLGİLİ ÇOK GÜZEL VE AYRINTILI BİR ANALİZ OKUMAK İSTERSENİZ BURADAN LÜTFEN

28 Eylül 2011 Çarşamba

Cenneti Gördü

Öncesi


Kanter içinde bir buzkesmişliğin izleri donmuştu pencerenin üzerinde... Loş odanın buz tutmuş camından, binanın hemen önündeki sokak lambasının aydınlattığı kar yığınına bakıyordum. Gecenin mavisine huni çizmiş sıcak ışığın içinde dans eden kar tanelerinin, uçuşan keyfine yudumluyordum içkimi: Shot viski ve bira... Sert adam hallerine ne de yakıştırırdım ikisini...

Birden, kar tanelerinden birine bindirilerek, en serseri akşamlardan bir bara yollandım. Derinlerden gelip odanın tamamını dolduran şarkıyı söyleyen kadını getirdim gözümün önüne; nefesini ensemde hissettim, göğüs uçlarını sırtımda; ve geride kalmışlığına çektim buzz gibi biradan bir yudum. Sokağın bir başından öbür başına göz atarken, silahımın kılıfının içinde ve omuzumda asılı olduğunu farkettim. Ona ihtiyaç duymayalı ne kadar da uzun zaman olmuştu. Barut kokusunun uzağına düşmüş olmanın huzuruyla pencerenin önünden ayrılıp deri kanapenin üzerine oturdum; biraz kaykıldım ve kafamı geriye, kanapenin baş kısmına bıraktım. Gözlerimi kapattım. Zamanda yol alıyordum ki "Hadi bakalım kolay gelsin" diyen telefonun ziline hareketlendim.

Gecenin bu vaktindeki telefonlara telaşım uzun yıllar öncesinden başlamıştı; uzun bir süre, geceleri fişten çekmiştim telefonu. Bana söylenmeyen ama hisettiğim ölüm haberini aldığım bir gecenin yarısında, tirtir titreyerek kalkmıştım yataktan. Ankara'nın ayazında, sağdan soldan bulunan tektipi giymiş, nöbetçi amirinin jipinde, gecenin fermuarını açan bir hızla bırakılmıştım otogara.

Oysa uyandırıldığımda bana söylenen, yılbaşı iznine gönderildiğimdi. O koşullarda ve gecenin o yarısında mümkün olmayan bu izni yememiştim elbet! Yol boyu otobüsün camına dayadığım kafamdan binbir kaza sahnesi geçirmiştim; beni görmeye gelirken yolda kaza geçirdikleri üzerine senaryolar kurmuştum. Kimler ölmüştü ki? Arabamıza olan güvenimden ve babamın sürücülüğünden teselliler yaratıyordum. Sabahın en ayazında şehrimize vardığımda bindiğim taksi ve duraktaki herkes tanıdıktı. Bana bir şey hissettirmeseler de biliyordum, emindim, ama kimdi, kimlerdi? Cevabı kapıdan girip annemin yüzüne ve yerde üzeri örtülü olana baktığımda almıştım. Arabayı sağlam görünce anlamıştım; gelen cennetti.

Ben ölümü hissediyordum. Henüz 9 yaşımdayken, oluşan telaşın ardından halam komşu evdeki telefona koşarken de, yakınlarımızı haberdar etmek için gecenin bir yarısına yollanırken de hissetmiştim. Dişlerim kontrol edemediğim bir ritimle takırdarken, tir tir titremişti bedenim.

Telefonumdaki ses tanıdıktı ve telaşlıydı. Kaygılarımı yenmeye çabalayıp iyi şeyler aklıma getirmeye çalışırken son viskiyi yolladım aşağıya; onun önce ısıtıp sonra yaktığı tüm hücrelerimi de birayla soğuttum. Arabaya atlayıp olay yerine giderken iyimser mesajlar yolluyordum aklıma. Dişlerimin takırtısına inat bedenim sıcacıktı. "O daha gencecikti" diye tekrarlar uçuşuyordu aklımda. "Lütfen Tanrım"ların altını ısrarla ve tekrar tekrar çiziyordum.

Evinin önünde gördüğüm sirenin mavisi, ekip, ambulans ve olay yeri inceleme buz kesmeme yetti. Titremem durdu. "Neden.. neden!" diye çarparken ellerimi torpidoya; üç gün önce anlattıklarını, anlatıklarımı ve neşesini düşündüm. Olay yeri inceleme yakışıklı bedeni taşırken cennetin merdivenlerine, ceset torbasından ekip arkadaşlarına attığı mesaja kulak kesildim: " Bir yemeği anlamlı kılan, mekânın çok yıldızlı olması değildir! Bir yemeği unutulmaz yapan; gözlerinde ve sözlerinde yok olduğunuz kişinin sizde bulduğu anlamdır. Defalarca tekrarlanmış çeşit çeşit hallerden bazılarının tüm öteki yaşanmışlıklardan farklı olduğuna inanan bir saplantılı, Ikea'da şahane bir kadınla bir yemek yemiş, tutmuş koparmış."

Onca ceset görmüş gözümden yaşlar dökülürken, kahretsin diyen aklımın klavyesini aldım. Tuşlarından, bu gencecik ve yakışıklı bedenin tebessümlerini de ekleyerek, uzun bir süredir benimle paylaştıklarından yola çıkıp miras bıraktığı kelimelerini akıttım.

"Okuyunca ne cevap yazacağımı bilemedim. Nerede durmam gerektiğini ve nereden durup da bakmam gerektiğini bilmeden, duygularımdan yola çıkarak, bence bir cevap yazmak istemedim. İlk aklıma gelenlerden ve duygularımdan bir şeyler karalayacakken, "Dur!" dedim, "10 a kadar say sonra yaz!" Yani sonraya bıraktım.

"Araf nedir, bilmem ki ben, sanal aleme takılmaya başlayınca bildim kelimeyi, özellikle kadınlar tarafından ona yüklenen anlamı. Yok anam, araf bana göre, bana dair durumları anlatabilen bir şey değil; ben ötekini düşünen, onun için iyi olduğuna, onun iyi olduğuna sevinen bir bukalemunum; elbette elinden tutup, yanına çekip alan olmak isterim. Ama onun için üzülmek de istemem. Bir yazı, belki çokca yazı yazacağım. İlk aklıma gelen yazının başlığı şu idi: "Güzel kadınlar tanıyan bir adam tanıyorum." Neyse kesim burada; dedim ya, düşünüp, zararsız, kafa karıştırmayan, yanlış anlaşılmalara yol açmayacak bir cevap yazmalıyım. İyi bak kendine. Öperins"

Bütün bu kelimeler bir sahne yazarken aklıma, aklından bir kadın ses yankılandı: "Araftayım demiştin bir kere.. o yüzden dedim öyle."

Sese durdum, ceset torbası zamana gülümsedi, anlar resmi bir geçit yaptı ve aklımın klavyesinden döküldü kelimeleri: "Demişimdir; alemin diline bulaşmış popüler bir kelimeyle benim olmayan bir duruma ıslık çalmak, kendi kelimelerimle uzun uzun anlatabileceğim bir halle dalga geçmek için kullanmışımdır. Ama özüm der ki: "Araf beni anlatmaz" Bir de, şu sanal aleme bulaştığım günden beri en çok duyduğum cümle: "Yüreği aşkla dolu güzel adam..."

Hımmm! Bu cümleyi bir daha duymak istemediğim bir yol çizmeliyim. Bir kadının teninden ve nefesinden uzak durmalıyım. Yüreğine değmemeli, yüreğime değdirmemeliyim, hep sakınmalıyım. Çünkü benim şartlarımdan bakınca bir ilişkinin arkası yok... gerçek bu. Bildiğim ama yok saydırılan gerçek. Zaten o yüzden hayatın kenar mahallelerinde ıslık çalarak kendi halimde dolaşıyordum. Ben yine aynı kenar mahalleme dönmeliyim.

İki küçük kadeh limonçello türevi, şimdi markasını hatırlamadığım bir içkiden içtim. Çok da keyifliydi içimi. Birleşmiş dudağımın sol yanını yukarı doğru kaldırarak ve dolu dolu gülümsüyorum. Sarhoşluğa uzak, çakır bir masal akıtıyorum promtırımdan ... güzel bir masal... hani bi yemek masasında "ben beş yılda bir kez bile karşılaşsam, sanki o beş yılın her gününde onları yaşamışım gibi hissederim" diyen adamın masalından..."

21 Eylül 2011 Çarşamba

Bizim Evin Vespa'sı

Bizim evden beş küçüğe sorduk: Aklınıza gelen ilk kelimelerle yazın; "Bizim evin Vespa'sının sizde yarattığı duygu ne?"

Bir sırık kişi yazdı ki: Hiç bir fikrim yok:)

Bir sırık kişi yazdı ki: Özgürlük... Spontanlık

Bir sırık kişi yazdı ki: İnsanın rüzgarı iliklerinde hissetmesidir. Rüzgara kafa tutuşudur... Tutkudur... Arkana aldığın kişinin sana sarılmasını sağlayarak gezebilmektir.
Bir "gençkız" kişi yazdı ki: Vespa bana eski filmlerdeki motorluları hatırlatır. Nedense üzerinde kendimi huzurlu hissederim.

Bir küçük kişi demişti ki: Görmek istemiyorum onu.

Bizim evin Vespa'sı ilk geldiği günkü neşesinden uzak. O biraz ve bir suçlu gibi mahzun. Oysa hiç suçlanmamıştı ki...

15 Eylül 2011 Perşembe

PKP Gecikir; Ama Gelir

Eşine az rastlanır bir durum sanırım; çünkü daha önce hiç başıma gelmedi: Varşova Merkez Tren Garı'nda yaklaşık bir saattir ayakta dikilmekteyim. Bir dizi aksilik sonucu, 14.50'deki Olsztyn trenini kaçırdım. Sonraki tren 17.10'daydı; ancak nasıl olduysa rötar yaptı. Ben Olsztyn trenini beklerken önümde Bialystok treni durdu. O da yaklaşık bir saat gecikmiş: Bunu o ana kadarki uzun bekleyişim sırasında, kolumdaki Galatasaray bilekliğimi farkederek yanıma gelen bir Türk'ten öğreniyorum.

Kendisi Türkiye'de bir turizm acentasında çalışırken, tanışıp aşka tutulduğu bir Polonyalı turistle evlenmiş. Daha sonra yıllarca okuyup, uğrunda üniversite sıralarında dirsek çürüttüğü mesleği bir kenara itip, karısının yaşadığı kente Bialystok'a iki Türk arkadaşıyla beraber yerleşip kebapçı açmış. "Üç Türk bir araya gelince ne yapar? Kebapçı açar!" diyor. Bir de benim için önemli olan bilgiyi veriyor bu arada: "Sanırım sabah erken saatlerde garda ufak çaplı bir yangın çıkmış, bu yüzden seferler sarkmış".

Polonya'da otobüs, tren farketmez tüm seferler çok dakiktir, o benden daha tecrübeli, iki yıldır Polonya içinde yolculuk yapmasına rağmen ilk kez böyle bir şeyin başına geldiğini söylüyor.

Abimizi Bialystok'a uğurladıktan sonra çaresiz bir köşeye kıvrılıyorum. Ertelenen seferlerin yarattığı aşırı kalabalık yüzünden üst kattaki geniş salonda oturacak yer bulmak imkansız. Birkaç kişiye Olsztyn treninin tam olarak ne kadar rötar yapacağı hakkında bilgisi olup olmadığını sorduktan ve benden fazla bilgileri olmadığını öğrendikten sonra şansımı Information'da denemeye karar veriyorum. Aldığım cevap 1.5 saatlik bir rötar olduğu yönünde..

Saat 19.00'u aşıp, tren hala görünürde olmayınca bir kez daha perondan ayrılıp üst kattaki Information'ın yolunu tutuyorum. Israrlı çemkirmelerim üzerine şef görünümlü bir adam geliyor. 1-2 yere telefon ettikten sonra trenin tam da o anda perona yanaştığını söylüyor. Gerçekten şanssız günümdeyim! Peronu terk edip gitmem, az daha treni bir kez daha kaçırmama neden olacaktı çünkü! Koşar adımlarla alt kata, peronların olduğu yere geri dönüp sonunda beni Olsztyn'e götürecek trende yerimi alıyorum.


Önceki treni kaçırmış olmama rağmen biletim yanmadı; çünkü Polonya'da aldığınız herhangi bir tren bileti 24 saat geçerliliğe sahip. Örneğin Varşova'dan Olsztyn'e günde 3 sefer var. Aldığım Olsztyn biletini böylece dilediğim bu 3 seferden birinde kullanabilirim.

Tıka basa dolu bir tren. 50 yaşlarında bir baba, akranım iki oğlu ve babanın yakın bir arkadaşından müteşekkil bir kompartıman. Babanın yolluklarla dolu kocaman bavulu. İkram edilen votkalar, biralar ve oğulların koridordan geçen kızlara "yabancı" bir arkadaşları olduğunu söyleyip hava atma çabaları...

Bana özel olan duygularsa, tek başıma çıktığım her tren yolculuğunda olduğu gibi yabancı topraklarda kendi başına yolculuk etmenin getirdiği kendine güven, özgürlük hissi ve mutluluk...

2 Eylül 2011 Cuma

Sen Gölge Et Sinop

Öncesi

Isınan hava ve iki saatlik dolaşmanın oluşturduğu harareti soğuk içeceklerle dindirme telaşıyla buluşma noktamıza doğru yürürken, bir yandan da, kaldırımların yürüyen bant haline getirilmesi noktasında iflah olmaz bir fantaziye sahip Alp'in, bir gün bu kararları alabilecek makamlardan birinde olduğunda hayata geçirmesi muhtemel projesi üzerinden geyik yapıyorduk. O esnada kardeşin arabası gözüktü. Bu kez klima ile sarmaş dolaş olunup, amca/dayıya şükranlar sunuldu. Hatta alınmış bisküvilerden hangisini tercih ettiği sorulurken, buz gibi kolası da açılıp eline verildi. Ve hatta bisküviler bizzat Alp tarafından anne şefkatli ifadeler eşliğinde tek tek yedirildi. Bu direksiyonu bırakmasın da başımıza bir iş gelmesin diye mi, yoksa yağcılıktan mı yapıldı, bilmiyorum!

Çevre yoluna çıkılması ile birlikte mahalle baskısından kurtulunca tadı çıkarılmaya başlayan soğuk içecekler ve kliması kıvamında trip'e eşlik edenler, ayçiçeği tarlaları oldu. Henüz uyku halinde de olsalar çok güzel fotoğraflar verdiler bize. Uçsuz bucaksız sessizlik ve duruşlarındaki şefkat etkileyiciydi.


Güzergah, güzel manzaralar eşliğinde seyahate olanak tanıyan, hangi noktada dursam da fotoğraf çeksem karmaşaları yaratan, asla tek karede kalamayacağınız, yazıya fotoğraf olarak hangisini koysamın tatlı telaşını yaşayacağınız keyifler katan bir yeşile ve upuzun akan bir nehire sahip.


Başlangıcından denize döküldüğü deltaya kadar bir sürü uygarlığın ayak izlerini sunan eşsiz güzellikteki Kızılırmak boyunca, yüzer otel halinde düzenlenmiş bir nehir gemisiyle turlar düzenlense fantazimizi bolca köpürttük. Sırıklar bu nehrin üzerinde taşımacılık yapılmasına olanak vermediğini söylediler. Biz yine de pek çok alternatif geliştirdik. Sonuçta Hitler'in cetveli çizip iki şehri birleştirerek "yol buradan geçecek, işte bu kadar!" tavrından hareketle düşünceler ürettik. Bugünün dünyasında bu nehir üzerinde hareket edebilecek 40-50 yolcu kapasiteli, lokantalı- barlı yüzer araçlar yapılabileceği üzerinde fikir birliği sağladık. Artık bundan gerisini araştırmak bu fikirle ilgilenecek yatırımcılara, yöneticilere ve özellikle Turizm Bakanlığına kalıyor!


Bilmeyenler için altını çizmeliyim ki güzergah üzerinde, ülkemizin çok çok bilinen popüler ören yerleri kadar tarih ve gezilebilecek alan var. Üstelik, olası seyahat akşamlarına eşlik edecek nehrin sunduğu balıklar, eldeki kadehlerden akarak ruhları katmerleyecek içkiler, ayışığından denize düşen yakamozların yarattığı romantizm, kamaralardaki sarmaş dolaş uykular da cabası.

Kızılırmak boyunca süregiden bu üretkenliğimizi, eski zamanlardan ışınlanmış satıcıdan aldığımız mantar tabancalarımızı sıklıkla ateşleyerek, fotoğraf çekmek için durduğumuz noktalarda tekrar tekrar kutlamayı ihmal etmedik.

Adını aldığı Durak Han görülmeye, Sırık Kebabı da tadılmaya mecbur olunası Durağan ile eski evleri ve kalesi muhteşem Boyabat'ı zaman darlığından es geçtik. "Dranaz'dan gidelim, yeni yolu kullanmayalım" cümlelerimiz tüm gayretlerimize rağmen ağamız tarafından kaale alınmayınca, yeni yoldan giderek vardık Sinop'a. Kardeşi sanayi sitesinde bırakarak arabayı alıp daldık, tersane güzergahına.


Tüm yol boyunca yeme konusunda yaptığımız projeksiyonlarda; "önce Teyze'nin Yeri'nde yarımşar porsiyon mantı yiyelim, sonra da Barınağa gidelim" önerim kabul görmediği için arabayı otoparka bırakıp Barınağa gittik.

Sinop; Diyojen'in aksine "gölge et bana , kurbanım sana" dedirtecek kadar güzel, şirin, sakin ve eğlenceli bir kent. Bizim sırıkların "yaşayacaksan burada yaşayacaksın" diyecek kadar çok sevdikleri, dünyada hiç bir yerle eşleyemedikleri bir yer...


İnsanda yarattığı huzur ve sunduklarıyla açıkcası bende yarattığı duygu da bu... Yazın tatilcilerin gelmesiyle birlikte 24 saat eğlenen ama bu eğlentiyle kimselere rahatsızlık vermeyen, kışınsa başka başka güzellikler sunan bir yer burası. Aslında kent algısı Sinop'taki huzuru ve dinginliği anlatmaya yetmiyor. Birçok kişinin küçük bir sahil kasabası vurgusuyla betimlediği hayale belki de en çok uyan yer burası.


Yol boyunca hayali kurulan mekanda uygun bir masaya konuşlandıktan sonra siparişler verildi: İki büyük- bir küçük pizza, iki bira ve bir kola... Şahane manzara eşliğinde bol esprili bir keyfile yenildi, içildi. Hatta ikinci bira siparişleri geçildi.


Aslında tüm bunlardan önce: Girdikleri her ortamda dikkat çeken bizim sırıkları izlemekte olan kızların bu keyifleri uzun sürsün diye, masanın kızlara dönük kısmını sırıklara bırakma inceliğini gösterdim. Bunları sırıklar kızları kessin diye değil, kızlar mutlu olsun diye yaptım. Bu cümlemin altını çiziyorum! Adamlar harbiden çok yakışıklı... Sipariş kısmında kola vurgusunu da özellikle yaptım. Bira içerek günaha girenin ben olmadığım belgelensin diye!


Barınak Kafe'nin pizzasının kendine özel olduğunu bilerek ve kabul ederek gelmelisiniz buraya. Onun pizzasını, iyi yapılmış İtalyan Pizzalarıyla kıyaslamamalısınız. Tarzı Amerikan Pizzalarına daha yakın olan bu pizzayı özgün ve buraya ait bir tat olarak değerlendirmeniz de yarar var. Mekanın en az 35-40 yıllık olduğunu ve kalitedeki ısrarını sürdürdüğünü de özellikle vurgulamalıyım.

Pizzaların ve kızlara sunduğumuz seyir zevkinin ardından, kısa ve sadece sahili kapsayan bir tura başladık. İlk hedefimiz; benim, konumu itibariyle dünyanın en güzel kütüphanesi diye tanımladığım "Sinop Dr. Rıza Nur Halk Kütüphanesi"ydi.


Bizim çocuklara müthiş bir okuma hevesi geliyor Sinop'a ve buraya geldiklerinde. Burada yaşasalarmış Oxford'u kazanmaları işten bile değilmiş! Hakikaten insanı kıpırdatan ve orada olma arzusu yaratan bir kütüphane bu. Mesela oturduğunuz çalışma masalarından birinden göreceğiniz manzara şu:


Kütüphaneden sonra Aşıklar Caddesi'nin kenarındaki Barış Manço Parkının önünden yürümeye devam ettik. Burada şahane bir espri geldi sırıklardan ama yazmıyacağım.


Bu caddenin üzerinde trip boyu pazarlık konusu yaptığımız süper mantıcı var. Sinop Mantısının hamurun biçiminden öte en belirgin farkı, üzerine yoğurt yerine bolca, dövülmüş ceviz dökülmesi... Olur da bir gün yolunuz düşerse, Vedat Milor'dan not almış bu şirin mekanda size tavsiyem, karışık mantı tercih etmeniz . Yani yarısı yoğurtlu, yarısı cevizli...


Yürümeye aynı cadde üzerinden devamla, Sinop Kalesi içinden geçip Barınak ve diğer kafelerin olduğu sokaktan yalı kahvelerinin olduğu ve onlardan birinde oturduğunuzda size şu manzarayı sunan alana geldik.


Bu kahvelerin en eskilerinden biri olan, hemen caminin dibindeki Yalı Kahvesi'nde kahve içme fikrini hayata geçiremedik. Çünkü hedef noktamız, dünyanın en iyi dondurmalarından birini yapan pastaneydi.


Dondurmalar kilosuna -paraya kıyılarak- 300tl verilen gerçek salepten yapılıyor. Türkiye'nin en güzel salepleri de Sinop'un şahane ilçesi Ayancık'ın yaylalarından elde ediliyor. Şen Pastaneleri 86 yıllık bir gelenek. Yalıdaki kahvelerin bir üst sokağında. Meyveliler sorbe kıvamında ve şahaneler. Benzerlerini ancak Roma'da yiyebilirsiniz. Fiyatları sudan ucuz. Gördüğünüz ölçekteki bir dondurma 2 TL. Sıcak ve keyifli bir gezintinin ardından serin bir mekanda, hepimizden 5 yıldız alan şahane dondurmaları tatmak süper. Sırıklar istemedi ama ben gerçek bir limonatanın tadını bu kez de es geçemedim.

Dönüş yolunun dar ve keyifli virajlarında arabaları bir bir sollarken, arkadan gelen ve genç bir kız tarafından kullanılan aracın cesaretine hayranlığını sıklıkla vurgulayan kardeşin takdir cümlelerine arkadan gelen ifade şu oldu: ""Napabilirim dayı, istersen dur öpeyim kızı."


Sırıklar, eski yolda kalan Mal Gölü çeşmesinde duralım da kafamızı yıkayalım deyince, amca/dayı işlerini tamamladığından ve dolayısıyla randevu verdiği kimse kalmadığından, bu kez kırmadı onları, denizin dibinden giden yeni yoldan ayrılıp eski yola daldı.

Bu arada Mussano, Alp'e sordu: "Buraya niye mal gölü demişler ki? Buna bir yanıtları yoktu. Fırsatı kaçırmak da bana yakışmazdı: "Mallar kafasını yıkasın diye..." Mussano'dan "Yatın!" uyarısı gelse de ardına takdir cümlesini eklemeyi ihmal etmedi: "Hazırlıksız yakalandık."

Sonraki hedef normalde Muşta'da yenecek dünyanın en güzel sütlaçlarından biri olurdu ama akşam sofrada olmak gerekiyordu. Ki iki kez nerede olduğumuz sorulmuş, varma saatimiz hesap edilmişti.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP