2 Nisan 2021 Cuma

Çünkü O Joan Baez


Önsöz


On beş gün önce belgeseli izliyorum, sonra bir kez daha... O'nun izi derin! O bir şarkıcıdan fazlası. O'nun içinde olduğu pek çok anı'm var!

Bazen geçmiş gelir, elimden tutar, şefkatle bu zamandan koparır sanki bir başka yüzyılda bir başka hayat yaşamışım gibi beni o zamanın içine bırakır. Mutluyumdur. Bazen hiç dönmek istemem. Aklı başında bense sessiz kalır. O iyi bir çocuk, der; sessizce, kendimi fark ettirmeden çekilir, uzaktan uzağa izlerim.

Geçen gün o çocuk duygusal dünyasında mutlu mesutken gaza geldi ve uzun zaman önce yazdıklarından bir yazı derledi. Ve yayınladı. Sonra bir şey oldu, sanırım ben, biraz gerçekçi, fazlasıyla yetişkin baktım. O genç çocuksa ikileme düştü. Onun romantizmi benim donuk gerçekçiliğimi gördü. Gülümsedi. "Ahh şu büyükler!" dedi ve yazının fişini çekmeme isyan etmese de biliyorum ki buruldu.

Ben çekince yazıyı, Sevgili Okul Arkadaşım, sordu. Ona şu minvalde bir yanıt yazdım: " Bir takım anlardan tetiklenmiş eski yazılarımdı zaten, Joan Baez belgeseli evvel zamanlara götürünce, epey o zaman diliminde kaldım, fotoğraf kareleri yağmur oldu yağdı. Sonra da o yazıları bir araya getirip biraz da düzenledim. Normal zamana ve gündelik ruh haline dönünce, zaten bunlar "hatıratta" var, deyip tekrarı gereksiz buldum ve çektim."

Bu sabah, gün ışımamışken uyandım, biraz kitap okudum, uykuya dönemeyince bloglara döndüm. Dumanı üzerinde bir yazı vardı. Sevgili Küçük Joe yazmıştı, başlık manalı, içerik çok hoştu. Yazmak-Yazmamak.*

Yazıyı okuyunca ısındım, bir sıcaklık kapladı kalbimi, ufaldım. Yazıyı çeken yetişkin gevşedi. Yaşını küçülttü, tutucu kilitlerini kırdı, bir önsözle yazıyı akıp giden zamana bırakmaya karar verdi.

Teşekkürler Sevgili Küçük Joe ve Sevgili Okul Arkadaşım.



Bir Şarkıcı Belgeselini İki Kere İzledim de Ondan!

Kulağıma üflenmiş kaydını bulunca bugün çok sevindim. Sonra dilimizde marş oldukları günlere gittim. Ara sıra, yemeğe gittiğimiz balıkçıdan* bakarım, Dev'li- Genç'li izbemizdeki izlerimize... Ne gariptir ki çok uluslu bir şirketin ofisidir şimdilerde! Hani balıkçıda gelince kıvama; sesler gelir karşıdan kulağıma...

Haziran 2010




Müthiş bir sonyaz ...

Keyifli bir sabah yolculuğundayım; geçmişe ve bugüne...

Karşıda, en bi müthişinden müthiş bi yeşil; otlar, ağaçlar...

Tam yanımda, meyvelerini camdan buyur eden; önce yeşil, sonra iri, sonra tan sabahı kızıl, sonra kankarası kırmızı olacak eriklerin ağacı...

O ağaca çarpıp içeri dolan; denizin kokusunu taşıyan rüzgâr...

Karşıdan selâm veren ağaçların dibinde güneşe yüz vermiş böğürtlenlerin diken diken aralığından kafa kaldırmış, inadına tek başına, ve inadına hırçın bi fuşya...

Şu an Joan Baez söylüyor; parkaların sıcağında, bir kış akşamı ürpertisinde ve ürkek bir solmuşlukta klişe sözcüklerin yankılandığı küf kokulu bir izbede...

Gökyüzü en bi Deniz kadar mavi...

Slyvia Plath üzerinden düşünüyorum... Farkedilme ve umursanma üzerine. Ruhların düştüğü, cephelerin sertleştiği, sanmaların tavan yaptığı hallere yani...

Damağımda bir sigaranın dumanı...

Derin yerlerin kilitlerini açıyor, Joan Baez'ın sesinden rüzgârın kokusuna uçuşan her nota.

Moskova sokaklarında, Leningrad soğuğunda ırmak boyunda,
ve eski bir kentin ırmak kenarında...


Bir duvar üstünden ayaklarımı sallandırmış, havaya üflüyorum.

Yanımda şöyle biri olsaydı yalnızlığında, derin uykulara sığınmışlığın gün batımındaki evlerin akşam yemeğindeki huzuruna, ve dağların ihtişamlı yalnızlığına bakarak...

Ve güneşin önce yakın ağaçların, sonra dağların ardından yok oluşunu izleyerek...

Elimde kahve kokusu...
Günü katık ederek kendime; sessizliğin gevezeliğindeki akşamın hayalini kuruyorum.

Eylül 2008




Saat dört gibi yağmurun sesine uyandım. Evin etrafındaki duruma bir göz attıktan sonra yatağa dönemedim. Buse'nin peşinden "Abla abla," diye bağırarak koşan Sude'de takılıyım artık.

Mardin'deki düğün evi katliamındaki küçük kızın gözyaşları, hiç terk etmemişti beni... Hatta şöyle bir not düşmüştüm akıp giden zamana: "Saat 19:05. Televizyonda bir kız çocuğu hıçkırıklara boğulmuş, kimseler tutamıyor! Yakarışları can yakıcı, en çok da, gözyaşı ve feryada bürünmüş şu cümlesi: "O, benim ablam değil, annemdi... Benim, annem öldü."

Ben orada koptum... Yokum artık!.."

CD çalara bir albüm koydum. Soledad Bravo. Önce, evet önce, küf kokulu izbelerin diken üstü karanlıklarında dizlerine yatılmış, devrimci romantizm anlarıma gittim.

Hasta Siempre'yi onun kadar güzel söyleyenine tanık olmamıştım; taa ki o güne kadar. İlk Joan Baez'la tanımıştım şarkıyı... Tıfıl devrimcilerin "ikon aşkı", Joan Baez.

Sonra, "sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün neyleyim ben" geldi. Gitarı ve vokali aklıma karıştı...

Kanapeye uzanıp, birleşmiş ellerimi kafamın altına yastık yaptım. Bacaklarımı uzatıp, ayaklarımı kanapenin kolçağına koydum. Başı göklerde ağaçlara yoldaş oldum. Pür kulak... Duyduğum en yalın, en içe işleyen, hikâyesini en iyi anlatan seslerden birine, Soledad Bravo'ya teslim ettim kendimi...

Onu dinlerken, sanki birileri alt yazı geçiyor sanıyorum aklıma... Sanki O, sözleri Türkçe bir şarkı söylüyor. Müziğin evrensel bir dil olduğunu en çok onu dinlerken hissediyorum. Dinlediğim albüm 68 ruhunun evrensel bir yansıması Cantos Revolucionarios De America. Bravo’nun otantik yorumu, doyulmaz, yalın, berrak sesinin gücü kaçınılmaz bir biçimde yoldan çıkarıyor insanı, alıp götürüyor zamanın derinliklerine.

Daha önce duydunuz mu, kendini tanır mısınız, hiç dinlediniz mi bilmem?.. Onu bana "Kitarist" tanıştırdı. Öyküsüyle, ruhuyla, karmaşıklığı ve kırılganlığı ile bu kadar örtüşen bir ad görmemiştim o güne kadar. Selvipınar... O bana gönderene kadar, hiç haberdar değildim devrimci şarkıların en güzel sesli kadınından, hatta başlangıçta, Latin bir grup sanmıştım.

Yağmurun ritmine kapıldığım bugünkü yolculukta, yazma günlerinden edindiğim dostlukları düşündüm. Kitarist'in beni akademisyen biri sanmasına, hatta karşılaştığımız ilk gün mesleğimi öğrendiğinde şaşıran, beni edebiyat öğretmeni ya da öğretim görevlisi olarak hayal eden Captaiin'e güldüm. Farkettim ki; bugüne kadar, arkadaşlarım, iş çevrem dışından tanıştığım insanlar, hiç bir bağ kuramamışlar mesleğimle ben arasında...

Yine klavyemin freni patladı farkındayım.

Dedim ya, şaşkınım, üzgünüm, yolcuyum bugün. Bir abi ya da abla yitikliğinin gelecekten neler çaldığını bilirim. Kaç keyifli konuşma, gülüp eğlenme, dertleşme, teselli arama gecesi eksilir yaşamdan. Aynı odada bir gece ansızın tek kalmak, sonra yaşama yeniden başlamaya çalışmak! Zordur.

Venezüella'lı bir ailenin İspanya'da doğmuş, sonra Venezüella'ya dönmüş, 1943 doğumlu kızıdır Soledad. Mimarlık, edebiyat ve psikoloji eğitimi görmüştür. Çok geniş bir yelpazede söyler şarkılarını...

Çamaşır makinasının bile aklı şaştı bugün.

İki tokat sağına, iki tokat soluna, anca öyle çalıştı.

Sersemlik diz boyu...

Haziran 2010



 *O balıkçı

Joan Baez belgeseli için buradan lütfen

Soledad Bravo şarkıları için de buradan lütfen.

Yazmak-Yazmamak, içinse buradan lütfen.

27 Mart 2021 Cumartesi

Paylaşmadan Duramadım

Az önce bitirdim ve kişisel tarihimde böylece durmalı bu, dedim. Dedim çünkü izlerken kendime şaşırdım. Bir belgesel ve süresi 1 saat 14 dakika!

Her ne kadar konu kahve olsa da bir kahve belgeselini, üstelik bir makine üreticisinin belgeselini, üstelik belgesel yerine reklam kokusu alan ben; imkânı yok izlemezdim. Ve üstelik belgeselin içinde yazarlar, konusunda uzmanlar olsa da izlemezdim.

Kahve severim ama bir tiryaki olduğum söylenemez. İnceliklerini de bilmem. Okan Bayülgen ve bildiğim diğer bir kaç isim istersen bir izle, deseler de... Yine de çekimserdim. O sırada tazecik ekmekle, içine süt de katılan, mantarlı, kuskuslu ve tavuklu çok hoş bir çorba yemiştim ki o lezzet kahve çağırmıştı aslında. Bir gazete haberine bakıyordum ve onun ardına bırakmıştım kahveyi. Tam kalkacaktım ki o ara bu belgeselin haberini gördüm.

Şöyle bir tıklayıp görelim şunu, diyerek başladım izlemeye. Sonra kapıldım. Bir ara durdurdum ve bir kahve yapıp öyle izlesem, dedim. Çok hoşuma gitti. Gülümsüyordum ve hemen dönmek istiyordum belgesele. Çok keyiflenmiştim. Kahveden vazgeçtim. Telefonu aldım elime, heyecanla pencerenin önüne gittim. Deniz o kadar güzeldi ki. Sanki biraz yükselmiş, aydınlık bir gri-mavi ve üstelik madeni bir renkte, az rastlanır bir güzellikteydi.

Tek tuş ve Enn Sevdiğim Kadın. Nasıl bir coşkuyla kuruyorum giriş cümlemi. Üstelik o izlememiş, haberdar değil. O izlemediyse ve duymadıysa kimse duymamıştır, diye düşünüyorum. Ona çorbadan da bahsediyorum. "Kahvesiz izleme ama," diyorum. Sonra dönüp kaldığım yerden devam ediyorum.

Mekân seçimlerine bayılıyorum. Kurgu çok hoşuma gidiyor. Ciddiyetli bilgilerin ışığında tatlı da bir mizah var. Kahvemi unuttum, onun için bile kalkmıyorum. İçim gülümseyerek izliyor, bir yandan da bilgileniyorum.

Bir lokantaya gidiyor anlatıcı. Çok hoş bir mekân. Bildik bir şef geliyor masaya. Diyaloglar çok hoş. Bir laf kalabalığı yok. Bayılıyorum.

Ahh ne çabuk geçtin zaman!

Son dakikalar... Galata Kulesi ve son binadan yukarı doğru yükseliyor görüntü. Ne çabuk bitti dercesine kalıyorum. O zaman daha da heyecanlanıyorum. Bunu blogda paylaşsam, diyorum. Sonra gereksiz buluyorum... Ama, diyorum, bu izlemenin yarattığı heyecan ve aldığın keyif bir anı!

Sonunda duramıyorum ve bilmeyenler bilsin, sevenleri izlesin, diye, ama daha çok kendim için; film tadındaki bu belgeseli tarihime bir kayıt olarak düşüyorum.




23 Mart 2021 Salı

Gram Altın Bulmuştum Dün Akşam Külçe Oldu

Aslında geçen yıl bir açık hava festivalinde rastlamıştım ve şaşırmıştım. Bir gram şarkıyla bırakmıştı Arte beni... Benimse içim gitmişti bu sempatik gruba. Devamını sonra hep aradım ve bir türlü bulamadım.

Beni ele geçirmişlerdi çünkü çocukluktan bildiğim şarkıları özünü hiç bozmadan, biraz da esprili bir tonda çalıp söylüyorlardı. Devamının olmamasına benden çok keyfim üzülmüştü.

Dün akşam buldum onları. Arte onlara özel bir kayıt yapmıştı ki gurur duydum. O ekranda olmak için bir şey olmak gerekti ve benim kanaatimi Arte'de onaylamıştı.

Tıkladım kumandayı ve izlemeye başladım. Birken iki, ikiyken üç oldukça modum coştu; o çoşku gündemi silip süpürmekle kalmamış olmalı ki kaybettiğim kendimi sürekli gülümseyen bir insan olarak buluyordum.

Benim kuşağımdan olanlar Anadolu Rock denen müziği ve gruplarını bilirler, sokak düğünlerinde çalan yerel grupları da... İşte aldığım tat buydu! Çooook eğlenceliydi ki yazmasam olmazdı. Üstelik bu şahane çocuklar Amsterdam'da yaşıyorlar. Klavye çalan ve aynı zamanda solist de olan kızımızın cilveli şöyleyişiyse çok tatlı.

Piyasaların panik halinin çığlık çığlığa olduğu, uluslararası fonların ve güçlü sermaye gruplarının perşembe-cuma günleri hisseleri gayet güzel yükseltip fasılalar halinde -hemen zengin olunabileceği hayallerine kapılmış- yerli yatırımcıların kucağına bırakmaları ile başlayan, yüksek fiyatlı döviz satışları ile devam eden ve ardından  bir adamın tuz biber ekmesiyle alabora olan, an itibariyle alttan alanların kârlarına kâr katmalarıyla daha da yoksullaşan memleketin hallerinden sonra ve topluca tırlatmaya az kalmışken...


Eminim ki iyi gelecek!

Konser sonuçta bitti akşam. Durmadım. Bol buzlu çift limon dilimli, bir tık M.Dry dokunuşlu bir cin tonik yaptım. Televizyonu 3D görüntüye aldım, 3D gözlüğü taktım... Ve baştan aldım bu hoş seyri.

Ülkemin kayıp zamanları için üzülsem de asla bu ülkeye dair umutlarını yitirmeyen beni gündemin gerginliğinden alıp, hayatın sıcacık kollarına bırakan şarkılarla, daha da çok sarıldım ülkeme.

 

O halde bugün Altın Gün.

Veeeeeeeeeeeeeeeeeeeee..... Eller havaya!





*Arte nedir?

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP