28 Mart 2010 Pazar

Aksiyonlu Günler... Umur 2

1.bölüm...

Neye uğradığımızı şaşırdığımız bir şiddette mermi yağıyordu, dört bir yandan. Sanki; karşı kaldırımda durmuş, arabanın her bir noktasına isabet eden mermilerin açtığı delikleri seyrediyor, her bir merminin saca değerkenki sesinin dişlerimi gıcırdatmasına gözlerimi kısarak, bakıyordum. Yoğun bir korku, sürekli oraya buraya değen mermilerin çıkardığı tiz metal sesi, yoğun dumanın boğazımda oluşturduğu gıcık ve birbirimizin gözlerine bakarak kurduğumuz iletişimle andan çıkmak için oluşturmaya çalıştığımız planların arasında, bir nefes anı arıyorduk.

Kesif bir dumana ve barut kokusuna karışmış yanık kokusu, giderek artan bir yoğunlukla çöküyordu; meydana... camiye... ve arabanın üzerinde kaldığı caddeye. Otomatik silahlardan çıkan takırtı, bir ölüm müziğinin notaları gibi saçılıyordu gün batımının alacasına... Onlarca merminin değdiği lastiklerden duman çıktıkca araba sarsılıyor, jantlara değen mermilerin çıkardığı metal sesi diğer seslere karışıyor, her mermi grubunda araba biraz daha asfalta yapışıyordu. Fırlayan jant kapakları bir süre yuvarlandıktan sonra girdaba kapılmışçasına kendi etrafalarında dönüyor, ritmi gittikçe artan sesler çıkarttıktan biraz sonra oldukları yere kapaklanıp, susuyorlardı.

Arka sol tarafta, koltuğa iyice kaykılarak, kendimi kapının sac bölümünün korumasına teslim etmeye çalışıyordum. Dış sacı delen her bir merminin, kapı sacıyla kapı iç döşemesinin arasında kalan üzeri metal kaplı tahtayı geçemeyip de ona saplandığında çıkardığı tok sesi duyuyor, bu rus ruleti halde, hâlâ devam eden şansıma seviniyordum. Üzerime dökülen camların kırıkları, her mermi grubunun yarattığı sarsıntıyla üzerimden kayarak arabanın tabanına dökülüyordu. Birden, sanki bir rüyanın sıcağına teslim olmuşum gibi ısındı içim. Gevşedim. Cam kırıklarının akışını oyuna çevirdim. Yemyeşil bir vadideydim: ayaklarımın hemen dibinden debisi oldukça yüksek bir dere köpük köpük akıyordu, sıcaktım ama titriyordum. Henüz kıştan bahara dönen doğa, gripal hallerin ateşindeki türden bir soğukla titretiyordu bedenimi. Durduğum derenin tam karşısındaki yüksek kayalığın yol bulduğu yerlerinden bahar sersemi karların suları akıyordu. Bu minik çağlayanlardan neşeli şırıltılarla gelen sular dereye karışarak, onu daha da çoğaltıyorlardı.

Gözlerimle gögüs kısmımdan aşağı doğru akan cam kırığı çağlayanı takip ederken dizlerimin üzerindeki kanı farkettim. Tam bir refleks haliyle elimi başımın sağ tarafına, minicik bir çocukken halam ve arkadaşlarının oynadıkları voleybol esnasında kafama gelen topla düşüp kaldırım taşına vurduğum, sonucunda üç dikiş yediğim, izi çocukluk anısı olarak hâlâ alnımın sağ tarafında duran yere götürdüm. Elime kan bulaştı.

Arabanın korumalı metal bölümlerini siper sayıp, o siperlere attığımızda kendimizi, şaşkınlığın yerini sakinlik almıştı oysa... Seslerin ve mermilerin geldiği yönleri saptamıştık ama pozisyonumuz çok berbattı. Her şeyden, kendi canımızdan bile daha önemli bir dezavantajımız vardı; ateş edeceğimiz alan sivillerle doluydu. Seçerek ateş etme şansımız yoktu. Attığını vuran çocuklar olduğumuz için bu görevdeydik; ama attığımızda vuracağımız hedefleri görme şansımız yoktu. Yolun tam orta yerinde, planlarını önceden yapmış ve anı bekleyen, her türlü avantaja sahip düşmanın önünde, çırılçıplak bir hedefdik. Dur durak bilmeyen mermi sağanağı devam ediyordu. Tek çare; kımıldamadan duran darmadağan olmuş aracın içinden sadece silahların namlusunu çıkararak havaya doğru taciz ateşi yapabilmek, bunun caydırıcılığından yararlanmaktı.

O an gülümsediğimi hatırlıyorum; valinin koruma polisleriyle gittiğimiz bir barda, laf dönüp dolaşıp silahlara geldiğinde, çıkardıkları tabancalarının 9 milimetrelik mermileriyle pek bi hava atmışlardı bize... Sadece, biz kendi silahlarımızın mermilerini gösterene kadar sürmüştü bu cakaları... Hem tabancalarımız hem de otomatik tüfeklerimizin mermisi aynıydı: 11.43 milimetre... Atış eğitimlerinde en çok hoşumuza giden görüntü: içi saman doldurulmuş mankenlere attığımız mermilerin girdikleri yerlere bakmaya gittiğimizde, sırtlarında açılmış olan kocaman delikler oluyordu. Amerikan polisiyelerinin etkisiyle sokakta poliscilik oynayan çocuk tadı alırdık bundan. Ama an, hayallerin rahatlığına hiç benzemeyen bir gerçeklik olarak karşımızdaydı.

Daha önce de "gün olağandı" demiştim, değil mi?

O an istediğim tek şey uzaktan yapılan ateşle ölmekti. O sıkışmışlık halindeyken arabanın dibine kadar gelip, gözümüze baka baka kafama sıksınlar istemiyordum. Bu; bu dünyadan giderayak kaldıramıyacağım bir şeydi. Gözümün önüne, o günden 3 yıl önce şehrin meydanında bir akşam üstü yirmi kişilik (karşıt görüşlü) grup tarafından etrafı çevrilmiş 17 yaşındaki halim geldi. O gün de bir tek şey dilemiştim: iyi bir yumruk yiyip yere kapaklanmak ve orada ne olacaksa olsun! Ayakta dururken, onların yüzüne bakarken, o sorguya çekilme hali içinde tokatlanmak, hırpalanmak ve karşılık verememenin gurur kırıcı dakikalarını yaşamak istememiştim.

Öte yandan; bir gün, "sağcılarla solcular, aynı yere 'özellikle' koyuldukları için" sürekli huzursuzluk çıkan koğuşlardan birinden, huzuru bozansın diye alınan solcu bir gencin, sorumlu bir assubay ve erler tarafından küfürler eşliğinde nasıl dövüldüğüne, falakadan patlamış kan revan ayaklarıyla nasıl tuzlar üzerinde yürütüldüğüne, kova kova sularla nasıl ıslatıldığına, sonra tekrar dövüldüğüne rast geleceğim; o çaresizliğe eklenmiş gurur kırıklığının alınamamış öfkesinin hapisane günlerinin zorluğunda nasıl çoğaldığına tanık olacağım güne, henüz gelmemiştim.

Silah seslerine ve patlayıcılara ne kadar da alışıktık ilk gençliğimizde onu düşündüm. Gecenin herhangi bir anında, sokağın köşesinden bir silah sesi, ya da iki sokak ötedeki bir binaya koyulmuş bombanın patlamasını duymak, ne kadar da olağandı.

Üzerime ilk silah doğrultulduğunda 16 yaşımdaydım. Kaçarken, sanki mermiler kafamın üzerinden geçiyor sanmış, sürekli kafamı aşağı eğerek kendimi mermilerden korumuştum. Oysa ne silah ateşlenmiş ne de herhangi bir mermi bir yerime değmişti, sadece, bizimle aynı yaştaki çocuğun belinden çıkardığı silahı bize doğrulttuğunu görmüştük.

Çok eskide yaşanmışcasına gözümün önünden geçen bu anlara; tank kullanmak dahil her türlü silahın eğitimini almış, her türden silahı söküp takabilen biri olarak bakıyor; yüzümdeki gülümseme eksilmeksizin, ülkenin içinden geçtiği döneme, görmüş geçirmiş kocaman bir adam gibi; 15' le 20 yaş arasında yaşadıklarımdan ahkâm kesiyordum. Şimdi, tüm bunları yazarken, onca şeyi o ana nasıl sığdırmış olduğuma gülüyorum.

Onca gürültü patırtı ve toz duman içinde ilk şoku atlatınca; arka koltukta, benim sağ tarafımda oturan komutanın ikinci cümlesi duyuldu. O cümlesini daha bitirmeden, Cemal, telsizin mandalına basıp anonsu geçmeye çoktan başlamıştı: "Bayrak 01, Merkez!"

3.bölüm...

 

26 Mart 2010 Cuma

Savarona Hakkında Belki de Hiç Duymadıklarınız

Şu an gündemde olan haberler ışığından bakınca... Hani şu yeniden kiralanması gündeme gelince hatırlanan, tarihsel değerine anca o zaman vurgu yapılan, sıradan bir mal gibi bir işadamına pazarladığında yürek yakmayan, sahip çıkılmayan, hiç farkedilmeyen... Şu an itibariyle de televizyon haberlerinin magazin boşluklarını dolduran, derin vefa duygularına yalap şap hitap eden heyecan ve sorumluluk yüklü(!) magazinsel sözlerle döne döne anlatılan Savarona haberlerinin iki yüzlülüğüne, yüzeyselliğine, bir magazin yıldızı muamelesindeki anlatımların sıradanlığına ve bilgisizliğine bakınca, al sana tarihe notlar düşme sorumluluğu yükleyen bir an daha dedim kendime.

Savarona'yla tanışıklığımın çok eskiye dayandığını belirtmekle başlayayım sözlerime... Ve belki de daha önce hiç bir yerde rastlamadığınız, küçük notlar sereyim önünüze...

İlkokuldan mezun olduğum yılın yaz tatilinde, o an itibariyle Çanakkale Ziraat Bankası müdürlüğünü yapmakta olan en amcamın yanına gitmiştik. Babaannem, halam ve ben...

Kilitbahir'de burçlara oturup gazoz içmiş, boğazın en dar yerinin karşı noktasına bakmış, Settülbahir'e gözlerimi dikmiş, amca dilinden "Çanakkale Geçilmez!"in tüm öykülerini dinlemiş, onun her cümlesinde bütün bir olayı film gibi yaşamıştım. Şu an, bu yazıyı yazarken gözümün önüne gelenlerle farkediyorum ki, ben o anların içine girecek ve yazıyı uzattıkça uzatacağım. Çünkü, o kadar çok şey var ki anlatacağım. Tüm bunları başka bir yazıya bırakmaya karar vererek, an itibariyle başlıyorum Savarona notlarıma...

O dönemde Deniz Harp Okulu öğrencilerini gezdirmek, aynı zamanda onlara eğitim vermek amacıyla özellikle yaz aylarında, liman liman gezmekteydi Savarona. Gittiği her limanda da müze görevi üstlenerek ziyaretçilere açılmaktaydı. Bizim Çanakkale'de rastgelmiş olmamız çok daha anlamlı kılmıştı ziyaretimizi... Savarona'nın hikayelerini, tarihin en önemli savaşlarına tanık olmuş destansı bir denizin üzerinde dinlemek, Atatürk'ün oturduğu koltuklarda onu hayal etmek, yatağını görmek, gerçekten çok etkileyiciydi. Okulla gittiğimiz filmlerde gördüğüm Ülkü'nün bulunduğu yerde durup koltuğunda oturan Atatürk'e bakmak, 12 yaşındaki bir çocuğun o anında nasıl şekillenirse, tam o anlamda bir gerçeklik hali içindeydim. Açıkta demirlemiş Savarona'ya giderken bindiğimiz kayıktaki heyecanımı, merakımı anlatmaya kalksam, kelimeler yetmez. Yaşadığım her dakikasını, duyduğum her sözü bu kadar iyi aklımda tuttuğum iki andan biri Savarona gezisidir. Gemi bizim limana geldiğinde daha önce görmüş olmanın bilgiçliği ile nasıl kasım kasım kasıldığımı, ne havalar attığımı da bir kenara not edeyim.

Savarona hikayesine adının nereden geldiğinden başlamam gerek, biliyorum. O gün, bize yatı gezdiren ve anlatan görevlinin tüm söylediklerini bir bir yazacağım. Doğru yanlış sorgulamasını yapabilmem hiç bir şekilde mümkün olamayacağı için, varsa yanlış bilgiler, sorumluluk tümüyle o kişiye aittir.

Sava, o yıllarda Afrika'da nesli tükenmekte olan ve çok hızlı uçabilen bir kuşun adıymış, Rona da, yatın o anki sahibi kadının adı... İkisi birleştirilince, olmuş Savarona'nın adı... O günlerde dünyada bir benzeri olmayan yatın, ülkemiz adına alınış öyküsü de, ne gariptir ki bugünkü kaderiyle aynı... Rona adlı kadın satışa çıkarınca yatını; dünyanın dört bir yanından talipleri çıkmış... Kıran kırana pazarlıklar yapılmış... Tüm bu pazarlıkların olduğu süreçte, bizden daha zengin pek çok ülke ve kişi tarafından daha çok paralar teklif edilmesine rağmen bize satılmasının nedeni: Atatürk'ün ''Biz savaştan yeni çıkmış bir milletiz, ayağımızı yorganımıza göre uzatmamız gerekiyor" diye başlayan ve cümlenin bir atasözü olduğuna vurgu yapan sözleriymiş.

Savarona'yı gezme şansına sahip olanlar bilir; yatta çok güzel bir şömine vardır. Onun hikayesi de (yine o gün bize anlatılana göre)çok ilginçtir. Çok elit ve zengin bir çevresi olan, dönem sosyetesinin gözbebeklerinden Rona, bir gün, bir arkadaşının evinde bir şömine görür. Ve o şömineye vurulur. Onu yatı için arkadaşından ister. Arkadaşı vermek istemez. Hırslı bir kadın olan Rona, zaman içinde arkadaşının ekonomik anlamda zor duruma düşmesine sebep olacak ortamı yaratarak, onu evini satmak zorunda kalacak hale getirir. Sonuçta o evi alır. İçindeki şömineyi çıkarttırarak yata getirtir. Ardından bütün olayların nedenlerini anlatarak şöminesiz evi arkadaşına iade eder.

O gün bize rehberlik yapan kişinin anlattığına göre daha sonra kendisi de ekonomik güçlükler yaşamaya başlayan Rona; bunun nedeninin o şömine olduğuna, yaptıklarından dolayı tanrı tarafından cezalandırıldığına inanır. Hem ekonomik nedenler hem de bu hissiyatı dolayısıyla satmaya karar verir yatı. Tek şartı adının değiştirilmemesidir. Yatı, genç Türkiye Cumhuriyeti'ne sattığı için mutludur.

Şimdi düşünüyor ve gülümsüyorum; gemiyi kırkdokuz yıllığına kiralayan kişinin daha yirminci yılında masraflarının çokluğundan dolayı işletmekten vazgeçip yeni sahipler aramasının nedeni şömine olabilir mi?

Tarih, Savarona'ya değen ellerden bir çoğunun adını silerken... Bir adın hala pırıl pırıl parlıyor olmasının bir anlamı olabilir mi? Atatürk.

Not: Ben o gün dinlediklerimi anlattım. Bir eksiklik ya da yanlışlık varsa... Sorumluluk o rehber kişiye aittir.:))

25 Mart 2010 Perşembe

Nefes...Gecikmiş Bir Yazı

Nefes, vizyona girdiği ilk günden itibaren hep uzak durduğum bir filmdi. Milliyetçi bakışlar atan, tribüne oynayıp hassasiyetlerden nemalanmak isteyen, ticari öncelikleri ağır basan ve taraf bir film olduğu düşünceleriyle sıcak bakmamış ve bu yargılarım nedeniyle de gitmemiştim filme...

Bir iki ay önce, merakımı yenemeyerek, izledim filmi. Açılış sahnesine koyulan emek, ışık, kamera ve anlatım dilindeki lezzet bir anda, tüm algımı alaşağı edip kelimenin tam anlamıyla koltuğuma çaktı beni. O andan itibaren soğuğu hisseden, mermilerden sakınan, her bir acıyı teninde yaşayan, aynı kaygıları duyan ve ne olacağını merak eden bir karakter halini aldım. Sürekli olarak türün sevdiğim örnekleriyle kıyaslıyordum. Üzerine bir yazı yazsam neleri öne çıkarırdımın cümleleri bir bir aklımdan geçiyordu. O kadar çok noktadan, o kadar farklı düşünce yazmak istedim ki film üzerine... Tüm bunları derleyip toparlayabilmek için de hep öteledim yazacağım yazıyı...

Bugün sinema bloglarında dolaşırken, en iyi film ödülü aldığını görünce, ertelediğim düşüncelerin kısa bir özetini yapmak istedim. Düşüncelerimin en iyi film seçilmiş olmasıyla bir ilgisi olmadığının altını çizmek isterim. Bu konudaki kişisel düşüncem, ödüllere bakış açım, genel kabul gören nitelemelerden oldukça farklıdır. Bir filmin ödül almış olması, onun değerini farklı kılmaz benim gözümde.

Nefes; bir ana olay üzerinden genel bir durumun hallerini ortaya koyarken, aslında, kocaman bir sorunun farklı boyutlarını ve farklı algılamalarını da oldukça dinamik bir anlatımla sergiliyor. Bu satırbaşları nedeniyle insanlar çok da doğal olarak, kendi ideolojik yaklaşımları, sahip oldukları değerleri, özellikle de görmek istedikleri yerden ve sorunun savundukları tarafından okuyorlar filmi. Aslında bu durum; filmin ortaya koyduğu eleştirinin çeşitliliğini, saplantısızlığını, bakış açısındaki çok yönlülüğünü kanıtlayan bir veri olarak algılanıp, önemli bir artısı olarak hanesine yazılabilir. Yazılmalıdır da...

Nefes, askerler ekseninden gelişen bir öykü ortaya koysa da, benim gözümde asla militarist bir film değildir. Ülkemizin en temel gerçekliğinin ve sorununun niyelerini düşündürten, sahada uzun yıllar görev yapmış bir askerin kitabından uyarlanmış sağlam senaryosuyla bir durumu farkettiren, doğruya yol almak konusunda yeni düşünceler oluşmasına neden olabilecek, en azından bu anlamda ufuklar açıp katkı sunabilecek güzel bir film.

Uzun yıllardır uğraşmak zorunda kaldığımız, derin acılar yaşatmış bir sorunun tüm taraflarda nelere yol açtığının, her bir tarafa yaşattığı acıların, yanılgıların, önyargıların, kayıp zamanların ortaya koyulduğu türden de bir film, Nefes.

Gerçeğin tam ortasından sahneleri, simgesel anlatımları, aksiyonu ve görselliği ile dünyadaki benzerlerinden hiç de geri kalmayan, nitelikli bir sinema diline sahip, en azından bu özellikleri anlamında izlenmesinde yarar olan, başarılı bir yapım. Sadece final bölümündeki sahneler için bile izlenmeye değer...

24 Mart 2010 Çarşamba

Mart Kedisi


Sabah; dışarıda ip atlayan baharın "Buraneros papucu yarım çık dışarıya oynayalım" ayartmalarına kulak tıkıyordum. Avareliği rafa koyup, dünkü yazımın devamını getirme fikriyle el ele geziyordum. Şahane bir hafiflik, kıpırtılı bir fırlamalık yok da değildi ruhumda...

Sonuçta, baharın dizlerine yatmak cazip geldi ve ben yarına erteledim yazının ikinci bölümünü ...

Sonrasında; işi gücü iteleyip bir yana, elimde kahve kokusu dolaşırken bloglarda,
Jesus'un günlüğü* başlıklı farklı ve çarpıcı bir yazıda okuyunca "Ben çocukken muz yediğini söylemek ayıptı bilir misiniz?" cümlesini, gidiverdim çocukluğumdan bir an'a... Gitmişken çocukluğuma, bakındım tüm akrabalarıma... Ekleyiverdim, kocaman ailemizi anlatacak bir cümleyi, yazının en son satırına... Anarken geçmişi; bahar sarhoşu bir yazı, klavyeden saçılıverdi.

Anıyı dinlemiştim bir akraba abladan... Bir gün okuyunca gazeteden bir haberi, haberdar olmuşlar muz diye bir meyvadan... Sonra günlerden bir diğer gün, bütün kuzenler, genç ve cıvıl cıvıl dolaşırken, parkın tam karşısındaki, o zamanlar şehrin tek apartmanı olan binanın altındaki zengin manavına geldiğini görmüşler muz'un, zaten biliyorlarmış da gazeteden, kabuğunun soyulduğunun...

Demişti ki o abla;
Bir gün gelmiştik parka...
Oturmuştuk; heykelin önündeki banka...
Duymuştuk ki; muz diye bir meyva varmış,
Sadece zenginler alırmış...
Bir baktık ki gelmiş; karşıdaki manava...
Topladık hemen para,
Gönderdik Enver'i manava...
Enver getirince bir tek muzu,
Bakındık sağımıza solumuza...
Muzu böldük beşe;
Yiyiverdik neşeyle...
Sandık kendimizi zengin...
Bizim gönlümüz ne zengin!

Görsel: Widelec.org

23 Mart 2010 Salı

Aksiyonlu Günler... Umur

Güneşli ama soğuk bir öğle üzeriydi. Mevsim bahardı. Güneş henüz karargâh binasının sol çaprazındaki açık garajımızın olduğu yere gelmemişti. Kendimizi, bir numaralı makam aracı olan Ford'un içine atmış, teypten gelen müziğin eşliğinde sohbet ediyorduk. Benzer döneme ait yazılarda sıklıkla bahsettiğim gibi, çok kaliteli ve çok kafa dengi beş arkadaştık. Günün diğer günlerden hiçbir ayrıcalığı yoktu.

Ya da bugünden dönüp baktığımda farkettiğim gibi; o genç heyecanların içinde, yaşadığımız aksiyonları çok olağan karşılıyorduk. Bize sıradan oyunlar gibi geliyordu. Risk almayı, korku ve heyecanı seviyorduk. Militan bir geçmişten gelmiştik ve şimdi askerdik. Bu yaman çelişkiye hem gülüyor hem de yeni pozisyonumuzun avantajlı halinin keyfini çıkarıyorduk. Geçmiş... Yüzüme kocaman bir tebessüm konduruyor. Kavramın, o günkü yaşın biri iki yıl öncesine tekamül eden haline bakıp, insan algısındaki zaman kavramının göreceliğine, farklı yaşlardaki ve farklı ortamlardaki mesafelerin uzak-yakın ilişkisine gülüyorum. Yirmi yaşındaki bir çocukla, kırkların sonunda bir adam için bir haftanın, bir ayın, bir yılın ifade ettiği uzaklıkların, saçlarını okşuyorum.

O "olağan" günün o saatlerinde; bir tiyatro oyunu öncesinde, fuayedeki kızlı-erkekli üniversite öğrencisi gençlere, onların henüz görmedikleri geleceklerine, kaygısız neşelerine, bilemedikleri zaman kavramının değişkenliklerine bakarken o gün yaşadıklarımızın, bugünden bakınca ne kadar önemli olduğunu fark edeceğimden, henüz haberim de yoktu.

Bazen yaşamıma geri dönüp içindeki anlara baktığımda, çok olağanlıkla yaşanan olayların aslında, ortalama insan hayatından bakınca ne kadar olağan dışı olduğunu düşünüp, tıpkı İnnaritu filmlerindeki gibi farklı senaryolar üzerinden aynı hayatların farklı sonuçlara ulaşacak öykülerini kuruyorum. Bir de, geleneksel Bodrum buluşmalarında biraraya geldiğimizde, 'o günkü genç çocuk' anılarımızı paylaşırken, dinleyenlerin şaşkınlığında fark ediyorum, "olağan" anların olağan dışılıklarını.

En çok da terhis olduktan bir yıl sonraki buluşma günümüzden bir kaç gün önce, Bodruma birlikte gitmek için yanına gittiğim sevgili Apo'nun yakın arkadaşı Ali'nin, bir güzel eylül akşamında, güzel kokulu bir mekânda bira içerken kurduğu "Bu bize hep anlatırdı da biz abarttığını düşünerek dalga geçerdik" cümlesinde ve bu cümleyi kurarkenki hayranlık ifadesinde buluyorum.

Gün olağandı(!) demiştim, değil mi?

Olağan günün akşamüstünde, mesainin bitimine yakın dakikalarda bir numaralı makam aracını, karargâhın çıkış kapısına çekip hazır ettik. Komutan çıktığında arka sağ kapıyı açıp, selama durup, onu arabaya yerleştirdikten hemen sonra ben arka koltuğun sol tarafına, Apo'da her zamanki yerine sağ ön koltuğa oturdu. Alemin 'en komutan şoförü' Cemal, kurmay başkanı ve diğer subayların her akşam ve sabah tekrarlanan selamlamalarına kısa bir olanak tanıdıktan sonra, rutin ve yakışıklı çıkışını yaptı, önce karargâhtan sonra da tugaydan...

Küçük bir kent olduğu için, tugaydan komutanın evinin de olduğu orduevine giderken kullanabileceğimiz iki yol seçeneğimiz vardı. Bazı sabahlar, özellikle evden alıp tugaya giderken, arka koltuktan keyifli bir ses gelirdi: "Bugün sahilden gidelim çocuklar!" Her biri deniz kentlerinden gelmiş askerler olarak tebessüm ederdik, şehri ikiye bölen ırmağın kenarındaki yola verilen bu ada.

Uğrayacağımız herhangi bir yer olmadığı için direk orduevine yönelmiştik. Biz, herhangi bir protokol yemeği ya da güvenlik toplantısı olmayan o akşam için, kişisel planlarımızı yapmıştık. Bu tür durumlarda, içimizde tek evli ve çocuklu olan Cengiz'i nöbetçi şoför olarak bırakır, gerektiğinde onun telsizle bizi haberdar etmesi üzerine görev yerimize dönmek kaydıyla gecelere akardık.

Akşamın hayali aklımızda, şehrin ana caddesine bağlanan ve şehri boydan boya geçen yolda ilerlerken, arabanın havalandırmasından giren bahar esintisi, anne şefkati gibi okşamaktaydı yüzlerimizi. Ülke, büyük bir darbenin ardındaki sakinmiş gibi görünen günleri yaşıyordu. Ama hayatın hiç de sakin olmayan bir tarafı vardı: Cezaevleri, karakollar ve birtakım illegal yerlerdeki işkenceler... Anlamsızca tutuklamalar... O insanların evlerine düşen ateşler... Meçhul bir gecede evlerinden alınmış ve nerede oldukları bilinmeyen, hiç bilinemeyecek olan binlerce kayıp.

Ülkenin en büyük ve en uzun sürecek siyasi davasının sanıkları da, anlatmakta olduğum olay dahil bir çok aksiyonlu gün yaşadığımız bu küçük şehrin kocaman tugayının içindeki iki askeri cezaevinde yatmaktaydı. Tugayın dışındaki büyük "Sivil Cezaevi"nin başında da bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı aynı zamanda bizim bağlı olduğumuz bölüğün komutanıydı. Dolayısıyla cezaevinin dış güvenliğini sağlayan askerler de bizim arkadaşlarımızdı.

Yaşadığımız ve anlatmaya çalıştığım bu "olağan" günden bir kaç ay sonra, ülkenin henüz sonuçlanmamış en büyük davasının iddianamesini hazırlayacak savcılara mihmandarlık yapmam için görevlendirilecektim. Ama orduevine doğru seyir halinde olduğumuz bu "olağan" günde, henüz bu tarihsel sürecin tüm evrelerine tanıklık edeceğimin hayalinde bile değildim.

Şehir, şehzadeler kenti olarak da anılan, tarihsel dokusundan fazlaca bir şey kaybetmemiş şirin bir yerdi. Hâlâ, hayatımın en sevdiğim kentlerinin en başta gelenlerindendir.

Standart güvenliğin standart hızında, 'bir bahar akşamı'nın alıp götürdüğü hayallerimizle seyir halindeyken, şehrin girişindeki görevli asker ve polisleri, komutanın geliyor olduğundan haberdar etmek, toparlanmalarına olanak tanımak için oluşturduğumuz sinyal kornasına bastığında Cemal; biz, her zamanki telaşlı toparlanmalarına ve selam duruşlarına tebessüm ediyorduk. Bir kaç dakika sonra başlayacak süreçte yaşayacaklarımızın farkında bile değildik. Yaklaşık beş dakika sonra komutanı eve bırakmanın ardından sivil kıyafetlerimizi çekip gideceğimiz mekânlarda yaşayacağımız keyfin tadındaydık .

Sol tarafımızda kalan tarihi camiye yaklaşırken, onun çok sevdiğim bahçesine, eski bir medrese olan yan binasına, kütüphanesine bakıyor, isten elde edilen mürekkeplerin bulunduğu kısımdaki kokuyu duyumsuyordum. Bir yandan da, araçtaki dört kişiden üçümüz, aynı zamanda etraftaki olağan dışılıkları da gözleyerek, ikimizin elleri silahlarımızın tetiklerinde, Cemal de olağan dışı hallerdeki güvenlik prosedürlerinin gereği manevralar için eli direksiyonda dikkatlice ilerliyorduk. Sessizliği arka sağ taraftan gelen ve arabanın içini buz kestiren ses bozdu: "Bana suikast yapacaklar!"

Gözlerimiz bir anda, aslında fark ettiğimiz ama bir olağan dışılık hissetmediğimiz ve pozisyonlarını kendimizce doğru adlandırdığımızı sandığımız komutanın işaretlediği iki kişiye takıldı. Cemal etrafı kolaçan edip hızını daha da artırırken, Apo'yla ben, kendi kontrol edeceğimiz alanları paylaşmıştık bile... Hepimiz, ellerinde fotoğraf makineleri olan ve o an itibariyle caminin fotoğraflarını çeken bu iki kişinin gözcü olacağı algısına çoktan erişmiştik. Bulunduğumuz noktanın sol tarafında bir meydan vardı; o alana ve caminin siper görevi yapabilecek duvarlarının arkasına bir bölük sayısına ulaşacak suikastçıyı hiç sezdirmeden konuşlandırmak mümkündü. Allahtan, kendi senaryolarımızda yeri vardı bölgenin ve olası durumda yapabileceklerimizi kurmuştuk hayallerimizde... Ama an, hayallerin rahatlığına hiç benzemeyen bir gerçeklik olarak karşımızdaydı.

Eylül ayında çıkmaz bir leke gibi kalan, o meşhur darbenin hemen arkası günlerdeydik. Her karakol, her perili köşkten dışarıya sessiz, çaresiz ve duyulamayan frekanslarda işkence çığlıkları yankılanıyordu. Size bakan iki gözün, solcu olduğunuzu söylemesi bile yeterken... Tüm bölgenin sıkıyönetim komutanın aracından gelen suikast ihbarı, nelere kadir olabilirdi. O günün ortamından bakınca, bu anonsun gücü ve sonuçları çok net anlaşılabilirdi. Bu bir emirdi!

2.bölüm...

Görsel: Sanatçı Jeff Carr'ın 'looking back' adlı fotoğrafıdır.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP