20 Ocak 2009 Salı

Aksiyonlu Günler Bomba


O günde her zamanki saatte uyanmıştım. Genelde yola çıkılmasına on dakika kala uyanma tercihimden dolayı kahvaltı masasına oturma hakkımı kullanmaz, buna karşılık annemin yaptığı sandviçi, keki, poğaçayı arabada yol boyu tüketmeyi severdim.

Evimiz şehrin dışında olduğundan köyde yaşayan kentli gibiydik, bu çok hoşumuza giderdi. Her sabah okula giderken ve dönerkenki mesafe yüzünden sohbetler çok keyifli olurdu.

Gerçi akşam dönüşleri genelde birlikte olamıyordu; kız kardeşin çıkış saati onlar tam gün okuduklarından daha farklıydı. Ben sabahçı olduğum dönemlerde, öğlen çıkışlarında ya minibüsle ya da belediye otobüsleri ile dönüyordum. Aslında, benim okulum daha erken başladığı için, genelde bize komşu bir kamu kurumunun sabahki öğrenci servisi ile giderdim. Kız kardeşim de okul saati uygun düştüğünden, babamla giderdi. Özellikle kışın o servisle gitmek çok eğlenceli olurdu. Eski bir Unimogdan bozma servis aracı soğuk yüzünden çalışmaz, şoför motora eter sıkar, o yine çalışmaz ve sonuçta serviste araba kullanmayı bilen tek kişi olarak ben kurumun Dodge pikabının direksiyonuna geçer, onu otobüsle tampon tampona getirip iteklemeye başlardım. Bir süre sonra yeteri hıza gelindiğinde ben Dodge'u durdurur, çakma otobüsü de şoförü yeteri hıza geldiği için vurdurarak çalıştırırdı. Ben, bir kahraman gibi beni bekleyen otobüse, özellikle şamatacı ufaklıkların alkış ve tezahüratlarıyla girer, gururdan havalanmış yüzünde mutlu tebessümle kitap ve defterlerimi bana uzatan kızın yanına otururdum.

Muhtemelen o gün birinci dersi kaynattığım için, ben de baba kız kardeş ikilisine katıldım. Benim okulum daha önde olduğundan, bir de kız kardeşin vakti olduğu için önce benim şanlı liseme geldik. Lisemin önüne bir geldik ki ortalık karışık, kaldırımda toplanmış insan kalabalığı sabit gözlerle, başlar havada, aynı noktaya bakıp birbirlerine olay yerinden canlı yorum halindeler; etraf, polis ve asker kaynıyor.

Aslında, o dönemler için olağan sayılabilecek görüntüler olduğundan, çok da umursamadan okulun kapısının karşısında durdu babam. Ama belli ki çok önemli bir görevde ve anda olduğunun farkındaki asker; telaşlı, sorumlu ve kendini fazlasıyla önemser bir edayla işaretler ediyordu bize, ''devam edin!''

Babamın''nooluyoki, çocuğu bırakıp gideceğim''ine; bu anı ,bu gücü, bu heybeti bir daha yakalayamayacağını bilen asker, kendini donatan yetkilerin zevkiyle bir kez daha ve sert bir ifadeyle karşılık verdi: ''Devam et!'' Tabii o bunu yaparken, hep sonuç aldığını bildiği için bizim de aynı refleksle tırsıyacağımızı düşündü. Oysa, allahın takdiri ilahisi işte, genetik kodlarımızın içine sıkıştırdığı bir özelliğimiz hemen ortaya çıktı: Sana dik yapana sen daha dik ol. Babam bu diklikle iki kelam edince, o heybetli askerin süngüsü düştü, cümleler nazikleşerek durum rapor edildi hemen: ''Beyefendi binaya bombalı pankart asmışlar, lütfen güvenliğiniz için ilerde durun.'' Bu nazik hali tabii ki reddedemezdik, o nazikleşmese biz orada kalır, bombanın vereceği bütün hasara da razı gelebilirdik; zor kullanıp bizi paket etmedikleri sürece...

Kız kardeşin okula geç kalma olasılığı yüzünden babam "senin bu olayla bir ilişkin var" bakışının dışında fazla söz söyleyemese de, bakışlarına yüklenmiş ifade tüm soruları ve duyguları listeleyip arabadan inmekte olan benim elime tutuşturdu zaten.

Aslında babamın bilmediği şey şu idi: Bu, benim için bile yepyeni bir durumdu. Gerçi kafamı kaldırıp baktığımda pankartı tanımıştım, kendisiyle bir kaç gün önce yan yana kucak kucağa sözcük alış verişinde bulunmuştuk. Ama altında bağlı bomba, benim için de çok büyük sürpriz olmuştu. Tarihsel bir olaya tanıklık ettiğimin de farkındaydım; ve bu tarihsel olayda benim de izim vardı. Ne güzel bir duyguydu o ahh!..

Bu, kentimizi şereflendiren ve kentimize asılan ilk bombalı pankarttı. Orada bulunan halkımız, diğer büyük kentler kategorisine yükselmiş olmanın keyfinde, merakında ve kendilerini gerçekten onlar sınıfında hissetmenin mutluluğundaydı. Keyiflenmiştim; gururlu, heyecanlı ve bir an öncenin adımlarıyla sınıfa geldim. Hocanın: ''O,oo hoş geldiniz, gözümüz yollardaydı,'' cümlesine bir günaydın ve tebessüm atarak sırama oturdum. Sıra arkadaşım; o pankartın oluşumunda ve oraya asılmasında payı olan, darbeyle birlikte sadece yerini benim ve dışımdaki iki kişinin bildiği uzun bir firar döneminin ardından yakalanıp ''neşeli'' bir işkenceden sonra hayata yollanmış biridir. Sıraya oturur oturmaz yüzümdeki tebessüme tebessümle karşılık verince, yüzünün ifadelerinden durumun özetini aldım ve sordum: ''Oğlum bomba ne iş?''

''Bomba işte oğlum!'' Yanıtın altındaki her şeyi seziyordum. Bütün olasılıklar aklımın içinde kuyruktaydı ve tek tek gözden geçiriyordum. Elimizde o anlamda bir bomba olmadığını; o güne kadar değil bomba, tabancaya, mermiye bile uzaktan bakan insanlar olduğumuzdan elimizde bomba olsa bile; ona da çok uzaktan bakacağımızı, vereceği zararın hem tarzımız hem de insan olarak aklımızın ucundan bile geçmeyeceğini biliyordum. Hatta ikinci karakterlerimiz ortaya çıksa bile bu na mümkün bir şeydi. Her birimizin her hali mercek altına alınsa, onların her birinden ayrı ayrı yola çıkılsa, gelinecek yer hep aynı cümle olacaktı: ''Bunlar bu haltı yiyemez .''

Gözlerimizle gerekli iletişimi kurup yeteri kadar önsöz oluşturduktan sonra ''Ne iş bu? Nasıl yaptınız?'' diye tekrar sordum. Gelen yanıt çok gevrek bir gülüşe yüklenmiş ''Zor olmadı, çok kolay yaptık.'' olunca, zaten gerekli kodları ayıklamaya ayarlanmış beynim durumu tam göbeğinden yakaladı doğal olarak.

Benim ne anlatırsa yeme pozisyonuna konumlanmış aklım biraz daha sorduktan sonra, o da anlayınca benim de onu sardığımı, başladı anlatmaya: ''Oğlum aslında çok kolay oldu her şey; sadece bombayı elde etmek için bekçiyle biraz cebelleşmek zorunda kaldık ve bir paket sigaraya patladı bu iş. Aslında pankartı sadece pankart olarak asacaktık. Sonra sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrünün dedi ki: ''Bunu bombalı yapalım, en azından daha dikkat çeker ve daha uzun süre kalır orada...'' Biz:-Bombayı nereden bulacağız, nasıl bağlayacağız, düzenek müzenek anlayanımız yok, bulsak bomba zaten elimizde patlar tarihe salak olarak geçeriz- falan diye konuşurken; o, ''çok kolay'' dedi, sakin yeşil gözleriyle kısık kısık gülerek...

Verince reçeteyi ve düşününce biraz; bir anda başarının kapımızın eşiğinde olduğunu hissederek ve o güzel tadını duyumsayarak; yaşasın, bizimde bombalı pankartımız olacak sevinciyle hemen marşlar söylemeye başladık. Bu kısa kutlamanın ardından hemen inşaata koştuk ve bahsettiğim gibi bekçiden bombayı aldık. Sonra, birimiz eve koşturup büyükçe bir kavanoz getirdi. Bir büyük yassı pil, üç beş farklı renkte kablo ve bir küçük kırmızı ampulle tüm malzemeleri tamamlayıp işe koyulduk.

Önce, inşaatın bekçisinden aldığımız bombayı küçük ve düzgün parçalara ayırarak yaklaşık on santim boyunda ve beş santim eninde üç tane lokum elde ettik, bunların uçlarına her birine farklı renkte telefon ahizesindekiler gibi kıvrım kıvrım yaptığımız kabloları bağladık, sonra onları yassı pile yapıştırdık. Pilin kutuplarından çektiğimiz iki küçük kabloya da kırmızı ışığı takıp bombamızı hazır ve çalışır hale getirdik.

Sonra, okulun karşısındaki bina henüz inşaat halinde olduğundan, kimseye zararı olmayacağını düşünerek bombanın miktarı ve patlamanın şiddeti konusundaki tereddütlerimizi de sildik aklımızdan... Son bir toplantının ardından bütün olumsuz olasılıklar silinmiş bir şekilde gece 11 civarında olay yerine geldik. Aşağıda iki gözcü bırakıp sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrünün'le yukarı çıkıp pankartı oraya güzelce bağladık. Bombayı da dışarıdan görünecek şekilde sarkıttık.''

Bizim sınıf arka tarafa baktığı için o an olup bitenden haberdar değildik; ama cadde tarafı sınıfların okulun bahçesindeki ağaçları göz önüne aldığımızda, özellikle üst kattakilerin şanslı olduğunu biliyorduk. Teneffüs ziliyle okul bahçeye yığılıp olayı izlemeye başladı.

 Polis bir yandan kalabalıkla uğraşırken, bir yandan başına ilk kez gelen ve eğitimsiz olduğu bu konuda elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Bu günkü gibi bomba uzmanları henüz her ilde ilçe de konuşlanmadığından ve yeterli sayıda olmadıkları için, bombalar konusunda reytingi yüksek bir ilden ya da ilçeden uzman bekleniyordu sanırım. Zilin çalmasının ardından sınıflarımıza döndük.

Öğleden sonra, okul çıkışında, bombanın katında polisleri gördük; pankartımızın iplerini kesiyorlardı. Pankart, polis eline düşmenin gururu ve görevini yapmış olmanın mutluluğu ile ağzında sloganlar, elinde zafer işareti, sesini kısmaya çalışan polislere inatla direnerek ve hepimizin ortak zaferine gülerek aşağı indirildi. Alkışlar eşliğinde bindirildiği polis aracından bir kahraman edasıyla son kez dönüp bize göz kırparak el salladı.

Yüzlerimizde iyi bir iş başarmanın, tüm fraksiyonları kıskandıracak bir eyleme imza atmış olmanın haklı gururuyla ve tebessümle ona bakarken, yanımıza gelen sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün'e gülerek tebriklerimi yollayıp fırsatın ganimetinden yararlanarak ellerini avuçlarıma aldım. Biz üç arkadaş gülerek ve keyifle yürürken, arkamızdan yükselen müzikle birlikte perdeye "son" yazısı yansıdı. Hayatın ışıkları yandı. İzleyiciler usul usul olay mahallini terk ederken, perdeye şu yazılar düşmekteydi:.

Sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün: Bu olaydan sonra üniversite için bir büyük kente gitti. Hep karşı durduğu sistemin içinde görev aldı. Kariyerinde doruk yaptı. Önceki yıl doç pikapla çakma otobüsü iten çocukla bir yemek yediler. Zaman zaman görüşmekteler.
Sıra arkadaşı: Bir süre içerde yatıp çıktı. Doç pikapla çakma otobüsü iten çocukla yıllar sonra yolları aynı meslekte kesişti. Çocuğun zaten o işi yapacağı alnına yazılmıştı. Ama ötekinin ki büyük bir sürprizdi. Zaman zaman görüşüyorlar.
İnşaatın bekçisi: İlk işini bir sigara karşılığı olarak yaptıktan sonra inşaatın malzemelerini para karşılığı satarak elde ettiği sermaye ile silah işine girdi çok zengin oldu inşaatlar yaptı, şimdi öteki dünyada hesap vermekte.
Bomba: İnşaattan alınıp bölünen kiremidin her parçasının bir eğe yardımı ile düzeltilmesinden elde edilmişti. Yani bomba sanılan şey kiremit parçasıydı efendim:)) Ama bu gerçeği kimse kimseye söylemeyerek; iki tarafta, yani hem polisler hem pankartı asanlar; hem bulundukları camialarda popülaritelerini artırdılar, hem de kahramanlıklarını tarihe yazdırdılar.:))

Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün;Neyleyim Ben;)kimdir için; tıklayabilirsiniz:))

19 Ocak 2009 Pazartesi

Rakel Dink: Hrant Dink'in Büyük Şansı!..


Onun öldüğü günün (19 Ocak 2007) sonrasında, cenazenin kalktığı günü; üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın'a,  ''HayatınHerhangi Bir Pazarının Öncesiyle, O Pazardan Sonraki Pazarının Ötesinden Berisinden Bir Saatte, O Zamanın Ötesinden Berisinden Laf Ola Beri Geleler'' başlığı ile yazdığım e-mektupta şu sözlerle anlatmışım...

-----------
... Geçen gün, Hrant Dink in cenazesini izlerken güne damgayı yine bir kadın vurdu dedim içimden. Günün en güzeli o kadındı: RAKEL.

Bu adı hiç unutmayacağım; ''Seni çocuklarından ayırdılar, torunlarından ayırdılar, KUCAĞIMDAN ayırdılar ama vatanından ayıramadılar SEVGİLİM'' dedi ya!..

Hayatı boyunca hiç boşluksuz yaşamış, her anı dolu bir adam olarak bütün o yaşadıklarımı çok daha parıltılı ve anlamlı yapanın diğerleri olduğu içimi titretti bir an... Bir sevgilinin mezarı başında ya da onun benim mezarım başında olmayacağını düşündüm birden. O kadının duruşu, olay günü yerde uzanmış cesedin yüzükoyun yatmış hali çok naifti.

Ve bu ölüm, duyguları açısından aşk dolu idi.

Sığınılmışlık duygusunun ve güvenin haddi bir şey idi; ''güzel'' ölümdü yani!..

Ve ölüme; bir sevgilinin, yaşayan bir aşkın kucağından gitmiş olmanın güzelliğine baktım. Ya da bir sevgiliyi kucağından göndermenin... Dolu, hayranlık ve emek yüklü bir fotoğraftı gördüğüm; başından sonuna kesintisiz, iyi kalpli bir aşk...

Ve yerde yatan adam üzerine bir yorum yaptım sanayide konu tartışılırken. Yatış biçiminin duyguları üzerine... Elbette, kalleş bir akşam üstünün satılmışlığında, kaç kırk kişilik it sürüsünün içinden gözleriyle çıkmamış bir insan kitlesine bahsedilemezdi duygu yüklü bir kalbin yüzükoyun sığınıp korunduğu sağanaklardan... Her şey anlatılırdı da duygulardan uzak, duygular resmedilemezdi Nazım'ın Abidin'e dediği gibi miydi acaba?

17 Ocak 2009 Cumartesi

Bir Rüya İçin Ağıt...(Requiem For A Dream )


Yaşadığımız dönemin yansıması bu film!..Hatta göze sokulması!

Uyuşturucu kullanımı ile atbaşı bir başka sorunun sorgulanması açısından çok önemli bir film...

Gençler, kendi yalnızlıkları ve yetersizlik duygularına madde kullanarak çözüm ararken; yetişkinlerin de benzer nedenlerle, hiç de aykırı gibi durmayan ve asla sorgulanmayan bir olağanlıkla yaşamın içinde yer alan, özellikle tv programları yoluyla özendirilen bir dünya nedeniyle,uyuşturucu kullanan gençlerle aynı kaderi paylaşıyor olmaları ve bağımlılık üzerine çok etkileyici bir film!

Bu filmin, özellikle (16+) öğrencilere öğretmenler kanalı ile izlettirilmesini şiddetle öneririm. Günümüz insanının yalnızlaşması sonucu sığındığı iki noktanın olumsuz sonuçlarını kafalara çakma noktasında, etkileyici müzikleri ve kendine özel sinema diliyle çok önemli ve ''sert'' bir filmdir!

İzlenmelidir.


Yönetmen: Darren Aronofsky


Oyuncular: Ellen Burstyn, Jared Leto, Jennifer Connelly

16 Ocak 2009 Cuma

Tatlım Gelince Samanlık Seyran Oldu...



Her şey Birden Başladı:

Dün, öğlenin bir vaktinde keyifli bir mesajlaşma esnasında, bir anda tatlım geldi. Durup dururken üstün zekâm olmadık anlarda, olmadık saatlerde ve olmadık yerlerde çakar, aklıma bir şey düşürür ve sürekli onu yapma konusunda tahrik etmeye başlar. Genelde tembellik olarak değerlendirilebilecek karasızlıklar yaşasam da sınır çizgilerinde yaşamayı, onun merakı ve bilinmez sonuçlarının heyecanını seven kişi hemen harekete geçip paçalarıma yapışır; ''Hadi hadi,'' diye... Açıkçası onun bu serseri haline ortak olmayı, katılmayı ve bir sonu bilinmez heyecana sürüklenmeyi severim. Hatta bayılırım. Aklım tembel halden çıkıp kararı oluşturduktan sonra da bir başka kişi çıkar ortaya; hızlı hareket eden, bodoslama dalan, hızlı düşünen ve genelde o anın bütün keyfini yaşarken, sonuç ne olursa olsun onun da tadına varan bir ben. İşte o benin dün aklına düşen vişneli ekmek tatlısıydı, vişneli ekmek tatlısı akla düşünce: Çok kısa süreye sığdırılmış çok hoş, çok aşk ve çok keyifli bir ilişkinin güzeli Üzerine dondurma konmuş vişneli ekmek tatlısı kadın da hatırlandı, kaçınılmaz bir şekilde. Anlar kare kare olup film gibi akmaya başladı göz içlerimden. Dudağıma oturan keyifli tebessüm elini uzatıp kalbime değdi, sıcacık şefkatiyle usul usul sevdi onu...

Sonra geçmişin bu lezzetinden çıkılıp, her yaşananın bir yeniyi daha lezzetli, daha fark edilir ve daha keyifli kıldığının bilinciyle içine üç öpücük yüklenmiş mesaj tazeliğin güzel kokusuna yollandı. İlk ikisi tedavi maksatlıyken, üçüncüsü hedefi şaşırıp -aslında fırlamalıktan- bir kazaymışçasına yanlış yere gitti ve çok yapışkan bir ukala olduğu için orada fazlasıyla takılır genellikle... yine öyle yaptı.

Sonrası:

Bütün bu duygular ve düşünceler, iş arası bir zamana denk gelmesine rağmen, içimdeki anarşisti afiş akşamlarının yaz kokulu saatlerinin çevikliğinde, alt sokağın köşe duvarında yankılanan polis aracının siren lambasını fark etmiş tazı hızında harekete geçirdi. Elbette an itibariyle eldeki olanaklar ve zaman göz önüne alındığında orijinal bir vişneli ekmek tatlısı yapmak olası değildi. Ama çok sevdiğim, beni oluşturan değerli parçalarımdan biri olan pratik akıl reçeteyi hemen oluşturup elime tutuşturdu.

Emri almış ben, yakındaki markete doğru sahil boyunu tercih ederek, ilkbahar tadındaki havanın keyfine göl mavisi denizi de katıp hayallerim yanımda yürüdüm.

Markette Olanlar:

Bir paket mi iki paket mi alsam tereddütünü kısa bir sürede değerlendirip iki paket almaya karar verdiğim etimekleri sepete atıp, orijinalini yaptığımda üzerine mutlaka dondurma koyduğumdan, bu kez daha hızlı ve pratik bir şey yapmam gerektiğini düşünerek; bunun, biraz da kremalı pastaya, bir de sütlü herhangi bir tatlıya yakın olması arzusu pudinglere yöneltti beni.

Aklımın verdiği listede vanilyalı yazılı olmasına rağmen içimdeki kışkırtıcı yüzünden o mu bu olsa diye düşünürken, akıl müdahale etti ve sert bir ifadeyle ne yapmam gerektiğini dikte etti. Tırsak bir hale bürünen ben, kendime yakışanı yapıp vanilyalıda karar kıldım. Sonra 1lt'lik bir süt alıp ertesi sabah için ihtiyaç duyduğum bir iki şeyi de sepete ekleyip gerekli ödemeyi kasaya döküldükten sonra marketten çıktım.

Olay Yeri: Mutfak

Mutfağa daldığımda camı açıp kışa inat tomurcuklanmış şarap rengi gülün kokusunu mutfağa konuk ettim. Ve normalde pudingin kendi reçetesinde 750 ml süt kullanılması önerilse de etimekleri o an için önceden ıslatma fikrim olmadığından ve yapacağım tatlının biraz da pasta kıvamında dişe gelmesini istediğimden; pudingi, biraz daha sulu yapmak fikriyle 1lt süt kullanmaya karar verdim. Sütü, küçük bir tencereye koyup puding poşetini içine boşaltıp iyice karıştırdıktan sonra pişirmek üzere ocağa koydum. Süt miktarını fazlalaştırdığım için, etimeklerin de şekersizliğini göz önünde tutarak, ocağın üzerindeki tencereye altı tane kesme şeker attım.

Ofisimsideki müzik setinde çalmakta olan Nazan Öncel'in son CD'sindeki şarkılara eşlik ederek, onun ritmiyle tenceredeki pudingle bir sağa bir sola ve bazen hızlı bazen yavaş dönüşlerle dans etmeye başladık. Bu karşılıklı hal pudingin kanını iyice kaynatmaya başladıktan bir iki dakika sonra, ilişkinin onun cephesinden aldığı tehlikeli hali fark edince, bir iki dakika daha kaynamasına izin verip, tabii ki sonlanacak ilişkimizin yarası çabuk kabuk bağlamasın diye bir süre daha karıştırmaya devam ederek, bu hali tek taraflı sonlandırdım.

Kısa bir kararsızlık dönemi sonucu üzerinde karar kıldığım kaba bir kat etimeki dizdim. Aslında vaktim olsa üzerine karemelize edilmiş şeker dökmek isterdim. Hatta karemelize edilmiş şeker yerine biraz kaynatılmış, çok az vanilya ilave edilip çektirilmiş vişne suyuna batırıp etimekleri öyle dizmeyi de tercih edebilirdim. Hatta daha da ileri gidip, hepsinden vazgeçişle ev yapımı ve kaynatılmış liköre batırmayı kesin isterdim. İstedim.

Ama vakitsizlik yüzünden tüm bunları bir başka sefere erteleyerek, tencerede hafif ılınmaya bırakılmış pudingi bir kaşık yardımıyla güzelce ve bolca, birinci kat etimeklerin üzerine döktüm. Bu haliyle kısa bir süre dolapta soğutup çıkardıktan sonra, ikinci kat etimekleri dizerek üzerine tekrar puding döküp, sonra bir kaç dakika buzlukta soğuttum. Çıkarıp üzerinde vişne reçeli gezdirdikten sonra, her dilimin üzerine kendi arzum çerçevesinde vişne tanesi koyarak, soğumak üzere tekrar dolaba kaldırdım. Bu arada elimdeki bir iki işi çıkartıp, tatlı vaktimin zili çalınca beynimde; bir parça tabağıma alıp, fotoğraflarını çekip, olaya başlamadan önce mesajlaştığım arkadaşıma afiyet olsun yazılı bir maile ekleyerek yolladım. Gelen yanıt çok tatlıydı: ''Manyaksın sen yaaaa :)) Sana afiyet olsun asıl .:))

Bu sevgisine buradan öpücüklerle karşılık veriyorum, hemi de üçüncü türden. Ve son olarak, zahmet edip okuyan ve yapmayı düşünenlere bunun farklı meyvelerle yapılacak versiyonları konusunda başarılar diliyorum; en mükemmelinin likörle yapılanı olacağını düşünerek. Onun, çok güzel bir yemek akşamının sonunda, üzerine koyulmuş iki top dondurma ve iki nane yaprağı ile süslenmiş, kat arasında meyve şekerlemeleri olan halinin düşünü kurarak...

Müzik Nazan Öncel'in son albümünden Canım Benim Nasılsın? adlı şarkı.
Resim hatırladığım kadarıyla Hürriyet com.tr den

Top Secret...(Çok Gizli)


Bizim aile için, sıklıkla anlatıp güldüğümüz bir hikayesi vardır bu filmin...Henüz cd ler hayatımızda yerini almamışken, bir cumartesi gününün akşamında kiraladığımız video kasedi oynatıcıya takmış,bütün kuzenler bir arada, ortalıkta buz gibi biralar, kimimiz koltuklara, kimimiz yerlere yayılmış kahkahadan karnımıza ağrılar girecek bir zevkle izlemiştik bu yeni nesil durum komedisini...

O kadar çok gülmüştük ki; sanki, herkes için bundan daha komik bir film olamayacağını düşünmüştük.Sonra kuzenlerden bir tanesi ertesi gün yemeğe gideceği nişanlısının evine bu filmi götürerek, yemek sonrasının kayınvalide kayınpederli sıkıntılı sohbetlerinden kolayca sıyırabilerimin hesabıyla çok da mutlu olmuştu.

O gecenin ertesindeki buluşmamızda,izlemeye başlamadan önce komikliği üzerine yarattığı beklentiyle kaseti koyduğunu,jenerikten başlayıp son yazana kadar kimseden bir tebessüm bile gelmediğini anlatırken;onun o süre boyunca nasıl morlara bürünüp kanter içinde kaldığının espirilerle dolu geyiğini yapmıştık bolca...

Hâlâ bir film üzerine sohbetlerimizde ya da bir araya gelip film izlediğimizde bunu konuşuruz.Bu olay bizim için görecelik ve algı kavramları üzerine ders alıcı, çok somut ve açıklayıcı bir örnek olmuştur .Türün diğer filmleride çok eğlendiricidir; ama bu filmin içlerinde en iyisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.Ve bence türünün en özel filmidir.İzlenmesini öneririm.Eğer beğenirseniz yinede kurtarıcı olarak bir yere götürürken dikkatli olun:))Ne olur ne olmaz; yedeği yanınızda olsun:))

15 Ocak 2009 Perşembe

Yakın Tarihte Bir Ufak Tur...Asıl Suçlu!

Hayata bakışımda şikayet kültürü pek yoktur. Ve başkalarını suçlayıp oradan sonuç çıkarıp kendimi haklılamayı sevmem. Eğer karşımdaki kötü ve suçluysa bile, çektiğim zararın sorumluluğu bana aittir diye düşünürüm. O öyleydi de sen ne yaptından bakarım genellikle... Bu yazı ülkenin bu günlerine o mantıkla bir bakıştır.

1980 öncesinde, toplumun her kesimiyle işbirliği halinde, sol değerlere ve toplumun tüm katmanlarına öncülük eden, genel başkanının  adı dağlara taşlara yazılan bir parti vardır. Ve faşizmin tavan yaptığı, olağanüstü güçlü oligarşik bir yapının olduğu yıllarda,  olağanüstü coşkulu, tüm sol güçlerle kucaklaşılmış bir seçimde, tüm bu olumsuzluklara rağmen %42 oy alır bu parti... Ve bu gücün, yani o sol potansiyelin önü bir darbe ile kesilir.

1980 darbesinin ardından solsuzlaştırılmış Türkiye'de, ilk genel seçimlere gidilir. Seçime sol adına katılan ve devlet eliyle kurulmuş gibi duran Halkçı Parti vardır. SODEP, Erdal İnönü dayanaklı bir veto yemiştir. ANAP'lı yıllar başlar. Yasakların kalkması konusunda, ne enteresandır ki; demokrosiyi savunması gerekirken, partilerin varlık sebepleri bu olmasına rağmen, iktidar partisi ANAP'ın, referandum sürecindeki, demokrasi kültürüne hiç yakışmayan her türden engelleme çabası ve karşı propagandası sonuç vermez ve yasaklar kalkar.

Bunun sonucunda solda; DSP, Halkçı Parti ve SODEP sahne alırlar.

O yılki genel seçimlerde ve yerel seçimlerde SODEP geçmişten gelen sol oyları toparlar; hem yerel seçimlerde hem de genel seçimlerde başarı elde eder. Aydın Güven Gürkan gibi, insan bir insanın Halkçı Parti genel başkanlığına seçilmesinin ardından, Halkçı Parti'nin SODEP'e katılımıyla SHP oluşur ve yapı biraz daha güçlenir.

Kurulduğu anda (SODEP iken) gencecik bir genel sekreter (Fikri Sağlar), onunla birlikte çok parlak gençlerle akil insanlardan oluşmuş, son derece demokratik, katılımcı, ben solcuyum diyen her kesimle ilişkileri iyi, temsil ettiği sınıflara önderlik yapan bir partidir SHP. Hatta çok önemli bir risk alarak -bir sonraki seçimde etnik milliyetçilik üzerinden siyaset yapmalarına rağmen- katılımcılığın bir gereği olarak, kendilerini meclis kürsüsünden ifade edebilmeleri adına DEP'i meclise sokar. Ve bu süreçte; hizipçiliği tavan yapmış ve o an itibariyle partinin genel sekreteri olan şahsiyet yüzünden, defalarca kurultay yapmak zorunda kalınır. Her seferinde kaybeden hizipçi, katılımcı bir çaba harcamak yerine, yaşamı boyunca kendi konumunu düşündüğünden, sürekli koltuk fırsatı kollamaktadır.

Anayasada değişiklik yapılıp eski partilerin kendi adlarıyla yeniden açılabilmesi söz konusu olduğunda, beklenen fırsat da gelmiştir. Erdal İnönü'nün "CHP açıldığında biz SHP olarak ona katılalım, CHP çatısı altında bir büyük kongre yapalım ve orada genel başkan ve kurulları oluşturalım." önerisine, o anlamda bir kurultayı kaybedeceğini çok iyi bilen Bay Hizip, Ecevit'in de yine Bay Hizip yüzünden bir başka kırgın ve küskün olarak bütünleşmeye sıcak bakmaması yüzünden, kapanan partinin son genel başkan yardımcısı olması dolayısıyla yasal hakkı olduğu için, yeniden açılan CHP'nin başına kurulur ve yeniden üç parti olunur. Geçmişten gelen bir aşk olduğu için CHP, çok doğal olarak aklı karışan seçmen yine bölünür.

Bay Hizip her gün baktığı aynasında kendinden başkasını göremediği için ve kazayla da olsa ayna bazen, "ondan daha iyi birinin olduğunu ve halkın onu daha çok sevdiğini" söylediğinde, o insanı yok etme konusunda yeteri kadar elmaya sahip olduğundan, o yılki belediye seçimlerinde İstanbul'da SHP adayı Zülfü Livaneli'nin karşısına bir aday, Ankara'da yine SHP adayı Korel Köymen'in karşısına bir aday koyup oyları bölerek, çok ufak oy farklarıyla İstanbul'da Recep Tayyip Erdoğan'ın, Ankara'da Melih Gökçek'in başkan seçilmelerine olanak tanır.

Bunun böyle gitmeyeceğini anlayan iyi niyetli solcular, Murat Karayalçın'ın genel başkanlığı döneminde gereken fedakarlığı göstererek, daha büyük ve oy oranı yüksek bir parti olmasına rağmen bir büyük kurultayla SHP- CHP birleşmesini gerçekleştirirler. O dönemde, özellikle sermaye basının fazlasıyla vitrine çıkardığı ve parlattığı Baykal, biraz kamuoyunda oluşan bu rüzgarı ve daha fazlasıyla da bütün bir yaşamı boyunca son derece titizlikle ve çakal bir akılla oluşturduğu delege yapısı sonucu, partiye ufak bir oy farkıyla genel başkan olur. Bundan sonra, partide hızlı bir kıyımla SHP' den gelenlere ayrı bir bakış ortaya koyup onları dışlayarak, kesintisiz bir biçimde partiyi ufaltırken kendini büyüterek yola devam eder. Parti tüm sol gelenekleri ve kendi geçmişini inkar ederek hızlı bir biçimde, militarizmi destekleyen, sağ politikalar ve politikacılardan medet uman bir siyasi usluba doğru yol almaya başlar.

Daha sonra baraj altında kalınarak kaybedilen bir seçim sonucunda istifa etmek zorunda kalır. Altan Öymen genel başkan olur. Parti gerçek anlamda sol, sosyal demokrat parti olma yolunda yeniden yapılandırılırken; başta delege sistemi olmak üzere katılımcılığın önündeki tüm engelleri kaldırıp tam anlamıyla çağdaş bir parti oluşturma yönünde programdan başlayıp tüzüğe varana kadar toplumun tüm kesimleriyle ortak bir çaba içinde çalışılırken; bu yeni yapının kendisi için bir son olduğunu farkeder Bay Hizip. Yeniden, "halk beni istiyor" nidaları atarak kurultay çalışmalarına başlar. Zaten kendi oluşturduğu ve henüz değiştirilememiş yapının olanaklarını sonuna kadar kullanarak, çok az bir oy farkıyla da olsa yeniden genel başkan seçilir. Bütün bir değişimi gerçekleştirmek adına yapılan kurultaydaki tüm düşünceler, program, tüzük rafa kaldırılır. Yeniden tek kişinin partisi olma haline doğru yol alan CHP'de, sol düşüncedeki insanların sempatisini kazanmış, kendisine rakip olabilme olasılığı yüksek kişiler hızla partinin hatta siyasetin dışına itilirler.

Yeni kurulmuş bir parti olan AKP katıldığı ilk seçimden birinci parti çıkar ve tek başına iktidarı alır. İkinci parti CHP dir. İki partili bir meclis oluşur. DYP çok küçük bir yüzdeyle barajın altında kalır. Ama Siirt'te seçim kazanan ve oyların büyük bir çoğunluğunu alan Jet Fadıl, dokunulmazlığı kaldırılıp mahkum olunca; orada, yeniden bir seçim söz konusu olur. Normalde, o seçimin oylarının genel seçim oylarının yüzdelerini etkilemesi gerekirken, bütün demokratik ahlakı bir kenara bırakan bizim küçük hesapların hini, AKP ile işbirliğine gidip yasada gerekli değişikliklerin yapılmasına olanak sağlayarak, Recep Tayyip Erdoğan'ın başbakan olmasına sebep olur. Aynı zamanda da, Siirt oylarının genel seçim sonuçlarına etkisi engellenerek DYP'nin barajı aşmasına olanak tanınmaz ve dolayısıyla bu durumun kendi milletvekili sayılarına vereceği zarar engellenmiş olur. Peki tüm bunların ülkeye bedeli ne olmuştur? Bugüne baktığımızda özellikle sol tandanslı insanlar olarak kime kızmamız gerekir?

Hayatı boyunca solcu olmanın gereği ne varsa hepsinin tersini yapmış, partinin büyümesine olanak sağlayacak tüm insanları kendi koltuğunun tehdidi görüp tasfiye etmiş, kocaman bir sol seçmen kitlesini parti anlamında seçeneksiz bırakmış, küstürmüş... Partinin toplumun tüm kesimleriyle bağını kopartmış, temsil etmesi gereken kesimlerin son derece uzağında bir siyasetle onları yalnızlaştırmış biri hâlâ orada dururken, siyasete tavırsal olarak müdahale edip öncülük etmesi gerekirken, bir siyasi partinin muhalefet alanlarını ve yapması gerekenleri sivil toplum örgütlerine, bir takım kurumlara terk etmiş ve onların çabalarının ve bu çabaların rantlarını yemenin hesaplarını yapmış, her seçim döneminde toplumda kabul gören insanların parlaklığından yararlanmak adına onları bünyesine alıp onların seçim ertesinde ise sessiz kalmamaları sonucu kapı dışarı etmiş biri orada dururken... Bence; Türkiye'nin yakın dönemine verdiği zararlarla aslında uzun vadedeki geleceğini tüketmiş, iktidar olmak ve bu ülkeyi yönetmek gibi bir arzusu olmayan, hayatı boyunca hiç bir risk ve sorumluluk almamış, bir çaba ortaya koymayıp parti içi hukuksuzluğa ve hazıra sırtını dayamış, toplamda hiç bir zaman %35'in altına düşmemiş sol oyları DSP'nin de CHP çatısı altında girdiği yani tek sol parti olarak katılınan bir seçimde bile tüketmiş, kendi dışında kimseyi umursamamış biri hâlâ varken biz niye ona buna kızıyoruz ki ...

Ben artık ona da kızmıyorum; ama, uzun yıllardır ortaya koyduğum görüşlerim yüzünden arkadaşlarımın içinde çoğu zaman tek kalsam da bugün haklılığımın onlar tarafından kabul edilmiş olmasına da sevinemiyorum. Minicik çocuklarken, daha bıyıkları aşklara terlememiş, hayalleri henüz duvarlara çarpıp un ufak olmamış, ortaokul, lise düzeyinde pırıl pırıl öğrencilerken, ergen yaşların ele avuca sığmaz heyecanlarını kenar mahallelerdeki, fabrikalardaki, tarlalardaki yoksulluğa harcamış, yaşamını tüketmiş, bedenlerinin bir parçasını işkencelerde bırakmış arkadaşlarım için üzülüyorum. Ve bugün, benzer gençlerin arkasında duracak, onlara güven olacak, içinde onların sesinin de yankılandığı bir sol parti olmadığına, olamadığına üzülüyorum. Ve eski (CHP) parti binasının bahçesinde tüm fraksiyoner farklılıklarımızı unutup şarkılar ve türkülerle sarmaş dolaş olduğumuz o muhteşem seçim gecesinin devrim tadındaki coşkusunu özlüyorum.

Karikatür Haslet Soyöz'e aittir.

13 Ocak 2009 Salı

Bir Reklama HİÇ Dokunmadan Geçemedim

Son Turkcell reklamına bayılıyorum, bunu inkâr edemem. Hiç demelere yüklenmiş tonlar, söyleniş biçimi çok hoşuma gidiyor ve her rastladığımda şefkatli bir tebessüm suratıma konuveriyor. Bu sevgim sadece oradaki duyguya ve ilişkinin sempatik haline elbetteki...

Ama aynı zamanda, hiçbir şeysiz saatlerce konuşma arzusunun arkasındaki koca boşluğa bakıyorum ve üzülüyorum. Durumu eleştirel bir bakışla değerlendirip sorumluluğu hemen gençlere de yüklemiyorum. Enteresan olaylar gözlüyorum telefon kullanımına yönelik... Evim üniversitenin güzergâhı üzerinde olduğu için fazlasıyla tanık olduğum, minibüsle gittiğim zamanlarda gözlemlediğim olaylardan bir kolaj sunup sonra kendimce bir takım değerlendirmeler yapmak istiyorum.

En çok tanık olduğum olay şudur: Esas oğlan, esas kızı minibüse kadar getirir, elleri ellerinde dışarda bir süre konuşurlar... Konuşmalar elbette bir sevginin ifadesidir, sahneler hoştur ama eminim ki, konuştukları tüm gün boyu birlikte geçirdikleri zamanı dolduran ifadelerin tekrarından ileri olmayan şeylerdir. Kız, sanki bir daha görülemeyecek bir uzağa gönderiliyormuş gibi minibüse biner, oturur oturmaz eller camda buluşur, ayrılığın özlemiyle bir süre daha bakışırlar.

Yolcuları tamamlanan minibüs, iki sevgiliyi bir birinden ayıran zalim olarak ilerlemeye başlar. Baş döner ve son kezmişcesine geride kalan sevgiliye bakar. Eller son kez ve ayrılığın hüznü yüklenmiş bir ağırlıkla kalkar, usulca ve buruk bir bakışla sallanır. Az sonra aklını durakta bırakmış kızımızın telefonu çalar. Arayan esas oğlandır. Araya girmiş uzun günlerin, gurbette kalmış hasretlerin hiçle başlayıp hiçle biten sözcüklerine özlemler yüklenerek konuşulur. Ben yolun ortalarında bir yerde inerim. Sonrasında ne olur pek bilmem... Bunları, içinde duygu var, aşk var diye hoş görüp tebessüm ederim; gidilen mesafe toplamda 13 km, en kötü olasılık akşam görüşülecek olsa da...

Ama bir olay var ki, bu benim için iletişimin ve teknolojisinin zirvesidir. Ben yine minibüste uygun bir yere konuşlanmış, o gün neye tanıklık edeceğimin pususunda beklemekteyken, bir kız ve bir oğlan geldiler, minibüsün o anki nizamı yüzünden kız öne, oğlan en arka sıraya oturdu. Aralarındaki mesafe 3 sıra, bu da yaklaşık 3 metre diyelim. Oğlan iki kişilik parayı gönderdi, ardından cep telefonuna sarıldı. Buraya kadar herşey normal... Ama telefondan iletilen şu konuşma ne derece normal biri bana anlatsın, "Hayatım ben parayı ödedim, sen ödeme olur mu?" Telefonda yol boyu oyunlar oynayıp mesaj atanları, sanki şirket toplantısının uzağında kalmışcasına harıl harıl dedikodu yüklü laf olsun torba dolsun konuşanları saymıyorum.

Elbette, tüm bunları başta belirttiğim gibi bir sosyolojik gerçeklik olarak kabul ediyorum. Ne yazık ki gençlerin önemli bir kısmı konuşacakları konuları sınırlı olduğundan ve hiçlik duygusu yüzünden, telefon aslının ve işlevselliğinin ötesinde değerlerle kullanılıyor. Reklamı yapan doğru bir tespitle, hedef kitlesini varolan davranış biçimleriyle saptayıp doğru yerden yakalamış, onların tüketim eğilimlerini körükleyip ceplerindeki parayı şirketin kasasına aktarma konususunda gereğini yapmış; bunu da takdir ediyorum. Ama herşey kendi mantığında ne kadar hoş durursa dursun; insan, genç insanlar arasındaki tembel eksenli bir konuşma biçiminin reklam vurgusu olmasına üzülüp o reklamın başka içerikle yayınlanmasına mecbur kalınacak bir ülkeyi özlüyor. Ne yaman bir çelişkidir ki tüm bu eleştirilere rağmen şekillendirilen genç modeline de kızamıyor.

Çünkü ülkede yakın tarihli bir nokta koyma (12 eylül) döneminin ardından, farklı oyuncaklarla düşünmekten uzaklaştırılan, evcilleştirilmeye çalışılan, biçimlendirilen, düşünme ve tartışma alanları daraltılan ve bunda hiç bir sorumluluğu olmayan bir nesil bu... Ve hepimiz de biliriz ki insan algısı (merak duygusuyla, eleştirel ve sorgulayıcı bakmayı öğrenemediği sürece) sunulanlarla biçimlendirilebilir bir şeydir. Bu reklamda vücut bulan ve toplumun geniş katmanlarına yayılmış halin sorumluluğunu da o günkü koşulları yaratarak, iki farklı gruptaki insanların kendi mantıklarınca iyi niyetli mücadelelerine çanak tutarak, onları kullanıp birbirlerine kırdırarak yarattıkları kaosun sonucunda oluşturdukları rejimle, gençlerin baş kaldıran, dinamik ve sorgulayıcı akıllarını başka mecralara taşıyarak ciddi bir kültür erozyonuna uğratıp; ülkenin özgür düşünen, dinamik ve genç aklını yerli işbirlikçilerle üzerinden tanklar geçirerek yerle bir edenlerin, anne babaları da evlat acılarının korkularını yükleyerek evcilleştirmedeki ''başarılarına'' veriyorum.

Suçlular sahil kentlerinde resim yaparak emeklilik hayallerini gerçekleştirmenin keyfindeyken; gençliğinin önemli bir bölümü üç kelimelik konuşmalara sıkışmış bir hiçlikte olan ülkeye de bazen ''umutsuzca'' üzülüyorum. Ne ekilirse o biçiliyor çünkü...

Resim Marina Zobova'nın bir tablosudur.

12 Ocak 2009 Pazartesi

Düş'e Alt Yazı...5: Arabesk Gönderiler;)



02:59:42 adamın e-postasına düş(tü)

........ .......


07:30:01 kadının e-postasına düş(tü)

geldiler yine sanırsam:))Uyandığında öfkesi mahmur gözlerine değip, ipi çeken parmaklarını avuçlarıma alıp, bütün bedenini içime çeke çeke sarar sarmalar, usul usul öperim seni ve geçer hepsi...ama bu usulluğun ötesi nereye gider onu hem biliyorum, hem de bilmiyorum:))Eğer birileri kızdırdıysa seni söyle onları kızgın şişlere geçirip mangalda uzak ateşte usul usul pişireyim:))Günaydın bebek,görüşürüz eğer saat 11 e kadar uyanmış olursan, x'le bugün sinema hamburger anlaşmamız var çünkü,en kötü ihtimal akşam görüşürüz...

seviyorum lan kadın senin varlığını ve hallerini:))....galiba:))


sabah çok güzel uyanıyor, güneşin kızıllığı göz hizamda, bide erken yatıp önceki gecenin hıncını aldım.Güzel uyumuşum ya, ondan çıktı bi kere laf ağızdan,silsem olmaz şimdi dimi:))yedim seni mıncık mıncık ,bay;)


11:35:52 adamın e-postasına düş(en)



12:10:01 kadının e-postasına düş(medi)

13:25:35 kadının e-postasına düş(medi)

15:17:16 adamın e-postasına düş(medi)

SONRA EPEYi DÜŞ(TÜ)

19:58:48 adamın e-postasına düş(en)



20:59:47 kadının e- postasına düş(en)

ben sana, bir tek taş devrildiğinde bütün taşlarımın devrildiği bir akşamda, güzel şeyler yazim,teselliyi sende arim;üstelik senden bir karşılık beklemeden...iyi kötü önemli değil senin sesinden çıkmış sözcüklerden ruhumu ısıtıp o ısınmış ruhumdan taşmış coşkun duygularla güzel sözcükler yazim;ve sen bana bunu yap,helal olsun:))...oysa yolun kenarında, yağmurun altındayı okuduğum an da; bende o yağmurun altında ıslanan sana şemsiye tutup, kolumun altına sıkıştırıp, saçlarına şarkılar söylemiştim:))ben yine de hiç sitem etmeden şarkılar söylüyorum; ve senle ıslanarak yürüyorum .Şemsiye ufak olduğu için sana değecek yağmurları bile kendime yağdırıyorum:))

21:11:23 adamın e-postasına düş(en)


21:19:10 kadının e-postasına düş(en)

iyi geldi bu:))...geldinmi eve:))

21:26:48 adamın e-postasına düş(en)


21:55:16 kadının e-postasına düş(en)

dertlerimin demindeyim; bir harmanım bu akşam...dı:))..dalmışım koltuğa kaykılıp ,
tv açık iyiyim şimdi:))uyku gözümün ucunda,uyut beni masal olup daha:))


22:33:09 adamın e-postasına düş(en)



22:59:34 kadının e-postasına düş(en)

benim uyuyup yarına kafamdakilerden sıyrılmış, normalleşmiş kalkmam lazım,kendimi yatağa teslim etmeliyim:))Aslında şu an teslim olmak istediğim bir insan evladı; ama ne çareki çaresizce yatağıma teslim oluyorum,ona dökülemeyeceğime göre televizyonun şevkati masal olup uyutsun beni:))Görüşürüz ,öpüyorum;son yazdıklarına sarılıp yatıyorum:)...lan bugün sabah beri arabesk bir adam oldum çıktım bak:)...iyi geceler:))

23:23:22 adamın e-postasına düş(tü)


07:15:39 kadının e-postasına düş(medi)


08:01:57 kadının e-postasına düş(medi)


09:17:16 kadının e-postasına düş(en)

Temiz parlak ve güneşli bir gün:))


sayende:))....günaydın;)

09:19:26 adamın e-postasına düş(tü)





11:03:36 muhtemel ki!...daha çok düş(ecek)


Müzik: Fikret Kızılok-Bir Harmanım Bu akşam

Resim Paul Barlow

11 Ocak 2009 Pazar

Çöküş...


Avrupa sinemasının Amerikan sinemasından farklı olarak, ele aldığı konuları bir aksiyon ya da kahraman yaratmadan, belgesel tadında ama asla ritmini kaybetmeyen sürükleyicilikte ve derinlikte anlatabilme geleneğinin en güzel örneklerinden biridir bu film.

İzlediğiniz süre içinde sanki bir film izlemiyormuşsunuz da, olayların içinde biriymişsiniz gibi hissedersiniz sahiciliği... Film çok objektif olarak çöküşe giden yolda kullanılan (faşist) argümanların sonuçlarını ortaya koyarken, sanıldığı gibi Hitler'in masumiyetini de ilan etmiyor. Aksine, diktatör ruhlu acımasız insanların bir iktidarın gücünü bu kadar acımasız ve sert kullanmalarının arkasındaki kişilik bozukluklarının niyelerini göz önüne seriyor.

Ve bu yok oluşa gidişte: Ruhun akla dayattığı körlüklerin arkasındaki zayıflıkların, itilmişliklerin, yaşanmamışlıkların, sevgisizliğin oluşturduğu aşağılık komplekslerinin faşizan bir karakterin oluşma nedenleri olduğunu ortaya koyuyor.

İnsanlara, özellikle çocuklara beyinlerinin yönlenmesi konusunda kör ve dayanıksız milliyetçiliğin yüklenmesinin minicik yürekleri bile nasıl katı ve düz yapabildiğini; ve bunun ne büyük bir acımasızlık olduğunu sergiliyor. Ve mutlak doğrucu ve sorgulanamayan bir yönetim anlayışının çocukları bile savaşın göbeğinde kullanabilmesinin insanlıktan, kalpten, sevgiden uzak halini; bu katılığın bir anneye bile çocuklarına doğru sandığı bir hayalin kör inanmışlığıyla, doğru olduğunu düşünerek nasıl bir yanlış yaptırabildiğini ortaya koyuyor (Çok dramatik bir sahnedir ve Corinna Harfouch tarafından mükemmel oynanmıştır)...

Film bir savaş sürecinin insanlığa verdiği zararların fonunda, buna neden olan karakter odağında, genel bir psikolojik yanılgı ve buna bağlı kör bir itaatin sorgulanmasına olanak sağlayan ''psikanalist'' bir filmdir. Bir masumiyet methiyesi asla değildir. Görkemli sahneleriyle savaşın ve çöküşe gidişin tüm boyutlarını ortaya koyarken; tüm bunları insanları odak alarak, ilişkiler, hayatlar ve karakterler odağında yapmaktadır. Çok sıkı bir filmdir, kesinlikle izlenmelidir.


Yönetmen: Oliver Hirschbiegel

Oyuncular: Bruno Ganz, Alexandra Maria Lara, Corinna Harfouch, Ulrich Matthes, Juliane Köhler

10 Ocak 2009 Cumartesi

Mim Karnında Bir Nokta...''En Sevdiğim''Yazar...

Bu kez mimim gelirken havada kokusu da vardı. Sevgili Beenmaya, topu bana doğru atarken kimi yazacağımı da tahmin ettiğini hatta bildiğini vurgulamıştı. Bunun aslında kendi yazacağından bir vazgeçişle; benim onu daha iyi yazacağımı düşünerek, boş kaleye topu yuvarlamaktan başka çare bırakmayan çok güzel bir pas olduğunun farkındayım. Bu aynı zamanda, onun bir gün birilerinin miminde benzer soruda yanıt olacak güçlü kalemi kadar, iyi bir okuyucu olduğunun da göstergesi. Çünkü daha önce; hatta blog yazmaya başladığımda, ilk yayınladıklarımdan biri en sevdiğim kitap ve o niye benim için en kitapla ilgili bir yazıydı. Gözden kaçmamış...

Aslında, en yazarlarından ziyade en kitapları olan bir okuyucuyum. Bir yazar takıntım olduğunu söyleyemem. Geniş bir yelpazade okumayı severim. Keşfetmek tutkumdur. Çoğu zaman, sadece kapağına bakıp, içinden bir iki cümleyle karar oluşturup satın aldığım kitapların ve yazarların, sonra geniş kitlelerle buluşamasalar da, adlarının çok saygın bir biçimde, popülaritenin ötesinde değerlerle anılması çok hoşuma gider. Kendimi sever, keşif yeteneğimin tadını çıkarırım.

Şöyle bir duygum ve inancım vardır kendimce: Her yazarın ''en'' bir ya da bir kaç kitabı vardır; ve bunlar, onların hiç bir popüler olma kaygısı taşımayan halleriyle sadece kendileri için, kendi heyecanlarıyla, yazmanın keyfinin başka kaygılarla beslenmeden tavan yaptığı anlarda yazılmış olanlardır. Bana ait bir düşünce olduğu için elbette yanılıyor da olabilirim ...

İlk okuduğum kitabından sonra diğer bir kaç kitabını aldığım; ve o kitaplardan da aynı tadı aldığımı söyleyebileceğim yazar sayısı çok fazla değildir. Benim özel bakışım ve nedenlerimden dolayı en sevdiğim kitaplar vardır; ve onlardan dolayı da yazarlar...

Şimdi gelelim, daha doğrusu mimin amacının özüne sadık kalarak sorunun yanıtına: Şu ana kadar söz ettiklerimin ışığında bu soruya düz bakarak bir yanıt vermem gerekirse; öteki sevdiklerimin affına sığınarak ve bir ayrımcılık değil de bir görev algısı olarak alıp bu durumu gücenmemeleri anlamında, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ve Milan Kundera diyorum; Pal Sokağı Çocukları ve Ferenc Molnar'dan çok ama çok özür dileyerek... Bir yetişkin bakışından bir yetişkin kitabı yazmam gerektiğini düşünüyorum çünkü bu mime...

Neden Milan Kundera ve Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği sorusuna vereceğim yanıt bir tekrar olacağı için, en uygunu önceki yazımdan bir bölümü taşımak diye düşündüm. Ama bu kez yazarla tanışma nedenim tesadüf değil. O günlerde kendi topraklarından çıkarak, bütün Avrupa'da hatta dünyada gündeme oturan bir yazar olarak verdiği röportajlardaki düşüncelerinin ilgimi çekmesi; ve ilk okuduğum kitabından sonra en çok kitabını satın aldığım yazar olmasıdır. Buyrun niye o ve Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği:

Bir ideolojinin ortodoks tavrına, sorgulayan, eleştirel ve anarşist aklımın başkaldırdığı bir ilk gençlik döneminde, karakter özelliklerimin ruh ikiziydi sanki romanın kahramanı... İlk gençliğin öykünen tavrıyla bireyselleşen kimliğin başkaldırıları arasında çatışan ve gelişen bir ruhun yolunu ışıldatan bir kitap olmuştu benim için.

İlk gençliğin meraklarıyla başlayan ve devam eden ilişkilerdeki önceliklerin duygularla tatlanmaya başladığı bir yükselme döneminde, bir bedeni sevmekle bir ruhu sevmek arasındaki farkın ayrıdına varma yolculuğundaki ruhuma güzel olanın onunla uyanmak olduğunu hissettiren, ilişkiler üzerine bir beslenme sürecinde sorularımı netleştiren bir kitap da olmuştur aynı zamanda.

Hem siyaset sorgulamaları hem de ilişkiler odağında, ihraç edilmiş totaliter bir ideolojinin anaforları ile yalnızlık, aşk, tutku, cinsellik üzerine doğru yorumlar yapan çok hoş bir kitaptır.

Felsefi çıkarımlarla dolu, bitmekte olan insani değerler üzerine incelikli bir düşünme, aşk üzerine bir felsefe, empoze edilmek istenene bir başkaldırı, cinsellik üzerine sorgulamaları olan Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği: Benim aşkımdır. Ötesi yok!..:))


Genelde bu tip (mim benzeri) olaylarda halkanın takılıp kaldığı nokta ben olurum; kimse kendini bir zorunluluk altında hissetsin istemem. Bu yüzden, zaten mim başka kanatlardan da atak halinde olduğundan daha çok gol çıkacağının güvencesiyle topu ortaya doğru atıp bu pası alıp gitmeyi hür iradelere bırakıyorum. Sevgili Beenmaya'ya da, lezzetli pası ve zevkle yazdığım bu yazı için teşekkür ediyorum:)

Resim Paul Barlow

9 Ocak 2009 Cuma

Tırtıl Sen Bizim Herşeyimizsin...

9 ocak 2001 de doğdu.

Daha yeni yürümeye başladığında; bahçede büyüttüğümüz kazlar başta kadınlar olmak üzere herkesi taciz eder bir hale gelip önlerine kattıklarını oraya buraya sürüklerken, köpekler bile esas duruşta selam çakarken dört kişilik kaz çetesine; başı her sıkışan ''Tırtıl imdat!'' demiş, o da her seferinde '' imdat Tırtıl geliyor!'' nidalarıyla her biri bir yana kaçan kazları önce bir araya toparlayıp sonra da tek ayak üzerine getirip; ''Bir daha yaparsanız ağzınıza biber sürüp sizi öcüye teslim ederim'' diyerek cezalandırmıştır.


İnek möölerini ineklerin bakıcısını kastederek, ''Anne bak Nuriye deel diyolar'' diye tercüme etmiştir...

İneklerin kuyruklarını atlanacak ip, burun deliklerini de araba park edilecek yer bellemiş; hiç hayvan ayırımı yapmaksızın, hiç çekinmeksizin sevmiştir. Hayvanlar da tabi ki onu...

Bitsy'nin kafasında pet şişe çalıp, onla şarkı söyleyip oynamayı eğlenceli bir hobi yapmıştır.

Üç yaşında amcanın farkedip yardımcı tekerlekleri sökmesiyle iki tekerlekli bisiklette uçmayı becermiş; beş yaşında kendi kendine okumayı, sonra sesli harfleri kullanmadan yazmayı öğrenip, sonra onları da aralara yerleştirmeye başlayarak işi tam anlamıyla çözmüştür...



Abisinin ben okuldayken kurcalamasın diye girişe koyduğu şifreyi gizli sorusuna bakıp, oradaki en nefret ettiğim şey sorusundan yola çıkarak, dersane yazıp kırmış; hatta hazır girmişken şifresini de değiştirim, bu sefer de o giremesin diye düşünüp sonra bir daha hiç kullanmama izin vermez olasılığını göz önüne alarak bundan vazgeçmiştir.

Kendi aramızda bizim Bitsy'ye uygun bir köpek bulsak da torunlarımız olsa muhabettlerimiz onun dinlemesine takılmış ki; hiç haberimiz yokken internette pet arkadaş diye bir site bulup Bitsy adına profil oluşturmuştur. Ve yazmış ki bir de profile: ''Evde temizliğe bile yardım ediyor.''


Geçen yıl (2008); birinci sınıfın mart ayında bütün bir yaşamını etkileyebilecek berbat bir yerden bacağı kırıldı...

Doktor olasılıkları önümüze koyduğunda bütün bir sülale geleceğimiz kararmıştı. ''Ve şaşıyorum bu çocuk bu acıya nasıl dayanıyor'' demişti .

12 mart 2008 de kalp ameliyatından bile zor denen bir ameliyatın altından hepimizden daha yürekli bir şekilde çıktı...

Gövdesinin yarısından aşağısı alçılı bedenle bir buçuk ay, sonra iki ayak arasına takılı aparatla 1,5 ay hiç mızmızlanmadan, yatağının içine koca bir dünya kurmayı başararak; elleriyle top oynayıp, yattığı yerden kumandalı arabayı odalara sokup çıkararak, kapılara çarptırıp kahkahalar atarak ve film izleyerek geçirdi...

Olası sonuçlar yüzünden darmadağın olmuş herbirimizi onca sıkıntısının arasından o teselli etti, yıkılmış ruhlarımızı o ayağa kaldırdı ...

Hep güldü... Hiç birşey olmamışcasına esprilerini peşi sıra dizdi...

Ayakları arasındaki aparat alındıktan sonra, ''Abimin mezuniyetinde olmalıyım'' diyerek; yürümeyi yeni öğrendiği günden çok daha zor koşullarda, üç adım yere basıp yüz adım kucakta, ah zavallı çocuk bakışlarını hiç takmadan aslanlar gibi törene geldi...

Aparat alındıktan sonra bütün çabalarımıza rağmen ayağının üstüne basıp yürüme çalışmalarına başlamazken, sürekli kontrollerden birine gittiğimizde, '' Doktorumun odasına yürüyerek gireceğim'' diyerek benim de desteğimle gerekeni yaptı. Ve bunu çok sevdiği ve güvendiği; gerçekten çok iyi doktor ve çok iyi insanı mutlu etmek için yaptı.

Usul usul yürümeye başladığı yaz başından bacağının içindeki tellerin alınacağı eylül ayındaki ikinci ameliyata kadar ki sürede; hiç bir şeyi yokmuşcasına keyifle yüzdü, bir ayağını süre süre koştu, yürüdü ...

Eylül başı ikinci kez ameliyathanede yine bir ameliyatın tüm evrelerini geçirerek bacağın içindeki son telleri aldırdı...

Geçen eğitim yılının ikinci yarısının nerdeyse tamamında gidemediği okulda eksik kalan matematiğine rağmen bu yılki deneme sınavlarının ilkinde 1 matematik sorusu eksiğiyle Türkiye 157.si oldu. Ama ikinci sınav için hedefi belliydi... Ve geçen haftaki sınavda ben sormasam o söylemez bir rahatlıkla elime sınav sonuç belgesini tutuşturdu; sınıf, okul, ilçe, il, bölge, Türkiye hanelerinin hepsinde 1. yazıyordu...

Her oğul kendi ailesine güzeldir, her çocukta güzeldir. Ama Mussano'yla bazen konuşuruz; Tırtıl doğduğu günden beri... Ben ona derim ki: ''Ya Mussano! Oturup bir liste yapsaydık, biz böyle böyle bir çocuk istiyoruz diye; Tırtılı ifade edebilir miydik? Yanıtımız, edemezdik olur her seferinde...

Bugün oğulun doğum günü... Ama bu doğum günü bizim için ilk doğduğu günden bile çok, ama çok değerli... Çok çok zor, geleceğe fazlasıyla kaygılı günlerdi son bir yılda yaşadıklarımız...


İyiki doğdun Tırtıl... İyiki varsın... Ve tanıdığımız en yürekli adamsın...

Seni Seviyoruz Başkomserim...

Hepimiz

7 Ocak 2009 Çarşamba

Hiç Bilmeyenlere, Özellikle Öğrencilere Bir La Paragas Hizmeti: Ayrıntılı Bir Tarifle Mercimek Çorbası



Öğlenin bir vaktinde kahve yapmak için mutfağa geçtiğimde raflardan birinde gözüme çarpan bir torba mercimek, ''Gel hadi bir çorba yapalım.'' diye göz kırpmaya başlayınca. O güne kadar hazır çorba dışında çorba yapmamış ben heyecanlandım. Mutfağı kullanmak ve yemek yapmak konusunda normaldeki tüm dağınıklığımın aksine sistematik ve tertemiz bir çalışma üslubum vardır, bunu biliyorum. Çok daha zor yemekleri denemiş, bunda başarılı olmuş ben, bugüne kadar hazır çorbalar dışında bir çorbayı bina edememiş ve denememişken, sınırda dolaşmanın o ince heyecanı da paçalarımı çekiştire çekiştire hadi yapalım haline bürününce; bu iki taraflı isteği kıramayıp, kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızın çorbası kıvamında bir mercimek çorbası yapabilir miyim diye bu işe soyunmaya karar verdim.

Önce onun bu çorbayı nasıl yaptığı üzerine düşünürken, bir yandan da Google'a verdiğim mercimek çorbası siparişine karşı onun sunduğu menüden tek tek tatlarını koklamaya başladım. Hangi rengin hangi tonunun, hangi rengin hangi tonuyla iyi gideceğini bilen uzmanlar gibi, hangi tadın hangi tatla bir araya geldiğinde hoşluklar sunacağı konusunda da yetenekli olduğum söylenebilir, hatta öyleyim canım, tevazuya gerek yok.

Bir sürü seçenek içinde hayalimdeki çorbayı göremeyince, kendi çorbanı kendin yaptan yola çıkıp bir sürü tariften de beslenerek, ama en çok da kırmızı arabanın önünden geçen kızınkini düşleyerek, doğaçlama işe girişmeye karar verdim.

Önce kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızın çorbasındaki tatları damağımda hissederek kimyasal analizlerini yaptım. Evet şu var, şu da var, ve şu da var diyerek listeyi ve miktarları kafamda oluşturdum. Sonra, onun bu çorbayı yaparken blendırdan geçirdiğini de gözünde tutarak, tüm akılda kalanları Google'un sunduğu menülerdekilerle birleştirip, yol haritamı oluşturup, serüvenin göbeğine gözü kapalı daldım.

Gün boyu yağan yağmurdan ıslak havada, dışarıdaki soğuğun camdan görünen haline inat sıcacık ofisimsiden soğuk mutfağa hareket ettim. Öncelikle perdeleri sonuna kadar açarak yemyeşil bahçeyi mutfağa doldurdum. Sonra, mercimekten bir su bardağı alarak pirinçleri ısladığım uç tarafı süzgeçli kaba boşaltıp, içindeki ufak tefek arızaları temizledikten sonra bir kaç su yıkayıp iyice süzdüm. Onları kendileriyle baş başa manzaranın seyrinde bir sohbetin derinine bırakırken, soymaya başladığım orta büyüklükte iki patatesi iri parçalar halinde doğrayıp, çorbayı yapacağım büyükçe bir tencereye koydum. Niyetim fazla miktarda çorba yapıp üç dört gün yemek işiyle uğraşmamak. Buradan yola çıkarak nüfus sayısına göre bir sonuç çıkarmak olası. Sonra, bir orta boy, şöyle söylesem sanki daha doğru olur: Patateslerin yarısı kadar olacak şekilde havucu da güzelce soyup, çok küçük olmamak koşuluyla enlemesine doğradım ve tencereye ilave ettim.

Bir orta boy ağlatmayan iyi kalpli soğanı alıp - ki o da yaklaşık patateslerden birine eş değer büyüklükte- kabuklarını soyup dört parça halinde tencereye attım. Bir bardak yıkanmış mercimeği de ilave edip, üzerine yedi bardak su koydum ve tencereyi ocağın büyük bölümüne oturtup en yüksek ayarında pişmeye bıraktım. Arada bir karıştırarak ve bir miktar- ki iki çay kaşığına eş değer- tuz koyup , çok az da karabiberle tatlandırıp, bir et bulyon ilave ettim. Kaynamaya başladıktan bir süre sonra üzerinde oluşan köpükleri alıp kısık ateşte havuçlar pişene kadar bekledim. Havuçlardan birini alıp yaptığım kontrolden okey çıkınca, tencereyi kapatıp blendırı fişe taktım.

Miktarı çok olduğu için ve bir seferde blendırdan geçirme şansım olmadığından, yedek bir tencereyi üzerine süzgeç oturtarak sağ yanıma konuşlandırdım. Blendıra kepçe kepçe koyduğum oluşumun tamamını iyice çektirdikten sonra, üzerindeki süzgeçle bekleyen tencereye süzgeçten geçirerek doldurdum. Bütün işlem bitince, ilk tencereyi güzelce yıkayıp ilk günkü haline getirdim. İçine yaklaşık bir margarin paketinin beşte biri - ki o da elli grama karşılık geliyor- tereyağı koyup köpükleri gidene kadar erittikten sonra, içine iki tatlı kaşığı unu atıp hızlı hızlı çevirerek topaklanmasına izin vermeden kavurdum .Kıvama geldiğine karar verince, süzdüğüm çorbadan yine süzgeçten geçirerek önce bir kepçe ilave edip iyice yedirdim unu. Sonra, yavaş yavaş ve karıştırarak süzülmüş çorbayı yine süzgeçten geçirerek ilave ettim. Oluşan köpükleri alıp çorba yeniden kaynamaya başladıktan bir süre sonra altını kapatıp dinlenmeye bıraktım.

Bu arada tost ekmeklerini küçük kareler halinde kesip, küçük bir tavada erittiğim tereyağında çevirmeye başladım. Üzerlerine çok az pul biber döküp, çıtır bir hal aldıklarında kaseye servis edilmiş çorbanın üzerine dökerek, bir miktarda karabiber ilavesiyle sofrada eserimin son halini bir süre seyrettim. Aldığım ilk kaşıktan sonra tamamdır bu, kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızın çorbası gibi olmuş dedim. Ve kendi kendimi tebrik edip, çorbanın ardından ve teşekkür babından kendime bir kapuçino ikram ettim. Deneyin, pişman olmazsınız.

6 Ocak 2009 Salı

Değinmeler...

Çocuklar....


İntifada diye neredeyse beşiklerinden alınıp sokaklara salınan çocuklar...

Kendi iktidar hırsları yüzünden birbirine giren, bin parçaya bölünmüş, "en benim ülkem, en ben savunurum haklarını, en benim" diyen, terörizmi silah yapmış, o eski devrimci ruhunu satışa çıkarıp rantını yemiş örgütlerin ülkesi....

Ve bu örgütlerin iktidar savaşlarında, birbirlerine düşmandan daha kindar çatışmaların arasında kalmış çocuklar....

Kendi topraklarının sokaklarını pay etmiş, köşe başlarını sınır belleyip birbirine kurşun atan kardeşler ...

Kurşunların arasından yol bulup okula, oyuna, hayata gitmeye çalışan çocukların ülkesi...

Doğurduklarına doyamadan, ya kendi çıkarlarından kurtarıcı maskesi yapmış vatan kurtarıcıların cephesine sürülmüş; ya cephede, ya sokakta, ya onları siper etmiş ahlaksızların mevzisi bir evin kenarında, bir kör kurşuna, bir bombaya teslim edilmiş çocuklar. Anneleri...

Bilgisayar başında oynarmışcasına kör, duygusuz, kindar, gözlerini iktidar bürümüş büyüklerin; sadece kendi çocuklarına yufka, onların sızılarında baba, insan olduklarını hatırlayan kalpsiz kalpleri...

Yıllar öncesinin devrimci ateşinin çok gerilerine düşmüş, direniş kisvesinin altına saklı ideolojileri kendi halkalarına da zulüm bir terör örgütünün kime, nereyesi belli olmayan füzelerinin altında can vermiş öteki çocuklar.

Camileri, hastaneleri, okulları, evleri, ambulansları silahlandırarak siper yapıp, çakal bir uyanıklıkla hedef vururken; canlı bomba zavallıları sivil otobüslere koyup allah adına canlar yakarken; hedef bellediği yerden gelenlerinin de kendi insanlarının, çocuklarının canını yakacağını hesap etmeyen, umursamayan, atalarının yiğit ve devrimci ahlakını kirletmiş gözü dönmüşler.

Ah çocuklar!..

Aynı coğrafyanın; heyecanları, duyguları, coşkuları, top peşinde koşmaları, saklambaçları, çikolataları, çizgi filmleri, hikayeleri, hayalleri, saflıkları aynı; dil, din, ırk ayrımı bilmez, tanımaz, kin tutmaz çocukları...

Sırtlarını emperyalizmin ağasına dayamış, kendi debdebeli yaşamlarının göz alıcı ışığından kimseleri göremeyen, kendi halklarına zalim, krallar diktatörler coğrafyası...

Kalleşliğin erdem, din adına insan, hem de kendi insanını kesmenin mübah olduğu; yokluğun, yoksulluğun dinle afyonlandığı sırttan vuran bıçakların kan gölü...

Her seferinde kendi halklarına kendilerinin yaptığı zulmü yok sayıp, satılmış ruhlarının göz boyayan çıkışlarında, saraylarının ihtişamının uzağına bakamayan bir görüyle sadece birbirlerinin debdebeli yaşamlarına odaklı, dünyanın en zenginler listesinde alacakları yerin tatmininde yöneticiler coğrafyası...

Karanlığa gömülmüş odalarda bomba şelalelerinden, uçak gürültülerinden, tank seslerinden, havada uçuşan roketlerden, camlarına değen mermi damlalarından masallara uyanık çocuklar.

Dünyanın her bir yerinde medyanın odakladığı görüntülerle ahlayıp vahlayan, olay bitip ekran karardıktan sonra herşeyi unutan, ben, sen, o... Biz .

Hepimiz: İki cümle, üç ah vahla geçiştirip, iki emperyaliste laf atıp, küfredip, iki bayrak yakarak çözebildiğimiz; insan olma sorumluluğunun gereğini yapmışlığı bunca basit eylemle vicdanlarımıza hazmettirmiş, herşey normalleşince unutup gitmiş yalancılar sürüsü.


Savaşın kendisinin kirli olduğunu unutup ondan vicdan, hak, hukuk, insanlık beklemek gafletinde durup bakan; savaşın kural tanımazlık gerçeği ortadayken, sessiz ve soluksuz uluslararası örgütler...

Şiddet şiddeti doğurur gibi çok açık bir laf ortadayken, bunun anlamını herkes bilirken, hala neyin bağırışı bu... Her savaşan zaten kendi haklı dayanaklarını yaratmıyor mu hep...

Koskoca bir ülkeyi paramparça ederken, bir sürü hayatı yok edip çocukları babasızlığa, annesizliğe, kolsuzluğa, bacaksızlığa, bedensizliğe,ruhsuzluğa mahkum ederken büyük abi; denize verilmiş petrolde çabalayan bir kuşun görüntülerini algılarımıza yükleyip kendini haklılamıyor mu? Bir sahneyle görmek istemeyen gözlere boyaları çalıp bütün kirlerini örtmüyor mu?

Ve Filistin: Devrimci ruhların ateşi, sevgilisi, pamuk kalplerde büyütmeye çalıştığı minicik bebeği hâlâ o Filistin mi? Önce kendi evlatlarını yiyip, sonra halkı bir kenara bırakıp paraları ve rantı yenilen ülke değil mi? İsrail bombalarından kurtulsa bir başka despotun dine referansladığı bir ideolojinin zulmünde yaşamaya mahkum edilmiş bir ülke olmayacak mı?

Suçlular ayağa kalksın ve hiç ötelerde bir yerlerde aranmasın... Ve ne yazık ki, ''Ülke ve Özgürlük'' filminin son kısmında yazdığım gerçek: Gerçekliğini ve tekerrürünü hiç yitirmiyor... Ve her zaman olduğu gibi çıkarsız inanmışlıkla çarpışanların, çıkar hesapları ''iktidar''(!) olanlar tarafından tasviyesiyle bitiyor. Ülkeler yalnızlaşıyor. Kendi insanınca bile sahipsizleştirilmiş Filistin'de olduğu gibi...

Onlar kandırıyor, biz de kanıyoruz!

Dünya yalan...



Konuyla bağlantılı muhteşem bir yazı için lütfen tıklayın.



Resim Paul Barlow

5 Ocak 2009 Pazartesi

Aşk Ve Gurur...



Filmi izlemeye, Kefareti izledikten ve çok beğendikten sonra yönetmenin diğer filmleri neler diye araştırırken, ilk Filminin Aşk ve Gurur olduğunu görerek karar vermiştim. Ama öncelikle izlemek gibi bir düşüncem de yoktu açıkçası... Ta ki yapacak başka bir şey bulamadığım bir anda, iş yoğunluğundan teneffüse çıkmış öğrenci gibi nette dolaşırken okuduğum kısacık bir yazıdaki samimiyet ve ona katkı yapan yorumdaki coşkuyu görüp; bu iki genç ve kocaman yüreğin film üzerine belki bir iki satır gibi duran ama bütünüyle coşkun bir içtenlik taşıyan kelimelerini fark edene kadar...

Yine işlerle boğuşan bir günün bir saatinde, aldığım CD'yi bilgisayarıma takarak filmi izlemeye başladım. Niyetim şöyle bir göz atıp sonrasında, akşam evde koltuğa yayılıp izlemekti aslında... Ama film ilk sahnesiyle birlikte beni öyle bir çekti ki içine, bir daha çıkamadım. Görkemli salonlara götürdü, yemek masalarına oturttu, kırlarda gezdirdi, yağmurlarda ıslattı; ama, sanırım en çok da kendi yaşanmışlıklarımın tadını duyumsatan bir iç yolculuğa çıkardı .

Film; aşkın en güzel ve nefessiz halini odak alırken, ilişkiler yumağında ve hayatın içinde aslında her birimizin tanıklıklarında olan; başta sınıf ayrımı olmak üzere, bir sürü değer yargısının önceliklerini çok açıklık ve ironik bir eleştiriyle de gözlerimize sokmayı başarıyor. Film aynı zamanda bütün bu algılama ve davranış biçimleri hayatınızın içinde var, siz hangisini seçiyorsanız seçin derken; Yazarlar Birliği tarafından bütün zamanların en romantik romanı seçilen ölümsüz başyapıtın yazarı Jane Austen ve Boston Film Eleştirmenleri Derneği üyeleri tarafından Yılın En İyi Yönetmeni Ödülünü alan Joe Wright, kendi tercihlerini de aşkı kutsayarak ortaya koyuyorlar.

Yine yazar ve yönetmen; aşkın: Öfke, tutku, hırçın bir bedel ödetme, onun için ama sadece onun için hiç bir karşılık beklemeksizin bir şeyler yapma çabasını ve bu çabanın hissettirdiği içsel coşkuyu, ama en çokta kalp atışlarını ve o nefes nefese olma halini öne çıkararak; doğru, güzel ve lezzetli olanı içimizi ve heyecanlarımızı kışkırta kışkırta sonuna kadar duyumsatıyorlar. Siz filmi izlerken kendi hayatınızdaki yaşanmışlıklara da yolculuklar yapıyorsunuz... Bazen filmdeki annenin komik duran tavırlarından yanlış hayata giden kızına acırken, günlük yaşamdaki benzer önceliklere de gülüyorsunuz... Babanın doğru tavrına saygı duyarken anneye bakarak, babanın aslında hayatının Elizabeth'ini ıskalamış bir derinlikte olduğunu fark ediyorsunuz.

Yani işin özü (roman gibi uzatmim): Derinlikleri olan, hayatı mekanik bir gerçekçilikle değil de duyguların lezzetinin peşinden koşan bir cesaretle yaşamayı tercih eden biriyseniz; bu film, çok şey anlatacak size... Bunu üstelik muhteşem bir görsellikle yapacak. İzleyin...

Ve son söz olarak: Arabaya binerken birbirine dokunan iki elin içinizi titreten sıcaklığını kameranın odaklandığı noktalarla, yağmur altındaki sırılsıklam iki kalbin hesap soran aşkına muhteşem bir manzarayı fon yaparak, aşk emek vermektire göndermeler yapan uzun bir yürüyüşün ardından aşkın bütün gururlardan arınmış iç döküşünü, sel olup akışını ve teslimiyetini güneşin renkleriyle boyayıp, aşkla dans etmekle sadece dans etmek arasındaki duyguların farkını diyaloglar ve ritimle göze sokan, derin sorgulamaları ve eleştirilerini zarif bir ironiyle yapan peri masalı tadındaki, Satellite'te Yılın En İyi Giysi Tasarımı Ödülü’nü alan bu filmde, muhteşem duyguları döneme çok sadık kalarak muhteşem görselliklerle besleyen yönetmene saygılarımı sunmadan geçemeyeceğim.

Yönetmen: Joe Wright
Senaryo: Deborah Moggach (Jane Austen’in aynı adlı klasik yapıtından)
Görüntü Yönetmeni: Roman Osin
Kostüm Tasarımı: Jacqueline Durran
Yapımcılar: Tim Bevan, Eric Fellner, Paul Webster
Sanat Yönetimi: Nick Gottschalk
Müzik: Dario Marianelli

Oyuncular:
Keira Knightley, Matthew MacFadyen, Brenda Blethyn, Donald Sutherland, Tom Hollander, Rosamund Pike, Jena Malone, Judi Dench, Carey Mulligan, Talulah Riley, Tamzin Merchant

3 Ocak 2009 Cumartesi

Bir Romanımsının Ötesinden Berisinden Rastgelesinden Bir Bölüm ...Hey, Sen!.. Ömrümün Zamanı Belli Olmayan Bir Gününde, Üzerine Yazılacak Kız...

Yağmurun sileceklere ritm kattığı, vitrin ışıklı, neon lambalı asfalt akşamda; arzuların, hayallerin, olmayanların, olması istenenlerin beynin içinde kanlı bıçaklı meydan savaşı yaptığı; kalbin, sessizce biriktirdikleriyle sakin sakin alıp götürdüğü tebessümlü hülyalar saatinde: Radyoda çalan müziğin, içi ısıtan soğuğun, kaloriferin bir uyku halinde insanı düşlere sürüklediği kalabalık caddede, biraz önce alınmış kahvenin torpido üzerinden yaydığı kokuya hafızadan başka kokuların da katıldığı bir seyir halinde ilerlerken...

Siyah deri trençkotlu kadına takılan gözler, ıslaklığın otları üzerinde cam olan esnaf masalarının altındaki fotoğraflar kadar parlak yaptığı sabaha uyandığında... Yemeği verilmiş köpekle birlikte bu kır bahçede, Fransız filmlerinden uyanmış adamlar gibi poz takınmış, ağzında sigara yürürken, iki ağacın dallarının uzandığı sıvası dökülmüş bu kır pencereli sabah nemli duvarın ardındaki ten sıcağı yatakta yatan; ve bu poz halimle , saçlarının dudaklarının üzerine düştüğü aralıktan, çok ama çok özlemiş bir pişmanlığın yumuşak teninden, en acıtanından, en susamışından dokunuşların bir kadife altındaki beyazperde yansımaları gibi akıp gittiği, ter basmış bir sevdanın şarabında yıkandığımız iri siyah gözlerin gözüne değmek; 0 siyah saçların kafası karışık çarşafına sarılmış çıplaklığını, yağmur değmiş buğuların ardında teslim alınmış bir bedenin diri göğüsleri gibi pencerede görmek için turlayan, benim.

Kaç evvel zaman önce asfaltında blues neonları yansıyan caddede bırakılmış, ve kaç on yıl sonra dün akşamın ruhları dürtükleyen saatinde, yine evvel zaman önceki gibi sanki tesadüfen girilen bir dükkândan çıkarken tesadüfen rastlanılmış ana dönen de benim.

Her zamanki günlerden birinin; bilinmez, atraksiyon dolu akşamına, oradan gecesine aktığını bilmeden zamanın; lacivert kazağının fermuarı ile oynarken bir adam öğlenin az geçmiş bir vaktinde... Sadece kadınlı yaşamla kadınsız yaşam üzerine özlüyordu yaşadıklarından bakarak duyguların sahiciliğini... Kokluyordu! Bir kadın teninin, bir kadın kokusunun izlerinden koşmanın parfüm kokulu gülüşlerini...

Bir okul sırasında, sıra üzerinde unutulmuş ele değen çıplaklık: Bir uyuşturucu akşamı gibi tekrarlar isteyen macera kapıları açmıştı çok evvel zaman içinde. Kazara oturan ve bu kazaları sürekli bir hal alan kızı, yıllar sonra ehliyetsiz arabayı okul kapısına dayayıp, seni istiyorum diyerek sürüklenilen yatakta, atletlere varana kadar kıpkırmızı olan korkunun erişilmez duygusunu sahiplenmeyi, sorumluluğunu almayı, bütün bir ihtirası şefkatle de sarmalamayı becerebilen arzulamanın notlarını arıyordu tozlu rafların ücralarında... Aslında, o öğlenin az geçmiş bir vaktinde, bunları düşünmüyordu. Bu yaşanılmışlık, başka bir kararı kolay verebilmek için bilinçaltında tetikte bekliyordu; mermisi sürülmüş vaziyette. Olacaklar bilinmez bir haldeydi günün 13.32 sinde...

Hani, araba insanı yakan blues eşliğinde neon ışıklı caddede ilerlerken bir kadın gördü ya adam: Bütün bir kalabalığın durduğu, sadece uzun bacakların yuvarlak kalçalarının ince bedeni, çıldırtan müziğin ruj kırmızı far mavili ışıklarının altında sarhoşluğun sarmaş dolaş ritmiyle sallayışına bin sahne yazdı ya! En kokulusundan saçlara gömülmüş yüzün defterinden...

Aslında, adam kadını tanıyordu bin yıl önceden. Aynı bin yıl öncedeki gibi, girdiği mağazadan çıkınca, tesadüfenmiş gibi karşılaştı kadınla. Merhaba dedi yılların ötesinde kalmışlıkla. Tıpkı bin yıl önce, onun adını söyleyişindeki tonda -Merhaba- dedi kadın, iri siyah gözlerin ruj kokulu tebessümüyle. Yıllar öncesinde kalmışlığın temposunda ve kaldıkları yerden yürümeye başladılar. Şimdi, hareketsizliğin hüküm sürdüğü caddede hatta kalabalık için zamanın bile donduğu anda, günün bıkkınlığındaki ara sokaklardan bir iki dükkanın kepenk seslerinin de susmasıyla, zaman sadece adam ve kadın için işlemeye başladı.

Araba, o neon ışıklı caddeden iki kişilik haliyle ayrıldıktan az sonra; bu kez, dalgaların kıyıdan aştığı, yağmura sileceklerin yetişemediği, farların karanlığı deldiği bi hızla, kilometre taşlarının ateş böcekleri gibi parladığı, pervanelerin baş döndürücü tutkularıyla dans ettiği yolda; birbirinden ten kokan, yıldız ışıklı şarkılar çalmaya başladı. Yol boyunca aslında sessizlik hüküm sürüyor gibi gözükse de, arabanın koltuğunda hafifçe sola çevirdiği yüzüyle adamı izleyen kadın ve bunun farkında olan adam, o kadar çok şey konuştular ki sessizliğin sesiyle...

Araba, bahçeden girip ağaçlar boyunca ilerledi. Bu esnada sessiz evin önünde susan motor, ardından sönen farlar karanlığa gömmedi ortalığı. Aksine, ruhların ışıkları yanmıştı ışıl ışıl. Kadın, siyah beli kuşaklı trençkotuyla merdivenleri çıkarken; adam, aslında hep ona benzettiği, hatta çocuklarının annesi kadını, hatta ünlü Fransız oyuncuyu gördüğünde, daha önce sevdiğinden dolayı onları da sevdiği hayranlıkla bakıyordu; topukların üzerinde, kalçaların ritmiyle ilerleyen kadına... Kilide girip çevrilen anahtar, ama daha önemlisi, kapıyı açarken kadının bedenine değen bedenin aldığı deri kokusuna karışmış kadının kokusuydu.

Mahrem şeylerin sessiz tonuna, evin eskiliğinin parkelerde çıkardığı gıcırtıların nefes alışverişleri, az sonra olacakların ateş basmış hali usul bir ürpertiyle katılırken, adamın yarın sabah poz takınmış halde penceresine baktığı odaya girdiler. Oda, asla uzak kalmaya izin vermeyen, insanı ötekine iten, istemenin, arzulamanın bütün kilitlerine dokunan, nefes seslerini, onlardan yayılan ısıyı bedendeki uyanışlara ekleyen bir sahneydi.

Gecenin dilsiz karanlığına, uzun ve emsalsiz geceye eşlik edecek; bin yıl önceden susamışlığın, uzak kalmışlığın, ölümsüz bir istemenin yakıcı tonunda; aşkın yangınını anlatacak, hatta yangına körükle gidecek türden bir müzik katıldı...


...devam edecek;zamanın ötesinden berisinden bi günde ama !.:)...zamansızca yani:)

Düş'e Alt Yazı...4;Hal ve Gidiş...



23:58:18 kadının e-postasına düş(en)


Kontörün mü bitti ? Telefonun mu kapalı?yoksa seni çaldılarmı ?yoksa hastamısın?Yoksunda...Ama sadece buralarda...Bende varsın...

galiba:))

Düş'e yatmaya gidiyorum, sıcak su torbasını sen sanıyorum uykunun bi yerinde, tekrar uyuyorum salak salak..

Ya merak ettim aslında da, benimki ıslık çalmak işte:))

Ya niye merak ettim ki,fazlamı alıştım acaba sana? Bunu sorim kendime bakim ne diyecek kendim...Gidemiyom bak,sanıyomki senle konuşuyom,bi şekilde sana dokunuyom,sanıyom işte ,geliyom sana bakmaya ,öpüyom... ama ne öpme:))

İyisin dimi..dilini yutmasan sesin çıkardı kesin...bişey olmadı dimi...iyisin dimi..iyisindir ya,...he? ..uff ya:(


00:31:01 adamın e-postasına düş(tü)


06:24:11 kadının e-p0stasına düş(medi)


08:17:31 kadının e-postasına düş(medi)



09:33:29 kadının e-postasına düş(medi)


09:44:37 kadının e-postasına düş(medi)



Resim Eleanna Anagnos
Müzik Feridun Düzağaç-Uykusuza Masallar albümünden Özledim adlı şarkı
.

2 Ocak 2009 Cuma

Düş'e Alt Yazı...4



00:17:52 adamın e-postasına düş(tü)


.


06:34.14 kadının e-postasına düş(medi)



11:42:46 kadının e-postasına düş(medi)



13:26:32 kadının e-postasına düş(en)


Bir ışık vardı/
Ben ona bakıyordum.
O ışık sallanıyor sanıyordum.
Oysa hemen anladım,
Ki ben kımıldanıyordum.Demiş ya Özdemir Asaf, ben sanaydım:)... Yılın güzel geçsin...Benim için zaten güzel geçecek, çünkü içinde sen varsın:)


13:28:14 adamın e-postasına düş(en)

:)))

13:29:54 kadının e-Postasına düş(en)

Ah burnum:))



Resim Eleanna Anagnos
Müzik John Williams - Spanish guitar music albümünden Sonata in D adlı parça.

Taraf Tutmak...


Sanat, totaliter politika, siyaset ilişkileri üzerine olayın farklı yanlarından sorgulamaları olan, biraz emek ve ilgi isteyen bir ritimle ve neredeyse tek mekanda geçen bu film: Usta bir yönetmenin iyi oyuncularla kotardığı, sanat toplum için mi, sanat sanat için mi yoksa sanat iş birlikçi mi ile militarist ve düz bir mantık nereye ve neye bakar üzerine yanıtları olan...

Sanatçının ve sanatın işlevini; mesleğine bağlı toplumun iki tarafınca da sevilen 20. yüzyılın en seçkin orkestra şeflerinden biri olan Wilhelm Furtwangler'in ülke siyaseti içindeki duruşunu, kariyer mi yoksa bir başkaldırı mı ikileminde sorgulayan, aynı koşullarda siz olsaydınız ne yapardınızı izleyiciye sorgulatan...

İnsan (Amerikalı bir binbaşı, nazilere başkaldırmış bir vatanseverin sekreter kızı ve Alman asıllı Amerikalı bir başka subay) karakterlerinin yetişme tarzları ve algılamaları örneklerinden yola çıkarak, aynı olayı farklı insanların farklı anlamlandırabilecekleri gerçekliği üzerine tezleriyle usul usul izleyiciyi besleyen...

İnsan olmanın düşünme olgusuna ve bu olgunun farklılıklarına göndermeleri olan...

Görkemli bir müzik eşliğindeki finalinde, sanatçının suçlu ya da suçsuz olduğu üzerine keskin yanıtlar vermeden; görkemli mekanlar, diyaloglar ve tiyatro tadında usta oyunculuklar sunan; psikolojik gerilimi ve müzikleriyle bir şölen halinde süre giden ama izlenmesi kesinlikle emek isteyen; düşünmeye ve sorgulamaya meraklı izleyicinin seveceği, Istvan Szabo'ya'’2002 Mar del Plata’da En İyi Yönetmen'' ödülünü kazandırmış çok güzel bir filmdir.

Diyaloğa dayalı, karakter analizleri ve ideolojik sorgulamalar yapan filmlerin temposundan rahatsız oluyor, ben sadece vakit geçirmek ve eğlenmek için film izlerim diyorsanız da izlemeyin!

Yönetmen: Istvan Szabo.
Senaryo: Ronald Harwood.
Görüntü Yön.: Lajos Koltai.

Oyuncular:Harvey Keitel (Steve Arnold), Moritz Bleibtreu (David Wills), Stellan Skarsgård (Wilhelm Furtwängler), Birgit Minichmayr (Emmi Straube), Ulrich Tukur(Helmut Rode), Oleg Tabakov (Kolonel Dymshitz)

1 Ocak 2009 Perşembe

Bu Kısa Filmi İzlemelisiniz...

Eğer ilerde bir gün, bir uzun metrajlı film izlerken; evet bu yönetmenin amatörce çektiği bir kısa filmini izlemiştim, onu tanıyorum demek istiyorsanız,sayfasında duygularımı şu sözlerle ifade ettiğim bu filmi kesinlikle izlemelisiniz:Kesinlikle beklediğimden çok öte olduğunu belirtmeliyim:))İlk andan itibaren genç bir çalışma olmasının heyecanını duyduğumu, ilerledikçe film, nasıl bir emek ve heyecan koyulduğunu hissettim...Tüylerim diken diken oldu:))Çok güzeldi,kamera açılarına ve kameranın kullanımına bayıldım,mekân seçimleri, müzik, senaryo, kurgu, geçişler enfesti...Zaman seçimleri, onlara geçişler, her şey çok güzeldi...Oturup bir teknik analiz yapmanın doğru olmadığı düşüncesindeyim...

Ama filme katılmış ve onun bütün aşamalarındaki heyecanlarınızı hissetiğimi bir kez daha özellikle vurgulamalıyım.Sadece;sanki trende bitseydi daha iyi olurdu diye düşündüm,ki çok iyi bir seçimdi o sahne; ve çok şey anlatıyordu...Final gördüğü anda izleyeceğinin ne olduğunu anladığı bir sahneydi.Ve bence film süresince yaratılan merak duygusunu orada tüketti...Hepinizi kutlarım.Filmin çok iyi olduğuna bir kez daha vurgu yaparken,yolunuz açık olsun diyor;ve bir gün bir filmin altında Mustafa Can Poyraz adını göreceğimi biliyorum:))

Filmi İzlemek İçin Resmi Tıklayın

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP