23 Nisan 2016 Cumartesi

Sen kaç yüzyıldır burada bakkalsın be Vahit Abi

05/02/2016

Eski bankanın karşısındaki eski iki binadan biri Orman'la ilgili sandığım bir kurumun. Yanından geçip sağa dönüyoruz. Sabah kuşları kar yüklü ağaçların üstünde, cadde sessiz. Bir an binanın arka yüzü dikkatimizi çekiyor ve hiç de yabancı gelmiyor desenler. Burası Kar's Otel. Durmuştuk aslında üzerinde, cezbedici de gelmişti. Olabilirdi de. Ama biraz da hissiyat tercihimizi kesinleştirmişti. Fotoğraflarının aksine daha silik geldi o an. Pişmanlık yaşamadık. Yazın nasıl olur acaba? Konumu da güzel!


Yola devam. İnsana burada yaşasaydım bu okulda okurdum dedirten İsmet Paşa İlköğretim Okulu. Her okulun olduğu yerde bir bakkal amca da olmalı di mi ama? Lakin biz Kars sürecinin en keyifli anlarından birini yaşayacağımızdan henüz habersiziz. Öyle odaklanmışız ki  Yusufpaşa Camisi'ne ve  onu sanki bir tabloda tamamlasın diye dibine yerleştirilmiş içinden ağaç çıkıyor sanılası eve... Onu göremiyoruz. Aslında gördüm!


Soğuk susatıyor, ağzımız kurudu. Vaha dedikleri bu olmalı.  Kesinlikle bir rüya. Henüz sabahın erkeni ve sanki kırpıştırmak gerek gözleri. Olamaz. Ama oldu! Yalnız cami ve ev birlikte çok hoş. Çekmeden bırakılmaz. Onların hemen yanında ise "işte budur" dedirten ev. Mavileri asla kaçırmayan, mavi aşkı tavanda birisinin deklanşöründen olmalı kesinlikle. Önce bakkala mı girsek acaba?

Hiç bir müzede, hiç bir objenin önünde olmadığımız kadar vitrininde kalıyoruz. Ne garip ki Karadeniz'in ücra bir köşesindeki de bu da mavi.* Eski bakkalların hepsinde mutlaka mavi var mıdır ki?


Bir masalın kapısını aralayıp da içine girer gibi giriyoruz dükkâna. Kapının hemen yanındaki sobanın başında ısınan bir genç adam var. Üzerindeki montun ambleminden anlaşılıyor ki dışarıdaki araç onun.  Abiyi sevdiği belli. Sobanın üzerinde çay.

Abi çok kibar, ayağa kalktı.

"Bir su lütfen."

İki de meyve suyu alıyorum raftan. Çocukluk gibi. Muhteşem bi an. Daha çok şey almak geliyor içimizden. Bütün paramızı buraya döksek mutlu olacağız gibi. O an duruyorum. İki duygu bir arada.  İnayet kısmına fren yaptırıyorum. An'a yakışmadı.

 "Ne  kadar?"

Şu an hatırlamıyorum ama şaşırtıcı gelecek kadar düşük bir fiyat. 2.25'di, hatırladım. Bir liraları veriyorum ve küsurat için bozuk arıyoruz. İstemiyor. "Misafirsiniz," diyor. Almamakta ısrarcı. Masasının üzerine bırakıyoruz.

 

"Adın ne abi.?"

"Vahit."

"Abi sakın bu dükkânı bozma, sakın ama."

Gülümsüyor. Niyet etmiş gibi. Sanki sonra vazgeçmiş. İlgi odağı olduğunun farkında. "Fotoğrafını çekebilir miyiz?" diye soruyoruz. Kabul ediyor, alışkın sanki. "Bir yazıda kullanacağım ama! Yayımlayacağım."   Havasını atıyor: "Turuncu Dergisi çekti, dergiyi göndereceklerdi güya. TRT çekim yaptı, uğrayan çok oluyor." Amblemli montu olan genci de çağırdı yanına "Gel, sen de çık." dedi, poz verirken. Çekingen geldi diğeri, biraz utangaç. Ama istekli de. Şöhret olmanın dayanılmaz sevinci.

Raflar rengârenk. Bilmediğim markada kekler, bisküviler, çikolatalar, meyve suları. Acaba lokum ile açık bisküvi de var mıydı?


Üzerinde bulunduğumuz Gazi Ahmet Muhtar Paşa Caddesi'nin Şehit Hulusi Aytekin Caddesi ile kesişme noktasındaki Tuncay Güvensoy tarafından restore ettirilmiş, sırf boyalarının yeniliğinden kaynaklı olarak caddenin tamamında ayrık otu gibi kalan ve bu nedenle şefkatimiz eksik evin önündeyiz. Kaleden çıkıp da yürüdüğümüz gün çekmediğimiz fotoğraflarını çekiyoruz. Bir kaç yıl daha geçtikten sonra, biraz eskiyince boyaları sanki, caddeye ait olacak yeniden. Sırtımızı yasladığımız duvarın ardındaki ev ise hayal kurdurmalık. Meyve suyumu bitirdim. Susuzluğumu artırmaktan öte bir işe yaramadı.

  
"Vahit Abi'de yapmalıydık kahvaltıyı." Aynı anda çıkıyor kelimeler ağzımızdan. Gramla kahvaltılıklar almalıydık ondan. Ekmek dolabından da bir ekmek. Sobanın üzerinde kızartmalıydık ekmek dilimlerini. O dilimlerin üzerinde olmalıydı yağ ile reçel. Mutlaka helva olmalıydı gazete kağıdından sofranın üzerinde. Sobanın üstündeki demli çayla çıkarmalıydık sabahın keyfini.

Ukdelerimizin en acı vereni bu. Neler konuşurduk oysa... ne anılar dinlerdik ondan. Kaç mezun öğrenci ziyaret ediyordu onu mesela. Kaç kişinin anılarından yazıya dökülmüştür kim bilir. Hiç karşılaştık mı kaldırımın bir kenarında mesela. Mahallemiz aynı sonuçta!


Günün neredeyse tamamında Vahit Abi var. İnsan bir Kars belgeseli çekse ve o belgeselin içinde ötekilerden tümüyle farklı, daha sıcak, daha sempatik olarak kesinlikle öne çıkar Vahit Abi. O belki de bu ülkenin tüm eski eserleri ve geleneğinin var olan örneklerinin en değerlilerinden biri. O bir bakkal amca yahu! Daha ne olsun! Üstelik de şehrin görece sessiz ve zamanın durduğu bir bölgesinde en önemli kültür simgelerinden biri olarak kanlı canlı var. Ahhh bir de sömestir tatilinde olmamalıydık ki... Görebilseydik keşke zilin ardından dükkâna doluşan  derse yetişme telaşındaki çocukların aceleci seslerindeki "Vahit Abi Vahit Abi," nidalarını...


Otelin bol çeşitli, güzel manzaralı salonunun gerçek bir kahvaltı zevki yaşatan tadına rağmen, içimizdeki tokluğun verdiği pişmanlık arş-ı âlâda. An itibari ile Kars'ta yapılacaklar listemizin en başında Vahit Abi'de  kahvaltı var. Belki de ondan alınacak domates, salatalık, peynir, zeytin, karpuz ve yaz helvası eşliğinde bir öğlen yemeği... Mavi pencereli evin bahçe duvarının üzerinde oturarak olmalı kesinlikle.


İyi ki Çocuk Kütüphanesi yapılmış güzel binayı da geçtikten sonra; tatlı yokuşun üst kısmında, Kafkas Haber Ajansı'nın ofisi ile karşılaşmak şahane. Aşinayız birbirimize. Bir yazımdan (Göğceli Cami) isim vererek yapılmış bir alıntının kullanıldığı, bu konu üzerinde araştırma yapan, Kafkas Üniversitesi'nden bir akademisyenin makalesini yayımlamışlardı, eski sayılarından birinde. Tesadüfen görmüştüm nette. Uğrasak mı? İstiyoruz, demli bir sabah çayı ve sohbet güzel olabilir. Ne yazık ki henüz açan olmamış ofisi. Yalnız, yolunuz düşerse Kars'a, kesinlikle yerel gazetelerden almalısınız. Çok pişmanız... Eksiğiz.

Kapının önündeki polis kulübesini ve keyifli sohbetin dibine vurmuş, ince belli bardaklardaki çaylarının tadını çıkaran misafir polisleri görünce,  "Fotoğraf çekebilir miyiz?" diye soruyorum. Yüzlerindeki ifade muhteşem bir şaşkınlık. "Tabii ki." deyip sohbetlerine devam ediyorlar. Valilik sanmıştım da! Oysa Ticaret Odasıymış. Valilikse üç fotoğraf yukarıdaki sarkıtlarına dikkat edilesi Baltık  tarzı mimarisi ve geniş alanı ile göz dolduran sarı renkli bina. Bu paragrafın üstündeki ise üzerine pek de espri yaptığımız, tabelasındaki ifadeye bayıldığımız, Bakü tecrübeli yol arkadaşımın  gözlemleri üzerinden -güzel- nedenini kavradığım  Azərbaycan Respublikasının Qarsdakı Baş Konsulluğu. Hemen yanındaki güzel bina ise önündeki kaldırımsızlıkla güzel Halk Sağlığı Müdürlüğü.

Hemen önündeki bozulmuş asfaltın kenarında kalan, çakılla karışık toprağın üzerinde oluşmuş cam gibi buzların altından kıvrılarak akan minicik ırmakları izlemek çok keyifli. Ne kadar kaldık, kaç poz fotoğraf çektik bilmiyorum. Yusufpaşa Mahallesi, dolayısı ile Ordu Caddesinin tamamı, Faik Bey Caddesi ile birleştiği noktaya kadar kesinlikle zamanın dışından bir alan. En güzel golü ise en esprili mekân seçtiğimiz "adıgüzel" bir kafe atıyor.


Tam karşısındaki binanın önünde uzun kalıyoruz, bayıldık. Terk edilmiş, tüm ayrıntıları, o ayrıntılardaki incelikli işçilik muhteşem. Etrafa bakınıyoruz bir yandan. Plan yapıyoruz. "Yardımcı olabilirim." diyor genç adam.  Kars'ın acemisi sandı bizi. Marşı basıyor ama bir türlü çalışmıyor araba. Şık bir pick-up'ı var. Üst model. Güçlü bir araba. Bir arkadaşı ile uğraşıyorlar, uzun süredir. Teşekkür ediyoruz, yardım önerisi için. Arabanın sorununun teşhisi ve çözümü ise bende var. İşim bu benim. Hava sert, mevsim kış. Kesinlikle çok yardımsever şehrin halkı, neredeyse sorduğunuz yere elinizden tutup götürecek derece.


Bir kez daha Faik Bey Caddesi'ndeyiz. Karabağ Oteli'nden, Büyük Migros'un önünden, peynir alışverişini ondan yapmadığımız ama  her gün gördüğümüz, caddenin köşesindeki direkte asılı "Tarihi Zavotlar" reklam tabelasından sola, Atatürk Caddesi'ne dönüyoruz. Serka'nın önünden bilmem kaçıncı kere geçiyoruz. Kesinlikle güzel bina. Her akşam vitrininde kaldığımız tükkândan alışveriş yapma günü. Yarın sabah Kars'a veda. Bu şirin tükkana girdiğimiz an bilgisayarın başındaki üçüz olmaları muhtemel ama kardeş oldukları kesin gözlüklü çocuklara bayılıyoruz.  Alışveriş. "Tükkân" sahibesi ile sohbet. İç taraftaki beklenmedik kafe'sine bayım bayım bayılma derken... Oteldeyiz. Tekrar çıkacağız otelden ama! Migros Jet'den şarabımızı, peynirleri kargoya verdirdiğimiz peynirciden de yolluklarımızı almak üzere... Neredeyse 10 kilometrenin altında kalacaktık bugün ilk kez. Neredeyse!


Yazının devamı

 Doğu Ekspresi ve Kars. Nedir, nasıl bilet alınır, tren ve yolculuk nasıldır için buradan lütfen.

 *Karadeniz'in ücra bir köşesindeki bakkal yazıdaki 7.fotoğraf, görmek isterseniz, buradan lütfen

Fotoğraflar Nikon L23 ile..


18 Nisan 2016 Pazartesi

Kars Şehir Sineması 4

1.bölüm


Seviyorum seni bugün 
dünden fazla yarından az...


Çok düşündüm... Karar verdim ki benim bu hikâyeyi hızlandırmam gerek. Ne diyor SEO çalışmaları konusunda yetkin blog alimleri, öncelikle kısa yazılar yazmalısınız.

İyi bir blog yazarı değilim ben. Ama güzel hikâyeler de kuruyorum sanki. Fakat bu hikâye benim için çok özel! Birlikte yazıyoruz. Çok eğleniyorum açıkçası. Çok şey de öğreniyorum. Bu olağanüstü güzel.

Mesela şu an, öğrendiğim yeni bir kelime üzerinden bir cümle kuralım mı? Ne dersiniz? Hımmmm... kuralım. Pekala. Yıl hala 3250 olsun ama. "Sinema salonunda birbirinin sıcağına sarılmış, her karenin ruhlarında açtığı ufuklara teslim, aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay eden sevgililer, gecenin dilsiz aydınlığında birbirinin notalarına dokunarak yaratılabilen müziğin ve şarabın eşliğinde geceyi gündüze döndürmek için soğuğun hâlâ sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden, şehrin çocuk uykusundaki sokaklarında üşümüş ve sokulgan adımlarla yürüyorlardı. Onlar az sonranın kıpırtılı heyecanı ile yürürken sinema salonunda bir faaliyet başladı. Tıpkı gramofondan yayılan şarkı gibi; görünmeyen ama hissedilen bir faaliyet."

Evet ben de farkındayım, başlangıç ile nokta arasındaki cümle çok uzun oldu. Laf aramızda, ben yazmaya ilk başladığım dönemde noktası arşı âlâya varmış cümleler kurardım. Nokta ve virgülden sonra gelen cümleyi de noktanın dibine dayardım. Boşluk bırakmazdım. De'leri da'ları ayırmazdım. Sonra bir yazı okudum ve utandım. Sonra, bir ayıbım olarak bir kitabını alıncaya kadar kendisinden haberdar olmadığım Sayın Ekmel Denizer, tesadüfen rastladığı bir yazıma yorum yazınca... Çok utandım. Yorum çok güzel ve değerliydi, yanlış anlamayın, bu konulara hiç dokunmuyordu. İmla bilmezliğimden utandım ben. Yazılarımın bu anlamdaki sefilliğinden. Bu hissimi onunla paylaştım. O bana dedi ki; önemli olan duygudur. "Yazının biçeminden dolayı kutlarım seni." Yani demem o ki ben hâlâ öğreniyorum, eski yazılarımı rastladıkça düzeltiyorum. Tekrar tekrar. Feyz aldığım çok değerli biri var, her seferinde bana istemsizce ama gönülden önümü ilikleten. O nedenle bakarız bir çaresine.

Pardon, yine çaktırmadan hava atmaya çalışırken eksik bıraktım öneri cümlemi: "Hissedilen, boşalan salondaki sımışkaların* kabukları ile birlikte diğer çöpleri süpüren çalı süpürgesinin sesiydi. Daha sonra yığının içinden ayrılıp, temizlenip istiflenerek soğuk günlerde sinemayı ısıtacak sımışkaların bir de."


Limonatalarımızı keyifle içiyoruz, Kılıçoğlu Pastanesinde. Cheesecake ve keşkül içinse pek güzel şeyler düşünmüyoruz. Henüz Kars Şehir Sineması üzerine bir yazı yazacağımdan haberim yok. Kargo pantolonlu, beyaz plastik sandalyelerden birini ön bahçenin papatyalar dolu bölgesinde, nar ağacının altına çekip çantasından çıkardığı kitabı okuyan ve üstelik bunu gözüne taktığı şık güneş gözlükleriyle yüzünü güneşe dönmüş bir halde yapan kadının kesinlikle bu yazıların tümünü okuyacağını ve özellikle bu yazının yorum kısmında, ne alakaysa,  "Limonata gerçek bir limonata mıydı?" diye soracağını da düşünemiyorum o an.

Şimdi eminim. O fırsatı vermemek için yazıyorum: Limonata gerçek olmakla kalmadı, içtiğim tüm güzel limonatalara da fark attı! Çünkü taze sıkılmış limon suyu hafif bir şekilde tatlandırılmıştı. Yalnız sorumuz üzerine gözümüze sokmak için mi böyle yapıldı, yoksa limonata yapma üslupları mı buydu, bilmiyorum. En sevdiğim limonatalar ise bildiğimiz klasik usul olanlardır. İçine su da katılanlar. Birtat'ınkine bayılırım misal. İnci'ninkine de. Ve de Uzay Pastanesi'nin limonatasına.


Şimdi tam da burada,- lafımı da sokmuşken- durumumu tarif için bir deyiş kullanmanın yeri ama yazmıyorum. Ve sözünü tutmayı bir türlü beceremeyen bir yazar özentisi olarak bu kez gerçekten hızlanıyorum. Haydi, hep birlikte! Artık oyalanmayalım ve  bir çok noktayı atlayıp, zamanı ileri saralım. Bitsin gitsin. Sonuçta insan dediğin sıkılan bir varlık di mi ama?

Hikâyenin inişleri de olmalı bence. Biz hiç inmedik. O halde Galatasaray Lisesinde okuyan, üzerine büyük hayaller kurdurduğumuz lisanslı kayakçı, yakışıklı esas oğlanı Kars'a çağıralım mı? Çağırdık, okulu bıraktı ve geldi. Buna bir neden bulmamız lazım. Roman ve hikâye için ne derler; gerçek ya da gerçeğe yakın olan. Şöyle gerekçelendirelim o zaman: Sinemanın işleri başlangıçtaki beklentileri karşılamıyor olsun, onlar için kurulmasına rağmen diğer iki oğula takviye gereksin. Daha atak, daha yaratıcı, ufku geniş birisine ihtiyaç var. Sonuçta 1.adam öngörüleri yüksek biri. Şehre hizmeti öncelikli tutuyor. 

Bu arada Konya'daki Ağır Ceza Hakimimizi tayin emrini aldırdığımız günden beri eşya denkleri ile bekletiyoruz, haberiniz olsun. Narin, alımlı, zarif ve rüzgârın camları aşıp da tenine değemediği, saçlarını uçuramadığı esas kızımız da hâlâ pencerenin önünde. Ben büyük aşkların karakterleri hemen buluşsun isteyenlerdenim. Yazarken  yanıp tutuşsam da bir fırlama var içimde. Kabul.

Hızla!.. Artık esas kızımız ve ailesi Kars'ta. Kabul mü? 1.adamla ve eşiyle tanıştılar. Sıklıkla karşılaşıyorlar, şehrin önemli gecelerinde. Esas oğlan artık Sarıkamış'ta kayıyor. Yarışıyor lisanslı bir sporcu olarak. Bir de gramofon var artık sinemada. 


Zamanı geldi di mi, büyük aşkın temellerini atmamız lazım artık? Katıldınız. İstemiştiniz! Bir akşam, şehrin en güzel mekânlarından birinde, bir baloda göz göze getirelim mi onları? Ah... ahhhh ben ne ballandırırdım bu ânı şimdi. Ama söz verdim ve dönemem. Bir ân aklımdan geçen cümlelerle bir sinema filmi için bir sahne kurdum, elimde olmadan. Kusura bakmayın. Karşılaşma anıyla ilgili olan zaten cepte. Kurduğum ân başka bir ân. Eğer bir film olursa, rüya bir final dansında ve tek bir kamerayla bu. Ucu açık kalıp sonsuzluğa sürüklenecek bir sahne. Ölümsüz aşka vurgu.

Sinemanın işleyişi üzerinde de farklılıklar yaratmamız gerek kanımca. Esas oğlanın eli değdi. Belli etmemiz gerek. Ağır Ceza Hakimimiz, değerli eşleri ve gülümsemesine bir ömür verebileceğiniz alımlı, güzel, narin ve zarif kızları, cumartesi 6 matinelerini kaçırmıyorlar.

Ben derim ki; artık gramofondan çıkan şarkılar daha bir manalı olsun. Mesaj taşısın. Tıpkı ucu yakılmış  mektuplar gibi. Film bitip de sinema dağıldığında; kuğu gibi süzülen sahneler betimleyelim. Usulca değsin gözler mesela. Soğuğu hisseden sıcak titremeler oluşsun bedenlerde. Terlesin eller.  Utangaç olsun bakışlar. Evet diyen hayırlar içersin tavırlar... Katılanlar? Katılınılmıştır.

Heyecanlandık di mi? Siz değilseniz de, ben ölüyorum. Ahhhh bi de aklımın hızına  parmaklarım yetişebilse...  gelin günlerce devam ettirelim bu uzaktan bakışmaları. Sonra şöyle bir şey yapalım; bir kadınlar matinesine kız arkadaşları ile gelsin, tenine rüzgârın değemediği kızımız. Uzaktan bir tebessümle  geçsin salona. Kıkırdasın arkadaşları. "Yakışıklı çocukmuş." desinler misal. Sonraki film çıkışlarında arkadaşları bir köşeye çekilsin. Onlar bir masaya konuşlansınlar. Parmak şıklatma ile iki gazoz gelsin masaya. Ürkek ve çekingen ama öte yandan da yerinde duramayan cümleler yazalım onlar için. Ne dersiniz? Anladım katıldınız.

Nasıl geçti vakit anlamasınlar. Hava karardıkça ürkeklik sarsın esas kızın bedenini. "Annemler!" desin içinden. Arkadaşları gelsin ve hadi geç oldu desin mesela. Zor ayrılsın elleri. Hatta esas oğlan gecenin bir vaktinde yatağına uzanmış tavana bakarken, onu düşünüyormuş hissi veren cümleler olsun bakışlarında. Yine de yetemeyelim. 

Ya da yıllar yıllar sonra güzel bir kadın... Bir yazı okurken birden... Bir mektup yazsın, hiç tanımadığı birine. Çekinceler olsun içinde. Her şey bunu betimleyen cümleyle başlasın. Kim olduğunu bilmeyelim ama... son satıra kadar.

*Sımışka: Ay çekirdeği


      SON




Kars yazılarımın planladığım akışını değiştirmeme neden olan, onları çoğaltan, yazma heyecanıma tavan yaptırıp o heyecanla şu tembele aşama kaydettiren,  Berya'nın Kaleminden  adlı blogun çok kıymetli yazarı  Belgin Eryavuz hanımefendiye ve çok kıymetli ablalarına özellikle çok teşekkür ederim.

Ve ayrıca;

Benim için değerine paha biçilmez, çok kıymetli Gülsen Varol  Öğretmenime..

Hayatımda hep olacak çok kıymetli kargo pantolonlu hanımefendiye...

Size...

Kısık gözlerindeki gülüşüne bittiğim, onunla yolda ve her yerde olmaya bayım bayım bayıldığım, çok ama çok sevgili yol arkadaşıma...

Sonsuz teşekkürlerimle.


Çalsın mı bir kez daha GRAMOFON?



Doğu Ekspresi ve Kars. Nedir, nasıl bilet alınır, tren ve yolculuk nasıldır için buradan lütfen.

Fotoğraflar Nikon L23 ile..

14 Nisan 2016 Perşembe

Kars Şehir Sineması 3

 1.Bölüm


Ben Aşkı İlk Defa Sende Tanıdım...


Ne yazık ki filmin etkisinden kurtulamayan biz, kapısında "Akraba ve Damsız Giremez" yazılı Ozzi Club Bar'ı atladığımızı filmin etkisinden usul usul çıkmaya başladığımız esnada fark ediyoruz. Alın size bir ukde daha. O kadar yoğun konuşuyoruz ki filmi. En çok da Cem Yılmaz'ı. Toplumun farklı ve de düşünceleri bazında tutucu bir kaç kesiminin tepkisini çekecek, muhtemelen sosyal medya üzerinden topa tutulacak bir filmde rol almasının risklerini bilerek, tüm konforlardan uzak, gişe yapması zor bir filmin içinde ve afişinde yer almak, çok değerli kanımızca. Bunu bir sanatçı tavrından ziyade şefkatli ve büyük insan olmakla eşliyoruz. Oyunculuksa ezber bozan cinsten.


Barı unutmak ziyadesiyle üzüyor bizi. O barda olmalıydık. Konuşarak yürüyoruz. Buzları unuttuk çoktan. Konuştukça film de büyüyor, Kars da. Sanki tam da burada Italo Calvino'nun muhteşem kitabı Görünmez Kentler'deki cümlesini bir kez daha yazmam gerek: "Size bir kenti sevdiren; onun doksan dokuz harikası değil, sorularınıza verdiği yanıtlardır." 


Artık oturmuş karakterlerimizden biri olan  1.adam yoğun bir şekilde Rusya'dan demir çelik ithal edip, oraya canlı hayvan satıyor, işleri iyi. Bunu bir kez daha vurgulamalıyız ki ilk bölümde hikâyenin genel planlamasını yaparken altını çizdiğimiz genel durum üzerinden sinemanın açılmasındaki temel nedeni ortaya koyabilelim. Bu vurguyu sinemanın ilk günüyle birlikte tasvir etsek iyi olur sanki. Şehrin ileri gelenlerinin katıldığı açılış törenini, dönemin kültür algısını ve Kars'ın o günkü demografik yapısını da öne çıkarmalıyız bence. Hımmmmmm... bu noktada bilimden yararlanıp döneme ait pek çok fotoğrafı da taramamız gerek. Aslında hikayeyi kurarken bütün sahneleri de bire bir yaşıyorum, lakin bu benim tasavvurumla sınırlı, bilimsel ve tanıksal bir gerçekliği yok. İçimden bir ses, topla pılını pırtını düş bu işin peşine diyor açıkçası. Karabağ Otelinde bir odan da senin olsun! Günlerce kal orada. 

Tam da buraya izninizle bir kahkaha efekti koyuyorum. Kusura bakmayın. Gülmem kendimedir. Yazma konusunda hayallere dalma, bir şeyi çok isteme, neredeyse yapma noktasına gelme ve ardından da  her şeyi orada bırakma halimi ben biliyorum da siz bilmiyorsunuz. O nedenle yani.

(Bazı gerçeklikler üzerine düşünsel olarak güzel hikâyeler kurabilen, bunu gerçekmiş gibi başkalarına anlatıp hava atan biriyim ben. Gelin görün ki konuşurken bunca başarılı gerçeklik algısı yaratabilen şahsım, göründüğünün ve yarattığı algının dışında, eylemsel olarak, fena halde de tembel.) 

Çok zor da olsa döneme ait tanıklar bulmamız gerek sanırım. Sanki bir yerlerde birisi var; o günü yaşayan, kuruluş aşamasının tüm evrelerini, o günkü Kars'ı, dönemi, o günün tüm devlet erkanı ve sosyetesini bilen birisi. Bizzat o günün içinde olan birisi. Sonuçta bizim kurduğumuz bir hikâye olduğuna göre bu, bir karakter daha yaratabiliriz di mi? Ne dersiniz? Benim fikrimce yaratacağımız yeni karakter için iz süreceksek, yeniden İstanbul'a dönmemiz gerek. Katılır mısınız bana? Bu arada rüzgarın camları aşıp da tenine değemediği, saçlarını uçurmadığı, uzaklara bakan, narin, zarif ve alımlı kız henüz Konya'da. 


Barı unuttuk ama sanki bir yerlerde oturup da bu filmin tadını çıkarmamız gerek. Böyle düşünerek yürüyoruz; Atatürk Caddesinin otel yönüne doğru giderken sağda kalan kaldırımında. İnsanın aynı anda aynı şeyi düşündüğü bir yol arkadaşının olması muhteşem. O zaman ilk gördüğümüz anda vurulduğumuz, ayrıntıları bir başka yazıda olacak Kılıçoğlu Pastanesine. Hava sert. Buzlar havanın hakkını veriyor. Bu şahane. Gece muhteşem. Sonuçta Doktor Jivago küçücük aklımda caddeleri ve mekânlarıyla olağanüstü yer etmiş bir film. Sıcacık ama lezzeti eksik pastaneye giriyoruz. Artık tanıdık bir mekân. Selamlaşma. Tercihimiz bu kez kış bahçesi. Filmin duygusal etkisi ile verilmiş bir karar. Ah bilinç altı! Çaresizlik hissi. Kalabalığa sığınma ve ondan güç bulma, onunla kalabalıklaşarak izlenen filmin etkisinden kurtulma psikolojisi. Güzel bir hissiyat.

"İki limonata, bir keşkül ve bir cheesecake lütfen."

"Limonata gerçek bir limonataysa ama." 



Hani ben ikinci yazının son bölümünde bir karakter daha katmak için yanıp tutuşuyorum, dedim ya. Her şeyi onunla mı başlatsak, diye de düşünmüyor değilim açıkçası. Üstelik hiç ipucu vermeden. Yalnız bu karakter biraz önce bahsettiğim döneme tanıklık etmiş, bizzat içinde olmuş kişi değil. Ancak o kişi ile bir bağı da olsun istiyorum. Sizce de hikâyeye gizem katmak açısından bu iki karakteri ana hikâyenin içine dahil etmek güzel olur mu? Aslında içimdeki tembel ne istiyor biliyor musunuz? Bu hikâye bir romana evrilse ve girişinde şu cümleler olsa: "Bir adam kendini yazar sanarak yaptığı bir geziyi ballandırırken, açık camdan içeri süzülen kadim bir rüzgâr taşıdığı meçhul mektubu yumuşakça masanın üzerine indirdi." Sakın gülmeyin, sonuçta tartışarak geliştiriyoruz bu hikâyeyi. 

Bütün yazarlık tavsiyelerinde örnek olarak verilen giriş cümlelerinden aşağı kalır bir yanı var mı? Bence yok. Yalnız farkında mısınız, onca satır geçtik ve gramofon hakkında bir tek söz etmedik. Hiç mi merak etmediniz? Hiç hatırlatmadınız ve de uyarmadınız. Hani ana karakterimiz oydu. Bunun üstelik de altını çizmiştik en başta. Gramofon deyince düşündüm de şöyle bir cümleyle mi başlasa her şey: "3250 senesinin güzel bir akşamında, içeriyi sızan ılık bir rüzgâr, birbirinin sıcağına sığınmış genç aşıkların kulağına kadim bir gramofondan yayılan "Papatya gibisin beyaz ve ince, Eziliyor ruhum seni görünce, İsmin dudaklarımı yakıyor neden, Nedir bu çektiğim senin elinden." sözcüklerini bırakıyordu. Önce tanımadıkları, son derece yabancı bu sese şaşıran aşıklar, sonrasında birbirlerinin kuytusuna iyice yerleşerek, istemsizce teslim ettiler yılların ötesinden gelen bu şarkıya ruhlarını. Romantizmin tarih tanımaz gücü ele geçirmişti çünkü onları..."  Lütfen ama!

Şu an kendimi hikâye içinde hikâye olan ve kendini yazar sanan adam konumuna yerleştirip onun gibi düşünmek istiyorum. İzniniz olursa... Hani birinci adam sinemayı yanında kalan iki oğluna iş kurmak için açmıştı ya! Onlardan bir tanesi hâlâ yaşıyormuş olsun bence... Sarsıcı olmaz mı? Şaşırtıcı olur üstelik. Güçlendirir hikâyemizi. Yalnız hangi şehirde olacağı konusunu iyice düşünmem lazım. Çok iyi düşünmem hem de! 


4.Bölüm.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP