17 Mayıs 2010 Pazartesi

ANADOL Otomobilden Daha Öte Bir Şeydir!

Anadol, dünya otomobil tarihinin en özel markalarından biridir. Onu özel yapan şey; tasarımı ve kaportasında kullanılan malzemesi, yani "eşşek Anadol'u görünce yemeye başlamış" efsaneleri, dolayısıyla samandan imal edildiği iddiaları değildir.
Onu özel yapan; sınıf bilincine dayanmayan bir sosyal yapısı olan ve Amerikan otomobillerinin işgalindeki Türkiye'de üretilen, tasarımı ve markası özgün ilk ve tek araç olmasıdır.

Büyük tüccarlar, toprak ağaları, yeni yeni fabrikatörlerin oluşturduğu üst tabakadan bir zenginliğin simgesi olan görkemli Amerikan arabalarının karşısında; yeni yeni zenginleşmeye başlayan kitlelerin, yüksek kademeden memurların, yeteri kadar zenginleşememiş doktorların, subayların, avukatların, küçük tüccarların tercihi olarak, aynı zamanda bir ideolojik ve "sınıfsal" simgedir de Anadol.

Her Anadol'un bir hikayesi olduğu gibi; her Anadol sahibi olmuş ailenin de Anadol hikayeleri vardır.
Benim için en önemli anı; bir memleket ziyaretine giderken, özellikle ülke çocuklarının ve ülkenin bir bölgesinin geri bırakılmışlığının simgesi bir olaydır. Yıllar önce, daha ilkokulun üç ya da dördüncü sınıfındayken bir yaz tatili yolculuğunda geçmiştir başımdan ve o an, fena şekilde kazınmıştır aklıma...
O yaşlarımda çok da ayrımına varamadığım ve bir komik an olarak niteleyip sıklıkla anlattığım bu küçük olay aslında, ülkenin sosyal ve ekonomik gelişiminin evrelerini anlamak adına önemli de bir nüansdır.
Yine o yıllarda Anadol'lu yolculuklarımızda tanık olduğum bir başka olay daha vardır ki; özellikle bu ülkenin nereden nereye geldiğinin anlaşılmasına olanak tanıyabilecek bir nüansdır o da...
Bizim dedeler memleketi: Önceleri Elazığ'a, sonraları Tunceli'ye bağlanmış olan Pertek kazasının Mercimek köyüdür. Dolayısıyla her yaz yapılan seyahatler, memleketin başka yörelerine de yönlenecek olsa, hep oradan başlar.
Yolculuk heyecanıyla uyur uyumaz geçen gecelerin en erkeninde, o keyifli üşümenin tadıyla başlar yol alma... Samsun'dan başlayan yolculuğun varış noktası Pertek'tir.
Sıcak ve kuraktır güzergah... Tokat çıkışından Gürün'e inişe kadar topraktır yollar. Kelebek camlarından giren rüzgardır serinlemenin tek çaresi... Ön kapı camları dibe kadar inmiştir. Sıcakla birlikte, kurak toprağın tozları da girer camdan içeri... Tokat'ın tam çıkışındaki Cim Cim Lokantasında, Tokat Kebapları beklenip paket ettirilir. Mermerden yapılmış ve ateşi dış yüzeyinde olan özel ocakta, ateşe hiç değmeden taşların ısısıyla pişer; patlıcan, domates, biber, sarımsak, soğan, küçük doğranmış etler ve pirzolalarla bütünlenmiş şişler... Özel ocağın altındaki tepsidedir lavaşlar ve tüm şişlerin suları o lavaşların üzerine akar.... Pişince şişler; tüm malzeme çıkarılır lavaşların üzerine...

Hedef Çamlıbel'dir artık. Karayolları çeşmesinin üst başındaki bir kaç ağacın altında yenilecektir bu lezzetli kebap; ve illa eşlik etmelidir ona, Çamlıbel'in soğuk suyundan yapılacak ayran... Hem Köroğlu hikayeleri anlatılır hem de ta vakti zamanında, bizler henüz yokken ortalıkta, karayollarının Çamlıbel yol yapım şantiyesindeki araçların bakımını yapan babanın o çalışma yıllarında kolundan düşüp de kaybolan saatinin hikayesi... Ha bir de, yola çıkarken arabada çalmak için alınan 45'liklerin arka camının önündeki erimiş haline çözümler aranır, sıcak suda yumuşatıp üzerine koyulacak bir havlu ile ütülemek gibi... Sonra, varınca Malatya'ya; oradaki bir plakçıdan tamamlanır eksikler.
Zaman zaman; onca yokuşu, onca sıcakta tırmanan araba dindirsin diye hararetini; boşa alınıp, salınır rampaların başından aşağıya; rüzgara yüzünü yaslasın ve özgürce serinlesin diye...
Farkındayım ki; geçince Tokat'ı, daldım gittim onca anıya ve unuttum iki olayı anlatmayı...İlk olayım şuydu: Bu yolculuklardan birinde, Malatya'daki akrabalarının ziyaretine gidecek komşumuz bir teyzeyi de almıştık yanımıza... Varınca Malatya'ya, onu bırakmak için şehrin merkezine yakın bir mahalleye girdik. O yaz, hem yolculuğu Akdenize doğru uzatacağımızdan, hem de o teyzenin bavullarını göz önüne alarak... Takmıştık arabanın üzerine bir port bagaj. İşte o mahallede arabanın peşine takılan ve "turist, turist!" diye bağırarak koşturan çocuklardı akılda kalan... Port bagajlı Anadol'du bu imajı yaratan.
Yıllar sonra, büyüdükçe, ülke sorunlarına dalıp merak ettiklerimi öğrenme çabasına girince, biraz biraz da ideolojik bir kimliği üzerime geçirmeye başlayınca farkettim ki; aslında bu ülkenin bir bölgesi nasıl da ihmal edilmiş. Ama her anlamda!

O gün için bize yol eğlencesi olan bir durum, aslında acı bir gerçeğin ve ihmalin çok önemli bir göstergesiymiş: O seyahatlerde üç kardeş arka koltukta oturur, karşıdan gelen arabaların plaka ve marka istatiklerini tutardık. Bazen de tahminler yapar, kimin tahmin ettiği marka çıkarsa ona bir puan verir, belli bir noktaya vardığımızda en çok puanı alanı da ödüllendirirdik. Tüm bu süreçlerde, yol kenarlarında durup "sigara" ya da "kibrit" diye bağıranlar dikkatimizi çekerdi. Bir de "gazete" diye bağırılırdı en çok; yol kenarlarında duran işçiler ve çocuklar tarafından... Ve tüm bu süreç daha Tokat'tan öteye geçtiğimiz an da başlardı. Biz de, o gün arabada bulunan gazeteleri atardık insanlara... Sonraki yıllarda kış boyu biriktirdiğimiz gazeteleri ve dergileri de yüklemeye başladık bagaja. Ve tüm yolculuk boyu, o gazeteleri ve dergileri atmaya başladık insanlara... Başlangıçta ve o yaşlarda eğlenceli bir oyun olan bu durum zaman içinde; tüm yaşamımdaki siyasal tartışmalarda, özellikle belli bir coğrayadaki başkaldırıların nedeni anlamında mihenk taşı bir sosyolojik veri olacakmış da haberim yokmuş.
İşin özü Anadol sadece bir otomobil değildir. Anadol bir süreç ve tarihtir. Adından da anlaşılacağı üzere ve simgesi ile, geçmişten bugüne bir Türkiye panaromasıdır. Bugün, Türkiye'nin pek çok şehrindeki farklı yaşlardan ve meslek gruplarından insanı birbirleriyle ilişkilendiren, bir araya getiren, şenlikler düzenleten, onları bir kulüp etrafında örgütleyen sosyal bir olgudur Anadol
Gelirsek ilk hali bu olan Anadol'un hikayesine: Araç emekli bir deniz albaydan satın alındı. Yani ilk sahibinden... 1974 model, Akdeniz A1 bir tipi bir Anadol bu...

İlk modellerinde ön farları yuvarlak, arka stop ve sinyal lambaları da daha küçük olan marka; o yıllara göre önemli bir değişiklikle farlarını kare yapıp, arka stop lambalarını da uzatarak yeni bir heyecan yarattı ve artık Anadol'un, bir de Akdeniz tipi oldu.
74 model ve yatmakta olan araç; erkeklerin balkondan görüp de göstermek için içeriden eşlerini çağırdığı, bazı otomobil dergilerinin resimlerini yayınladığı, son model araçlardan daha çok ilgi çeken, evdeki diğer otomobillerin pabucunu dama atan yeni haline büyük bir heves ve çabayla getirildi. Herşeyi tek tek elden geçirilen ve yenilenen bu aracın tüm parçaları orijinaldir.


Önce bir atölyede parçalara ayrılan aracın kaportası elden geçirilirken motor, ön takım ve diğer aksamlarındaki yenileştirme çalışmaları da tümüyle orijinal yedekler kullanılarak tamamlandı.

Boyaya hazır hale getirilen araç, Türkiye'nin en önemli oto boyacılarından Hamdi Şenkal'ın atölyesine getirildi. Bu araba; otomobili ona boyatabilmenin prestij olduğu Hamdi Şenkal tarihinde yapıma kabul edilen ilk Anadol'dur. Onun denetiminde yapılan kaporta çalışmalarının ardından yine onun atölyesinde orijinal rengi Ürgüp beyazına sadık kalınarak boyandı. Tek üzüntümüz, çok emekle, merakla, hevesle ve titizlikle ortaya çıkmasına sebep olduğu bu aracın boyanıp atölyeden çıkışına, kısa bir süre önce kaybettiğimiz Hamdi Abinin tanık olamamasıdır. Onun yaptığı her işin sonunda duyduğu sanatçı keyfini, o keyfin gülümsemesini resmedememiş olmamız, en büyük üzüntümüzdür.

Emeklerine sağlık büyük usta... Ve çok teşekkürler.


13 Mayıs 2010 Perşembe

Selvi Boylum Al Yazmalım*

Oyuncular vardır: Ne menem bir şeyse star ışığı denen şey, onlarda ondan yoktur!

İşlerine bakar, büyük oynarlar. Ne gazete köşelerinde, ne televizyonların ışıklı magazinlerinde vardırlar.

Eser büyüktür, öykü sağlamdır. Her cümle, her iç ses yüreğinize saplanır, tıkanırsınız...

Tıfıl çağların okullu aşklarından birinde, bir sinema salonunda, ellerinizdeki sıcak sanki yüreği gibidir. Yoksa çalan şarkı mıdır, tetik tetik vuran bütün hücrelerinizi; ''Ne yaparım ben şimdi'' dediğinde Asya...

Filmin her karesinin kendi ruhunuzda açtığı ufuklara teslim, aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay edersiniz. Taraf olursunuz yalın sevgiden yana, emeğin tarafında... İstemezsiniz iyinin kaybetmesini, sızlasa da içiniz; ''Seninim işte! Alıp beni götürsene'' dediğinde Asya...

Sevmenin vazgeçişine saygı duyarsınız. Acısı sizi de yakar, İlyas' ın bitmemiş türküsünün...

Ahmet Mekin, bu filmin büyük oyuncusudur.

Yok saymanın, üstünü örtmenin her türlü teskin ediciliğini ilaç niyetine alsa da aşk; hiç bir doz kesmez midir ki, aldırma gönül yazar kırmızı BMC'nin üstünde...

Yeşilçamın yüz akıdır Selvi Boylum Al Yazmalım. Dokunmadığı yürek var mıdır?...

Neden aşktan öteki için gidenler hep erkektir? Hani kadınlar daha duyguluydu? Yoksa erkekler vazgeçmeyi seçebilecek kadar çok mu severler? Yoksa çocuklar en değerlisi midir bütün vazgeçişlerin? Yoksa hiçbiri mi?

Çarşı karışır mı bu yorum üzerine ?

Niye Türkan Şoray'ı çok seviyorum ?

Yoksa soğuğun beni sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden ama yine de üşümüş ve sokulgan adımlarla, çocuk uykusundaki sokaklarda yürüyen miyim hala; elimde yüreği ile...

İşten başkaldırmış bir arada dolaşırken, afişini gördüm de! Hepsi bu.

Yüzüncü sinema yazımın çok özel ve anlamlı bir film olmasını istemiştim hep... Yüze yaklaştıkça, "ne olsa ne olsa!" diye düşünmekteydim sürekli... yarın(14.mayıs) yeniden vizyona gireceğini duyunca filmin, benim için çok özel anları da kapsadığından; çoook dünden ve bugünden. *İlk kez bir sinema sitesine yazdığım, 2008 de bloga taşıdığım yorumu; güncelliği itibariyle ve 100. yazıya en yakışır film gördüğüm için, yeniden...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Kurultay


Bilge bir prens, insanları devlete ve kendine muhtaç olarak tasarlamalıdır.

Machiavelli, PRENS 9.bölüm "Sivil Prenslikler Üzerine", sayfa 66

Görsel: Sven Prim

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP