9 Mayıs 2009 Cumartesi

Akşam(dı) İşte!..

Akşam, ortalığı toparlayıp off yapmak üzereyken bilgisayarı, son dakika telefonundaki sesin ''Yolda ve yakındayım, alıyorum seni ve bira içmeye gidiyoruz,'' demesiyle bir kaç dakika sonra motor sesini duymam bir olunca; içime dert olur bir mesajı, biraz da keyife karışmış bir itlik haliyle hemen yazıp hotmailden yollayarak, tuşa bastım ve günü kapattım.

Dominant gözlerinde okyanus mavisi kadın, kapıdaydı. Üzerime bir mont alıp hayırdır selamını çakarak açtığım kapıdan süzülüp koltuğa oturunca, emniyet kemerine yolladım elimi. ''Yok korkma iyiyim, ağır roman hali o gecede kaldı,'' dedi. ''İşin kolay bu akşam,'' cümlesini de ilave etti; şahane bir kahkahaya...

O gece ne şahane bir geceydi; ki daha bir ay önceydi, yazıldı ama yayınlanmadı. Ve akşam ondan alınan izinle birlikte bir mim versiyonu haline gelip yayınlanacak. Gerçek bir an'a usul bir kurgu yapılacak. Alt yapısı o gece olan şahane bir serserilik halinin üzerine mim'in notaları en bas haliyle monte edilip, bloga sürülecek yazı... Az bir zaman sonra!

O yüzden 'Dominant Gözlerinde Okyanus Mavisi Kadın'la ilgili ayrıntı yok şimdilik.

En şahane iskelenin en yakınındaki mekâna gittik. En şahanesinden patates kroket, en şahanesinden kalamar, en şahanesinden balık kroket sipariş edip; bir birahi, en şahanesinden bira istedik. Ve sonra, en eski zamanların en serseri halini poz ederek kendimize, hızlı ve şahane girelim sohbete diye de, birer şat votka sipariş verdik. Finali tekila ile yapma konusunda da, gözlerde anlaştık, kesin.

Şahane müzik koydurduk CD çalara... Haftanın içi, yazın henüz önü olduğu için sakin mekânda, çakmağın değmesiyle hülyalar saatinin gongunu çalan mumların eşliğinde, gözlerinin mavisinde kaybolurcasına konularda gezip durduk. En çok aşktan konuştuk. "Neydi aşk?"dan...

Konuştuklarımız bir blog yazısı olur ki en şahanesinden. Ki kadın özeldir, farklıdır, farklı sesler verir: En çok da aşka... Dominant duruşun en derinindedir herşey, onları bir inci tanesi gibi çıkarmak güzeldir, başarıdır. Gururun keyfini katar, güven duyulan olmanın hazzını, seviliyor olmayı...

Özünde; günün en erkeninde okuduğum, Sevgili Arzu'nun ''Aşka Aşık Zamanlar'' başlıklı şahane blog yazısına yazdığım ''Dar zamanlara sıkışmış akıllarla birbirinin benzeri senaryoların ve sürekli aynının peşinden koşulduğu için belki de, belki de bir sürü anlamsız ''eğer'' yüzünden... Belki de aşk olsun diye aşk olmakda, aşkı elindeki reçeteden ibaret sanmakda... Cesur olmamakda... Kör bakmakta, teğetinden geçmekde ve görememekde; el yordamı bakışlarla ve duyuşlarla!. Göremeden, sanarak...'' cümlelerinden oluşan yorumum etrafında dolaşan hoş şeylerden söz ettik.

Şahane bir keyifle içtik. Şahane konuştuk. Ve şahane bir günün şahane finali oldu. Şahane uyudum. Şahane yazdım. Güne damgayı Manga bastı ama! Şehr-i Hüzün ile... Şahane bir konsept albüm, tavsiye edilir. Hatta bir örnek olarak: ''Hepsi Bir Nefes'' adlı şarkı sunulur... Ennn şahane bir sevgiyle... En şahanesinden öperins bir de...

Bir de dilerim ki herkese; yazılar, ''Gece(ydi) İşte!'' olmaksızın bitmesin..;)

8 Mayıs 2009 Cuma

Öğlen İşte!..


Yakaladığım bir boşlukta, camdan güllere, papatyalara, bahar dallarının pembesine, otların arasında kalmış çiçeklerin morlarına, yağan yağmura bakarken, ve gecikmiş nisan yağmuru tadındaki sicim sicim hale eşlik ederken Manga'nın son ve şahane albümü Şehr-i Hüzün. Düşündüğüm, istediğim bir hafta sonu seyahatinin ertelenmesi mecburiyeti hasıl olunca bir de, yağmur ve çalan şarkılar lambayı yaktı, içimdeki serseri ona eşlik etti ve duacıyım şimdi, o hafta sonu Tırtıl'ın isteyeceği bir animasyon olmasın diye. Çünkü fikrim geldi ve uzun zamandır yapmadığım bir şeye karar verdim .

Yanıma bir fotoğraf makinesi, sevdiğim pastanenin sevdiğim pastalarından bir çeşit yapıp, sıcak suyu da trende kendilerine çay demleyen makinistlerden tedarik ederek, elimde kahve kokusu, trenle eski kente gideceğim bir hafta sonu. Mayısın başı en şahanesi bu güzergahın. Hazır toprak renklenip, yağan yağmurlar dağlardan kopup gelen suları ırmaklara, usul derelere karıştırırken; çiçeklenmiş ağaçların şenlendirdiği istasyon binalarını izlemek, kadınların ter döktüğü tarlaların öğlen sıcağını seyretmek, tren yolcuları öğrenciler, amcalar, teyzeler, çocuklarla konuşmak, tren yolu kara yoluna yaklaştığında arabalarla yarışmak keyifli. Ve elbette eski kentte, ve en tepesindeki yerde, kuş bakışı manzaralar sunan lokantada yenilecek germeç de.

Evet, verilen bu kararın keyfi bu öğlen usuldan karnımı acıktırınca; ve aslında, daha önce verilmiş karşılıklı sözlerin bu yolculukla ilgili düşünü hatırlayınca; ve aslında, aslı gibi anlaşılmamış sözlerin yok ettiği düşleri de göz ardı etmeksizin ama onlara da takılı kalmaksızın; canım hem atıştırıp, hem de bunu zamana tebessüm eden bir öğlen keyfine döndürebileceğim bir şey önerdi bana. Tost yapmaya karar verdim.

Ama bu kez yapılacak tost bir uyarlama olacak.

Elde tost ekmeği olmadığından ve aslında patıl denen ve yöresel bir ekmek olandan da mevcut da olmadığından; aslında yakın bir kasabaya özgü, hatta tren güzergahında olan bu yerde Atatürk Sivas ve Erzurum'a giderken konakladığında, onun için yapılmış ünlü Ata ekmeğiyle çok daha mükemmel olacağı kesin La Paragas usulü bu melez-i tostu: Mecburen, mevcuttaki normal ekmekle yapmak durumunda kaldım.

Durum şudur: Bir yarım ekmek yan ortasından yarılır. O arada enlemesine ve ince ince doğranmış mantarlar tereyağında az miktarda kavrulmaya bırakılır. İnce ince dilimlenmiş yeteri kadar sucuk ekmeğin arasına yerleştirilir. Onların üzerine incecik doğranmış çarliston biber halkaları dizilir. Onların üzerine dilim salamlardan fıstıklı olan yerleştirilir. O arada tavada hallolan ve tam kavrulmadan hafif sularında kalmış mantarlar salamın üzerine dağıtılır. Bir siyah zeytinin çekirdeği çıkarılır ve ince daireleri halinde doğranıp mantarların üzerine koyulur. Çok ince dilimlenmiş iki adet domates en üste koyulup, tüm karışımın üzerine bir çay kaşığı zeytinyağının içine bir miktar (tazesi olmadığından) kuru kekik ilave edilerek dağıtılır. En üste de kalınca bir kaşar dilimi koyulup, ekmek ısınmış olan tost makinesine yerleştirilir. Domateslerin varlığı gözetilerek bastırılır; tost makinesinin üst tarafından. Ekmeğin iki tarafına biraz tereyağı sürüp cızırdattıktan ve arzulanan kızarıklığa getirdikten sonra alınıp bir tabağa tost; kahve, bir fincan çay ya da bir bardak kola eşliğinde keyfi çıkarılır.



Kişiye özel not: Fırında makarnanın malzemeleri hazır. Hatta bir menü de! İçecek tercihiniz var mı? Yoksa menüyü hazır edene mi bırakırsınız?:))

Sabah İşte!..

Sabah bir kitap için raflarına göz atarken kitaplığın, bir başka kitap çarptı gözüme... Alıp ilk iş olarak kapağın altındaki ilk sayfaya atılmış tarihe baktım. 16.01.1980.

Bir İngiliz gazeteci-yazarın elinden çıkmış olması, Altın Kitaplar Yayınevinden piyasaya çıkmış olması demek ki yakılacak kitaplar listesinden çıkarmış onu... Bunca zamandır, neden elim gitmedi bir kez bile ona diye düşündüm. Ötekilerin yakıldığı bir dönemde bunun yaşıyor olmasını mı hazmedemedim bilmiyorum.

Sonra, birden aklıma geldi ki bu kitabın içinde, petrol sanayisinin parolası olduğu söylenen ve Rockefeller'in dilinden düşürmediğine vurgu yapılan bir şiir vardı. Çok işime yaramıştı... Aslında ondan yola çıkarak öyle davranmıyordum elbet. Ama! Hani vardır ya! Bir davranışınız doğal bir hal halinde süre gidiyordur da yaşamınızda, bir gün, bir yerde okuduğunuz bir bilene ait düşünceyle kendinizinkini eşlersiniz. Ve o gün, aslında sizde olan ama adını koyamadığınız bir davranışınızın ya da bir duygunuzun adını bulmuş gibi olursunuz. Ben de o gün öyle olmuştum.

Gözlemeyi seviyordum, onu hatırladım. Ama Rockefeller'da ticari ve çıkarsal amaçlar taşırken bu, bendeki anlamı yaşamı dinlemek ve anlamaktı.

Bugün şu algıda seçicilik denen şeyin aslında ne güzel bir şey olduğunu da düşündüm, bakarken o şiire... Bir sol militan çocuk ve emperyalizmin en önemli şahsiyetlerinden biri. Ve aynı şiir:

Akıllı bir baykuş ağaca çıktı: oturdu
Çok şey gördü ama çok az konuştu.
Ne kadar az konuştuysa o kadar çok duydu.
Neden biz de baykuş gibi olamıyoruz?

Sonra, kitabın sayfaları arasından bir not kağıdı ilişti gözüme... O yıllarda, henüz tıfıl çocuklarken, manalı sözlere ilgimiz çok fazlaydı. Onları alır, bir süre bilmiş konuşmalarımızın arasına katıp kendimizi süsler, sonra da sokağa bırakırdık o cümleleri. Onlardan en sevdiğimizdi bu rastladığım: ''Hep aptal görün ama hiç aptal olma.''

Tabii ki sayfalarda dolaştıkça o yılların içine gidiverdim. Ve sevdim bu zaman makinası hali... Sonra bir tebessüm yerleşiverdi suratıma. Sonra bir kahkaha oldu kocaman.

O zamanlar, en arkadaşım- ki hala en arkadaşım- ve ben, derdik ki bir de: ''Ya biz, özellikle otuz kırk yaş civarı insanlara- ki bizimle aynı yaşta olanları hiçten sayıyorduk- onların bizi nasıl tanımalarını istersek öyle davranıp, onlarda istediğimiz intibayı yaratabiliriz. '' Ve bunu başardığımızı da düşünürdük. Elbette başardığımız da oluyordu çoklukla... Şimdi bize yapıldığında için için gülüyoruz. Ve yiyoruz elbet. Zekayı takdir etmek lazım; di mi ama!

Orijinal adı Seven Sisters olan, Türkiye'de, Petrol Oyunu adıyla yayınlanan Antony Sampson tarafından yazılmış oldukça aydınlatıcı ve bu konuda en önemli referanslardan biri sayılan bu kitabın önsözünden bir paragrafı da belki ilgi çeker diye buraya taşımış olayım : ''Yedi Kız Kardeş, dünyanın en güçlü yedi petrol şirketine topluca verilen ad: Exxon, Shell, Mobil, BP, Texaco, Gulf, Socal. 

Bu kitapta dünya petrolünü, dolayısıyla dünya siyasetini elinde bulunduran, ülkelere, hükümetlere, toplumlara dilediklerini yaptıran bir avuç petrol soylusunu tanıyacak, dünyanın kaderini nasıl değiştirdiklerini, devrimler, karşı devrimler yarattıklarını göreceksiniz. ''

7 Mayıs 2009 Perşembe

Anayurt Oteli...


Türk Sinemasının en önemli yönetmenlerinden Ömer Kavur: Bireysel dinginliğini filmlerinde uslup olarak gördüğümüz; hayatın kıyısında köşesinde kalmış karakterlerin içsel çelişkilerini, arada kalmışlıklarını analiz eden derinlikli bir sinema diline sahip, sanatsal kaygıları olan, sinemayı asla ticarileştirmemiş, benim çok sevdiğim bir sinema emekçisidir. Türk Sinemasına kazandırdığı uslup yetişen kuşaklara rehber olacaktır. Eğer bir Türk Sineması ekolünden söz edilecekse bunun en önemli taşlarından biri Ömer Kavur'dur. Hayatımıza tıpkı filmlerinin geçtiği küçük hayatlar, gözden ırak karakterler gibi duygulu, nitelikli ama sessiz filmler katmış, saygıyı fazlasıyla hak eden usta bir yönetmen ve insandır.

Türk Edebiyatının en nitelikli ve derinlikli kişilik analizlerinden birini yapan; asosyallik üzerinden içine kapanık, çevreye yabancılaşmış bir erkeğin cinsel yönü ağır basan yabancılaşmasının kimlik arayışlarını anlatan Yusuf Atılgan'ın aynı adlı romanından(bu kitabı da okuyun demektir) çok ustaca; romanı okurken hayal ettiğiniz kasabayı, oteli, karakterleri, çok iyi yaratarak; özellikle, Zebercet'in iç dünyasının sunumu, gelgitleri, buhranları ve klinik sayılabilecek psikolojik bozukluklarının bütün evrelerini, son derece etkileyici bir anlatımla yöneterek romanın derinliğine yakışır bir sinemasal dil yaratan Ömer Kavur'un; 1987 Venedik film şenliğinde uluslararası film eleştirmenleri birliği ödülü almış; canlandırması çok zor olan ifadesiz bir suratla çok şey ifade etmeyi çok iyi başaran Macit Koper ve Serra Yılmaz'ın, romanın önemli karakterlerinden''gecikmeli Ankara Treni'yle gelen kadını'' canlandıran Şahika Tekand'ın(ki ''cuk'' oturmuştur bu role) olağanüstü oyunculuklarıyla yer aldıkları, sonuçların niyeleri üzerine de çok derin analizler ortaya koyan; bence Türk sinemasının en önemli ''başyapıt''larından bu filmi mutlaka izleyin(tabi bulursanız:), kitabı da mutlaka okuyun...

Sinemamızda, hem oyunculuklar adına hem de film yapmak adına nelerin de yapılabildiğinin en önemli kanıtlarından biridir bu film... Ve Türk Edebiyatı'nın en önemli romanlarından biridir kitap.

Yusuf Atılgan'ın diğer önemli kitabı ''Aylak Adam'' üzerine yazılmış güzel bir yazıya buradan ulaşabilirsiniz.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

İŞTE BÖYLE...


12 öğretim yılı okudum.En bahtsız zamana denk geldi bizim yıllar.

Biz başlayınca, ilk öğretim 8 sene oldu.

8 sene bitince ismi değişen bir sınava girdik.

O esnalarda açıklama yapıldı, liseler 4 yıla çıkarıldı.

Hazırlık seneleri kalktı, bazı liseler ortadan kaldırıldı

O 4 yılı da okudum.

4 yıl sonunda da bir sınava gireceksin dediler;hala gireceğiz.

Sonra bir de dediler ki; bu, sizin son böyle sınavınız, seneye sistem değişiyor, bir de zorlaşıyor.

Bizde, eh! dedik.değiştirin bakalım.:)



Halen annemin kucağından indirilip çıktığım, ilk okulun ilk merdivenleri var hatırımda...

Halen ilk beslenme çantasına tuhaf tuhaf bakan, sınıfındaki arkadaşlarından bir yaş ufak mavi önlüklü kızım.

Halen ilk okulun ilk sıraları cila kokuyor.

Halen ilk kalem açacakları ilk kurşun kalemleri açıyor.



Bitince başını düşünüyor insan.

Bitince, bitmesi için edilen duaların komikliğini,bitmesi için kurulan hayallerin saçmalığını düşünüyor.

Bitince, elimizden avcumuzdan bir yanımızdan birşeyler alındığının farkına varıyor.

Bitince, kaldığı yerde kalıyor insan.



27 Nisan pazartesi...

Okulun son günü.

Sınıf tam.

İki sınav var o gün.

İkisini de verip çıkıyoruz.

5.ders saati.

Herkes sırasında...

Kimsede çıt yok.

Herşey bitmiş.

Not kalmamış, sözlü yok sınav yok ...

Herkes boşlukta an'ı anlamaya çalışıyor.

Kimsede çıt yok;

hocayla bakışıyoruz...

Bir daha aynı sıralara oturma fırsatımızın olmayacağının farkına varıyoruz.

Bir daha aynı üniformayı giymeyeceğiz, bir daha İstiklal marşı okunmayacak, bir daha hocalardan tırsmayacağız.



Bir daha buraya gelmeyeceğiz.



Sınıf hocası bişeyler söylüyor.

Kendimi düşünüyorum, ben ne yapacağım şimdi?

Herkes birşeyler söylemeye başlıyor.

Her ağızdan bir ses sonra...Helallik alınıyor.

Herkes kucaklaşıyor.

Birileri gülüyor.

İnanılmaz bir gürültü var sınıfta,

bir kahkaha havası,

"aramayan ölsün" nidaları ortalıkta.





Düşünüyorum.

Herkes bu durgunluğuma şaşırıyor.Böylesi anların en yırtık, en sesli kızıyım ben.

Sırama adımı kazıyorum..."captaiin".

O sınıfın kapısından çıkarken, dönüp son kez nasıl bakacağımı düşünüyorum.

Herkesi kucaklıyorum.

Gidiyorum...

Nisanın 27 sinden aklıma kazınıyorlar, nisan 27 içimi buruyor, büküyor, zedeliyor.





27 Nisan tarihimden hafızama kazınanlar...


Emre...

4 yıl beraber okuduk ve sıralarımız arka arkayaydı, 1.80 boyunda, ince bir gençti kendisi.

Hiç kimse onun kadar delikanlı, onun kadar samimi olamazdı.

4 sene her gün, günün belirli saatlerinde ben yanımdaki kankam ve Emre'nin yanındaki Bayram'la sohbet ettik.

Herşeyden her konudan...Onunla sohbet vazgeçilmezdi.

Savunucuydu, yanındaki kıza toz kondurmaz, laf söyletmezdi.

27 nisan günü Emre'ye kocaman sarıldım.

Sonra söyledi: "Captaiin arkadaşlığın paha biçilmezdi."



Bayram...

4 yıl Emre'yle yan yana, benim arkamda oturdu.Ondaki millet sevgisi, vatan aşkı kimsede yoktu.

Son sene apoletli bir kazakla dolaştı, son 3 yıl başkandı, onun polislik hayalleri kaldı aklımda.

Bir de, tez zamanda evlenip 3 tane çocuk yapmak.

Onda mükemmel bir okuma hevesi,bilgi ve sakinlik vardı.

Bizim sohbetlerin temeli de buydu ya! "Hoşgörü".

Bazen, çekilip kenara, onla çok özel konuşurduk.

Babasını anlatırdı.

Ailesini,çıkmazlarını,sıkıntılarını...

Memlekete çok üzülürdü.

Bayram'a da koskocaman sarıldım.

Eyvallah.



Tugay...

Son 1 senedir birbirimize tek kelime etmedik.Biz küslüğümüzün sebebini unutmuşken, yıl doldu.

Tugay için elimden gelebilecek her şeyi yaptım.Mükemmel bir arkadaştım.

Ne oldu, ne yaptık birbirimize hatırlamıyorum; ama küslüğün sebebinin kayda değer bir tarafı yoktu, eminim.

Onu çok çok çok sevdim.Sabahlara kadar kızlardan çektiklerini dinlerdim.Yaz tatillerinin iş arkadaşıydım.Sahil içmelerinin olmazsa olmazı...

O değişti.Zaman ve yaşadıkları onu tümden başka biri yaptı.

Ben de, yüklendim ceketimi omzuma, çıkıp gittim.

Yüz yüze bakmayalı bir yıl olmuştu ki...

27 nisan 6. saat helallik vakti...

Onu, uzaklardan bir yerden, biraz kuytudan izledim.

Gelmemi beklediğinden adım gibi emindim, elimi uzatsam o elin boş kalmayacağından da emindim.

Cesaret edemediğimden değil, gurur yapmanın da hiç vakti zamanı değildi hani!..Ama eksikliğini hissetmediğin bir şeyin,yerinde olması için de çabalamanın bir anlamı yoktu.(öyle sanmışım)

Helalleşmelerin içinde bir an göz göze geldik,durduk.

Kalkıp yürüdüm, elimi uzatırken onun eli uzandı ve sarıldım.

Ama ne sarılma.

İki gözüm çeşme gibi akmaya başladı, hiç bu kadar hızlı ağlamamıştım.

Sımsıkı sarıldım,öptüm.

Birkaç dakika sarsılmışız.Bir baktım Tugay benden çok ağlıyor.

O sınıfta, 4 yıldır ilk kez bir erkek ağladı.

Manyaklar gibi ağladık.

Kulağına fısıldadım.

Biz niye küsmüştük...?



Gün bitti.

Zil çaldı.

Çalan son zilimizdi bu.

Mutluydum.





Gerisin geriye...

Bütün eğitim hayatım boyunca çok az kız arkadaşım oldu.

Lise sıralarında ise yalnızca bir kız arkadaş edindim.Diğerlerindense bir biçimde nefret ettim.

Bütün erkekler kankamdı.

Cazgırlık edip hiç bir kavgaya karışmadım.

İddia kuponlarına yatırdığım parayla bir üniversite öğrencisi burslu okuyordu.:)

Güya fix tüyo almışlarda:“captaiin ortak kupon yapalım bu sefer tutacak”.(hep böyle yediler paralarımı)

Hocalarımdan yalnızca birine saygısızlık ettim; ki, o da hak etti.Müdürdü kendisi...

Bizim fizik derslerine girerdi son iki sene böyle oldu.Geçen senenin son zamanları, onun aşağılayıcı ve tutucu tavrına sinir olup,birkaç siyasi akım hakkında ani çıkışda bulundum.

Anarşizm üzerine bir cahil gibi konuşuyordu,bende tutamadım kendimi...

O gün, beni dersten çıkarıp bekleme salonunda 1 saat tuttu, sonra babamı okula çağırdı.

Akşam, babam tarafından feci biçimde haşlandım.

Ama babamın bu kadar kızmasının sebebi savunduklarım değil,hocaya olan çıkışımdı.

O günden sonra adım anarşiste çıktı.

O günden sonra müdür beni defalarca,bir sebepten ötürü okula almadı.

Bazen etek boyum, bazen saç rengim, bazen ayakkabı rengim, bazen çorabımın laivert değil siyah olması.

Ondan sonraki fizik derslerinden bir şekilde(yandakiyle konuşma,arkaya dönme vs…) 8 kez dışarı atıldım.Ama o sayıyı bir 10 yapamadığıma yanarım.:)

Millet arkada okey çevirirdi, ama bir biçimde ben göze batardım.

Her neyse; ama müdürden, yani müstakbel fizik hocamızdan bir türlü nefret edemedim.

Geçen ay, son fizik dersimize girdiğinde elinde 70 sene(çok ciddiyim)öncesine ait fizik kitabı vardı yine.Biz 2 yıl o kitaptan ders işledik.

O haşat kitabı koyup masasının üzerine, “evet arkadaşlar size anlatacağım fiziğin tamamını anlattım.Fizik dersi bitmiştir.” deyip, kitabı kapadı. ”Sorusu olan?”

O an içimdeki vicdan azabını anlatamam.

Ulan bir kere olsun o fizik dersi dinlenmez miydi?

Evet bir kere bile dinlemeden fizik dersi bitti.:)



Onu dışında belki bir milyon kez okuldan kaçtım.Ah o tellerde pantolonlarım mı yırtılmadı?Eteklerimi rüzgar mı almadı?Düşmedim mi?

Bazen sırf heyecan olsun diye okula çitlerden atlayarak girerdim.



Deli gibi kopya çektim.Ölümüne çektim bütün kopyaları.Bir kere bile yakalanmadım.

Ama hiçbir sayısal dersten yandakine bile bakmadım.Bütün kopyalar sistemine küfrettiğim eğitiminin bize zorla işletilen sözel dersleri içindi.

İnadına:Hala cinaslı kafiyeyle tunç kafiyenin ne olduğunu bilmem...



Her neyse.

Bir biçimde bitti.

Bir an büyüdüğümü sandım.

Hâlâ anamın kucağındaydım.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP