17 Ocak 2011 Pazartesi

Erasmus Kullanım Kılavuzu (Frengistan'a ayak basmadan önce yapılması gerekenler)

İşi Kolaylaştırıcı Faktörler: Önceden edinilmiş İngilizce, sabır ve sizden daha hevesli bir baba..

Yaklaşık 2 yıl önce..

Baba: Şu Erasmus işiyle ilgilen, gerçi ders bırakırsan gidemezsin..

Oğul: Baba alttan dersle ilgisi yok. Sadece dil sınavından yüksek not almak ve not ortalamanın 2.50'nin üstünde olması gerekiyor.

Baba: Olur mu öyle şey.. Ders bırakmış olan adamı almazlar..

Yaklaşık 1 yıl önce..

Baba(telefonda):
Dil sınavından 90 almışssın, bölüm 1.'si olmuşssun..

Oğul: Sizin nerden haberiniz oldu?.. (içten içe bir gülümseme)

Ardından Polonya geyikleri ve gidilecek okul seçimi üzerine tatlı tartışmalarla geçen bir yaz.. Megalomanlık fırsatını değerlendirmek isteyen oğulun, sürekli internetten Erasmus'la ilgili birşeyler öğrenip önüne koyan babaya, "abartacak bir şey yok, daha erken, bunalıyorum" tarzındaki artist hareketleri...

Bu süreçte bütün eş-dost, akrabanın durumdan haberdar olması ve omuzlardaki yükün artması..

4 ay önce, okulların açılmasıyla birlikte:

Öğrenci: Hocam şu işlemleri bir an önce başlatsak, tarihler belli olsa da uçak biletini ucuzken alsak. Hehe..

Erasmus Bölüm Koordinatörü: Hiç bu kadar erken başlamamıştık.. Siz zaten 2. dönem gideceksiniz, daha var. Kasım'ın ilk haftası gibi hallederiz işlemleri..

(Bu olay 1 ay boyunca 4-5 kez tekrarlanır ve her seferinde hocanın kapısından bir sonuca ulaşılamadan dönülür)

Kasım'ın ilk haftası ise, aksilik bu ya, vize haftasıdır ve bu yoğunlukta hocanın yüzünü gören cennetliktir!.. Peşi de bayram tatilidir. Yine de pes edilmez ve hocanın yakalandığı bir aralıkta gidilecek okulun açılış tarihi mail attırılarak öğrenilir..Biletler Lot'tan en fiyakalı uçaklardan, İstanbul-Varşova gidiş-dönüş 470 lira gibi gayet cüzi bir miktara alınır..

2 ay önce:

Şimdi doldurulması gereken formlara gelir sıra. Application Form (Gidilecek okula gönderilmesi gereken başvuru formu), Learning Agreement (Seçilecek dersleri kapsayan bir nevi öğrenim anlaşması, seçilebilecek dersler size gideceğiniz okul tarafından bildirilir, öyle her dersi alayım okul kolayca bitsin yok! 30 kredilik bir sınır var) ve Recognition Sheet (Tam çevirisi konusunda tartışmalar yaşanmakla birlikte, sanırım akademik tanınırlık belgesi diyebiliriz).. Formlar hoca tarafından öğrencilerin eline tutuşturulur. Pardon mail yoluyla atılır. Bir ihtimal -yüksek ihtimal- yazıcınız yoktur da, çıktı masrafları falan sizin cebinizden çıksın diye!

Siz de bunun üzerine avanak avanak gidip 10 sayfa civarı renkli çıktı alırsınız ( yaklaşık 5 lira tutuyor) Hatta centilmenlik yapıp 2 arkadaşınız için daha çıktı almanız, cebinizden 15 lira çıkmasına yol açar. 15 lira bizden bir öğrenci için, Ankara'ya gidiş-geliş otobüs ve 2 kullanımlık ego parasıdır!

Formları bir şekilde doldurup bölüm koordinatörünüze götürmek üzere güle oynaya odasının yolunu tutarsınız. Ancak sevincin kursakta kalma hali bir tokat gibi çarpar suratınıza.

-Bu formlar bilgisayarda doldurulup sonra çıktı alınacaktı. Siz önce çıktı alıp, sonra kalemle doldurmuşssunuz, olmamış!

Formların üzerinde “siyah kalemle doldurulmalıdır” gibi bir ibare bulunmasına karşın itiraz hakkınız vicdanen yoktur. Çünkü karşısınızdaki adam, okul boyunca aldığınız ve alacağınız en zor dersleri veren hocalardan biridir. Önünüzdeki sınavları riske atmak istemezsiniz. O bir heykele ucube derse, çok büyükmüş, güzelmiş diyemezsiniz. Derseniz eğer, basından kayıtların silinmesini rica etmek zorunda kalırsınız.

Böylece eve dönülür. Formlar sıfırdan başlanarak bilgisayardan yeniden doldurulur ve cepten bir 15 lira daha çıkar..

Ancak sürprizler bununla sınırlı değildir. Karşı okuldan alacağınız “Polish Language” dersinin doğal olarak sizin okulunuzda bir karşılığı bulunmamaktadır. Durumu Recognition Sheet'i doldurmadan önce farkedip bölüm koordinatörünüze sormanız: “Ne akıllılık ettim be!”, gibi bir böbürlenmeye yol açabilir. “Türkçe yazın” cevabını alarak hocanın odasından 150. kere ayrılırsınız. O odaya sahibinden sonra en çok girip-çıkanlardan biri olmuşsunuzdur ve artık odayla aranızda duygusal bir bağ oluşur.

Bölüm koordinatörünüzün odasına 151. girişiniz, Erasmus sürecinde yaşanan tatsızlıklar listenize yeni bir çentik atacaktır. Çünkü “Çocuklar ben size dersin karşılığı olarak Türkçe yazın dedim; ama Lehçe olacakmış” cevabı formları bugün de teslim edemeyeceğinizin habercisidir. “Bu hafta çok yoğunum konferanslarım var, haftaya gelin” şeklinde devam eden kara haberler zinciri Aralık'ın 15'ine kadar formları karşıdaki okula gönderemeyeceğinizi tescil eder. Siz olayın şokunu atlatamayıp “Lehçe mi yazılacakmış?” diye afallarken, karşıdan gelen cevap psikolojik dayanıklılığınızı test etmeniz için önemli bir fırsattır: “Polonyaca mı olacaktı? Hahaha...”

Formları teslim edemeseniz de, bu bir haftalık süreyi -eğer halletmediyseniz- pasaport başvurusu yaparak, hibenizin yatacağı bir Euro hesabı açtırarak (Bizim okul Ziraat Bankası'ndan açmamızı istedi), sağlık sigortanızı yaptırarak (tüm Schengen ülkelerinde geçerli ve minimum 30.000 euro teminatlı olmalı, maksimum 45 euro gibi bir fiyat tutuyor) değerlendirebilirsiniz. Pasaport başvurusu yaklaşık 10 dk sürmekte ve e-pasaportunuz 3 gün içinde aps'yle adresinize gelmektedir. Başvurunuzu tercihen küçük şehirlerde yapmanız lehinizedir. Bu süreçte “Almışken Ankara'dan alalım” deyip, 1 hafta randevu sırası bekleyeni çok gördüm ben..

Bu arada, pasaport başvurunuza gitmeden önce AB Ofisi'ne uğrayıp sekretere, Vergi Dairesi'ne onaylatıldıktan sonra başvuru sırasında Emniyet Müdürlüğü'ne verilecek Harçsız Öğrenci Pasaportu dilekçenizi yazdırın. 50 lira cüzdan bedelinin yanında 95 lira harç ödememek için.. İki büyük parasından fazla bir meblağ sonuçta.. Gerçi 24 yaşın altındaysanız içemezsiniz, unutmuşum..

Biz asıl sorunsalımıza dönelim. Formları en sonunda kusursuz bir biçimde doldurduktan sonra, bölüm koordinatörünüze imzalatmanız gerekiyor. Bu 3 formu (Application Form, Learning Agreement ve Recognition Sheet) bölüm koordinatörünüz en sonunda imzaladıktan sonra sıra AB Ofisi'ne teslim etmenize gelir. AB Ofisi'nde çalışan amcalarla iyi ilişkiler kurmanız, sizin İngilizce bilginizi test etmek için sordukları sorulara tüm zorluğuna rağmen gülümseyerek cevap vermeye çalışmanız lehinize sonuç verir. Gideceğiniz okula gönderilecek Application Form ve Learning Agreement kopyalarının posta masrafından kurtulmanızı sağlar. "Bu ay su faturası da 30 lira geldi, hehe.." şeklinde araya sıkıştıracağınız ajitasyonlar önemli.. "Tamam, tamam biz Rektör Yardımcısına da imzalatıp, postaya veririz" cevabını alıp içinizde bir rahatlama yaratır.

Gerekli formları gideceğiniz okula gönderdikten sonra sıra vize öncesi son aşamaya gelir. Karşıdaki okuldan gelecek adınıza hitaben yazılmış kabul belgesi "Acceptence Letter"'ı beklemeye başlarsınız. Bu işlemin Noel Tatili civarına denk gelmesi cevabın gelmesini geciktirebilir. Bizde bir sorun olmadı, kabul belgelerimiz 1 hafta içinde geldi. Ancak diğer okula gitmeyi tercih edenler öğrendiğim kadarıyla "sabır testlerini" henüz sonuçlandırabilmiş değil. Biz şu sıralar vizemizi bağrımıza basarken, onlar gergin bekleyişlerini sürdürmekte.

2.bölüm:Vize alma süreci ...

15 Ocak 2011 Cumartesi

Sokak-tan

Cephelerini, Sülfür dolu yağmur sularının kirletip soldurduğu, 70 li yıllardan kalma sokağına nostalji katan binanın eski, koyu yeşil zeytin rengine çalan çerçevelerden metal pencereleri ve balkon kapıları vardı. Renk uyumunu takiben külüstür ve basıldığında zangır zangır titreyen yangın merdiveninin 4. Kata denk gelen basamaklarında oturmuş, tüm evrenin kendisinden bihaber olduğunu varsaymaya çalışıyordu. Tüm evren kafasının içindeyken…

Dizlerinin üzerine çöküp oturdu, kollarını parmaklıklardan aşağı salıp yerçekiminin hala yerinde olup olmadığını kontrol etti. Kendine neden burada olduğunu soracakken beyninden nikotin uyarıları alıp, elleri ceplerini kurcaladı. Parmaklarının arasında, tütüne sarılı kimyasalı aleve verdi ve şehrin daha yeni sisten kalkmış dev cüssesi üzerine ciğerlerinden duman üfledi.

Dumanla birlikte; günlerin yorgunluğunu, uykusuzluğunu, işinden ötürü bilgisayarda ne kadar vakit geçirdiğini, ev kirasının boktan bir muhitte oturmasına rağmen gereğinden yüksek olduğunu, üstüne üstün işi ile dairesinin arasında iki vesait değiştirmesi gerektiğini, karısının artık ne kadar ruhsuz seviştiğini, eskisi kadar romantik, heyecanlı akşamlar geçirmediklerini, boyattığı saçlarının kızıllığının ona hiç yakışmadığını ama bunu ona söyleyemediğini, sabahlarının tatsızlığını, akşam yemeklerinin zevksizliğini hatta paketinde kaç dal kaldığı düşüncesini de üfledi.

Sanki kocaman, geri dönüşü olmayan bir hata yapmıştı. Günlerdir, hedefsiz sonunu bilmediği bir şeyi bekliyor gibiydi. Yaralarını sarsa da izleri kalmış gibi.

Bense bir binanın önünden geçiyordum. Bu şehirde havanın ne kadar kirli olduğunu düşünürken…

10 Ocak 2011 Pazartesi

Pazar Gezmesi

Behzat Ç. en severek izlediğim televizyon dizisidir. Onunla birlikte özellikle seyrettiklerim Sakarya-Fırat ve Kurtlar Vadisi'dir.

Kurtlar Vadisi izliyor olmam beni tanıyanlarda bir şaşkınlığa sebep olsa da, güncel olayları kendi bakış açılarıyla yorumlamalarından beslenirim, beni yormaz, merak ettirir. Oyunculuk yeteneklerini ve kalitelerini başarılı bulmasam da samimi çabalarını kabul eder ve o hallerinden dolayı izlemeyi severim.

Ama Behzat Ç. benim vazgeçilmezimdir. Hani derler ya iki elim kanda olsa... Tam anlamıyla o derece de bir izleyicisiyimdir. Bütün bir haftanın, kafa içi sohbetlerin en şahane dağıtıcısıdır. Müthiş eğlenir, bazen kahkahalarla güler ve rengarenk bir keyif alırım ondan.

Bir polisiye roman serisi olarak zaten piyasada yer tuttuğunu, kendine özel bir kitlesi olduğunu sonradan öğrendiğim dizi ilk bölümlerinden itibaren içine çekse de beni; zaman zaman, lanlı lunlu konuşmaların, ana kahramanların her cümlesinde kendine mutlak yer bulan küfürlerin ve alkolün fazla kaçtığı konusunda, "acabalı itirazlar" da oluşmuştur kafamda...

Fakat sonra, her bölümünde farklı bir olay ve karakterlere de yer veren, ama bütününde ana kahramanlarının öykülerini de sürdüren sağlam bir metne dayanması, görüntü anlamında 80'li yılların film renklerini ve kamera açılarını kullanıyor olması, film jeneriği tadındaki girişi beni ona bağlayan en önemli etkenler oldu. Sağlam müziği, keyifli diyalogları, oyuncuların başarıyla canlandırdıkları kendine münhasır karakterlerinin yanısıra... İçine kasmayan türden bir mizah yerleştirilmiş, parodisel bir abartıyla lezzetlendirilmiş, şahane göndermeleri de olan, tümüyle insan kokan masalımsı tadı nedeniyle benim için olmazsa olmaz bir dizi olmuştur Behzat Ç.

Bir ara reyting sorunları yüzünden yayından kalkacağı gibi bir söylenti çıktığında çok üzülmüştüm. Tıpkı en sevdiği oyuncağı elinden alınacak bir çocuk gibi hissetmiştim kendimi... Neyse ki sonrasında Behzat Ç. kitlesi bir takım alanlarda baskı yarattı ve dizi eski saatine dönerek, üstelik reytinglerini de artırarak yayına devam etti.

Ve fakat dün; Tırtıl'ı kursa bırakmanın ardında geçirdiğim sürede kahveme katık ettiğim gazetedeki bir haberi okuyunca, koşup Behzatıma sarılmak, onu alıp evin en bulunmayacak yerine saklamaktı istediğim. O meşhur darbenin ertesi günlerinde daha tımtıfıl bir çocukken, annem ağlamasın diye ağlaya ağlaya yaktığım kitaplarımı uzun süre sakladığım yeri uygun gördüm önce...

Sonra kahveden bir yudum aldım, gazetedeki başbakan ve bir bakana televizyon programlarıyla ilgili yetki veren düzenlemeyi okudum. Çocuklarına sadece önerilerde bulunan, doğru olduğuna inandığı alanları bir çeşitlilik içinde sunan, gösteren, tanımalarına olanak yaratan ama farklı kararlarına çoğu zaman -mesela Mussano'nun Galatasaraylı olması, Tırtıl'ın da gitara ya da bir başka enstrümana hiç bulaşmaması gibi durumlara- bağrına "taş basarak" saygı duyan bir baba olarak, benim çocuklarımın ve benim neyi izleyip neyi izlemeyeceklerine bir başbakanın karar verecek olmasından haz etmedim. Bir de çok iyi anla(ma)dığım şöyle bir şey var: Misal en erotik yayınlardan şikayet edenler sayesinde haberdar oluyorum. Muhteşem Yüzyıl, benim oyuncularının bazılarından dolayı kenarından bile dolanmayacağım bir dizi... Ama çok şükür ki farketmeme, merak etmeme, onla ilgili tartışmaları izlememe imkan sağlandı. Neden karşı fikirler sunulup, saygılı bir tartışma ortamı yaratılıp kamuoyu bilgilendirilmeye çalışılmaz da, illa ki bir yasak gerekir?

Sonrasında dışarı, caddeye çıkıp yürüdüm. Bir pasajdaki sinemanın afişlerine, bir iki mağazanın vitrinine göz atıp, Fenerium'un önünde bir süre kaldım. Pasajdan çıkıp caddeye yöneldiğimde, koltuğunun altına sıkıştırdığı gazeteleriyle pazar keyfine koşar adım giden Ümit abiyle karşılaştım. Ümit abiye bir parantez açarsam; kendisi "Ufacık Bir Dokunuş" başlıklı yazıda bahsettiğim Selahattin Amcanın oğludur. Orada yaşamış olmayı tanrının bir lutfu olarak gördüğüm, 12 yaşımdayken ayrıldığımız mahallenin en şık abilerinden* en şık olanıdır. Onun şu an "Anneler Parkı" olan eski Modern Pazarın henüz pazar olmadan önceki halinde oluşturulmuş küçük toprak sahada, mahalle takımımız Rasattepe'nin şampiyon olduğu final maçında taç çizgisinin korner çizgisine yakın noktasından rövaşatayla attığı golünü; o genç milli takıma gittiğinde, uluslararası bir turnuvadaki maçta tüm mahallenin radyo başındaki heyecanını, onun adının geçtiği her anda kopan alkış kıyameti, ondan gelmesi arzulanan golün kıpır kıpır beklentisini hiç unutamam.

11 numaralı formanın en çok yakıştığı Ümit abiye kısa bir hal hatırın ardından, babasının sağ olup olmadığını sordum. Sağ olduğunu öğrenince inanılmaz sevindim. Çok selam söylemesini tekrar tekrar istedim. Selahattin Amca hakkında bir yazı yazdığımdan söz ettim. Sonra, o yazının linkini not alıp bir başka karşılaşmada Ümit abiye vermek üzere yanımda taşımaya karar verdim. O amcanın büyük bir zevkle ve içtenlikle, hesapsızca yaptığı bir davranışın en azından bir çocukta bıraktığı olumlu izleri görsün, pek çok ünvan sahibi önemli adamla yolu kesişmiş, dost olmuş o çocuğun pek çok bürokrat, "cemiyet insanı", işadamı yerine neden onu kahramanlarından biri yaptığını bilsin istedim. Belki de ona olan borcumu yüzüne konduracağım bir tebessümle ödemek istedim.

Şehirin ve kendimin sokaklarında bir süre daha yürüdükten sonra okulun bahçe kapısından geçip, hemen komşu bahçedeki, uzun süre adı Cumhuriyet İlkokulu şimdilerde Sosyal Bilimler Anadolu Lisesi olan kendi ilkokulumun binasına, kendi sınıflarıma bir süre baktım. Tırtıl'ın okulunun ana kapısından geçip salonda bir banka oturdum. Bacak bacak üstüne atıp tekrar gazeteye göz atmaya başladım. Bu kez bir başka ucubeyle karşılaştım. İnsanların kişisel bakışlarıyla, bir şeyi istememelerine, beğenmemelerine hep saygı duydum. Hiç bir zaman bir lokantada yemek yerken, ne yemeğin tuzuna, ne soğukluğuna ne de lezzetine lafım olmadı. Elbette fikrim ve itirazlarım oldu. Ama o alanların kollektif yerler olduğunu, oralara farklı zevklere sahip, tad alma duyguları birbirinden farklı çeşit çeşit insanın geldiğini hep bildim. Sonuçta lokanta insanlara "sunan" bir yerdi. Her insanın da kendi beğenisi doğrultusunda yemeklerle ilgili kararlar oluşturma ve ona göre seçimler yapma hakkı vardı. Ben yemeklerini beğendiğim lokantaya gidebilir, istediğim yemeği seçebilirdim. Aslında bunu bana çok küçük yaşlardayken öğreten, bir lokanta aşçısı olmuştu; yemeklerini eleştiren bir ukalaya verdiği cevapla. "Ben bir sanatçıyım demişti... benim duygularım ve görüşlerimden, sevgimden, işime saygımdan çıkan yemek bu! Sizin de istediğiniz yemeği ve sanatçıyı seçme şansınız var... Burayı beğenmiyorsanız, kendi damak tadınıza, beğenilerinize uygun bir yeri seçin. Ama benden her nabza göre şerbet vermemi beklemeyin..."

Şahsen ben bir başbakanın herhangi bir şeyi ucubelikle niteleme hakkı olduğunu düşünürüm, buna saygı duyarım. Sonuçta kendine özgü bakış açısı ve zevkleri olan bir insandır o da.... İtirazları olabilir her birey gibi, bir takım şeylere... Ama şunu kişisel düşüncem ve tavrım olarak uygun bulmam: Toplumun tamamını kendi aklınca terbiye etme düşüncesi içinde olmasını, onlara kendi zevkince ve düşüncesince yönler çizmesini, toplumu tektipleştirmeye çalışmasını... En önemlisi de bunu başkalarını hiçleyen bir saygısızlıkla yapmasını... Özellikle halkın hizmetkarı olduğunu sıklıkla vurgulayan birinin. Sonra şunu da çok anlamlı bulmam: Vatandaşın oylarıyla seçilmiş, herhangi bir kentin sorumlusu olan bir Belediye Başkanına, o şehrin tüm yaşayanlarının oy haklarını, düşüncelerini hiçe sayarak "şunu şunu yapın, bunu yapmayın" türünden emirler vermesini, üstelik bunu tüm ülke kamuoyu önünde yapmasını... Bir de daha önceki bir yazımda kullandığım şu cümleyi severim:"...Tıpkı YÖK sisteminin cumhurbaşkanına verdiği yetkiler kendi düşünceleri doğrultusunda kullanıldığında sessiz kalanların, o yetki bir başkasına geçtiğinde bağırıyor olmaları gibi..."

Ben Yaşar Kemal olarak hatırlıyorum ama yanılabilirim de, sık tekrarladığım bir söz vardır; geçmişte ki kitap yasaklamalarını ve toplatmaları kastederek söylenmiştir: "Eğer insanların kendi rızalarıyla satın aldıkları bu kitaplar onları fikren zehirleyip bir yere taşıyorsa, bu kitapları yasaklamak için okuyan insanların çoktan o kitapların etkisine girmiş birer asi olmaları gerekirdi."

Haftayı Behzat Ç. ile kapattım. Dün geceki yakıcı soğuğun tersi bir güneş var bu sabah. Çocuklarımın hallerine gülümsüyorum. Mussano'nun profiline koyduğu son fotoğrafına bayılıyorum. Aklımdan geçirip de söylemediğim şeyi yapmış olmasına sevindim. Onu en güzel anlatanın o fotoğraf olacağını düşünmüştüm.:))

Edit:))... Dün gece nerede Kültür Bakanı demiştim, açıkcası ondan bir tavır beklemiştim. Buradaymış dedim az önce. Haberlerde Ertuğrul Günay'ın "ortalığı toparlamaya çalışan" konuşmalarını görünce!

*'mahallenin en şık abileri' Hakan Dilek'in kitabının adıdır.

9 Ocak 2011 Pazar

Hey Dostuum!

İnsana, hayvana, doğaya, bitkiye... kısaca bu dünyadaki her şeye karşı o kadar hesapsız, o kadar kocaman bir yüreğin var ki...


Bir doğum günü pastasından kocaman keyifler çıkarıp, üzerlerine bir sürü anlam yüklediği öpücüklerle, anlatılabilmesi için kocaman kocaman sayfalara ihtiyaç duyulası çeşit çeşit duyguyu en kısa yoldan ama alabildiğine derinlikle suratıma boca edip, bana kocaman keyifler yaşatan şahane çocuk...

Doğum Günün Kutlu Olsun.

7 Ocak 2011 Cuma

Dokundu/m

ODTÜ'de "kötü çocukların" yaptığı eylemin akşamında, Can Dündar'ın Canlı Haber'ine -ertesi günkü köşk davetine çağrılı oldukları için- konuk olan biri Gazi Üniversitesi'nden diğeri Bilkent'ten iki "cici" üniversiteliye baktığımda, o yaşları daha farklı koşullarda yaşamış biri olarak tebessüm ettim.

Daha önceki bir kaç yazımda bu "cici" çocukları şu hoşgörü ve anlayış cümlelerimle savunmuştum:

Bu ülkede yakın tarihli bir nokta koyma (12 eylül) döneminin ardından, farklı oyuncaklarla düşünmekten uzaklaştırılan, evcilleştirilmeye çalışılan, biçimlendirilen, düşünme ve tartışma alanları daraltılan ve bunda hiç bir sorumluluğu olmayan bir nesil bu... Ve hepimiz de biliriz ki insan algısı (merak duygusuyla eleştirel ve sorgulayıcı bakmayı öğrenemediği sürece) sunulanlarla biçimlendirilebilir bir şeydir.

Sevgili Arzu'nun bir yazıma yorum yaparken kullandığı, okuduğumda çok hoşlandığım, çocuk sevinçlerimi zıplatan "Sen de haddini bilmeyen yaramaz çocuklardan biriymişsin." tanımlamasındaki ben yine de "seçilmiş cici çocukların" o yemeğe, ceket ilikleyip kravat takmayan yaramaz akranlarının başkaldıran eylemleri dolayısıyla katılabildiklerini fark edemeyecek kadar evcilleş/tirilebil/miş olmalarına üzüldüm.

Dizlerime yatırıp saçlarını okşamak istedim.

Bu ülkede tüm olumlu hakların kötü çocukların mücadeleleri ve kavgalarıyla elde edilmiş olduğunu anlamıyor olmaları açıkçası bana dokundu. O yemek masasında; akıllara bal çalmayı seven popülist siyasetin, bir imaj yaratımının "şeyleri" olarak yeraldıklarını anlamamalarına içim acıdı.

Pornografik ve yetişkin bir kurgunun "varlıklarını" topluma mesaj olarak sattığını, bu halin, cici çocuğunu sevip yüceltişini diğerlerinin gözüne sokan "terbiyeci" bir ebeveyn tavrı olduğunu görememelerine şaşır(ma)dım!

Yemek sonrası ekranlara yansıyan, o yemekte olmakla onurlandırılmış olmanın hazzını dudak kenarlarından akıtan, kullanıldıklarının farkında olmaksızın giyindikler büyük adam halli cümlelerini görünce de, ruhumda bir sisli hava oluştu.

Oluşan bu sisli havayı Elif Ş. U.'nun, yani şu üniversitedeki porno filmin kahramanı kızın:

"Bu yaptığım benim genel kişilik yapıma aykırı değil. Küçüklüğümden beri farklıydım ve bu farklılıktan hiç rahatsız olmadım. Ama hayatımda ilk kez anne ve babamdan habersiz bir şey yaptım. Akademik bir çalışma olsa da kabul edilmesi zor. Şunu söyleyemezdim değil mi: "Merhaba baba, ben bugün porno çektim, haberin olsun!" Bunu Türkiye'deki hiçbir aile kaldıramaz. Benimkiler bile. Ama özel olarak onlardan saklamıyorum da...Ben kendimi sadece kendime ait hissediyorum. Bir şey yapıyorsam, bunu kendim için ve kişisel olarak değer verdiğim başka bir insana yardımcı olmak için yapıyorum. Başka biri sorsa asla kabul etmezdim. Ama D.'ye "Tamam" dediğim andan itibaren bu benim için işti. Bu filmden pişman da olmadım. Yaptığımız yasak değil, buna rağmen çok fazla insanı çok rahatsız edebilir. Edecektir. Gelecek tepkilerden çekinmiyoruz." cümlelerindeki derinlik, farkındalık, diklik ve yere basış ve elbette ki köşkte ağırlanmayıp dışarıda kalan kötü çocukların televizyon haberlerine yansıyan, öğrenci sorunlarına tam da içeriden dokunan, şirinlik kaygısı taşımayan, kasıntısız ve damardan cümleleri dağıttı.

Ülkeye olan umudum artarak devam ediyor.

Teşekkürler "Kötü ve Yaramaz Çocuklar"

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP