1 Kasım 2012 Perşembe

'Bu da Ne Ya Şimdi,' Denebilir!

Bir Kitap Yaşarken...


O sohbet anı için bir ganimet buldum bugün, daha doğrusu bırakıldı. Çocukların teyzesi ve  üç arkadaşı kahvelerini, bardaklarını yanlarına alarak saklı bahçemizi ziyarete geldiler. Bahçe gitmeden tadını çıkaralım modundalar ve yıkılma aşamasında bir eylem yapabilecekleri endişesi de taşıyorum açıkçası. Özellikle Ukraynalı olan biri var ki kendisini elinde Türk Bayrağı ile çatıda göreceğimiz kesin.

Kafileyi gönderdikten sonra bir tatlı huzurla buluştu bünye ve şımarıklık yeniden tavanda.

Şimdi bir ikilem yaşıyorum: Kahve ve kitapla banklara gitsem, müzik dinleyip kitap okusam fikrim vardı- ki kafile gelmeden önce mp3çalara, indirmediğim son iki albümleri dahil olmak  üzere tüm Bandista albümlerini yüklemiştim. Tam çıkarken yakalandım, dolayısıyla vakit de kaybettim. Aklım da kitapta. Kitapla buluşmak için bir çözüm bulacağım ama! Saat kaç olursa olsun.

Ganimet ise- ne tesadüf ki- iki adet Café Créme Arome.

Aslında kitaba eşlik edebilecek bir müzik aradım, ne tür olursa olsun -ki sözlü asla olmazdı... ama sonra, ikisinin bir arada olamayacağını, bu konuda beceriksiz olduğumu düşündüm; aynen cips meselesi gibi.  Kitap yaşanıyor ya; bu yaşama haline bir fon olur sanki duygusu taşımıştım önce, sonra vazgeçmiştim.

Kitabı sade almamak kendisine haksızlık olurdu.

Doğru kararı başka doğru kararlarla yer değiştirdim ve yeni doğru kararları da sevdim. Denemekten zarar gelmezmiş onu anladım; ayrıca yaparak pişman olmak iyi bir şeymiş; bir de her şey anda gizliymiş; duyguda, düşüncede, hissiyatta...

Sırasıyla gidersem: Akşam kitabı aldım banklara gittim, mp3 de yanımdaydı; önce biraz sadece müzik dinledim, sonra kitabı okuyordum ki yağmur  başladı, bir süre okumaya devam ettim, sonra eve döndüm

Beş dakika sonra tekrar kitabı aldım ve gittim, yağmur başlayınca bir kez daha eve döndüm. Tam kapıdan girdim telefon çaldı,Tırtıl: "Şarjımı orada unutmuşum, kitaplığın orada, getirir misin?"

Araba, sahil yolu, parke taşlarda lastik tıkırtıları, camdan dolan yağmur ve deniz kokusu, güzergah üzerinde açılma hazırlıkları yapan iki mekana göz atış, şarjı bırakıp geri dönüş. Ev.

Bu kez bir termos sütlü kahve yaptım, kitabı ve mp3'ü aldım banklara tam anlamıyla konuşlandım. Mp3'ü açtım, kitabı okumaya başladım. Bir yandan da kahvemi yudumluyordum. Hava nefis, deniz açık, balıkçı tekneleri demli çay kokuluydu. Mutluydum ve hala ayılmamıştım. Müzik kitaba fon olmuştu. Hiç de rahatsızlık vermiyor, aksine kitap film olup akıyordu.

Yağmur yeniden damlamaya başlayınca bir süre daha bekledim. Sonra, kitabı tam kapatacakken, bir şarkı başladı. Kitaptaki yerin duygusuyla şarkının tonundaki uyuma bayıldım.

Kitap kucağımda hafif damlalarla ıslanırken şarkı şahane bir gülümseyişi açığa çıkardı. An çok güzeldi, akıldan ve yürekten geçenler de... Yağmur biraz daha artınca bu kez kalkmadım.  Neden acaba?

Kitabı sweatshirt'ümün altına sokup korumaya aldım.

Müzik ve kahve eşliğinde olağanüstü güzel anlar yaşadım. Yağmuru pek sevdim, tam da olması gerektiği kadar yağıyordu. An tertemizdi ve tadını dibine kadar çıkardım. Hayatı bir kez daha sundukları için çok sevdim; ıslandım, kurudum, kitabı yeniden açtım, okudum, gülümsedim, hissettim ama asla ayılmadım.

Aslında anı terk etmeye hiç niyetim yoktu, ta ki bir vergi ödemesi için bu ay mıydı tereddüdü yaşayıncaya kadar. Eve gidip netten ödeyeyim dedim.

Aklımı bankta bıraktım.

Geldim ödeme planına göz attım, hayıflandım; bir sonraki aymış meğer. Tekrar gitsem mi tereddüdü içindeyim şu an. Ama o şarkı için gidebilirim. Gidiyorum.

Bu sabahtan söz edeyim biraz... güneş ufuk çizgisinden yükselmiş, kızılını üzerinden usulca sıyırıp oraya bırakmış, -bütün gizemiyle- kendini sakladığı  bulut şeklinde bir paravanın ardından ışığını sezdiriyor ama güzelliğinin farkında bir diklikle kendini göstermek için seçtiği anı bekliyordu. Edası pek güzeldi.

Gece muhteşemdi; yağmura, tatlı bir soğuğa, babamın ağaçlarına ve tümüyle bana ve arada bir gelip geçen diğer gece insanlarına kalmıştı. Sahil korumanın botu mu yoksa helikopter mi olduğunu anlamadığım bir ışık kümesinin kıyıya, açığa, sağa sola doğru yaptığı hızlı hareketler ise hayal dünyası ile doğru orantılı olarak geceye ürperten bir renk katıyordu.

Yanımda Café Cremé'i de götürmüştüm, sonra nedense vazgeçtim. O ara muhtemelen yurttan ya da hafiften tiner çekmiş bir çocuk yanaştı ve sigara sordu. Algı işte! O iki adete bir anlam yüklemişti.

Sonradan epeyce üzülüp pişman olacağım üzere çocuğa "Ben sigara içmiyorum." dedim.

29 Ekim 2012 Pazartesi

Mutlu Moskova

Koliden çıktığı ilk akşam onu alıp banklara gittim. Onu okuma lambası ve ağaçlarla tanıştırdım. Denizi ve hemen arkamızdaki ayışığını çok beğendi. Ben de kendisini...


Henüz ilk sayfalardayken içim kıpır kıpırdı.

Bir yandan başarımın tadını çıkarırken bir yandan da "Bunu hemen paylaşmalıyım!" arzusu, bir mektup yazmak üzere 23. sayfada beni eve taşıdı.

 Bu kez direk kendisiyle tanıştırmaya karar verdim.

Karakteri çok sevdim, memleketle ilgiliydim ama Andrey Platonov tam anlamıyla vurdu.

Tasvirleri, inceden alaycılığı, düzen ve ideoloji eleştirisi, duyguları kelimelere dökme biçimi  fazlasıyla etkiledi.

İlk sayfalardaki yakıştırmam bunun bir yetişkin masalı olduğuydu;  çok naif bir masal. Yani bayıldım, henüz önümde 100 sayfa varken üstelik.

-Yasaklı Yazar- Andrey Platonov'un diğer kitaplarını da tümüyle içgüdülerime dayanarak favorilere eklemiştim ve ilk okunan kitabından alınan tattan anlaşıldığı üzere kendisiyle ilişkimiz yılbaşına kadar sürecek.

Ertesi sabah hafif bir yağmur atınca banktan geri dönmüştüm fakat yaklaşık 20 dakika sonra banklarla buluşma yeniden gerçekleşti.

Kitapla ilgili düşüncem olumlu yönde daha da gelişti ki Stalin Sosyalizmine göndermeleri pek güzel..

Moskova Çestnova ve diğer karakterlerden 3 tanesi  listemde kendilerine seçkin bir yer edinecek gibi...

Ayrıca kendimi 1900'lerin başındaki Moskova'yı gezmiş gibi hissediyorum.

Yazarı kısacık bir kitapta bu kadar derinlik sağlayabildiği için gönül defterimde ayrı bir yere koyuyorum.

Kitabı, insanı ve onun yalnızlığını hissettirmedeki başarısı nedeniyle Gece Uçuşu'na benzettiğimin altını çiziyorum.

Bu kitaba karşı şu an tarif edemeyeceğim bir sevgi oluştu içimde.

Üstelik tekrar okuduğu kitap sayısı üçü bile bulmayacak ben, bu kitabı bir kez daha okumak konusunda çok istekli gördüm kendimi.

Kesinlikle yakın bir tarihte bir kez daha -sindire sindire- okuyacağım.

Kısa ama etkili kitaplar candır.

21 Ekim 2012 Pazar

Zaman Kumbarasında Bir Portre...

Tefecilik yapan, gusto yoksunu mafya kırıntısı bir şahsiyet görüntüsündeki derisi nasır bağlamış kırışıklara sahip meşin renkli trendy-tüccar bir amca: Ulviler katında çıkar sağlamak konusundaki uyanıklığını güneşi solduracak bir parlaklıkla göze takıyordu. Muhtemelen AKP'nin, iktidarda kaldığı sürece, bayrağını burçlara çekmekte hep "Ulubatlı Hasan" olacak bu amca: Modern Muhafazakarlığın bir nişanesi olarak sabah sporundaydı. Üstelik cebindeki aletten kuran yayarken, elindeki tespihi de dudak kıpırtılarıyla senkronize bir biçimde çekiyordu. Yürüyüş ritmi gayet sportmen, spor kıyafeti ise gayet göze sokulur cinstendi.

Eğer kuran sesi dışarı doğru verilmişken amcanın gayet sporcu ve marka şapkasının altında zıpır işi bir kulaklık görmüş olsaydım; duruma, "bir moda durumlar gurusu" olarak kesinlikle 10 puan verirdim.

Amcaya her devrin adamı puanı olarak 10'u verdim gitti, estetik puanda ufak bir düşme yaptım ve kendisine 9,85'i uygun gördüm.

Eğer gayet sporcu ve marka şapkasının altında kulaklık olsaydı, tık rekorları kırma ihtimali kuvvetle muhtemel bir videoyu kaçırdığım için kendime küsebilirdim.

19 Ekim 2012 Cuma

Biz Okulu Kırmıştık


Gözkapaklarımın arasına sıkışmış bir kadın var.  "Çık oradan," derdim ona, diyebilseydim. 
Neylersiniz ki boğazıma da bir kadın kaçmış.*  


*Eduardo Galeano- Kucaklaşmanın Kitabı S.99

17 Ekim 2012 Çarşamba

Bir Mektupta Sait Faik'ten Bahsetseydim...

Yazar beni öylesine kışkırttı ki direk aklıma gelen kitabı alıp sahile inmek oldu. İlk fikrim yürüyerek gidip bir kokoreç almak, o hazırlanana kadar iki üç midye götürmek, sonra da banklara konuşlanmaktı. Çünkü yazar bunlar için insanı kışkırtıyordu, dolayısıyla kendimi tutmam mümkün değildi.

Sahile indiğimde kokoreçe gitmekten vazgeçtim, mesafeye bakınca... ama bu akşamlık!

Hemen banka konuşlandım, sokak lambası aynen kitap okuma ışığı gibiydi. Hava olması gerektiği kadar serin, ay ışığı arkada kalmasına rağmen muhteşem, deniz de sakindi. Açıktaki balıkçı teknelerinin ışığı, gökteki yıldızlar, oyun parkındaki çocuklar, siyaset tartışarak yürüyen amcalar, banktaki iki sevgili, bisikletle gezen çiftler, farı ağaçları dolanarak insanların yüzünü sıyırdıktan sonra tekrar yola dönen zabıtanın motosikleti, küçük kızı arkasında ve elinde sigarasıyla yürüyen anne, eldeki kitapla doğru orantılı bir atmosfer yaratıyor, üstelik "Ah kahve!" dedirtiyordu. Aslında bira için de ciddi bir tahrik vardı.

Sayfaları çevirdikçe kendimi kitaptan kopartamıyordum. Bu arada kitap bazı şeyler için insanı öylesine tahrik ediyordu ki hemen bir senaryo yazdım. Anlatsam mı? Aslında kurduğum şu idi: Misal bir akşam saat 19'dan sonra... Anlatırsam, uygulaması o kadar tatlı olmaz diye düşündüm şimdi. Aklıma düşme hali spontandı. Gerçeği de öyle olmalı. Biraz ipucu versem mi acaba? İpucu veriyorum: Kesinlikle muhteşem bir şey.

 Akşam üzeri kanepeye uzanmış ve elime kitabını tutturmuştum: Mahalle Kahvesi. Zaten yazarı geç okuduğum için üzülmüştüm, her siparişe bir kitabını yerleştirmeyi kafama koymuş ve ilkini de getirtmiştim. Bayağı serinlemiş ve Londra modunda hava eşliğinde kanepede kitap okumak güzeldi. Üstelik üç beyaz çikolatalı, içinde yoğun rom, süt köpüğünde bir damla badem aroması olan kahve keyfi bile yaptım.

Şu bizim sahil kesinlikle pastırma yazında çok daha can. Sait Faik kesinlikle akşamları orada oturmalı, bir cıgara tüttürmeli, başta tekneler olmak üzere, topal kedi, topal kediye hiç üşenmeden arabasına binip yemek getiren, onu arayıp bulan, başka kediler yemesin diye başında durup yemesini bekleyen, geç gelen ve bu nedenle bir tanesinin adı Esile olan ikizlerin babası yan komşuma ve bilcümle aleme dair ne yazılar yazardı, kim bilir?

Hatta gün boyu şehirde işlerimi hallederken, yürürken, trende kitabı okurken, uzun zamandır göz diktiğim ve Bedestanda, ev yemekleri yapan küçük dükkânda çöp kebabı yerken, hep yazacağım yazıyı kurdum. Sait Faik üzerine bir yazı yazmayı kesinlikle kafama koymuştum. Sait Faik'i geç okumamın bir kayıp değil aksine kazanç olduğunu düşündüm ve asla keşke demedim.

Çünkü şu anda onu okurken, biriktirdiğim İstanbul'a daha farklı bir gözle bakabiliyor ve yazarın anlattıklarını daha derinden hissedip, canlandırıp, tadına daha çok varıyorum.

Küçükken, onun yetişkin gözünden baktığım İstanbul'u bu kadar güzel fark edemeyebilirdim, geç kalmış olmama çok memnunum. Hatta yaklaşık 10-15 yıl önce okuduğum ilk ve tek kitabından daha çok tat aldım şu an diyebilirim. Eğer üzerine bir yazı yazabilirsem bir gün; ben de yazımda kıskandığıma vurgu yapacağım muhtemelen.

Röportajı okudum, teşekkürler.

Aslında kitabı okurken ve saat 19'dan sonrayken yanımda biri vardı, o da benim gibi kitap okuyordu. Denizdeki teknelerden sandık sandık balık kokusu geliyordu. O an ona döndüm. Biraz ileride küçük bir balıkçı lokantası tadında şık ama sade mekânda, dışarıdaki deniz kokan masalardan birinde bir 35'lik rakı, beyaz peynir, kavun ama illaki Süheyla...

Belki kalamar, belki karides güveç eşliğinde zorunlu olarak bu kez balıkların donakalacağı bir sabaha kadar değil de kapanma saatine dek sürecek bir teklifte bulundum.

Fotoğraf babamın ağaçlarının altında ve Nikon L23 ile çekilmiştir.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP