10 Aralık 2011 Cumartesi

Üçü Bir Arada: Don Kişot, Amazonlar ve Seslerle Anadolu

Don Kişot

O gece seyirci yeni bir Don Kişot yazdı. Süreç içinde Aleksandr Gorsky tarafından süresi kısaltılmış bu gösteriyi finaldeki alkışlarıyla, sanatçıları sürekli sahnede tutarak, tekrar tekrar selam vermek zorunda bırakarak 4. perdeye taşıdı.

Don Kişot'un oldukça kalabalık kadrosuyla altından kalkılması zor bir gösteri olduğu düşünüldüğünde; seyirci ilgisini iki saat boyunca diri tutarak coşkuyu finale taşıyabilen Samsun Opera ve Balesini kutlamak gerekiyor.

Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi aslında; yan koltuğumda oturan üç teyze her bir dans esnasında kendilerini zor zapt ediyor, hayranlık ifadeleri telaşlarına yansıyor ve her performans sonlandığında duyguları alkış sağanağına dönüyordu.

Onlar böyleydi de salon başka türlü müydü sanki. 2 saat boyunca bir türlü düşmüyordu seyircinin ilgisi..

Ludwig Minkus'un dinlemesi keyifli, oldukça hareketli müziği üzerinde yeni bir destan yazıyordu Bujor Honiç (ve Tolga Taviş*) yönetimindeki Samsun Devlet Opera ve Balesi Orkestrası.

Gösteri esnasında zaman zaman (Basil) S.Boğaçhan Bozcaada'nın zorluklarını düşündüm, öyle bir balerinle ikiliydi ki.... insan, hayranlıkla onu mu seyretse yoksa işine mi baksa ikilemi arasında kalırdı. Anna Goriashvili hem fiziksel duruşu hem de sahne performansıyla öylesine büyüleyiciydi ki elin ayağın tutulmaması mümkün değildi.

Gülden Sayıl'ın başarılı kostümleri ve dekorları, seyirciyi alıp götüren rüya bölümündekiler başta olmak üzere etkileyiciydi.

Nazmiye Kıratlı seyircinin en çok takdir ettiği sanatçılardan biri olarak, üstlendiği Çingene Kız karakteri ve yaptığı dans ile yine tüm salonu büyülemeyi başarıyordu. Oyunu iki farklı kadroyla izlemiş biri olarak seyirciyi en etkileyen karakterlerden birinin rüya bölümündeki sempatik dansıyla Merve Gürer Bozcaada olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Bir Marius Petipa koreografisi olması, özellikle son perdede her dansçıcının solo performanslarına tanık olmanızı da sağlıyor. İki farklı kadrodan izlediğim gösterinin prömiyer kadrosunun, karakter-oyuncu uyumu konusunda takıntılı olan bende daha derin izler bıraktığının altını ise çizmem gerekiyor.

*İkinci izlediğimde Orkestra Şefi Tolga Taviş'di

Amazonlar


Dünya prömiyeri Samsun'da yapılan, librettosu ve koreografisi Samsun Opera ve Bale sanatçılarına ait, bu anlamda tarihsel bir önemi de olan; heyecanlı, dinamik ve sert hikayesini romantizmle tatlandırmış son derece lezzetli, önemli ve kaçırılmaması gerekli bir bale gösterisi Amazonlar.

Vakhtang Kakhidze tarafından yapılmış müziği; orkestra tarafından çalınmamış olmasına rağmen olağanüstü... Medeia Magalashvili tarafından yazılmış son derece sağlam bir metin ve Nugzar Magalashvili'nin muhteşem koreografisinin bileşimi, görkemli, akıcı ve son derece dinamik bir gösteri.

İsmail Dede'nin canlı renklerle bezediği kostüm ve dekorlarına, O. Murat Yılmaz'ın başarılı ışığı ve öykünün akışına uygun anlara yerleştirilmiş Murat Turgut'un etkileyici video görüntüleri eklenince; izleyiciye sadece, iki saatlik, içinde aşk, aldatma, savaş olan rüya gibi balenin keyfini çıkarmak kalıyor. Oyunun girişinde salona yayılan sis her ne kadar astımlılar konusunda sorun yaşatabilecek olsa da, son derece etkileyici.

Penthesilea- Nazmiye Kıratlı-Khozaashvili, Hipopolyte- Anna Goriashvili ve Antiope- Elif Ilgaz canlandırdıkları karakterlerin hakkını sonuna kadar veriyorlar. Theseus- Boğaçhan Bozcaada, İason- David Khozaashvili oldukça başarılılar. Fakat sertliği, estetik güzelliği ve erkek vurgusu üst düzeyde olan, son derece dinamik solosundaki başarısından dolayı Herakles- Barış Erhan'ı bir adım öne çıkartmak gerekiyor.

Aslında üzerine daha detaylı ve uzun bir yazıyı fazlasıyla hak eden Amazonlar sezonun en dinamik, en akıcı, hikayesini en doğru ve güzel aktarabilen bale gösterisi. Kesinlikle izlenmeli.

Seslerle Anadolu

Seslerle Anadolu, TRT'nin eski müzik eğlence programlarının formatını hatırlatan, ülkenin değişik yörelerinden türkülerin Opera sanatçıları tarafından yeni bir formla söylendiği, danslarla tadlandırılmış, seyircinin hem katılıp hem de beğendiği bir gösteri. Sevtaç Demirer'in sade dekorları ve kostümleri, O. Murat Yılmaz'ın ışığı formatın ruhuna oldukça uygun.

Sopranosundan basına, tenorundan altosuna tüm sanatçılar  her türküyü başarıyla yorumlarken aynı zamanda fıkır fıkırlar. Türküler ülkenin farklı yörelerinden seçilmiş ve kulaklara en aşina olanlar. Meddah tarzı bir anlatımla her performans öncesinde türkünün hikayesi ile ilgili bilgiler veriliyor;  anlatıcı, aynı zamanda da gösteriyi sahneleyen Mehmet Yılmaz tarafından...

Video görüntüleri hikayeleri destekliyor. Türk Müziği enstrümanları ile zenginleştirilmiş Samsun Devlet Opera ve Balesi Orkestrası mükemmel. Roman havasındaki danslar kusursuz, son derece lezzetli ve esprili... Özden Aktürk'ün koreografisi hoş... Fakat, tüm öne çıkardığım başarılara rağmen;  okul müsameresi hissiyatı yaratan akış planı, seçilen  türkülerdeki popülizm, araya serpiştirilmiş, izleyiciyi etkileyeceği açıkça belli olan şekerlemelerle seyirciyi tavlama anlayışı, bir türlü içime sinmiyor.

Salonu  eğlenceye zaman zaman katan, çoğunluğun fazlasıyla eğlenip mutlu olduğu, yer yer coştuğu, sanatçı performansları mükemmel olan bu gösteri,  geçişleri ve sunumu anlamında -bende- akıcı ve kalıcı olmayı bir türlü başaramadı. Dekorlar, ışık ve sahne performanslarına baktığımda eski televizyon günlerine hoş bir gönderme diyerek sevindim. Ama sahneleme konusunda, özellikle ritmi düşüren ara anlatımların, ifade edişin lezzetsiz, sıradan ve ilkokul müsameresi hali, altını çizdiğim popülist yaklaşım; çok sevdiğim, her zaman yürekten alkışladığım, her geçen gün üzerine koyan gösterilere, esprilere, hoşluklara zemin oluşturmuş bu sahneye ve SDOB markasına yakışmadı. Sanki bu marka altında değil de başka bir  alanda sahnelenmesi gereken, eğitim amaçlı bir gösteri olmalıydı diye düşündüm hep. Ya da sadece orkestra, danslar ve solistler olmalıydı sahnede. O zaman çok coşkulu, sıkıntısız, yüreğe taş bastırmayan, son derece lezzetli kelimeler dökülecekti klavyeden... adım gibi eminim.

9 Aralık 2011 Cuma

Flaş Haber

Bir süre resim çalışmalarına ara verip piyano ile uğraşan ünlü ressam Naz,  çalışmalarını iki yazdır ön balkona kurduğu açık hava atölyesinde -hobi tadında- sürdürüyordu.

Kısa bir süre önce, ilk eserlerini yarattığı Sanat Evi ile yollarını ayıran sanatçı, çalışmalarına artık yeni bir Sanat Evinde devam ediyor.

Yeni üretimlerini yaptığı Sanat Evindeki ilk tablosunun kısa bir süre sonra kamuoyu ile paylaşılacağının müjdesini verirken, sanatçının ilk tablolarından birini elinde bulunduran değerli koleksiyonere de  bir kasa kiralamasını hatta elinde bulundurduğu tabloyu sigortalatmasını öneriyoruz.

Sanatçının gün ışığına çıkmamış Rüzgar Gülü adlı tablosunu hummalı bir çalışmanın sonunda ele geçiren La Paragas; eseri sanatseverler ve takipçileriyle -yeni resim öncesinde- paylaşmış olmaktan da onur duyuyor.

8 Aralık 2011 Perşembe

Bütün Oğullarım

Sonunda dersimi aldığım, afişine bayıldığım, ikinci perdenin ikinci bölümüne kadar iyi mi- kötü mü olduğu noktasında  net bir fikre varamadığım bir oyundu, Bursa Devlet Tiyatrosunun "Bütün Oğullarım"ı.

Bunun oyunun kurgulanış biçimiyle ilgili olduğunu düşündüm hep. Birinci perdenin içinde ve ikinci perdenin başlangıcında hâlâ; "sıkıldım mı, yoksa merak ettiğim şeyler var mı?" sorusunun yanıtını arıyordum. Ve bulamıyordum.

İçimdeki kişilerden biri  sürekli "Çık," diye dürterken, hayattan birazcık da olsa nasibini almış, biraz da talim terbiye görmüş  diğeri  "Otur oturduğun yerde!" deyip ayar veriyor, her isyanımda paçamdan tutup koltuğuma çakıyor, uyuklamak üzereyken de gözlerimden tuttuğu gibi sahneye fırlatıyordu.

Farklı benler arasında süre giden bu itiş kakış içinde tutunmaya çalışıyordum oyuna. Önce süresini uzun buldum, sonra dizilerde, filmlerde alttan alta müzik duymaya alışmış kulakların boş kalmasına bağladım.

Bir türlü  ritmi tutturamıyordum. Neredeyse oyunculuklara bile dil uzatacaktım. İçimdeki ukalayı sürekli çimdikliyor, yakın ara iki eleştiri  yakışmaz  diyor, bir yandan da pırıltılı cümleler kuruyordum. Arthur Miller gibi  bir büyük usta tarafından yazılmış, sağlam bir  metne sahip oyunun daha çok izleyiciyle buluşmasına  katkı verebilmek için çabalıyordum.

Üstelik oyun Behzatımın abisi (Ege Aydan ) tarafından sahneleniyordu. İşin ilginç yanı salona baktığımda sıkılan kimse de gözüme çarpmıyordu. Hatta tiyatro denince sadece komedi bekleyen  türden izleyiciler dahi yer yer kıkırdayıp, güzel  güzel  gülüyorlardı.  Salonun genelinde olumsuz bir hava yoktu. Belli ki  haddimin bildirileceği vakte daha vardı.

O an; ikinci perdenin ilk yarısında kendini göstermeye başlayıp ikinci yarısında doruğa ulaştı. Nefesler kesildi. İlk perde boyunca sarfedilen tüm cümleler, duygular, olaylar anlam kazandı. Sürekli yükselen bir heyecan, üst üste koyulan tuğlalar, hızla tamamlanan sıvalar, boyalar ortaya öyle bir yapı çıkardı ki;  yerin yedi kat altına saklanmak bile bana az geldi. Utandım.

Para, dolayısıyla kapitalizm eleştirisini son derece insani bir durum üzerinden yapan oyun;  tümüyle ideolojik bakılabilecek bir meseleyi klişelere başvurmadan, mesajlarını sloganlaştırmadan, kolaylıkla suçlu ilan edilebilecek bir kapitalisti çarmıha germeden anlatmayı beceriyor. Paranın amaç olduğu bir halde insanların başına neler getirebileceğini  tümüyle insani bir gerçeklikle ve oyunculukların tavan yaptığı dramatik bir finalle anlatıyor.

Üzerinden iki gün geçmiş olmasına rağmen hâlâ oyunun damağında bıraktığı lezzetle dolaşan, karakterleri üzerine düşünen, öykünün bütününü fark eden, irdeleyen ve an itibariyle suçlu suçlu dolaşan ben gibileri de utançtan yerin dibine gömmeyi başarıyor. Daha ne olsun!

6 Aralık 2011 Salı

Satranç

New York'tan Buenos Aires'e Atlas Okyanusu boyunca yol almakta olan bir gemi... Bu geminin içinde birbirlerinden çok farklı yaşanmışlıklara sahip insanlar... Hepsini ortak bir noktada buluşturansa dünyanın en eski ve en nev-i şahsına münhasır oyunlarından birisi: “Satranç”.

Bir tarafta bu pratikteki başarısı dünyaca tasdiklenmiş; bu işi yapmaktaki amacı popülaritesinin tadını çıkarmak ve kesesini doldurmaktan başka bir şey olmayan zamanın Dünya Satranç Şampiyonu Mirko Czentovic, diğer tarafta Avusturyalı asil bir aileden gelmesine karşın SS subaylarının hışmına uğrayıp önce işini, sonra da aklını kaybetme noktasına gelmiş Doktor. B. Satranç onun için sadece bir oyun değil. Aylarca hapis hayatı yaşadığı bir otel odasında, hayatının en zor günlerinde onu bunalımdan kurtaran bir arkadaş, bir mucize.

Bir tanesi ahlaki ve kültürel açıdan bomboş, iki kelimeyi bir araya getiremeyen, defolarını örtmek için insanlardan kaçan “önemli” bir adam. Dünyada iyi bildiği tek şey Satranç. Diğeriyse hayatı büyük mücadelelerle geçmiş, dürüst, çalışkan yani “önemsiz” bir adam. Bildiği şeyler arasında belki de en önemsizi Satranç.

Bu iki adam, şampiyonumuzun büyük lütfu sonucu sıradan insanlarla (tabi ki yüklü bir meblağ karşılığı) geminin sigara odasında birkaç el satranç oynamayı kabul etmesi sonucu tesadüfi bir şekilde karşı karşıya gelir. Dr. B. Czentovic'i kafasında defalarca yener; ancak bu işi tıpkı hapis hayatındayken bir nebze vakit geçirebilmek amacıyla zihninden kendine karşı oynadığı oyunlardaki gibi o kadar abartırki, satranç tahtasının o anki gerçekliğinden uzaklaşır. Sonuçta da Kaybedenler Kulübü'nün üyelerinden biri haline gelir.

Zweig, yalnızca 70 sayfada o kadar çok şey anlatmış ki, hayata dair çıkarılacak o kadar çok şey var ki afallamamanız imkansız. Kıssadan hisseyi Zweig'ın yaşadıkları açısından anlamak isterseniz, 2. Dünya Savaşı'nın yıkıcı atmosferini gözünüzün önüne getirebilir, bir köşeye kazanmakta olan cani, insanlıktan nasibini almamış Nazi terörürünü; diğer tarafa ise bu terörle, hepsinden önemlisi terör ortamı yüzünden kendi değerleriyle bile mücadele etmek zorunda kalmış insanları koyabilirsiniz.

“Yok ben genel bir çıkarım yapacağım” derseniz; benim yaptığım gibi güncelden yola çıkabilir, mavi köşeye bağırıp çağırmaktan başka işlevi olmayan, kendini popüler etme derdindeki adamları(kadınları); kırmızı köşeye ise onlara sayısız ayar vermelerine rağmen, fazla bağırıp çağırmadıkları için halk arasında onlar kadar popüler olamayan vakur, görmüş geçirmiş değerli abilerimizi, ablalarımızı yerleştirebilirsiniz.

Şu da bir çözümdür: Önce bir tanıdığınız Facebook profilini, daha sonra ise gerçek hayattaki profilini gözünüzün önüne getirin. İkisi ne kadar örtüşüyorsa Dr. B odur!

Okan Bayülgen'in hep dediği gibi: “Hayat sokaklarda” aslında. Ve ayrıca Satranç gibi modası hiç geçmeyecek değerli kitaplarda sanırım...

5 Aralık 2011 Pazartesi

Babamın Ağaçları



Uzun yıllar altlarında oturup denizi dinlediğimiz bizim ağaçların bir kısmı, yaşadığımız yerde yapılan imar uygulamasının ardından ortada kalmışlardı. Yaklaşık 5 dönemdir görev yapan iki farklı partiden iki -büyükşehir- belediye başkanı, önceki başkanların unuttuğu ve betona gömdüğü şehiri ne güzel ki yeniden yeşille buluşturdular. Ve ne güzel ki birinin başlattığı projeyi diğeri aynı özenle devam ettiriyor. Yüzölçümüne oranladığınızda ülkenin yürünebilir en uzun sahillerinden birine sahip artık Samsun. Şehrin bir ucundan diğer ucuna - liman dışında- deniz kenarından gidebilmeye olanak yaratan son derece keyifli ve yaklaşık 25.km.lik bir sahil bandı var.

Projenin bu kış başlanan, muhtemelen önümüzdeki yaz sona erecek ikinci bölümü süresince   -yol ortasında kalacak olsalar dahi- çok mecbur kalmadıkça hiç bir ağacı  kesmediler. Var olanları mümkün olduğunca koruyup üzerine fazlaca da ek yaptılar.

Uzun yıllar önce bizimkiler tarafından kendi bahçemizin dip kısmına küçük fidanlar olarak dikilen bu ağaçlar; bir semaverin sıcağında keyif yapacak, bir koşunun arasında soluklanacak, gölgesindeki bir bankta kitaplarını okuyacak insanların artık.

Aslında kızkardeşin parlak bir fikri de var: ağaçların olduğu yere, bankların hemen yanına içinde dergi ve kitapların olduğu bir dolap koymak... Bir "kitap hayratı" yani. "Muslukları çalanlar kitapları da çalarlar mı acaba?"

Yaz ola hayrola!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP