12 Mayıs 2009 Salı

Lütfen!.. Çocukları Leylekler Getirsin Hep...No Spermbank!


Gazetede, sosyetik güzellerimizden birinin anne olma tutkusu artınca, sperm bankasından sperm alıp çocuk doğurmaya karar verdiği ve bunun için de babasının onayını aldığı yazıyordu. Bu olayı ilk gerçekleştiren, ismini şimdi hatırlayamadığım oyuncu manken medyada haber olduğunda; bunun, şımarıkça bir tavır olduğunu düşünüp tepki vermiştim. Doğru bulmamıştım. Ve etrafıma bakındığımda bir çok genç ve bekar kadında, anormal derecede çocuk sahibi olma arzusunu fark etmiştim. Sadece çocuk sahibi olmak için bir adamla birlikte olmayı, sonra adamı sallamayı göze alan mantığın oldukça yaygın, hatta bir trend olduğunu fark etmiştim.

İlerki günlerde o kızın bir röportajını okuduğumda, onun savunusunun nedenleri ve gerekçelerinden baktığımda hak vermiştim. Bugünlerde Münir Özkul'un kızı üzerinden başlayan tartışmaları da göz önüne alınca, tüm bu süreç üzerine düşüncelerimi ve öngörülerimi bir kaç bölümde yazmaya karar verdim.

Bu olayı Türkiye gündemine ilk oturtan genç kadının çok haklı savunusu şuydu: ''Bu spermler bankada birilerini bekliyor zaten; ve bir vaka olarak var. Ben onlardan birini sahiplenmiş oldum. Belki çok kötü, daha farklı bir hayata sürüklenebilecek; belki hiç sevgi göremiyecek bir çocuğu kurtardım. Ve bu çocuğu ben doğurdum. Kendimden bir çok şey kattım ona. ''Benzer ve mantıklı sözlerle devam eden röportaj aynı zamanda yuvadan bir çocuk alsaydın önermelerini de yersizleştirebilecek bir savunu olarak onay almıştı benden...

Evet ortada bir durum var. Etik anlamda sorgulanması gereken aslında bu sistemi var edenler; ve kapitalizmin temel mantığı üzerine kurulmuş çirkin yüzü... İnsanların en büyük özlemleri üzerinden olayın ahlak boyutunu hiç sorgulamadan, dünyaya gelecek çocuğun zaten varolmayan seçme hakkını bir de doğal bir sürecin uzağına atan, onu bir başka insanın kendi arzularını ve isteğini tatmin edecek bir oyuncak haline getiren sistem; bankanın sahibi yetişkine para kazandırırken, bir başka yetişkinin de talebini gerçekleştiriyor. Bu alışverişin tarafları memnunken, o çocuğun ilerki evrelerde başka çocuklar içinde yanıtsız kalacak sorusunu kimse düşünmüyor. Babanın ölmesi, aileyi terk etmesi kendi başlarına somut ve izah edilebilir, hatta anlaşılabilir birer yanıtken; bunun yanıtı kolayca verilebilecek ve kabul edilebilecek bir şey midir? Bir çocuk için...Ayrı anne babanın çocuklarının bunu arkadaşlarından saklama gayretleri ve bu halin onlar üzerindeki baskısını görünce, bu halin yaratacaklarını tahmin etmek çok zor olmasa gerek...

Sosyetik güzelimizin ve Münir Özkul'un kızının olayını, ilk olaydaki genç kadınınki gibi masum karşılayamıyorum. Duygularındaki samimiyete inanamıyorum. Tıpkı geçenlerde bir dergide okuduğum çok ünlü zenginlerimizden yaşını başını almış bir kadının, yaptıracağı çocuk parkıyla ilgili şu cümlelerindeki bencillik gibi: ''Yurt dışında çok güzel çocuk parkları görüyordum. Filancanın yaptırdığı çocuk parkını da görünce kendi adımı taşıyan bir park yaptırmak istedim. Sürekli gidip bakacağım bir park.'' Buraya kadar anormal bir durum yok; ama tüm bu olumluluk halini ters yüz eden ve o ifadelerin anlamını tümden değiştiren bir tercih var: Parkın yaptırılmak istendiği yer Bebek... Yer Bebek olunca; tüm ulvi amaçlardan öteye giden, sadece kendini tatmin için kendine bir park yapmaktan öte bir anlam yüklenebilir mi buna?

Sperm bankaları olayı pratikte ve algılama biçimine göre olumlukları olan bir durum gibi görünürken; aslında, dünyanın yaşayabileceği en önemli felaketlerden birinin başlangıcı bence... Spesifik örneklere bakarak olumlanamayacak kadar büyük bir tehdit... Niyeleri bir başka yazıya bırakıyorum şimdilik... Çünkü farklı mantıklar ve niyetlere göre, o kadar çeşitlenebilecek kötü haller ortaya koyuyor ki...

Belki, gelecekte sosyoloji biliminin tüm bilinen gerçekleri ters yüz olacak. Ve bu bankalar, bir takım hastalıklı beyinlerde silah fabrikalarının yerini alabilecek, yeni tür silahlar üretme amaçlı olarak!..

Hitler'i ve doktoru Mengele'yi unutmayalım!..

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Kaynak...The Fountain


Tevrata göre cennette bulunan iki önemli ağaç vardır, biri "Bilgelik” ağacı, diğeri de "Hayat" ağacıdır. Tanrı tarafından Adem ve Havva’ya bilgelik ağacının meyvesinden yemeleri yasaklanmıştır; bu ağacın meyvesinden yemenin cezası ölümlülüktür. İşte Havva’nın Adem’i meyvesini yemesi konusunda kandırdığı söylenen ağaç bu ağaçtır ve yasağa rağmen bilgelik ağacının meyvesini yemenin cezası olarak Adem ve Hava'ya, dolayısıyla insanoğluna ölüm bahşedilmiştir. Ve cennetteki diğer ağaç olan hayat ağacından uzak tutmak için; Tanrı, Adem ve Havva’yı, cennetten çıkartıp dünyaya göndermiştir.

Bunları anlatma amacım şudur ki; dikkat edilirse bu olay içerisinde iki zıt olayı barındırmaktadır. Dünyaya gönderilen insanoğlu için gerçek manadaki hayat bu olayla başlarken, yasak meyveden yemenin cezası olarak, bundan sonra insanoğluna ölüm bahşedilmiştir. Yani insanoğlu için bir nevi hayat ve ölüm aynı olayla başlamıştır; hayat içinde ölümü ve ölüm içinde hayatı barındırmaktadır ve yer yer buna atıflar bulursunuz filmde, ve derki film; yasak meyveyi yemesi konusunda Ademi kandıran Havva olabilir, ama insanoğluna ölümsüzlüğü gösterecek de bir kadın olabilir!!. Sakın taraf tutuğum için söylediğimi düşünmeyin, gerçekten filmde bilgeliği temsil eden ve kocasına ölümsüzlüğün gerçek anlamını gösteren kadındır, belki de senarist çok büyük jest yapmıştır bilinmez:) .

Aslında cevabı bilinmeyen bir şeyi cevaplaması beklenemez filmden tabiî ki; film sadece tevratta ki hikayenin bir nevi devam eden ama rolleri değişmiş halini sunuyor bizlere, üç farklı zaman boyutunda. Ölümsüzlüğü temsil eden Hayat ağacının peşine düşen insanoğlu, ölümü kabul ederek ölümsüzlüğün sırrına ulaşıyor belki de, gerçeği kim bilebilir ki? işte hayat bu yüzden kıymetli ve “ölüm” hayatı daha kıymetli kıldığı için “yaşam” belki de…

Sonlara doğru sancılı bir sürece giriyor film; biraz anlaşılmaz, biraz ürpertici görüntüler parmak ısırtan cinsten; ve ayrıca filmi anlamak için verdiğiniz mesai filmin çekimi kadar zahmetli belki, ama bir o kadar da zevkli, kendinizi bu zevkten mahrum bırakmayın...


Annapurna


Yazı Sevgili Annapurna tarafından bir sinema sitesinde filme yorum olarak yazılmış ve onun izniyle buraya taşınmıştır.

10 Mayıs 2009 Pazar

Msn İletisi...


hop hip hop bn diskoda bir elma kurduyum hop1 hop1

Bu, Tırtıl'ın bir süredir kullandığı msn iletisi ve ben her gördüğümde çok gülüyorum. Mussano'ya sordum az önce, ''bunu yazmayı düşünüyorum, ''Sana komik geliyor mu?'' diye... ''Hayır,'' dedi. ''Peki, neden yazmıştır onu tahmin ediyor musun?'' dedim. ''Hayır'' dedi. ''Bilmeceyi biliyor musun?'' dedim. Yanıtı ''Bilmiyorum,'' oldu. ''Sorup duruyordu,'' dedim önüne gelene; büyük bir keyifle: ''Bir elma diskoya niye gider?''diye.

O zaman çok güldü.

Kırmızı Işıkta Arabanın Önünden Geçen Kız:



''...Çocuklar olduğunda bile; seni, çocuklarımın annesi diye değil, benim sevgilim olduğun için sevdim. Çocuklarımızın gözüyle baktığımda; hep, çok güzel bir anne fotoğrafı gördüm, onları bu anlamda dünyanın en şanslı çocukları saydım...''*

Güzel oğulların güzel annesi: Günün kutlu olsun.


*zamanı eskimiş bir mektubun satır aralarından.

9 Mayıs 2009 Cumartesi

Akşam(dı) İşte!..

Akşam, ortalığı toparlayıp off yapmak üzereyken bilgisayarı, son dakika telefonundaki sesin ''Yolda ve yakındayım, alıyorum seni ve bira içmeye gidiyoruz,'' demesiyle bir kaç dakika sonra motor sesini duymam bir olunca; içime dert olur bir mesajı, biraz da keyife karışmış bir itlik haliyle hemen yazıp hotmailden yollayarak, tuşa bastım ve günü kapattım.

Dominant gözlerinde okyanus mavisi kadın, kapıdaydı. Üzerime bir mont alıp hayırdır selamını çakarak açtığım kapıdan süzülüp koltuğa oturunca, emniyet kemerine yolladım elimi. ''Yok korkma iyiyim, ağır roman hali o gecede kaldı,'' dedi. ''İşin kolay bu akşam,'' cümlesini de ilave etti; şahane bir kahkahaya...

O gece ne şahane bir geceydi; ki daha bir ay önceydi, yazıldı ama yayınlanmadı. Ve akşam ondan alınan izinle birlikte bir mim versiyonu haline gelip yayınlanacak. Gerçek bir an'a usul bir kurgu yapılacak. Alt yapısı o gece olan şahane bir serserilik halinin üzerine mim'in notaları en bas haliyle monte edilip, bloga sürülecek yazı... Az bir zaman sonra!

O yüzden 'Dominant Gözlerinde Okyanus Mavisi Kadın'la ilgili ayrıntı yok şimdilik.

En şahane iskelenin en yakınındaki mekâna gittik. En şahanesinden patates kroket, en şahanesinden kalamar, en şahanesinden balık kroket sipariş edip; bir birahi, en şahanesinden bira istedik. Ve sonra, en eski zamanların en serseri halini poz ederek kendimize, hızlı ve şahane girelim sohbete diye de, birer şat votka sipariş verdik. Finali tekila ile yapma konusunda da, gözlerde anlaştık, kesin.

Şahane müzik koydurduk CD çalara... Haftanın içi, yazın henüz önü olduğu için sakin mekânda, çakmağın değmesiyle hülyalar saatinin gongunu çalan mumların eşliğinde, gözlerinin mavisinde kaybolurcasına konularda gezip durduk. En çok aşktan konuştuk. "Neydi aşk?"dan...

Konuştuklarımız bir blog yazısı olur ki en şahanesinden. Ki kadın özeldir, farklıdır, farklı sesler verir: En çok da aşka... Dominant duruşun en derinindedir herşey, onları bir inci tanesi gibi çıkarmak güzeldir, başarıdır. Gururun keyfini katar, güven duyulan olmanın hazzını, seviliyor olmayı...

Özünde; günün en erkeninde okuduğum, Sevgili Arzu'nun ''Aşka Aşık Zamanlar'' başlıklı şahane blog yazısına yazdığım ''Dar zamanlara sıkışmış akıllarla birbirinin benzeri senaryoların ve sürekli aynının peşinden koşulduğu için belki de, belki de bir sürü anlamsız ''eğer'' yüzünden... Belki de aşk olsun diye aşk olmakda, aşkı elindeki reçeteden ibaret sanmakda... Cesur olmamakda... Kör bakmakta, teğetinden geçmekde ve görememekde; el yordamı bakışlarla ve duyuşlarla!. Göremeden, sanarak...'' cümlelerinden oluşan yorumum etrafında dolaşan hoş şeylerden söz ettik.

Şahane bir keyifle içtik. Şahane konuştuk. Ve şahane bir günün şahane finali oldu. Şahane uyudum. Şahane yazdım. Güne damgayı Manga bastı ama! Şehr-i Hüzün ile... Şahane bir konsept albüm, tavsiye edilir. Hatta bir örnek olarak: ''Hepsi Bir Nefes'' adlı şarkı sunulur... Ennn şahane bir sevgiyle... En şahanesinden öperins bir de...

Bir de dilerim ki herkese; yazılar, ''Gece(ydi) İşte!'' olmaksızın bitmesin..;)

8 Mayıs 2009 Cuma

Öğlen İşte!..


Yakaladığım bir boşlukta, camdan güllere, papatyalara, bahar dallarının pembesine, otların arasında kalmış çiçeklerin morlarına, yağan yağmura bakarken, ve gecikmiş nisan yağmuru tadındaki sicim sicim hale eşlik ederken Manga'nın son ve şahane albümü Şehr-i Hüzün. Düşündüğüm, istediğim bir hafta sonu seyahatinin ertelenmesi mecburiyeti hasıl olunca bir de, yağmur ve çalan şarkılar lambayı yaktı, içimdeki serseri ona eşlik etti ve duacıyım şimdi, o hafta sonu Tırtıl'ın isteyeceği bir animasyon olmasın diye. Çünkü fikrim geldi ve uzun zamandır yapmadığım bir şeye karar verdim .

Yanıma bir fotoğraf makinesi, sevdiğim pastanenin sevdiğim pastalarından bir çeşit yapıp, sıcak suyu da trende kendilerine çay demleyen makinistlerden tedarik ederek, elimde kahve kokusu, trenle eski kente gideceğim bir hafta sonu. Mayısın başı en şahanesi bu güzergahın. Hazır toprak renklenip, yağan yağmurlar dağlardan kopup gelen suları ırmaklara, usul derelere karıştırırken; çiçeklenmiş ağaçların şenlendirdiği istasyon binalarını izlemek, kadınların ter döktüğü tarlaların öğlen sıcağını seyretmek, tren yolcuları öğrenciler, amcalar, teyzeler, çocuklarla konuşmak, tren yolu kara yoluna yaklaştığında arabalarla yarışmak keyifli. Ve elbette eski kentte, ve en tepesindeki yerde, kuş bakışı manzaralar sunan lokantada yenilecek germeç de.

Evet, verilen bu kararın keyfi bu öğlen usuldan karnımı acıktırınca; ve aslında, daha önce verilmiş karşılıklı sözlerin bu yolculukla ilgili düşünü hatırlayınca; ve aslında, aslı gibi anlaşılmamış sözlerin yok ettiği düşleri de göz ardı etmeksizin ama onlara da takılı kalmaksızın; canım hem atıştırıp, hem de bunu zamana tebessüm eden bir öğlen keyfine döndürebileceğim bir şey önerdi bana. Tost yapmaya karar verdim.

Ama bu kez yapılacak tost bir uyarlama olacak.

Elde tost ekmeği olmadığından ve aslında patıl denen ve yöresel bir ekmek olandan da mevcut da olmadığından; aslında yakın bir kasabaya özgü, hatta tren güzergahında olan bu yerde Atatürk Sivas ve Erzurum'a giderken konakladığında, onun için yapılmış ünlü Ata ekmeğiyle çok daha mükemmel olacağı kesin La Paragas usulü bu melez-i tostu: Mecburen, mevcuttaki normal ekmekle yapmak durumunda kaldım.

Durum şudur: Bir yarım ekmek yan ortasından yarılır. O arada enlemesine ve ince ince doğranmış mantarlar tereyağında az miktarda kavrulmaya bırakılır. İnce ince dilimlenmiş yeteri kadar sucuk ekmeğin arasına yerleştirilir. Onların üzerine incecik doğranmış çarliston biber halkaları dizilir. Onların üzerine dilim salamlardan fıstıklı olan yerleştirilir. O arada tavada hallolan ve tam kavrulmadan hafif sularında kalmış mantarlar salamın üzerine dağıtılır. Bir siyah zeytinin çekirdeği çıkarılır ve ince daireleri halinde doğranıp mantarların üzerine koyulur. Çok ince dilimlenmiş iki adet domates en üste koyulup, tüm karışımın üzerine bir çay kaşığı zeytinyağının içine bir miktar (tazesi olmadığından) kuru kekik ilave edilerek dağıtılır. En üste de kalınca bir kaşar dilimi koyulup, ekmek ısınmış olan tost makinesine yerleştirilir. Domateslerin varlığı gözetilerek bastırılır; tost makinesinin üst tarafından. Ekmeğin iki tarafına biraz tereyağı sürüp cızırdattıktan ve arzulanan kızarıklığa getirdikten sonra alınıp bir tabağa tost; kahve, bir fincan çay ya da bir bardak kola eşliğinde keyfi çıkarılır.



Kişiye özel not: Fırında makarnanın malzemeleri hazır. Hatta bir menü de! İçecek tercihiniz var mı? Yoksa menüyü hazır edene mi bırakırsınız?:))

Sabah İşte!..

Sabah bir kitap için raflarına göz atarken kitaplığın, bir başka kitap çarptı gözüme... Alıp ilk iş olarak kapağın altındaki ilk sayfaya atılmış tarihe baktım. 16.01.1980.

Bir İngiliz gazeteci-yazarın elinden çıkmış olması, Altın Kitaplar Yayınevinden piyasaya çıkmış olması demek ki yakılacak kitaplar listesinden çıkarmış onu... Bunca zamandır, neden elim gitmedi bir kez bile ona diye düşündüm. Ötekilerin yakıldığı bir dönemde bunun yaşıyor olmasını mı hazmedemedim bilmiyorum.

Sonra, birden aklıma geldi ki bu kitabın içinde, petrol sanayisinin parolası olduğu söylenen ve Rockefeller'in dilinden düşürmediğine vurgu yapılan bir şiir vardı. Çok işime yaramıştı... Aslında ondan yola çıkarak öyle davranmıyordum elbet. Ama! Hani vardır ya! Bir davranışınız doğal bir hal halinde süre gidiyordur da yaşamınızda, bir gün, bir yerde okuduğunuz bir bilene ait düşünceyle kendinizinkini eşlersiniz. Ve o gün, aslında sizde olan ama adını koyamadığınız bir davranışınızın ya da bir duygunuzun adını bulmuş gibi olursunuz. Ben de o gün öyle olmuştum.

Gözlemeyi seviyordum, onu hatırladım. Ama Rockefeller'da ticari ve çıkarsal amaçlar taşırken bu, bendeki anlamı yaşamı dinlemek ve anlamaktı.

Bugün şu algıda seçicilik denen şeyin aslında ne güzel bir şey olduğunu da düşündüm, bakarken o şiire... Bir sol militan çocuk ve emperyalizmin en önemli şahsiyetlerinden biri. Ve aynı şiir:

Akıllı bir baykuş ağaca çıktı: oturdu
Çok şey gördü ama çok az konuştu.
Ne kadar az konuştuysa o kadar çok duydu.
Neden biz de baykuş gibi olamıyoruz?

Sonra, kitabın sayfaları arasından bir not kağıdı ilişti gözüme... O yıllarda, henüz tıfıl çocuklarken, manalı sözlere ilgimiz çok fazlaydı. Onları alır, bir süre bilmiş konuşmalarımızın arasına katıp kendimizi süsler, sonra da sokağa bırakırdık o cümleleri. Onlardan en sevdiğimizdi bu rastladığım: ''Hep aptal görün ama hiç aptal olma.''

Tabii ki sayfalarda dolaştıkça o yılların içine gidiverdim. Ve sevdim bu zaman makinası hali... Sonra bir tebessüm yerleşiverdi suratıma. Sonra bir kahkaha oldu kocaman.

O zamanlar, en arkadaşım- ki hala en arkadaşım- ve ben, derdik ki bir de: ''Ya biz, özellikle otuz kırk yaş civarı insanlara- ki bizimle aynı yaşta olanları hiçten sayıyorduk- onların bizi nasıl tanımalarını istersek öyle davranıp, onlarda istediğimiz intibayı yaratabiliriz. '' Ve bunu başardığımızı da düşünürdük. Elbette başardığımız da oluyordu çoklukla... Şimdi bize yapıldığında için için gülüyoruz. Ve yiyoruz elbet. Zekayı takdir etmek lazım; di mi ama!

Orijinal adı Seven Sisters olan, Türkiye'de, Petrol Oyunu adıyla yayınlanan Antony Sampson tarafından yazılmış oldukça aydınlatıcı ve bu konuda en önemli referanslardan biri sayılan bu kitabın önsözünden bir paragrafı da belki ilgi çeker diye buraya taşımış olayım : ''Yedi Kız Kardeş, dünyanın en güçlü yedi petrol şirketine topluca verilen ad: Exxon, Shell, Mobil, BP, Texaco, Gulf, Socal. 

Bu kitapta dünya petrolünü, dolayısıyla dünya siyasetini elinde bulunduran, ülkelere, hükümetlere, toplumlara dilediklerini yaptıran bir avuç petrol soylusunu tanıyacak, dünyanın kaderini nasıl değiştirdiklerini, devrimler, karşı devrimler yarattıklarını göreceksiniz. ''

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP