29 Aralık 2009 Salı

Siz Yine de Gelin Beni Dinleyin...

Dün; farkında mısınız bilmiyorum ama bir toplantıda başbakanımız, güneydoğu başta olmak üzere ülkenin değişik yörelerindeki eylemlerde taş, molotof atan çocukların ıslah edilmesi konusunda dahiyane bir çözüm üretti. Duyarlı ve duygulu insanlarımıza seslendi. Yine en zeki ve en pragmatiğinden çözümü buldu. O çözümü bulunca, benim aklım da en direğinden sapkın fikirlere gark oldu. Anında aklıma düşen Franco İspanya'sının klasik uyku hapı, ideolojiler üzerinden günlük yaşam analizleri yapanların olmazsa olmaz klişesi üç f (fado, futbol, fiesta) oldu...

Akıl bu ya, sapınca sapkın yollara, bir de bakınca gündemdeki karmaşaya, iyi niyetinden ve saflığından hiç şüphem olmayan sayın başbakanın entelektüel düzeyinin yetersizliğine kesip cezayı, hiç sosyoloji diye bir bilimin varlığına atıf yapmaksızın; bu çocukların, büyüklerin adına 'düşük yoğunluklu savaş' dedikleri ne idüğü tanımlanamamış bir karmaşa içinde çocuk bile olamamış hallerini düşündüm. Her biri, yoksulluk ve yokluk denen ağacın dallarından düşe kalka heba olmuşken; tıpkı ve senelerce üzerine sözler söylenmiş, kitaplar yazılmış, çözümler aranmış Almanya'da doğan ikinci üçüncü kuşak Türkiyeli çocukların düştüğü durumun aynısını, üstelik de kendi ülkelerinde yaşadıklarını düşündüm. Bir insanın kendi topraklarında ötekileştirilmesinin, yabancılaştırılmasının yarattığı kimlik sorunlarının, küçük yüreklerdeki ağırlığının altından kalkamadım. Bir yandan ergenlik sorunlarıyla boğuşmak zorunda kalan bu çocukların, hiç çocuk olamama hallerinden bakarak, her şeyi kader olarak adlandıran büyüklerin vurdumduymaz siyasetlerine ve o siyasetlerin empati yoksunu basit ve faşizan çözümlerine kızdım.

Bu kızgınlığa alaycı bir bakış yükleyip şöyle bir göz attım yaşama. En kenarından mahallelerin en ücralarında dolaştırdım aklımı. O aklım gördü ki, bu ülkede bir çocuğun en kolay ulaşabileceği şey top. En ücra bakkalda fiyatı iki ekmek parasını geçmeyecek fiyata plastik toplar görmek olası. Ve bu ülkenin her sokağında, en ücra çayırında, en piknik alanında, en okul bahçesinde, evinin odasında top peşinde koşan çocuklar görmek en sıradan olgu... Televizyon ekranlarında, yazılı basının sayfalarında tonlarca top üzerine yazı, söz, fotoğraf ve gündem var. Sonra düşündüm ki; onca topa rağmen bu ülkenin başbakanının kastettiği toptan yetişmiş bir adam çıkamamış bu ülkeden dünya arenasına... Ama baktım ki bir de; yazın dünyasından, bilimden, müzikten, resimden bir sürü insan sunmuş bu ülke... Hatta her ne kadar kendisi ve ödülü tartışılsa da nobel ödülü almış bir yazarımız bile varmış. Ödül üzerine ödüller alan filmlerimizi yazmıyorum bile...

Kısacık bir yazı planlamışken yine sözü fazlasıyla uzattım farkındayım. Niyetim bir paragraflık bir yazıda bir öneri paylaşmaktı. Yazıya o niyetle başlamıştım. Sözüm ona, başbakanın ''bu çocukların elinden taşları alıp yerine top verelim'' cümlesinden hareketle, 'hazır yılbaşı gelmişken ve sevdiklerinize hediye de alacakken diye başlayan, çocuklara kitap alın diye devam eden ve bunu düşünenlere bir seçenek olması açısından bir kitap önerisini içinde barındıran 'parodi' tadında bir yazı hevesiyle başlayıp kervanı yolda dizmeye kalkınca ortaya çıkan yazı; üzgünüm ki bu oldu.

Bu ülkede ne yazık ki bazen gülmek isterken bile insan takılıp kalıyor hüznün oltasına bir şekilde; hele çocuklar söz konusu olunca...

Son sözüm şudur efendim: Siz gelin başbakanı dinlemeyin beni dinleyin, bu yılbaşında bir çocuğa iz olun. Ona bir kitap alın. Eğer aklınızda bir kitap adı yoksa; belki daha önce de okuduğunuz BİR ÇOCUĞUN YAŞAMINA DOKUNMAK İSTERSENİZ; ONA BU KİTABI ALIN: başlıklı yazımdaki önerime kulak verin.

Görsel: La Loba
Galeri : DeviantART

28 Aralık 2009 Pazartesi

Bir Kelebeğim Olmuştu

 

Yıl 2005

Geliş


*... Ben boşlukları dolduruyorum...

Ama düşünüyorum da hayatımda ilk kez boşlukları olmayan bir adamı göreceğim. Babamdan sonra ...

Günlerden beri ilk kez bir sabaha heyecanla uyanacağım.

Ve günlerden beri ilk kez günün geldiğine sevineceğim.

Oraya geldiğimde yanılmayacağım ve yanıltmayacağım, bunu biliyorum. Ama tersi olsa bile zamandan çaldığım günler adına mutlu olacağım yine de.

İnceliklerim yüzünden oluşan kabalıklara müdahale edemedim. Ama asla ben olmaktan vazgeçmeyeceğim. Kendimle mutluyum.

Sonucu ne olursa olsun hep içimdeki çocuğun çizdiği rotada kalacağım.

Yine delice seveceğim. Yine kusturacağım sevgiden...

Yine sonsuz kere sonsuz güveneceğim. Yine yanılacağım...

Ama yolum bu...

Ve ben değişmeyeceğim.


Bir gün bir yerlerde bir adam bunu anlayacak. O gün gelene kadar ve o günden sonra da ben olmaya devam edeceğim.

İyi ki varsın. Ve keşke o adam sen olsan...

Belki de sensin kimbilir?

Bu bir rehavet değil, kapıp koyvermek de değil; bu sadece çocuk bir kadının içindeki bir istek... Bir umut...

Ama olmasan bile şu günlerde seni hissetmek yaşama tekrar tohum atmama sebep oluyor. Kimbilir, belki de çiçek açarım yeniden...

Ama bunun kokusu farklı olacak; çünkü, bu sefer toprağın verimli kokusunu hissediyorum...






Yıl 2005

Dönüş

*...

Sıradan hiçbir şey yaşanmadı bu iki gün boyunca...

Belki sıradanlaşsaydı; bu iki insan birbirine bu kadar yakın olmayacaktı.

Kesinlikle böyle .

Biz; hiçbir toplum kuralının ve hiçbir insan mantelitesinin alamayacağı ve anlamayacağı kadar insandık; ve asla hiç kimse bunu, o dört duvar arasında yaşanan tertemizlikleri, bizim kadar bilemeyecek. Ve asla da inanamayacak...

Sanırım dünya bunu gerçekleştiren insanların temiz ruhları sayesinde dönüyor.

Her şey için ve her şey adına ve daima sana minnettarım.

Ve yine: Her şey için ve her şey adına sana yürek dolusu teşekkür ediyorum.

İyi ki varsın ve daima olacaksın.

Bundan sonraki adımlar önemli...

Şimdi gelelim bu iki günün kadına kazandırdığına: ARTIK KENDİ DEĞERİMİ ANLAMANIN ZAMANI ...



2009 Sonu

2010'a 3 gün kala.


Mesleğinde yükseleceğini ve bu kadar ünlü olacağını ben biliyordum.  "Falcı" ben miydim?:)

Ne dersin?;)

Mutlu Yıllar ...





Ve sonra...

 

Bir Kelebeğim Olmuştu'nun giderken bana bıraktığı turkuaz bilekliğinin koyduğum yerdeki sahiciliğine baktım. Onu yolcu ettikten sonra, eve döndüğümde klavyenin başına oturup yazdıklarımın lezzetini ve sahiciliğini okudum bir kez daha...

Ve sonra, birden, ameliyat sonrası kız kardeşte kalınmış bir haftanın dönüşünde bilgisayarımı açtığımda, oğlunun öldüğü gece acısını sığındıracak biri olarak beni görüp online bulamadığı MSN'ime döktüğü sızıları hatırladım. Telefonla aradığımda, verilen ilaçlarla boğulmuş, konuşamayacak kadar uyuşmuş sesinden ''canım dostum'' deyişini duydum.

 
* Sergey Rahmaninov hayranı Kelebeğin mektuplarından satır araları...

24 Aralık 2009 Perşembe

Taşra Üniversitesi

Ülkenin gelişmekte olan taşra üniversitelerinden birinde okuyan bir genç varmış. Adının ÖSS olduğu zamanlarda girdiği "malum sınavı" kazanabilmek amacıyla dersaneye başladığında, dersanenin muhtemelen yıl sonunda bastıracağı broşürlerine, şehrin en işlek caddelerindeki büyük reklam panolarına "x dersanesi yine kazandırdı!" sloganıyla yazdıracağı "kazananlarımız" listesinde isminin bir şekilde bulunacağını, yani sınavı kazanacağını aslında daha ilk günlerden biliyormuş. Hatta yaklaşık olarak kaç puan alabileceğini de! Her ne kadar dersane yönetimi onu yalnızca arasının olmadığı matematik netleriyle, haftanın 7 günü erken uyanmaktan bıktığı için geç kaldığı derslerle değerlendirse de...

Sınava yaklaşık bir ay kala aile dostu dersane müdürünün ailesine: "Sizin genç size bir sürpriz yapabilir!" dediğini öğrendiğinde ve ailesinin de bu habere sevindiğini gördüğünde çok bozulmuş. Sanki onun sınavı kazanabilmesi sürprizmiş gibi! Çünkü o, hedefini daha orta okuldayken belirlemiş. Çünkü o, yeteneklerinin neler olduğunun, nelerden hoşlandığının çoktandır farkındaymış...

Velhasıl istediği bölüme yerleşmesine imkan tanıyan puanı cebine koyduğunda, ailesinin "Bizim oğlan Ankara Üniversitesi'nde, Boğaziçi'nde okuyor efendim" diyebilecek olmasını hiç önemsememiş. Sınava bir kez daha girse Ankara ya da İstanbul'da okuyabileceğini bile bile yazmış tercih kağıdına taşra üniversitelerini. Çünkü onun hedefi şaşalı bir üniversitede istemediği bir bölümü okumak değil, istemediği bir yerde de olsa istediği bölümü okumakmış. Bunun için de zaman ve moral kaybetmeye niyeti yokmuş.

Nitekim kazandığı üniversiteye kayıt olmaya gittiğinde okulun yokluklarını değil, imkanlarını görmüş hep. Güzel fakültesini, rahat amfilerini, bazı genç ve idealist akademisyenlerini, o şehirden beklenmeyecek derecede modern olan apartını gördüğünde sevinmiş. Bardağın dolu tarafına bakmış hep.

Yeni okulunda ilk yılını devirip eve döndüğü zaman: "Nasıl kafana uygun adamlar bulabildin mi?" sorusuna cevap vermek için ne diyeceğini bilemese de, bu durumu hiç önemsememiş. Sınıfının 4'te 3'ü üniversitesinden memnun olmayan, "Ne işim var benim burda!" diye söylenen, yaptıkları bilinçsiz tercihlerin suçunu okula yükleyen; fakat kendisinin 10'da 1'i kadar buna hakkı olmayan tiplerden oluşuyormuş çünkü. Zaten o da bunu yapmayanlarla daha çok muhabbet etmiş, arasındaki sınıf ve genel kültür farkı buna müsaade ettiği müddetçe. Megaloman değilmiş yalnız, bunun nedeni kendini diğerlerinden üstün görmesi falan değilmiş. Çünkü kendisiyle eşit koşullarda büyüme şansları olsaydı, onların da kendisinden hiçbir farkları olmayacağını, hatta fazlaları bile olabileceğini anlamış.

İlk senesi, artık üniversiteli olduğunu anlama çabalarıyla geçtiği için, etrafında olup bitenlerin fazla farkına varamamış. Daha doğrusu buna dikkat etmemiş. Fakat ikinci yılında işler biraz değişmeye başlamış. Ne zamanki açılım denen şey ortaya çıkmış, insanların algıları televizyonda konuşulanlara, gazetede yazılanlara bakarak değişmeye yüz tutmuş, o zaman farkına varmaya başlamış bazı şeylerin. Örneğin sınıftan biriyle yaptığı olağan muhabbetlerden birinde: "Bizim baba tarafı Elazığ'lı" dediğinde, kendisine direk: "Kürt müsünüz yoksa?" diye sorulmuş! Bir tek kürtçe kelime bile bilmemesine rağmen... Türk mü, Kürt mü olduğunu az-çok eğitimli bir insan, onunla yaptığı 3 dk'lık basit bir sohbette bile kolayca anlayabilecekken... Üniversitenin bir kulübünde başkanlık yapan bir öğrenci sormuş bunu ona üstelik! Ayrıca pardon da, Kürt olsa ne olacakmış yani? O, insanları Kürt mü, Türk mü, Ermeni mi diye değil, insani vasıflarına bakarak değerlendirirmiş çünkü.

Ertesi günlerde teşkilat adını verdikleri bir oluşuma bağlı olduklarını söyleyen, teşkilatın oluşumla eş anlamlı olduğundan bile habersiz, Polat Alemdar görünüşlü öğrencileri tanımaya başlamış. Bunlar üniversite içindeki fakültelere, bölümlere, sınıflara "reis" adını verdikleri sözde sorumlular atayan, ülkeyi kurtarmaktan bahseden, fakat ülke hakkında en ufak bir bilgisi olmayan adamlarmış. Zaten ülkenin kurtarılması mı gerekiyormuş ki?

Teşkilata girme nedenleri, kızlara hava atmak ve kantinde bir masayı kapatıp etrafını bayraklarla, hilallerle donatarak bütün gün orada oturup tiplerinin hoşlarına gitmediği kişilere ters ters bakmak olan bu öğrencikler, erkeklerde uzun saça ve küpeye kesinlikle karşıymışlar. Grup halinde dolaşmak ve mülayim gördükleri yalnız gezen öğrencilere sataşmak en büyük eğlenceleriymiş. Bu öğrencileri önce kendi saflarına katmayı deniyor, olmazsa "Dayak cennetten çıkmadır" anlayışıyla bir güzel uyarıyorlarmış...

Bunların üzerine bizim genç de havalar soğuduğunda, yani artık daha kalın olan montunu giymesi gerektiğinde bir kararsızlığa düşmüş. Çünkü onun bir parkası varmış! Acaba ona da bir sataşan olurmuymuş ki? Geçen yıl tüm kış boyunca hiç böyle düşüncelere kapılmadığını, hatta bu ihtimalin aklının ucundan bile geçmediğini hatırladığında kendisine çok kızmış. Parkasını bir çırpıda geçirmiş sırtına ve yine her zamanki rahatlığında, okulun yine her zamanki olağanlığında olan yolunu tutmuş.

Sınıfa girip iki yıldır tanıdığı arkadaşlarından birinin yanına otururken ona ilk söylenen söz: "Ortalık karışık, kan gövdeyi götürüyor, dikkat et kendine" olmuş; kendisi merhaba demeye hazırlanırken! Bu söze ilk anda bir anlam verememiş; daha sonra bunu söyleyen öğrencinin şu ünlü teşkilatla ilgili olduğunu anımsamış. Ardından kendisine tehditvari çıkışı yapan öğrencikçiğe dönüp: "Bir kaban yüzünden benimle ilgili iki yıldır bildiklerini bir çırpıda unuttun ya, helal olsun sana" demekle yetinmiş. Ders bitene kadar ona tek bir kelime daha etmemiş. Ders bittiğinde ise bizim gence ilk iyi akşamlar dileyen, onu kendi çapında tehdit eden öğrencik olmuş. Ertesi gün de muhabbetleri yeniden normale dönmüş...

Fakat yeni farkına vardığı bu olayların etkisinden bir süre daha çıkamamış. Kampüs içinde yürürken yanından geçenleri "Acaba uzun saçlı mı, küpe takmış mı, parka giymiş mi?" diye düşünerek göz ucuyla kontrol etmeye başlamış. Zamanla böyle kişilerin sayısının bir elin parmaklarını geçmediğini farketmiş.

Geçtiğimiz sene böyle takıntıları olmadığı için, bu seneyle geçen seneki miktarlar arasında karşılaştırma yapma şansı da yokmuş...

Şimdi bu genç kendi doğrularını uyguladığında mı ülkeye daha yararlı olur, yoksa ülkeyi kurtarmaktan bahsedenlerin doğrularını mı?...



Not: "Taşra Üniversitesi" deyimi bana ekşisözlükten bulaştı. Yoksa üniversitenin olduğu yerin taşra olarak anılması mümkün mü???

22 Aralık 2009 Salı

Deli Deli Ol(ma)...

Bir kaç ay önce Canavarlar Yaratıklara Karşı animasyonu üzerine yazdığım yoruma şu satırlarla başlamıştım:
Hayalimi ''Deli Deli Olma'' üzerine kurmuştum. Kars, en sevdiğim şehirlerden biriydi. Son Malakanlar'dan görmüşlüğüm vardı. Hatta filmi izlesem, yorumlarken çok güzel anılar paylaşmayı, Malakanlar'dan daha ilginç biriyle karşılamış olmanın yarattığı şaşkınlığı, sokaklarını, binalarını ve başımıza gelen daha bir sürü aksiyonu yazmayı planlamıştım. Ama, son dakika çalımını yiyince Tırtıl'dan; hepsi, şimdilik yattı...

Kardeş Kelimeler başlıklı 'öyküsel' yazımın içine de şu satırları koymuştum:

Nefretin, öfkenin, tutkunun, kıskançlıkların, ihtirasların büyük sevgilerle, hayranlıklarla, şefkatle ve özlemle iç içe olduğunu da biliyorum. Hayatı yaşanılabilir kılan her şeyin, aşkın, karşıtlıklarıyla bir arada olduğunu, tüm bunları göze alabilenlerin de cesur insanlar olduklarını biliyorum. En büyük öfkelerin, en ağır can acıtmaların, en çok sevilenlere yapıldığını da biliyorum. Bazen, en tutkulu aşkla bağlı olunandan en kanlı, en vahşi intikamın alınmak istendiğini; çarmıhlara gerilse, oradan indirilip yerlerde sürüklense, sonra dilim dilim doğransa da ruhun tatmin olmadığı, ama öfke dindikten sonra onun için acı çeken, nefes almakta zorluklar yaratan bir özlem, bir sızı düşen kalpler de olduğunu biliyorum. Buna aşk dendiğini de. . .


Bu filmi izlerken, ilk kez bir film üzerine yazacaklarım konusunda zorlandım. O kadar sevdim, o kadar sahiplendim ki filmi, neresinden başlayacağımı bilemedim. Bir an, küçük Alma' nın ve Mişka'nın ayrı ayrı yorumlarından aynı şarkıyı koymak istedim sadece; her şeyi anlatsın diye... Sonra tıpkı Karpuz Kabuğundan Gemi Yapmak üzerine yazdığım yazıdaki üslubun benzeri anlatımla evvel zaman önceye gidip, Kars anılarımı filmle harmanlayarak yazmak istedim.

Sonra, her bir sahnede duyduğum heyecanı ve filmi sahiplenme duygumu, her bir sahneyle birlikte satır satır sıralamak istedim. Beceremedim.

Sonra, tek bir sahnede bile aşkı bu kadar güzel, bu kadar yalın ve bu kadar naif anlatan kaç film var ki diye düşündüm; ve sadece o sahneyi öne çıkarmak istedim.

Sonra, tüm bunları yaparsam eleştirilebilecek yanlarını görmezden gelip taraf mı tutmuş olurum diye düşündüm.

Sonra; başından beri hissettiğiniz, farkına vardığınız bir klişeyi yine de bu kadar dokunaklı ve farklı kılan oyuncuların, abartıyı bile lezzet haline getirerek filme katışlarına bakıp, her bir sahneyi 'üreğimle' sevdim.

Sonra; asla ana hikayenin önüne geçmeden bütünüyle onu tamamlayan yan öykülere ve elbette çocuklar başta olmak üzere oyunculuklara dokunmak istedim.

Bazen gülümserken, o gülme anında bile gözümün ucuna gelen damlaların her birine sayfalarca kelime dökmek istedim.

Alma'nın sınav salonunda köyünü, insanlarını anlatışındaki yerel dilinin sıcaklığından yola çıkarak, filmin her karesindeki karın ve kışın, yumuşak ve şefkatli duruşunu yazmak istedim.

Şerif Sezer'in bazen teatral yüklemeler yaparak, bazen bilinçli bir abartıyla oynadığı karakteri; hiç kolektif dağılımın dışına taşırmadan öne çıkarışındaki oyunculuğuna şapka çıkardım.

Ve Tarık Akan'ın oyunculuğunu en çok bu filmde sevdim.

Ama Mişka ile Popuç'un Karşılaştığı o sahne ve Popuç'tan yansıyan duyguların karşılığını, daha doğrusu söze dökülmüş halini çok önceden yazabilmiş olduğum için, kendimi de pek sevdim.

Ben bu filmi, çok ama çok sevdim.

Kaz etimi verecek kadar çok hem de!


18 Aralık 2009 Cuma

Önce Yüreklere Açılım!



“Kara bir yürekten kızaran bir yüz evladır”

-Portekiz atasözü


'Sarı- kırmızı- yeşil' yön şeritleri Batman'da sakınca yarattı!' spot başlığı ile Radikal Gazetesi'nde yer alan habere göre; Devlet Hastanesi acil servisindeki Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) hastalığın aciliyet derecelerini sembolize eden ve o derecelere göre servisleri tayin eden uluslararası trafik levhalarının benzeri standartdaki işaretleri, terör örgütünün renklerini simgelediği gerekçesiyle polis tarafından fotoğraflanıyor ve ardından da hastane yöneticileri tarafından (muhtemelen talimatla) sökülüyor.

Dünyanın her yerinde var olan bu işaretleme şekline göre; kırmızı ağır, sarı acil olmayan, yeşil de ayakta tedavi görmesi gereken hastaların gideceği yönü gösteriyor.

Aslında eski model Opel araçların km saatlerinin başlangıç noktasından o anki hızı gösteren bir şerit çıkardı. Yeşilden başlar, hız artıkça sarı olur ve hız epey artınca da kırmızı çıkardı ortaya. Bu hiç sorun yaratmamıştı, çünkü o zaman memlekette Kürtler ve sorunları yoktu.(!)

Bu haberi okurken yine bölgede yaşanmış eskiye dayalı bir olayın haberi geldi aklıma. Devletin bugünkünden daha katı ve 'kör gözüne' olduğu yıllarda, açılım maçılım lafları yokken henüz ortada, Kürt kimliği kart kurttan evrilip de Kürt halini alamamışken henüz, polis, vitrinindeki kablo rulolarını sarı, kırmızı, yeşil olarak üst üste dizdi diye bir elektrik malzemeleri satıcısına fil(!) olduğunu söyletmeyi başarmıştı.

Görsel: Milliyet.com.tr

16 Aralık 2009 Çarşamba

Cumartesi 13:24 de Yan Sokak ...


Eski adliyenin yokuşundan gelip Yan Sokağa dönüldüğünde, ilerideki kalabalık dikkat çekiyor. Dikkati çeken, sayıca kalabalıktan ziyade, büyük ve hareketli bir caddeye çıkan sokakta yer alan insanların duruş pozisyonlarının yarattığı fotoğraflar...

Yüksek taş duvarın dibine çömeltilmiş beş çocuk -ki yaşları 14,17 arası gibi... İki yanlarında; sokağın ortasında duran üç resmi polise bakıldığında, onların sivili olduğu anlaşılan dört polis daha...

Sokağın eski, güzel ve filmsel haline katkı yapanlar:

Üzerinden çöplerin taştığı, sağına soluna koyulanlardan ve içlerinden çöp toplayıcıların seçtiklerinden arta kalanların tadına kedilerin baktığı, çevrenin tüm yükünü taşıyan çöp konteynırları... Yüksek duvarın üzerindeki liseye ait çam ağaçlarıyla dolu bahçe ve o bahçenin yazları çay bahçesi olarak kiraya verilen kısmı... Sokağın çıktığı caddedeki güneşin aksine, sokağa düşen puslu bir hava ve nemli parke taşları... Çocukların çömeltildiği duvarın karşısındaki ve sokağın tamamını boydan boya kaplayan Sosyal Güvenlik Kurumu'nun, içinde sinema salonları ve işyerleri de barındıran kompleksi... Çocukların çömeltildiği okul duvarının bitişiğindeki; eskiden çocuk yuvası olan, daha sonra balkondan düşerek ölen öğretmen kızı anısına, şehrin önemli şahsiyetlerinin birinin yaptırdığı ve kızının adını verdiği T. B Anadolu Lisesi... Sokağın ana caddeye çıkışının tam karşısındaki kütüphane...

Sokağın başından girildiği anda hissedilen 'bir şey olmuş'luk haline dikkatle ve akıl yürütmeye başlayarak, adli durumlara olan merakın gözleriyle kulak kesilerek anlaşılmaya çalışılan, bir 'ne olmuş ki acaba' hali...

Polis telsizinden, çocukları toparlayıp karakola götürecekleri araca son derece olağan bir durumun anlatılması tadında sokağı tarif eden anons...

Olayın tüm kahramanlarına bakıldığında her birinin aynı hali çok defa yaşamış olduklarının rahatlıkla anlaşılabileceği bir olağanlık...

Sokağın bir yanında iki liseyle, diğer yanının tamamında Sosyal Güvenlik Kurumu ve çocukları yakalayan kolluk güçleriyle var olan devlet...

Çocuklarda ve polislerde; sanki önceden tariflenmiş, çokca provadan sonra bir çok kez sahneye konmuş, defalarca sahnelenmiş bir oyunun 1. perdesinin oyuncuları benzeri bir telaşsızlık...

Olayın ne olduğunu kavramaya çalışarak yürümeye devam ederken, aynı sahneye uzaktan bakan, saçlarına ve üzerindeki iş kıyafetine dökülmüş kireçlerden okulun tadilat gören alt katında çalıştığı anlaşılan, onlarla aynı yaştaki ve onlar gibi okulsuz çocuğa sorulan, ''ne olmuş?'' sorusu...

Eve ekmek parası götürmenin yüklediği 'kocaman adamlık' haliyle efendice ve tabloyu hiç tasvip etmediğini belli eden büyük adam ahlakıyla verdiği, ''içip içip, elalemin kızlarına sarkarlarsa, olacağı budur,''eleştirel yanıtı...

Polislerle birlikte sergi fotoğrafı haline gelmiş; muhtemelen parçalanmış yoksullukların dalından düşmüş çocuklardan birinin, sokaktan geçen bir insan terbiyecisi(!) tarafından atılan laf dolayısıyla onunla aralarında oluşan tartışmanın savunusunu; polislere dönerek, ''kafam iyi abi'' cümlesini başa koyarak yapması...


Tüm bu haller ve insanlar: Şehrin en eski sinemasının yıllardır filmi biten seyirciği boşaltmak için çıkışı verdiği Yan Sokak'ta, bölgenin tüm hareketliliğinden ve sosyalliğinden kuytulanmış bir halde, bir cumartesi günü varoldular!

Görsel: Google Earth

15 Aralık 2009 Salı

Durum...


...yüzü hala güzelliğini koruyordu, o da ruhsal huzurunu, hislerini ve kalbinin katışıksız, dostça sıcaklığını yitirmeyen tüm kadınlardaki gibi yaşından epey genç görünüyordu.

Dostoyevski- Suç ve Ceza 3.kısım (sayfa 148)
Görsel: Victoria V.- widelec.org

14 Aralık 2009 Pazartesi

Hayatı Öğrenmek Adına En Özel Tanıklığısın Ömrümün 1

Komutanlarını, sorumluluk alanında olan o kente götürdükleri zamanlarda; o, gerekli denetimleri yaptıktan sonra yemeğe gidince, o ve arkadaşları da kışlanın askerleriyle takılırlardı. Oranın askerleri, daha doğrusu tabur komutanının şoförü, postası ve muhafızı maceralarını dillendirir, çapkınlıklarına vurgu yapar, aktıkları alemleri ballandıra ballandıra anlatırlardı. Nasıl olsa dilin kemiği yoktu ve gelenler de uzaktaki bir şehrin askerleriydi; görev dışında oraya gelme olasılıkları yoktu, dolayısıyla da dilediklerince hava atabilirlerdi.

O gece o şehre gitmeye karar vermişlerdi. Niyetleri, onların onca anlattıklarını aslında yüzlerine çalmaktı. Daha çok da alemin en fırlama askerleri olduklarını göze sokup, şöhretlerine şöhret katmaktı. Adları kadar eminlerdi ki; onca cümleyi kuranlar değil gece, gün içinde bile çıkamıyorlardı birliklerinden. Üçü aralarında anlaştı, evli olan beşinciyi gerektiğinde ve gece ihtiyaç olduğunda komutan tarafından çağrılma olasılığına karşılık durumu idare edebilmesi için bulundukları yerde bıraktılar. Kendilerinden yaşça büyük olan dördüncü arkadaşları, o gece çıkmak istemediğini söylüyordu, altıncı da izinde olduğu için zaten yoktu. Üçü nereye gideceklerini biliyorlardı ama dördüncü sanıyordu ki bulundukları kentte bir yere takılacaklar. Diğerleri nereye gideceklerini söylediklerinde dördüncünün kabul etmeyeceğini bildikleri için kendi aralarında bir plan yaptılar. Plan poker oynamaktı. Ama oyun oynanırken eli iyi olan başını kaşıyacak, diğerleri ona göre davranacak ve dördüncüye oyunu kaybettireceklerdi. Oyunu kaybeden de diğerlerinin seçimine uyacaktı. Her türlü plana ve anlaşmışlığa rağmen bir türlü dördüncüyü kaybeden pozisyonuna sokamıyorlardı. Vakit hızla geçiyor, gidiş ve dönüş için kullanabilecekleri zaman azalıyordu. Sonunda daha fazla dayanamayıp durumu açıkladılar. Doğal olarak maceranın tadı ağır bastı ve onları yalnız bırakmaya gönlü elvermeyen dördüncü de katıldı aralarına...

Sivil kıyafetlerini giyip park yerine bırakılmış arabasına gitmeleri çok zamanlarını almadı. Önemli ve sorumlu görevlerde; üçü yirmi- yirmi bir yaşlarında, dördüncüsü yirmi yedi yaşında dört genç adam özel arabaların durduğu orduevinin üst otoparkından arabayı alıp bağlı oldukları birlikten çıkarak- izinsizliğin yanı sıra garnizon dışında olmanın tüm risklerini de göze alarak- yaklaşık iki yüz kilometre uzaklıktaki kente gitmek için geceye karıştılar.

Virajlardan birinde limit üstü hızla önündeki arabayı sollayıp karşılarına çıkan otobüsün soluna, kendinin sağına dalıp makastan çıktığında sola yüklediği arabanın sağ tekerleğinin çamurluğa değen sesine arka koltuktan gelen, "Altından geçseydin bari," cümlesine, "Az sussaydınız da karşıdan gelen arabanın sesini duysaydım," esprisiyle karşılık verdi. Bu minvalde bir ritimle, arabanın gücünü, limitlerini sonuna kadar kullanarak, yaklaşık bir saat kırk dakikada vardılar o kente.

Arabayı birliğin karşısında durdurdu. İçlerinden İzmirli olan inip karşıdaki nizamiyenin nöbetçi yerine yaklaştı. İçeri girdi ve oradaki askere, bir gün gelin de sizi de yaşatalım, diyen, görevleri dolayısıyla farklı şehirlerde sıklıkla karşılaştıkları, kendi birliklerine geldiklerinde çok da iyi ağırladıkları üç askeri sordu. Görevli asker, sivil giyimli kişiye "Sen paşanın şoförü falanca değil misin?" diye seslenip onu tanıdığını belli ederken dahili telefondan içeriyi arayarak durumu anlattı, gelen yanıt bütün o söylenenlerin, atılan havaların ne kadar boş olduğunu ortaya koymaya yetmişti. Anlatılması kolay, yapılabilmesi güç olan bir davranışın gerçeklik halinin bütün çuvallamalarını anlatmaya yetiyordu ortaya koyulan mazeret. Kapıya kadar gelip bir hoş geldiniz demeye bile yetmemişti cesaretleri...

Durumun kendi aralarında biraz geyiğini yaptıktan sonra, oraya kadar gelmişken o coğrafyada sadece o kentte olan bir mekana gitmeye karar verdiler. Fellini’nin Roma'ya bakışındaki lezzette ve o gözlemcilikle küçük sokağın sağına soluna bakınarak yürümeye başladılar: Islaklığına kırmızılı mavili floresan ışıklarının vurduğu, bağırdan şarkıların yankılandığı, abartılı renklerin renk kattığı, küçük küçük evlere tıkışmış kadınlar ve onları izleyen; kapalı bir anadolu şehrinin çapkın bakışlı, hovardalığın etiketini rol bellemiş, hazzın tatlı tatlı gülümsemesini yüklenmiş farklı yaşlardan erkeklerinin dolaştığı sokakta...

Herkes kendi cesaretince birini seçerken, onlar da öylesine bakınıyorlardı. Öylesine bir aşk özlemi çekiyorlardı ki en romantiğinden... Güzel bir akşamdı. Oraları, onlar başka türlü anlamlandırıyorlardı. Ev gibi kutsal, sıcak anlamlar yüklenmiş bir mekanın 'genel' takısıyla tanımlanmış ve çoğaltılmış hali; toplumun çoğunluğunun ahlaki yargılamalarından bakınca aslında insanlara nasıl da iğrenç geliyordu. Dolayısıyla o mekanların işçileri de... Evlerden birinin ışığında, kendi ışığını etrafına yayan, sanki bir sosyolog gibi diğer kızlara yaptıkları işin her hangi bir yerde çalışmak kadar onurlu, hayatın bütün orospuluklarından bakınca da yaptıkları işin aleniyetinin delikanlılığından, lafları eylemleri oraya buraya çarptırmadan yaşama biçimlerinin dürüstlüğünden söz ediyor sanılırdı. Hiç tarzı olmadığı halde o genç kadın, kaçınılmaz bir şekilde onu çekti. Göz göze geldiklerinde değerler silsilesine çok şeyin katılacağını görmüştü. Yatağın üzerine uzanılmış, aleladeliğe anlamlar katmaya çalışan dokunuşların arasında gözü komidinin üstünde duran, ara verilmiş kapağı üstte dönük kitaba takıldı; kitap, o sıralarda okumakta olduğu Judith Guest'in Sıradan İnsanlar'ıydı. ...2.Bölüm

Görsel: Nikola Borissov- Widelec.org

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP