3 Mart 2010 Çarşamba

Rab Şeytana Dedi ki

Oyunu aylar önce program listesinde gördüğümde- en azından tiyatro kokusu için gitmeyi düşünmeme rağmen- biletlerini internet üzerinden ve erkenden ayarlayan biri olarak, bu oyuna biraz mesefali de durmuştum açıkcası. Yani bir çok oyunda olduğu gibi hemen atlamamıştım üzerine...

Diğer oyunlar ya da konserler için biletleri alırken bu oyuna uzun uzun bakar, düşünür taşınır, sonrada vazgeçerdim. Her hafta bir etkinliği bir şekilde izlemeye alışan bünye, bu haftayı boş geçirme olasılığını hissedince, usul usul dürtmeye başlamıştı beni... Müptela savaşı veriyordum irademe karşı...

Sürekli bir 'gitsem mi gitmesem mi' hali canımdan bezdirince, ben de sildim aklımdan Rab Şeytana Dedi ki'yi... Ben sildim ama o silmedi beni. Her bilet almak için nete girdiğimde, salonun ufak ufak dolduğunu görüyor ve elim 'bu oyuna bilet al'a gidiyordu; aklım da her seferinde, bu kararı sonraya iteliyordu. Sonunda kendimi titreterek kendime getirdim ve ayar verip sert çıktım: "Ya o hafta boş, ya da bu oyun!"

Etki altında kalmamak için oyunlar hakkında araştırma yapmayan ve ayar olan ben, bu kez mecburen konuyu yargıya taşıdım; ya aklımın dediğini yapacaktım, ya da yüreğimin git dediği yere gidecektim. Fazla uzatmayayım: Aslında bu oyun üzerine yazı bile yazmayı düşünmezken, kimseler de uzak kalmasın istedim, bu eğlenceli 1,5 saatten...

Ben, "yaaa bu oyuna gitmeliyim!" dediğimde, çoktan Google aramaya yazmıştım: "Rab Şeytana Dedi ki..."

Bul dediğimde, Google'da bana dedi ki: " Uzaklarda arama!.."

Meğerse en sevdiğim blog yazarlarından olan sevgili a. nur gitmiş bu oyuna, ve yazmış çok güzel bir yazı oyun hakkında. Hani insan bazen burnunun ucundakini göremez ya, işte Google'da sanki bunu anlattı bana...

Kişisel fikrimi hemen söyleyip sizi fazla da tutmadan, oyunla ilgili güzel bir yorum için sevgili a. nur'a yollayacağım. Açıkcası ben; çok keyifli, çok eğlenceli birbuçuk saat geçirdim. Danslarla, güzel şarkılarla, güzel espriler ve güzel oyunculuklarla bezenmiş oyun boyunca, mevcut dünyadan kopup sahnenin ortasında bağdaş kurdum. Özellikle, saksofon permormansları katılınca orkestraya, keşke cumartesi akşamı olsaydı bu oyun diye aklımdan geçirdim. Hatta fazlasıyla abartıp, mesela Babylon'da sergilense bu oyun dedim. Yani uçtum; canım alkole değmek istedi, hatta yanıma birini de istedi.

Haa, geçen hafta izlediğim 'Ölüm Kitabı'ndaki tiyatro lezzetini aldım mı?' diye sorarsam kendime, ki sordum, yanıtım hayırdır. Ama bu düşüncem yüzünden, Rab Şeytana Dedi ki'nin genç, farklı ve eğlenceli bir tiyatro gösterisi olduğunu da görmezden gelemem. Yani kısacası, çok eğlenirken bir iki cümle kapıp üzerine düşünebileceğiniz, hatta aşk üzerine sözlerine bakıp yorumlar yapabileceğiniz, içinde dans, müzik, felsefik sözlerle desteklenmiş şarkılar olan eğlenceli ve güzel bir oyun Rab Şeytana Dedi ki... Dansların çok uyumlu ve başarılı sergilenemediğinin, şeytanın gölgesinde kaldığının ama sevimli olduğunun altını çizeyim ve daha genç bir gözden daha ayrıntılı bir yorum için sözü; oyunu izlememe sebep olduğu için kendisine teşekkür ederek, sevgili a.nur'a bırakayım.

2 Mart 2010 Salı

Cumartesi 14:36'da Şirin Sokak


Güneşin saklı olduğu o saatte; büyük bir alışveriş merkezinin önündeki geniş ve hareketli caddeyi geçerek ulaşılan Şirin Sokağa girer girmez, göze çarpan bir olağandışılık yok. Her şehirde, her kasabada rastlanabilecek ara sokaklardan biri...

Sokağın hemen başındaki pastanenin üst katından sokağa inen merdiven dikkat çekici... Daha önce iki katlı bir ev olduğu anlaşılan binanın alt katı dükkana çevrilince, üst katın sokağa çıkışı harici bir yangın merdiveni tadında kalmış. Çıplak ve dik...

Az önce ana caddeyi geçerek sokağa giren gülergözlü bir çift, sohbet adımları atarak yürüyorlar. Yüz ifadelerine yansıyan sözcüklerin keyfinden sokağa geliş amaçlarındaki bilinç anlaşılıyor. Doğrudan, sol taraftaki küçük salaş dükkana yöneliyorlar. İçeri göz atıp boş yer bulamayınca, daracık kaldırıma atılmış masalardan birine oturuyorlar. Sokağın eskiliği kadar eski bir lokanta burası... Eskiye biriktirilmiş bir zenginlik ve acaip bir lezzet saçılıyor dükkandan sokağa... Şirin Sokağın üst başından gelip salaş dükkanın önünde duran -dükkandan büyük- arabalara, pahallı giyimli beyler ve kadınlar biniyor. Onlardan boşalan sandalyelere de, yeni beyler ve bayanlar oturuyor.

Gülengözlü kadınla adam siparişlerini veriyorlar. O esnada, lüks bir cip ve aynı ihtişamda iki araba giriyor sokağın üst başından... Tanıdık bir telaş hakim kılıyor kendini sokakta... Dükkanlardan bir kaç kişi koşup arabaların kapısını açıyor; zenginlik ve itibar dökülüyor açılan kapılardan... Şöförleri çekip alırken arabaları dar sokaktan, dükkan sahipleri coşkulu bir nezaketle karşı pastaneye buyur ediyor, arabadan inen pahalı takımlı beylerle pırlantalı kadınları...

Gülergözlü sohbetin ortağı adam, önüne gelen tabağın kokusunu çekiyor içine ve sumak rica ediyor garsondan...

Gülergözlü adamın karşısında oturan gülergözlü kadına baktığınızda, ' bu kadar mı yakışır siyah gözlük bir kadına' diye geçiriyorsunuz aklınızdan...

Onlar bir yandan yerken yemeklerini, bir yandan resmediyorlar sanki kelimelerinde; sokağı, anı ve birlikte olmanın tadını.

Gülergözlü adamla gülergözlü kadının masasının hemen arkasındaki kapının önünde duran saçları boyalı kadın dikkat çekiyor. Gülergözlü kadının karşısındaki gülergözlü adam, kadını hemen farkediyor.

Kadın sokağa çok yakışıyor.

Belli ki sokakla tanışıklığı eskiye dayanıyor.

Zaman film olup, sahne sahne gülergözlü adamın aklına akıyor.

Kapının yanında duran 'saçları gazino rengine boyalı' kadın, istemem yan cebime koy bir edayla ve umursuzmuş yapan bir tavırla kendini göstermeye göstermeye, ve meydan okur bir diklikle, ve kadere isyankar bir kabullenmişlikle ileri geri salınıyor masaların olduğu kaldırımda. Akşamdan kalan itibarını hala sırtında taşıyor ve neon ışıklara yazılmış adını günışığında parlatıyor. Triko taytının üzerine giydiği enine çizgili kazak, tam kalçalarını kavrıyor. Boynuna doladığı atkı, kıyafetine pek sanatçı bir renk katıyor. Vücuduna yüklediği anlam, yürüyüşündeki eda, masalardakilere umursuz ve görmez bakan gözleri, sadece sokağın sahipleriyle konuşuyor. İtibar yüklü sözcükler, erkek bir sokakta yalnız bir kadın olmak, onu sokağın kraliçesi yapıyor.

Masalardakiler, sokağa yabancı kalıyor.

Saçları gazino rengine boyalı kadın; eline bir sigara alıp, bir bardak da çay, camında otel yazan beşinci sınıf kapının duvarına yaslanıyor. Gece başka alkollere, başka hayallere ve başka nefeslere üfleyeceği sigarasını, o saatte, kendine üflüyor.

Kadın sokağa çok yakışıyor.

Masadaki, siyah gözlüğün çok yakıştığı gülergözlü kadın; hemen kaldırımın kenarında duran, uzun boylu, uzun kahverengi paltolu, kafasını paltosunun kaldırdığı yakasına gömmüş adamı işaretliyor. Adam, sigarasının derin çektiği nefesini 'of ulan ofa' üflüyor. Adam, otelin kapısındaki, uzun kazağı kalçalarını kavrayan kadına gözünün ucunu takıyor. Kadın bütün edasıyla ve sallana sallana kaldırımın öte ucuna, sokağın karşı kaldırımındaki manava doğru hareketleniyor; uzun kahverengi paltolu adamın arkasından geçerken, oraya buraya, gülücük yüklediği laflar çarpıyor.

Paltosunun yakasına saklanmış kafasını çeviren adam, kazağının kavradığı kalçalarını sallayarak yürüyen saçlarını gazino rengine boyatmış kadına pek de umursuzmuş gibi, başını çeviriyor. Burun kıvıran bir kulakla dinliyor, kaldırım taşlarındaki kalçaların ritmini.

Manavın uzattığı poşete iki elma, üç portakal, bir kaç muz dolduruyor saçları gazino rengine boyalı kadın. Elinin kelimeleri ' deftere yaz, haftaya öderim' diyor. Manav raconbilir bir vurguyla 'senden de mi para alacağız abla' diye gülümsüyor; çıkar gözetmeyen karşılıksız bir sevgi ve içtenlikli bir saygıyla... Uzun kazağı kalçasını kavrayan atkılı kadın, tekrar masaların olduğu kaldırıma yönelirken, o ana kadar onu farketmemiş olanların da gözüne gözüne takıyor kendini.

Sokağın başından bir BMW geliyor.

Karşıdaki pastaneye kurulan masadaki kalabalıktan, sarışın, kürk mantolu, pırlantalı ve havası kıvamında bir kadın dışarı çıkıyor; elindeki ağızlığa takılı sigarasını dudaklarına götürüyor. Çıplak ve dik merdivenin altındaki duvara yasladığı yaşamına bir nefes çekiyor. Sıkışmışlığını havaya salarken, az önce manavda alışveriş yapan kazağı kalçalarını kavrayan gazino renkli kadına takılı kalan gözleri, o kadını bütün yürüyüşü boyunca takip ediyor.

Masalardan birinden bir grup kalkıyor.

Ünlü Türk Müziği sanatçısı BMW' nin ön koltuğuna biniyor.

Kafasını paltosunun kaldırdığı yakalarıyla beyaz şapkasının arasına saklayan uzun poylu, uzun paltolu milli piyango satan adam, elindeki biletlerine bakıyor.

Saçları gazino renkli kadın, en havalı haliyle ve kazağının kavradığı kalçalarını sallaya sallaya otel yazan kapıya doğru yürüyor.

Sokağın içindeki ve çaprazdaki manavdan, soyulup dilimlenip lokantadan gelen tabakalara dizilen meyvalar, pastanedeki masalardan toplanıyor.

Gülengözlü kadın süt helvası sipariş veriyor.

Garsonun biri, koşarak sokağın caddeyi kesen köşesini dönüyor. Biraz sonra elinde dumanı kokan süt helvasıyla dönüyor.

Dünya, o sokakta dönüyor.

Gülengözlü adamla siyah gözlüğün çok yakıştığı gülengözlü kadın yaşadıkları ana sarılıp, senli benli gülüşlerine yeni yeni anlamlar katarak, muzur muzur kelimeleri sarmaş dolaş edecekleri alışveriş merkezine doğru, geldikleri yoldan yürüyorlar.

Uzun ağızlıklı sigarasını içen kürk mantolu, şık pırlantalı, sarışın ve kariyerli kadın; uzun kazağı kalçalarını kavrayan, saçlarını gazino rengine boyatmış kadında takılı kalan gözlerini geri alıyor.

Şirin sokağa kocaman bir cip ve aynı ihtişamda iki araba giriyor.

Sokak, sahiplerine kalıyor.

1 Mart 2010 Pazartesi

Ovaya Bakmak*

Tırmandığım yokuşun yorgunluğunu çıkarıyormuşum gibi on adım kala, onu seyretmeye durdum bir zaman. Bir deri bir kemik kalmış görünümüyle gövdesine dayanılacak bir ağaç olmaktan uzaktı. Arkadaşlığını son yıllarda edindiğim ahlatla, bana göre sadece bir dahaki yaza kadar son görüşmemiz olacaktı. Ahlat ağacı olup olmadığını da bilmiyordum ya, öyle diyordum. Onu seviyordum. Onu bana sevdiren, önümde, ufuktaki yükseltiye kadar uzanan ovaydı belki de. Yamaçtaki bu yaşlı ağaca dinlenmek için sırtımı dayayıp ayaklarımı uzatmasaydım, ova yoktu benim için. Ağacı bana sevdiren ovaydı. Ağaç ve ova… Ekili biçili, sürülü sürülmemiş tarlalar. Dönen, kıvrılan, sapan -inceli kalınlı çizgiler gibi- tekrar tekrar dönen, kıvrılan, sapan, kentlere köylere giden yollar. Karıncalar gibi ve onlar kadar görünen tarım işçileri, traktörleri, römorkları, araç ve gereçleri…

Buradan bakıldığında yavaşça alçalan ve uzunca bir düzlükten sonra tekrar yükselen bir araziydi görünen. Doğanın genişliği insanın her şeyine işliyor, soludukça adeta ciğerlerini de kendine benzetiyordu. İnsan burada, uzak, derin ve geniş düşünüyordu. Kaç yıldır öğleden sonraları burada bulurdum kendimi. Bir metal gibi genleşir, genişlerdim. Sırtımı aceleyle gövdesine yasladıktan sonra gölgesiyle havadan sudan konuşurdum; neler görmüş ağaç, bil bakalım, karşıdan gelen şu otobüs Tekirdağ’a mı, Edirne’ye mi sapacak, derdim. Kimi zaman altında uyuyakalırdım. Yapraklarından çok yaşlı dallarıyla gölgelendirirdi beni. İncitmekten çekinir, çoluk çocuktan söz etmez, torunlar nasıl, demezdim. Bu görünüşüyle onu bazen çilekeş bir dervişe, bazen lime lime olmuş giysileriyle erkini yitirmiş yaşlı bir soyluya benzetirdim. Kimi zaman ise, söze, üç padişah gördüm, Çanakkale’yi de, Yemen’i de, diye başlayan, ulusal utku günlerinin haki poturlu, kalpaklı, kabalaklı, palaskalı, madalyalı gazilerine…

Yarım yüzyılı geçkin, yorgun yaşamımın sonunda edindiğim bir arkadaş… Ona sırtımı dayıyordum. Arkadaş sözcüğündeki arka’nın tam anlamıyla arkalığımdı. Yüzünü görmeksizin gölgesiyle konuşuyordum, uzandığım yerden. Ağaç çok önceleri yaşadığım bendim. Kaydedilmemiş deneyimlerimin aynasında düşündükçe düşünceleşiyordum, gölgesinde. Günler geçtikçe, yazın, ovanın üzerinde buharlaştığını görüyordum. ‘Bu yazda böyle geçti’nin içten içe, incelikli hüznüyle, ‘umarsız kabulleniş’in sessizliğine uyuyordum. Gülünecek bir şey olmaksızın, içimden coşkulu bir gülme duygusu yükseliyordu. Erinçti bu. Kabullenişin, bir güzel boyuneğmişliğin mutluluğuydu. Bu kargacık burgacık ağaç, kentin en ulu ağaçlarından da ulu, bir bilge ağaçtı benim için. Altında söylediğimde en içli ezgiler bile ağlatamazdı beni…

Söyle bana ağaç, diyordum, aşağıda duran bir göl gibi (ki, kimi günlerin akşamlarına doğru ben onu “yağcıbedir”lere de benzetirim) uzanan bu ova kışında böylesi alımlı mıdır? Yanıtsız kalan sorum yinelendikçe de yanıtlanmazdı. Yanıt; sessizlik, sessizlik; ‘gel de gör’dü… Evet, bir kış günü, hatta bir çok kış günü de gelip görmeliydim. Mutlak geleceğim söz, dediğim hiçbir kış gidemedim.

Alkolsüz bir hoşluk içersindeydim burada. Ağacın altından görüntü; ‘bir ömre bedel’ görüntüydü. Ne begonya, ne sardunya… Çiçeksiz bahçemdi burası, esin kaynağımdı. En beğendiğim öykümü buradaki bakıştan esinlenerek yazmış, son noktayı koyduktan sonra halay çekecekmişim gibi buruşuk dallarına sarılmıştım. Doğayla, dolayısıyla kendimle dostluğumun yol göstericisiydi, görmüş geçirmiş bu yaşlı ağaç. Bana bir melamet neşesi veriyordu. Yine de duygularımın aşırılığını, renkli bir gözlük gibi güneş ışığının parlağından, görüntünün göz kamaştırıcı esrikliğinden esirgiyordu beni…

Kendi sözü mü, bir alıntı mıydı; “Yükseklerde söylenen şarkı hep aynıdır” diyordu, Cemil Meriç. Coğrafi de olsa yüksekteydim ve zaman zaman kendimi büyük filozoflarla aynı şarkıyı söyler buluyordum.

Ova güzeldi. Ova, buradan bakıldıkça güzeldi. Sırtım yaşlı ahlatın gövdesine yaslanmış baktıkça, ova çok güzeldi. Ve ne güzeldi güzellik…

Ahlat ağacının altı, ovaya bakmaktı benim için. Yıllardır, yaz öğlesi sonralarından akşamüzerlerine değin ovaya bakmak… Ovaya bakmaksa dinlenmek demekti. Derin düşüncelere dalıyormuş gibi (dalmaksızın) bir emekli oyalanmasıydı. Çoğu emekliler, bir anıt gibi durup öylece uzaklara bakarlar. Yüzlerini bir erinç kaplamışsa bilin ki; bir yaşlı ahlat ağacına yaslanmış içten içe ovalarını seyrediyorlardır.

*Sayın Ekmel DENİZER'in yayınlanmış bir öyküsüdür. Köyümüz Dergisi (Bakırköy)

27 Şubat 2010 Cumartesi

Güneş!


...
Onun zarar görmesini istemeyen çırpındıkça; kuş iyice telaşlanır. İyi niyetli bir çaba içinde gelecek felaketi fark edip korumaya çalışanın her hareketini, kendine yapılmış saldırı olarak algılar. Bütün çabalar artık onun kendi doğrularının hapsindedir...

Sonunda, sadece içgüdüselliğin öğretisinde kendine doğru duruma yanlış olanı seçtiği için; kontrolsüz bir korkunun telaşında çıkış yolunu da bulamadığından gider, cama çarpar ve ölür. Onu kurtarma çabası içindeki insanın çektiği acıyı bilmeden. O insan için anlamının, bütün telaşların niyesinin kendi olduğunu öğrenmeden...

Camdan Bir Kuş Girdi başlıklı yazıdan(2008)


Fotoğraf: Claudetienne

26 Şubat 2010 Cuma

Sağanak!


...
Kuş, doğası ve yetiştiği hayatın örneklerini; sanki her benzer olay, her kişi böyleymişe yayan bir endişe halinin ve sürekli negatif algının esiridir o anda... Artık kendi yargısının ötesinde bir doğru olabileceği olasılığı sıfırdır. Her yol onun doğrusuna çıkar. Ya da istenen öyle olmasıdır...

Camdan Bir Kuş Girdi başlıklı yazıdan(2008)...



Fotoğraf: Birgit Woehlbrant

Uçmak!


Inarritu'nun Babil'i, 'anlamak için dinlemelisin' cümlesi perdedeyken biter. İletişimin en önemli noktası budur sanki; sürdürülebilir ya da yaşanabilir olması için zamanın...

En büyük kayıplar, sanmaların ürünleri değil midir?

Dinleme gereği bile duymadan varılmış yargıların içgüdüsel öfkelerine teslim edilmiş, 'bir yemin ettim ki dönemem' gidişlerinin...

Her seferinde; yanlış yargılara adlar koymuş öfkelerin sonuçlarından elde edilmiş farkedişlere rağmen yine de, kalbin öteki tarafından okşanmasını, onun kuytularının sıcaklarında sarmalanmasını talep eden çakma sanmaların, kıyımları değil midir kayıp zamanlar...

Camdan Bir Kuş Girdi başlıklı yazıdan(2008)...

Fotoğraf: Petr Drozdov

25 Şubat 2010 Perşembe

Münih

Film, ele aldığı konu ve onu işleyişi bakımından nereden baktığınıza bağlı olarak (tam da Orhan babanın sen de haklısın şarkısındaki gibi) farklı analizler ve tartışmalar yapabileceğiniz derinlikte bir ''terörizm'' sorgulamasına olanak veriyor.

Ama, sonuçta tüm tartışmalarınızın gelip dayandığı bir nokta var ki; o da, şiddet şiddeti doğurur tezini doğrularcasına, filmin sonundaki toplantıda ajanların dilinden dökülen ''her öldürdüğümüz Filistinlinin yerine altı yeni Filistinli çıkıyor'' sözlerinde gizli.

Film: Terörizmle mücadelenin aslında siyasal ve sosyal anlamda ne kadar zor, çaresiz ve uyguladığı yöntemler itibariyle tartışılabilir olduğunun özetidir.

Filme kuramsal anlamda ve taraf olmadan baktığınızda, tarihin en önemli eylemlerinden birini kendi haklılığına dayandırarak yapan bir grup (Filistinliler), ön yargılı bir operasyonla tarihin en büyük fiyaskolarından birini gerçekleştirerek gereksiz yere kan döken ve yaptığını meşru kabul eden büyük bir devlet(Almanya), diğer yanda yine kendi doğruları üzerinden kendi haklılığına dayandırarak bir tür fedailer mangası oluşturup illegal ve modern toplumun adalet kurallarının ötesinde bir biçimde insan avı yapan bir başka devlet(İsrail)...

Bunlardan hangisi niteliği açısından kuramsal anlamda terörizm tanımının dışındadır?

Film tam da bu durumları önümüze seriyor ve soruyor. Ve bizi düşündürtüyor... Ve film -her öldürdüğümüz Filistinlinin yerine altısı çıkıyor- gözlemini yapan, ama gözünü kırpmadan da adam öldürebilen eşi hamile ''kahramanımızla'' birlikte bütün tarafların insan olma vasıflarının yaptıkları işle çelişen duygularını da bize yansıtmayı başarıyor.

Siyasal sorgulamalarınızı bir yana bırakıp, taraf olmadan sadece bir film gibi baktığınızda: Klasik, illegalde birbirini yok etme savaşları veren ajan temalı filmlerin, incelikli ve zeki tadını fazlasıyla veriyor.

Çok küçük yaşlardan beri Filistin İsrail sürecini özel bir ilgiyle izleyen biri olarak, konu üzerine çekilmiş tüm filmleri izledim. Belki de en tarafsız sayılabilecek ve işlediği konu(terörizm) üzerine en çok düşündürten filmlerden birinin Münih olduğu düşüncesindeyim...

İzlenmeden önce ya da izledikten sonra; özelde Münih olayı, genelde de Ortadoğunun bu sorunu üzerine bir şeyler okunursa, filmin değeri çok daha iyi anlaşılabilir.

Bütün bunlar beni ilgilendirmez ben film izlerim diyorsanız da izleyin. Çünkü, çok heyecanlı ve kaliteli aksiyonları olan bir görsellik abidesidir aynı zamanda, kendinizi 70 lere ışınlamış olursunuz...

Yazının İlk Yayın Tarihi Ekim 2008

24 Şubat 2010 Çarşamba

Ölüm Kitabı 'Misery'

Stephan King'in, Türkiye'de Sadist adıyla yayınlanan romanından uyarlanan, yönetmeni Hakan Boyav olan, Adana Devlet Tiyatrosu'nun iki perdelik oyunu Ölüm Kitabı "Misery", dekor ve ışık tasarımıyla göz dolduruyor. Başarılı gerilimi; etkili ses efektleri ve ürkütücülüğü dozunda bir müzik destekliyor.

Ölüm Kitabı; yazdığı son romanını yayınlanmak üzere yayın evine götürürken kaza geçiren Paul Sheldon'ın, o güne kadar yazdığı tüm kitaplarını neredeyse satır satır bilen Annie tarafından kaza yerinden alınıp ıssız çiftlik evine getirilmesiyle gelişen bir oyun.

Eski hemşire Annie, yazarı bir anlamda evinde mahpus ederken onun yayımlanmamış romanını okuma fırsatı da bulur. Ve o roman üzerindeki sözcükleri ahlak dışı bularak yazarla tartışır. Aslında Annie, yazarın Misery serisinin hayranıdır, ve yazarın Misery karakterini son romanında öldürüp seriyi bitirmesine öfkelidir. Oyun ilerledikçe gerilimin dozu yükselir. Annie, yazardan Misery karakterini yeniden canlandırmasını ister. Ona bir daktilo ve kağıtlar alıp bir oda düzenler. Yazarın itirazlarını bertaraf edecek bir kozu ve tehdit unsuru vardır elinde.
Oyunun sonu yaklaştıkça bir yandan Annie'nin geçmişini anlarsınız ve gerçekle hayali nasıl iç içe koyup yaşadığını farkedersiniz.
Bütünüyle üst düzey bir oyunculuk gösterisi olan Ölüm Kitabı'nın en önemli anlarından biri; gerilimin dozunu tavana vurduran müzik ve ışık efektleriyle desteklenen ayak kırma sahnesidir. Salondaki pek çok seyircinin vahşetten ürküp başını yana çevirmesini sağlayacak kadar başarılı canlandırılır. (Romanı okuyanların betimleme açısından en öne çıkardıkları andır bu.)
Tiyatro deyince komiklik algılayan bir kısım seyircinin, şizofren bünyenin gelgitlerininin bir yansıması olan diyaloglara zaman zaman kıkırdamasını; gerilimin yansımasından kaçıp mezarlıkta ıslık çalma olarak yorumlayabileceğimiz gibi; karakterlerin, Ahenk Demir ve M. Şekip Taşpınar* tarafından büyük bir başarıyla canlandırılmasının teyidi olarak görebiliriz.
Ölüm Kitabı, radyo tiyatrolarının tadını yaşatan bir oyun. İzlediğim oyunda illa da sahne kalabalık olacak demiyorsanız... Karakter analizleri yaparken sağlam bir öykü üzerinden gerilim yaratan tiyatro oyunları sizi sıkmazsa... En azından emeğe ve sanata saygınızdan dolayı yanımda oturan çift gibi birinci perdenin sonunda salonu terk etmeyecekseniz... Jack Daniel's seviyorsanız... Dekorları Sinan Yardımedici'ye, ışık tasarımı H.İbrahim Karahan'a ait, M. Şekip Taşpınar ile Ahenk Demir'in gerçekten muhteşem oynadıkları 2,5 satlik bu şahane oyun, aklınızın not defterinde bulunsun.

*Paul Sheldon'ı oynayan M. Şekip Taşpınar'ı Kurtlar Vadisi hayranları hatırlayacaklardır.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP