10 Ekim 2009 Cumartesi

SONGS FROM THE LABYRINTH İle Keyifli Bir Zaman Yolculuğu


Dünden beri aklıma düşen ve evde aranıp durduğum bir albüm var: Bu, çok sevilen sanatçı Sting'in belki de en az tanınan, hatta çoklarımız tarafından hiç farkına varılamamış ve bilinmeyen bir albümü.

Sanatçı, 2006 yılında çıkan, ülkemiz dahil bir çok yerde fazlaca tanıtımı yapılmayan, dolayısıyla da gümbürtü kopartmayan 23 şarkılık bu albümünde çok farklı bir tarzı deniyor.

Bu duruşun, sorumlu bir sanatçının dünya kültürüne kolleksiyoner bir katkısı olduğunu söylersek, durumu daha da net açıklamış oluruz sanırım...

Sting; şiir ve enstrümantal kısımların ağırlıkta olduğu bu albümde, İngilterede yaşayan İrlanda asıllı erken dönem bestecilerinden John Dowland'ın(1563-1626) Lute* için yazılmış eserlerini, Bosnalı 'Lute'* sanatçısı Edin Karamazov ile birlikte seslendiriyor.

Dini ve siyasi çatışmaların yoğun olduğu bir dönemde yaşamış müzisyen John Dowland'ın ölümünden yaklaşık dört yüzyıl sonra; onun dingin, melonkolik, sevinçli, büyüleyici ve seküler eserlerini yeniden gün ışığına çıkaran, o yıllardaki söyleyiş biçimiyle hayata yeniden kazandıran Sting: Bu önemli katkısıyla, -her ne kadar- çağın önceliği ticari başarı noktasında hedefine ulaşamamış olsa da, insanlığa yaptığı bu kültürel sunumla gönüllerin sultanı ve unutulmazlarından biri olmayı bir kez daha başarıyor.

Güzel bir tatil gününde elinizde kahve kokusu, önünüzde bir kitap ya da bir dergi, belki de günlük gazetelerle süregiden neşenize müzik de eklemek isterseniz, buyurun: Sting'in duru, romantik ve büyüleyici sesinden keyifli bir zaman yolculuğuna...

Songs From The Labyrinth için buradan lütfen!


 *Lute

8 Ekim 2009 Perşembe

Kahvaltı


Duştan çıkıp yatağa gelmiş sevgili sipper* bir şeydir... ?

Tenin sıcaklığını örten sıcacık bir soğuk vardır ya vücutta... Ve diken dikendir ya hani... Mahrem şeylerin sessiz tonundadır ya herşey... Bir de dardır ya vakit...

Sabahın en erkeninde bir seremoni keyfinde hazırlanan günün ilk kahvesinin dudağa değdiği anla, göğüslerin bedene değdiği anın yarattığı heyecanın benzetililebilir olup olmadığını sormuştum, evvel zaman önce.

Benim cevabım var!

*kelime çok coşkulu bir süper tanımlaması için; bu satırların yazarı tarafından kullanılan ve süperlik halinin en'ini simgeleyen özel bir sözcüktür

Görsel: videlec.org


6 Ekim 2009 Salı

Telvin mi, Telvin Etmek mi?*

Evrenin Dünyası'ndaki Gitmek Köklerinle Birlikte başlıklı yazının içindeki; Bugün Sevgili Pino'nun; 34. yaşını kutlamak üzere, gecikmeli de olsa uğradım durağına, Gitmek İstiyorum yazısını okudum... Ve okurken, yanda gördüğünüz fotoğrafa, yorumlarda kelebek olsam diyen Uzağa Giden Kadını fark ettim; o şehir şehir dolaşıyor biliyorsunuz, satırlarını ve yazının tamamını okuyunca, ve altındaki yorumlara da göz atınca düşündüm ki; bir yolculuk arzusu almış başını gidiyor. Bu sabah bir dergiyi kurcalarken gözüme ilişen Kaya Tanış imzalı bir yazıdan sonra konu üzerine bir şeyler yazma fikrimden ve eyleminden vazgeçtim.

Yazan söylenecek söz bırakmamış ki:

Tasavvuf Edebiyatında "telvin", halden hale geçmektir. Bir halden bir başka hale geçmek, dönüşmek, değişmek... Bu geçiş esnasında, ilk durumu çoğunlukla unutmak ve içinde bulunulan duruma uyum sağlayıp; bir sonraki telvin halini -durumunu- düşünmek ve buna hazırlanmaktır. Kişinin içsel olarak kendini tamamen bırakması ve bir arayışın içine girmesidir. Ozanın deyişiyle: "Bir kapıdan içeri girilir, kapı kapanır. Ve sonra, bir kapı aranmaya başlanır; başka bir kapı: O odadan çıkmak için gerekli olan, bir başka kapı."

Kişi telvin halindeyken bir başka boyuta erişmiş şekildedir. Durgun gibi görülen, ama kendi içerisinde yoğun bir devinimle bütünleşen, derin ve erişilmesi zor bir boyuttur bu. Her bir adım içsel yolculuklarda katedilen yolları neredeyse arındırarak atılır; her bir zerre bu yolculuklarda tıpkı han misali; kişinin tüm yoğunluğuna ve yorgunluğuna ortak olur ve her bir kapı; bir halden başka bir hale geçişin, önceki ile sonrakinin, geçmiş olanla gelecek olanın kilidini ve anahtarını üzerinde barındırır.

Kapı kapanır, bir yol açılır; kapı açılır, bir yol kendine yürür...

David Le Breton'un unutulmaz eseri Yürümeye Övgü'de bahsettiği gibi; "Yürümek, aslında yaşamın o kendine özgü zamanını yeniden bulmaktır." İşte telvin halindeki insan da en çok bu nedenle yola çıkmıştır. Bulmak için: Zamanı, içindekileri ve kendini bulmak için...

Tüm yolculukların da içinde ve sonunda barındırdığı, o en temel öge bu değil midir? Aramak ve bulmak. Bu yüzden her yolculuğa çıkışımda kendimi tıpkı bir telvin halinde gibi hissederim. Büyük bir arayışın içinde yoğunlaşmış, neredeyse kendimden geçmiş ve herşeyi unutmuş... Birçok yolculuk da bu nedenle yapılmaz mı zaten? Unutmak için. geçmişi, geride kalanı... ve tanımak için; o anı, şimdiyi...

Hayatlarının büyük bir bölümünü ya da önemli bir bölümünü bitmeyen yolculuklarla geçiren insanlar; durmadan yorulmadan meydana gelen bu hal değişikliklerini özümsemesini, hayatı tıpkı bir yol gibi özenle adımlamasını, durulan yerle gelinen yer arasındaki o ilişkiyi; kalanla gelen arasındaki o ilişkiyle bütünleştirmesini bilen insanlardır. Tüm bunların üzerine bir de yazma eylemini eklersek, ortya şu çıkar: Bedenen katedilen yollar, ruhen bir sonsuzluğa ulaştırmıştır insanı: Yazıya...

Yazı; 25 Eylül 2009 tarihli k adlı dergide Kaya Tanış tarafından kaleme alınan Alberto V. Figuero üzerine bir analizden alıntıdır.

*Telvin: Boyanmak
*Telvin etmek: Boyamak

Görsel: videlec.org

5 Ekim 2009 Pazartesi

Koyvermiş Uslup...


İyisinizdir inşallah
bis yeni geldik, yoğun işleri halledip trafikle cebelleştik...

duş alıp bişeler içtik ve oturduk ekran karşısına

Çok ösledik sizi...

Düşündük güsel güsel, bir yerden öbür yere yürüme anlarında, sisden bakarak...
insanoğlu işte ...

güsel çıkarımlar yaptık güsel haller üstüne...

bazı mekanlardan geçerken, bazı mekanlarda sizle birlikte olmanın ne hoş olacağına tebessümler ettik.
içimiz neşeyle doldu

tren raylarına bakan masada ve gardaki lokantada yedik öğlen...
ve baktık taa uzaklarına rayların... ne şahanelikti o bir bilseniz...

ya dedik bide; bir güne, bu kadar güzel gülen bi yüzle başlamak ne hoş
ne şans
sevdik şansımızı

neler neler geçti gün boyu yüreğimizden
bir bilseniz

en çok da bi odayı frezyalarla doldurmak istedik, hatta doldurduk

sevdiği bir göreve başladı da sevdiğimiz biri...
onu hayırladık.

severins de kendisini...

hem de çok.

öperins bide...



Müzik: Sema- Kerkenez albümünden Bayan Bana Bak
Görsel: Videlec.org

4 Ekim 2009 Pazar

Kadın Göğsü

Dün ve hatta bugün Hürriyet com tr de yer alan, "Turkuaz yeşili elbisesi ve derin göğüs dekolteli kıyafetiyle sahneye çıkan sanatçı, hareketli ve romantik parçalarıyla sevenlerine unutulmaz bir gece yaşattı. Elbisesinin azizliğine uğrayan ünlü sanatçı, iş kazası yaşayınca göğüs uçları zaman zaman göründü." diye devam eden Sibel Can Elbisenin Aziziliğine Uğradı başlıklı yazıyı okuyunca, aslında iş kazası denen şeyin iş kazası olmadığına tanıklık ettiğim bir olay geldi aklıma: Dünyadaki örneklerinin çoklukta olduğu bu iş kazasının Türkiye'de hem görsel hem de yazılı medyaya yansıyan belki de ilk örneğiydi bu.

90 lı yılların henüz ilk yarısı, zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadının yönettiği butiğimizin başlangıcından henüz bir yıl geçmişti ki, -elbetteki onun başarısının bir sonucu olarak- mağazayı daha da büyüterek, hatta oldukça büyütürek bir pasajın ikinci katındaki küçücük dükkandan şehrin en prima caddesinde büyükçe bir yere taşımıştık. O yıllarda, ülkemizin en popüler mayo firmasının sahibinin oğlu tarafından kurulup Türk moda dünyasına adım atmış ve devler arasında yer kapma savaşındaki firmanın ürünlerini satmaktayız. Marka müthiş bir reklam atağında. Ekran ve reklam yüzü: Henüz Amerika'dan yeni gelmiş ve popüler olma yolunda ilerleyen Meltem Cumbul... Hem televizyonda sunduğu o günlerin en popüler yarışma programında ürünleri giyiyor, hem de tüm popüler kadın dergilerindeki tanıtımlarda o var. Ve o yıllarda Türkiye'nin gerçekten en tanınan ve en popüler yüzü kendisi...

Ama tüm bu artılar firmanın atak yapmasını sağlayamıyor. Ürünler gerçekten çok kaliteli, en ünlü tasarımcılarla çalışılıyor, kumaşlar konusunda kalite anlamında sonuna kadar seçiciler.

Tüm bu değerlerin yanısıra da sürekli olarak, markayı patlatacak bir atraksiyon düşünülüyor. Her sezon ülkenin en ünlü mekanlarında defileler düzenleniyor. Tüm bunlar diğer markaların defile haberlerinin de topluca yer aldığı magazin kuşaklarından öte götüremiyor firmayı.

Sanırım 94 yılı... Bu kez sonbahar kış defilesinin yapılacağı mekan Swiss Otel. Bütün medya defileden haberdar, sinema, televizyon, kültür sanat ve iş dünyasının tüm ünlüleri orada... Elbette ünlü baba ve ünlü dostları da ön sıralardalar. Biz de - özellikle zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadın- firmada çok seviliyoruz ve her olayın içinde varız. Zaten çok genç ve çalışma ortamı çok keyifli bir firma o zamanlar...

Tarihe damga vuran o defilenin öncesi kulis hazırlanıyor, sergilenecek kıyafetler sırasına göre yerleştiriliyor, mankenler son hazırlıklarını yapıyor. Kulis çok renkli ve şenlikli... Son kontroller, o, bu, şu derken defile başlıyor. En popüler mankenler bir bir çıkıyor, şahane bir kareografi ve gerçekten o güne kadarkilerin çok ötesinde, çok farklı, markanın iddiasına çok yakışır ve Zeki Beyin takdirlerine mazhar bir sunum var. Medyanın ilgisi yoğun ve gerçekten kalabalık bir medya ordusu podyumun kenarında, flaşlar ardı ardına patlıyor.

Sıra, hakikaten şahane kadın, çok keyifli bir arkadaş, iyi dost ünlü Rus mankene geliyor. - Yani şimdi çok iyi hatırlayamıyorum ama (çok manken tanıdığım için dermişim) sanırım ülkemizde Yolanda diye lanse edilmişti. Tek başına ve hakikaten şahane bir transparan bluzla ırkının bütün görkemini podyuma taşıyan ve zamanı herkes için durduran, solukları donduran bir edayla muhteşem yürüyor o anda. Müzik, podyum ışıkları, Yolanda'nın ışığı her şey olağanüstü bir rüya tadında.

Ertesi günden itibaren haftalar boyunca o an; hem yazılı hem görsel medyada sürekli yer buluyor. Çünkü Yolanda'nın tek göğsü transparan bluzdan dışarı fırlıyor. Ve zaten çok konsantre flaşlar bir bir patlayıp o anı donduruyor.

Aslında 'o an' kuliste planlanmıştı. Ve bütün defile kurgusu ve akışı o ana odaklıydı. Haber bugünkü gibi 'iş kazası' başlıklarıyla yer almıştı medyada. Ama o iş kazası firmanın marka değerine tavan yaptırmış ve en bilinen markalar arasına sokmuştu bir anda onu...

Bir pazar yazısı olsun edasıyla başladığım yazının başlığını kadın göğsü yapınca, ifade biraz da tavuk göğsü oldu gibi geldi bana... O yüzden moda dünyasına hazır dalmışken algı üzerine, biraz da 'söz manasını dinleyenden alır' mantığından yola çıkarak, Neslihan Yargıcı'nın anlattığı bir anıyı paylaşayım burada: Yargıcı ve bir grup manken doğu illerimizden birine defile için mevsimin zorluklarını da göz önüne alarak trenle gidiyorlar. E çıtır çıtır, mini etekli mankenler kaçınılmaz şekilde rahatsızlık yaratıyor yörenin muhafazakar yolcularında... Yine Yargıcı'nın ifadesine göre, kompartumanda yine bir cinsel obje sayılabilecek(!) göğsünü çıkarmış çocuğunu emziren kadın hiç bir rahatsızlık yaratmadığı gibi, hoşgörülüyor. Üstelik durum yanda oturmakta olan muhafazakar kocayı da rahatsız etmiyor. Aslında tutuculuk üzerine bir sohbette bu konuyu anlatan Yargıcı'nın hikayesinden yola çıkarsak; hangisinin cinsel obje olarak daha önde olduğu önemli değil, önemli olan o objenin olağandışı bir halde ortaya konması.

İç çamaşırı, mayo defilesi bile ''kazayla çıkmış'' göğüs ucu kadar haber değeri yaratamıyorsa. Onca eyleme rağmen haber olamayan, medyada yer bulamayan, duyuralamayan, hatta duyurulsa bile polis copundan kurtulamayan gerçek halleri haber yaptırmanın bir yolu olarak düşünülebilir mi meme uçları acep?

Görsel: videlec.org

3 Ekim 2009 Cumartesi

Yürümek Hiç Durmadan...


Yürümek yatıştırır. Yürümede sağaltıcı bir güç vardır. Düzenli biçimde hep ayağı öbürünün ilerisine basma, aynı zamanda kolları ritmik bir biçimde kürek çeker gibi sallayıp soluma sıklığının yükselmesi, nabzın hafifçe uyarılması, gözün ve kulağın yönün saptanmasına ve dengenin korunmasına yönelik etkinlikleri, akıp giden havanın deri yüzeyinde duyumlanışı -

bütün bunlar bedenle zihni hiç karşı durulmaz biçimde birbirine yaklaştıran ve ruhu, ne kadar dumura uğramış, zedelenmiş de olsa, büyüten, genişleten olaylardır.

Patrick Süskind - Güvercin sayfa 63

2 Ekim 2009 Cuma

Gözlerden Irak Önemli Bir Film: BUZ DİYARI...

Yazı sevme nedenlerimden bir tanesi belki de en önemlisi, odalardan dışarı atmasıdır beni. Bir diğeri de, her ne kadar filmleri sinemada izlemeyi sevsem de yazın güzel ve yıldızlı gecelerinde kendi yeraltıma sığınıp sinema salonlarından, dolayısıyla üzerine para yatırılıp kâr beklentileri hedefine kurulmuş, satabilmesi için insan algısına yön verecek pazarlama unsurlarının, sinemanın klişelerinin sonuna kadar kullanılmasıyla ortaya çıkan (Hollywood) filmlerinin samimiyetine duyduğum şüpheden kurtulmuş olmaktır.

Yaz benim için yıldızlı gök altında ve yazlık sinema keyfinde, ağaçların hışırtısı ve ağustos böcekleri eşliğinde, bağımsız ve farklı filmler izlemektir. Ve Hollywood sinemasının yarattığı gerçekliklerden sıyrılıp, hayatın samimi gerçeklikleriyle yüzleşme mevsimi, ruhuma detoks zamanıdır.

Kitapları, plakları, filmleri saklı yerlerinden kapaklarıyla kurduğum iletişimle satın almayı severim. Bu belki de popüler kültüre, popülizmin dayatmalarına bir başkaldırıdır. Ve onlar beni hiç yanıltmazlar! Buz Diyarı böyle bir seçimdi. Film boyunca filmle ilgili aklımdan geçen tek bir ifade vardı: Enfes...

Uygarlık ve barbarlık arasındaki sosyolojik tanımlarda ortaya koyulan referanslar hep insan odaklıdır. Bir kıyımı, öldürmeyi, ölmeyi ifade eder. Ve barbar: Yaşam ve ölüme hayvani bir içgüdüyle yaklaşır. Kendi yaşamını sürdürmek için kolaylıkla öldürür. Bu film global köy denen yeni dünya düzenini, kapitalizmi, adına uygarlık denen gelişmeyi hepimize hükmeden tekil (barbar) bir varlık olarak tanımlarken onun sırtlarımızı, hayallerimizi, kendi yarattığı özlemlerimizi sıvazlayarak -aslında- bizi tüketen yüzünü bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyor.

Sistemin, yaşamakta olduğumuz çağın ''pornografisini'' hiç birimizin ''hayır! Bu, hayatın içinde yok'' diyemeyeceğimiz gerçekliklerle bir bir önümüze seriyor. Finlandiya özelinde Avrupa Birliği'nin ana simgesi euro üzerinden genelde paraya: Kirlenmenin ve yok oluşun simgeleri olarak göndermeler yaparken bu global sistemin, aslında refaransı Marksizm olan sosyal demokrat Finlandiya'nın hayatını nasıl sarstığını insanlar odağında, tüketim simgeleriyle de anlatıyor.

Bütün bunları, Kuzey Avrupa'nın soğuğunun aksine sinemasının sıcacık ve gerçekçi uslubuyla hayatlar ve aileler üzerinden yapıyor. Müthiş bir kurgu, kesişen yollar, enfes diyaloglar, derin bir felsefe, sürekli merakı ayakta tutan bir ritmle olağanüstü ''insan bir film'' sunuyor bizlere...

Eğer bu yazıyı oluşturan cümlelerde size yakın ifadeler bulduysanız, sisteme karşı yeraltılarınız varsa bu, filmi de çok seveceksiniz demektir! O halde içinde ''insan'' olan enfes bir sinema örneğine hazır olun. İyi seyirler.

İlk yayın tarihi: 10.08.2008

1 Ekim 2009 Perşembe

Hemoroid Sorununa Tesadüfi Bir Çare

Bu hafta içinde iki önemli kazanımım oldu ve kendime saklamayıp paylaşayım istedim tüm insanlıkla. Bunlardan biri kabızlığa tesadüfi bir çarenin benzeri bir tesadüfle keşfettiğim pek sevilmez yemek bamyanın hemoroide iyi geldiği. ( Gerçi benim keşfim mi yoksa daha evvelden keşfedilmiş, duyuran var ve herkes biliyor da benim mi haberim yok bilmiyorum açıkcası) Benimki tamamıyla bilinç dışı bir tesadüfle keşfedilmiştir ki her bünyede aynı yarara ulaşılabilir mi konusundan da emin değilim. Ama bugüne kadar değişik insanlar üzerindeki uygulamalardan olumlu sonuçlar alındığı aşikardır.

Sonra madem keşfi yaptın, bu derdi daha derinden çeken insanlar vardır ve şu boş gününde boş boş otururken sevaplarını yazan meleğe ufak çapta bir iş çıkar, kendin de sevaba gir dedim. Bu hizmetten alınacak dualar, defterin o hanesini biraz daha ağırlaştırır ki, ne demiş atalar sözümüz: ''Sakla samanı gelir zamanı...''

Olayımız şudur efendim: Malum yaz günlerinde oldukça kalabalık bir aile oluruz ve ufak çaplı bir askeri birlik tadında çıkar günlük menü... Genelde mangal dışı yemeklerden sorumlu çavuş kızkardeş olduğu için her öğüne mutlak bir zeytinyağlı da yerleştirir. Bamya olan günler maaile uzak durulduğu için o sümüklüden, ziyan olmasın dersi vermek babından çocuklara; Afrika'daki açlıktan giren, bir ekmeğe bile muhtaç olanlardan devam eden, çöplükten ekmek toplayıp yiyenlerden çıkan uzun soluklu ve acıtasyon yüklü konuşmalar yapılır tarafımdan. Ne sevilir bir şey olduğunu da göstermek için bamyanın, ben yerim genellikle tamamını bir kaç gün ve bir kaç öğün...

O günlerden birinde; malum yaz akşamlarının sofrasından ve yanlış beslenmeden kaynaklanan keyif akşamlarının doğal bir sonucu olarak çekmekte olduğum orta çaplı sızıları bamyanın ertesi gün yok ettiğini farkettim. Önce tesadüf olduğunu düşünsem de, sonraki sıkıntılarda da kesin çözümün bamyadan geldiğinden emin oldum. Süreç içinde kesin olarak bamyanın hemoroid sorununa iyi geldiğine olan inancım kuvvetlenince, bugün ziyaretine gittiğim bir doktor arkadaşımla bunu paylaştım.

Eğer hemoroide kesin çözüm bulan mucize doktor ünvanı alıp insanları kapında kuyruk etmek istiyorsan bırak ilacı milacı, yaz önüne gelene zeytinyağlı bamya dedim. Valla billa, bakın ufacık bi yalanım yok, çok ilgisini çekti ve hemen not aldı önündeki deftere ve çok dertli bir iki hastasını aradı hemen yanımda...

Onlardan gelecek olumlu yanıt-ki takipteyim- bu işi, bamya hemoroid sorunu için tamamdıra kadar vardırabilir. Ha! Zaten bilinen bir şeydiyse de, yani benden önce keşfeden biri de varsa, valla alıntı ve duyuntu değildir bu yazı. Eğer daha önceden biz bunu biliyorduk diyorsanız da keşfedilmiş bir şeyi bilmeden keşfetmiş oldum sayın. Yani masumum.

Son kez tekrar etmek gerekirse efendim: Hemoroid sorunu yaşıyorsanız, ya da bir tanıdığınız varsa, şansınızı bir de zeytinyağlı bamya ile deneyin! Ama zeytinyağlı ayağına diğer sıvı yağları kullanıp ortaya getirilen çakma zeytinyağlılarla değil! Harbiden zeytinyağlı bamya ile.

Not: Diğer sebzelerle aynı sonuç alınamamaktadır, bilginize... İkinci kazanım için yerimiz dar geldi, kısmetse yarına artık.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP