8 Kasım 2008 Cumartesi

Soru...


Dünkü soğuğun ve yağmurun inadına pırıl pırıl bir güneş varken, hazır kuş korosu günün bu haline coşmuşken; iki farklı torbaya toplanacak narlardan ağaçtayken yarılmış olanlar, gün batımının masasında içilecek votkaya eşlik için ayıklanıp sıkılmayı beklerken...

Ağacın altındaki masa: Deniz boyu yürünerek gidilen, ta köy zamanı fırından alınmış sıcacık pidelerle poğaçalarla, tereyağıyla, böğürtlen reçeliyle, köy peyniri ve zeytinlerle, sabah koparılmış kabaktan yapılacak girit usulü omlet ve büyük bardakta içilecek çayla ''seni'' beklese mi daha iyi,

Yoksa biskrem yesem mi?:)

7 Kasım 2008 Cuma

Madrugada

''Madrugada'' adlı albümleri bu yıl çıkan, ''The Deep End'' adlı 2005 çıkışlı albümleri ile ilk kez dinlediğimde tam anlamıyla çarpıldığım; dili ne olursa olsun bir şarkıyı yüreklerinizde hissettirmeyi başaran; dinlediğiniz her şarkıda yakaladığınız bir sözcükle kendi hikayenizi yazmanıza neden olan... Müthiş bir yorumla her şarkıyı sahne sahne yaşatıp, derin ve etkileyen sesiyle dünyadaki vokallerin çok çok iyilerinden olduğunu kulaklara sokan Sivert Høyem'e sahip... Dinlerken zaman zaman geçmişin iz bırakmış gruplarını hatırlatan, beni ''Stories From The Street''le vuran, ''Running Out Of Time'' ile bluesun kralını da biz yaparız diyen, sanki geçmişin raflarından alınmış, tozu üzerinde nadide bir parçaymış duygusu yaratan bu albümün: ''Subterranean Sunlight'' la derinlere yollayıp ücraların kilitlerini açtırdığını, ''Ramano''da saksafonların insanı daha kafadan kopartıp eskinin konserlerinden birinin göbeğine attığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bana her dinlediğimde büyük keyifler yaşatan; radyolarda sıklıkla çalınmış ''Hold On To You'' adlı parçasıyla hatırlanabilecek, ülkemizde pek tanınmayan bu Norveçli grubun çok ama çok özgün ve etkili gitar soloları, kuzeyli grupların kendine özgü vuruculuğunu yansıtan davullarıyla bas gitarın sizi rüyalarınıza götürüp tam içine sokacağını... Sonrasında soğuk bir kış gecesinin ıslak sokaklarında sıcağına sarıldığınız bir sevgilinin kucağına bırakıp, çıtırdayan odunların uçuşan kıvılcımlarına eşlik eden şarabın tadını yudum yudum hissettireceğini söylersem de abartmamış olurum... Sanıyorum.

6 Kasım 2008 Perşembe

Motosiklet Günlüğü...

Captaiin için;)



Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin;
savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa,
ve silahlarımız elden ele geçecekse
ve başkaları mitralyöz sesleriyle,
ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaksa;
ölüm hoş geldi, safa geldi!...



Filmi izlerken sürekli kendi algımdaki Che üzerine de düşünmüştüm!.. Bütün bir militan serüveni anlamlı kılan adamdı Che... İdeolojinin ağır, o tıfıllıktaki bir çocuk için zor litaratürünü kolaylaştıran adamdı... Hayata katmerlenmiş bir duruşun, ruha dokunmayı öğrenmiş bir kalbin, hayatı koklamayı bilen bir bedenin mihengiydi...

Eğer ideolojinin katı, ortodoks ve klişe tavrına başkaldırabildiyse anarşist aklım; bunun önderi Che'nin romantizmidir, ateşi sönmek bilmez latin ruhudur.

Kuramsal gerçekliklerin coğrafyalar aradığının, her coğrafyanın kendi özgün pratiği olması gerektiğinin öğretmenidir Che. Neden Che hâl var, neden Fidel bir başka adam, neden ötekiler yokun cevabıdır da... Neden Deniz hâlâ varken bir televizyon dizisinde, ve yeniden, ve onu hiç görmemiş nesiller bağrına basarken gözyaşı olup, ötekiler yok?!..

Che romantiktir, Che doğruyu söylemekten çekinmez bir dosttur, Che bizim Ernesto'dur. Che durmaz! Süreklidir. Hala her mücadelenin sloganında bin selam gönderilendir o... Savaş anıları dünyanın en güzel kitaplarından biridir; devrimi kitapların sert, totaliter, soğuk havasından çıkarıp romantizmin, hümanizmin harmanında büyütür...

Filmi bir kez daha oğlumla onun olduğu yaşta izlerken, dağlarındaydım(!) hayatımın; ve o günden bakarak dedim ki: Keşke her devrimin bir Che'si olsaydı, çünkü Che (şimdiki zamanın pazarlama mantığından bakarsak!) halkla ilişkiler ''ikonudur'' aynı zamanda... Eğer Ernesto'ların sayısı çok olsaydı ya da iktidar arzuları onların yolunun engelleri olmasaydı, bugün dünya bir başka olurdu. Gülen, birbirlerinin şarkılarını söyleyip coşan insanların dünyası...

Film benim Ernesto' mu anlatmaya yeterli miydi?

Her ne kadar tıpkı tişörtlertdeki Che gibi, sırtını onun adına dayamış ticari kaygıları ön planda bir özgürlük ve serüven pazarlaması olsa da; en azından tişört üzerinde bir resim olmaktan çıkarıp merakları tetikleyip öğrenmek için bir şeyler karıştırmanın yolunu açabilir... açar. Ve gelecek olan Benicio Del Toro'lu filme iyi bir giriş olabilir; az bilenler ya da hiç bilmeyenler için...

Filmi tekrar izlerken farkettim ki bir kez daha: Romantizm ve hümanizm olmadan, özlem(in) bile tadı yok... Güzel günlerdi... Her ne kadar benim Ernesto'mu anlatmakta biraz geri de dursa film. Güzel...izlenesi yani.

5 Kasım 2008 Çarşamba

İsteyen Buyursun Gelsin!

Elde yapılacak iş kalmayınca oluşan çok şey yapmak isteyip de yapamama halinde nötr bir vaziyetteyken her şeye (bu halin tatlılığını da sevmedim değil ama içimde de beni kıpırdatacak bir aksiyon ihtiyacı var hani)... Şu an okulu asmış çocuk tadında yapmak istediklerimden biri, atlayıp trene eski kente kaçmak, bir diğeri sinemaya tüymek... Trenin saati günün çok erkeninde olduğu için şu an yerine getirilemez bir eylem bu.

Aslında, asıl yapmak istediğim öğlenin bu saatinde; ama harbiden underground, şöyle bilinmez grupların kendi tarzlarını sahneye koydukları bir mekanda, muhtemelen bu saatlere denk gelecek provalarını izlemek. Bu mekanda şu da olmalı; göz önü olmayan ama gözün mutlaka takıldığı noktalara yerleştirilmiş resimlerden oluşan bir mini sergi. Bir yandan o sergiye göz atarken yeraltına sığınmışlığın yumuşak ışıklarında, ardı işe dönüş olduğundan (gönül başka şeyler istese de) sadece kahve içmek.

Hayallerin sınırı olmadığına inanan ben karar verdim ve kendi mekanımı buraya kurdum. Şimdi arkama yaslanıp müziği dinlerken, resimlere bakma zamanı. İsteyen buyursun, hesaplar benden.



''Resimler Amerikalı sanatçı Madeliene Abling' e aittir.''
Daha fazlası için buradan lütfen!









4 Kasım 2008 Salı

Kırış Kırış Kurşun Kalemin Soluklaşmış Kağıdı


Geleneksel bahar temizliklerinin olduğu zaman; kız kardeşim, komutasındaki iki kişilik timle baskın yapıp evi baştan aşağı elden geçirdiği için, bana olağan görüntüler arz eden kitaplığın raflarında üst üste koyulmuş kitaplar, orada burada duran CD'ler, özellikle iki kişilik time göre ortadan kaldırılması gereken ceset anlamı taşıdıklarından, göz önünden uygun morglara yerleştirilirler ev içinde.

Bugün, liseli zamanlarda yazılmış mektupların, resimlerin, kartların saklandığı, uzun süredir arayıp da bulamadığım torbamla, kime gitti de gelmedi diye bir sürü insanın günahını aldığım, ağzıma geleni saydığım kitaplar başka bir şey ararken ilgisiz yerlerde, elime geldiler.

Kitapları, bahar harekatı öncesi yerlerine tıkıştırıp özgürleştirdikten sonra torbamı alıp beni çok eskilere yolculayacak mektuplara el attım. Tesadüfen bulduğum torbanın içinden çıkan kırış kırış kurşun kalemin soluklaşmış kağıdına çok evvel zaman önce yazılmış bir lafımla karşılaşınca; cümlelerimin küçük notlara dönüştüğü günler film şeridi olup akmaya başladı gözümün içinden... Ben bununla yetinmeyip, henüz keşfedilmemiş zaman makinesinde film şeridi olmaktan çıkarıp her şeyi, tam ortasına kuruluverdim geçmişin.

Henüz ilk gençliğin öykünen tavrında, "Seni seviyorum" demeyi racona yakıştıramayan, o seslenişe yüklediği anlamın çok büyük olduğunu ve onu sadece bir kişiye söyleyeceğini felsefe yapıp kızlara satan, allahı var etrafı kalabalık, tüm raconlara rağmen her zaman göbek atarak beklediği tatili gelsin istetmeyen, zamanı belli olmayan bir günde üzerine yazılacak kıza usul usul aşık, ama bunu ne kendine ne etrafına itiraf edemeyen, başka arkadaş gruplarında başka başka kızlarla ilişkiler yaşarken aklı, gönlü, ruhu hep onda olan çocuk; o gün de her zamanki halinde, ders anlatan hocadan, dersten uzakta, önündeki kağıda sözcükleri kendi anlamlarından alıp başka anlamlar yükleyerek yazdığı uyduruktan şiirler gibi - etrafında gördüğü romantizme gömülmüş tavırları yazıyla resmetmek anlamında- şöyle bir cümle kurmuştu, öylesine çıkıvermişti aklından önündeki kağıda:

''Saptamak olanaksızken doğruyu nasıl bilebilirim ki sevginin yanlışlığını''

Sonra aynı çeteden bir arkadaşı bu cümleyi okuduğu bir edebiyat hocasından yorumlamasını istediğinde, bunu yazan melankolik biri teşhisinin paradoksuna gülmüştü(ler). O gün öylesine bir gözleme yazılmış cümleye bugün baktığımda; düşündüm, anlamlandırdım.

Zaman ve tanıklıklar içini doldurmuş çünkü ...

3 Kasım 2008 Pazartesi

Dönüş(Volver)...Geri dönüşün ve yüzleşmenin filmi !




Not:Eski bir yazım; ama sorun sürekli güncel,(izletmenin) belki bir yararı olur. Özellikle nasıl davranılması gerektiğini , yakın çevrenin gözüne sokmak için!.. Belki?

Dönüş bir kadın filmi belki; genel olarak öyle nitelendi en azından!.. Oysa dönüş; İspanya örneğinden yola çıkarak feodal geçmişe sahip erkek egemen tüm ülkelerde yaşanan, saklı, üzeri örtülen, yok sayılan, anlatılamayan çok önemli ve evrensel bir kadın sorununu: Trajedi yaratmadan, duygu sömürüsüne başvurmadan, yumuşak ve çok renkli bir dille anlatmayı başaran; özellikle, erkeklerin kadını ve dünyasını anlamalarına katkı yapabilecek çok güzel ve özel bir film.

Belki her akşam bir ücrada benzer bir olayın yaşandığı; abilerin, amcaların, dayıların, babaların, komşuların, eniştelerin, koca koca adamların usulca yeğenlerinin, çocuklarının, çocukların koyunlarına girdiği, onları türlü türlü yalanlarla ya da tehditle korkutarak kendi çirkin emellerine , arzularına yenik düşürdüğü taciz ettiği bir ülkede, bu filme özellikle kadınların bu kadar uzak ve sessiz kalmış olması, toplumsal duyarlılığımızın ve bilincimizin nerelerde gezdiğinin de bir göstergesi...

Dönüş bu ülkede yaşayan hepimiz için, ülkemizin bir çok yerinde yaşanan kadın intiharlarının, töre cinayetlerinin niyelerinden birinin, belki de en önemlisinin bir örneği.

Almodovar önemli bir yarayı ortaya koymanın yanısıra, geri dönüşlere dayalı yüzleşmelerin egemen olduğu bir öyküyü anlatırken; üstlenmeler, meraklar, dedikodular, yaşam koşuşturmaları, batıl inançlar, dayanışmalar ve dostluklarla boyuyor filmini... Ve bu filmde tüm bu yıkımların sebebi olup üzerlerine leke bulaşmayan (yaptıkları elinin kirinden öte gitmeyen, kuyruk sallanmasaydıya referanslanan) erkekler, cenaze evinin kapısında tertemiz takım elbiseleriyle lekesiz ve şık resmediliyorlar!..

Filmi izleyin! Eğer daha önce izleyip de bir şey bulamadıysanız, bu göstergeler çerçevesinde bir kez daha izleyin. Televizyonlarda gün boyu kadınlara sunulanların perde arkasındaki samimiyetsizliğe yapılmış şık bir eleştiriye ve bir kadının dik duruşuna vurguya dikkat edin! En önemlisi: Bu filmdeki kadınların iki kuşaktır dile getirmeye çekindikleri ''tabularının (!)'' yarattığı hüzünden nasıl sıyrılıp yaşadıkları travmanın üstesinden nasıl (sevgiyle ve dayanışarak) geldiklerini görün...

Sağlam öyküsünün yanısıra sinemasal nitelikleri açısından son derece renkli; sizi yavaş yavaş içine çekip bir yandan tebessüm ettirirken, sürekli meraklarınızı yükseltip düşündürten, eski Türk filmleri tadındaki ''Almodovar kırmızısı'' Dönüş: İnce mizahı, küçük insan öyküleri, hoş şarkılarıyla sıcacık, duygu yüklü çok güzel bir sinema örneği de aynı zamanda...

Bir ''film'' ve iyi oyuncular izledim demek için... İzleyin!..



Yönetmen :Pedro Almodóvar

Senaryo :Pedro Almodóvar

Oyuncular :Penélope Cruz, Carmen Maura, Lola Duenas, Blanca Portillo, Yohana Cobo,

Tür :Dram / Komedi

2 Kasım 2008 Pazar

Pazar Erkeninden Laf Ola Beri Geleler...


Bugün gecenin güne kavuşma vaktine uyandığımda, çarşaf denizin üzerine doğmaya başlayan güneşin denize vuran renklerine baktım. Henüz saklıda duran güneş, denizin üzerine ''geliyorum'' diyen ipuçlarını atıyordu.

Bu anlara hiç tanıklık etmemiş biri için sadece denizin üzerinde yakamozların oynaştığı bu an, birileri için güneşin varlığını farketmek(mi)dir? O birileri, o anın güzelliğine bakarken ve bunun tadını hissederken; daha büyük, daha sıcak, daha dokunan an'ın arkada olduğunu bilirler(mi)?

Bütün bunların ışığında kendimi, pencereden gördüğüm bu güzel resmin dışında tutmak istemedim. Sabahın sıcacık soğuna çıkıp, denizin tam kıyısından, botlarıma dalgaların kırıldıktan sonra kumları aşan uzantılarının değmesine izin vererek, yan yanıma güneşi alıp, bu farkedişimle birlikte yürümeye başladım.

Bir süre sonra, sanki karşı kıyıya uzanıyormuş hissi veren iskelenin yanındaki bankta sırtımı güneşe dayayıp, kendi uzaklarıma bakarak, bir hayale tebessümler ettim.

Sonra, klavyenin başında dudağımın kenarında geceden kalan ve sürekli derinleşen bir lezzetle düşündüm.

Şu anda da çok sevdiğim o güzel şarkıyı dinlerken, bacaklarımı camdan dışarı uzatmış, evin arka tarafından gelerek yandaki ağaca çarpıp denizin kokusunu odaya taşıyan esintinin ve ruhumdaki kanat çırpınışlarının eşliğinde, sonbaharın yapraklarına meç yaptığı, bütün bir yazı üzerindeki mor eriklerle geçirmiş ağaçların niye her zamankinden daha güzel gözüktüğü üzerine kafa yorarken; elimde kahve kokusu, büyük bir keyifle de sigara içiyorum.

Ve fark ediyorum ki, bütün bu ağaçlar ve doğada kışa gidişin izleri varken, benim içim tomurcuk... Ve ben, tıpkı çok önceden yazılmış bir mektubun şu cümlelerindeki gibi: Başka duygularımın, başka gerçekleri taşıyan mantığın bir çöl fırtınası şiddetinde esip beynimin şu anki düşünüşünü ve ruhumu taşıdığı kumlarla örtmesine izin vermek istemiyorum.

Ve bana çok da uzak olmayan; ama rafa kalkmış bi duygunun kafa kaldırdığını hissediyorum. Ben bu duyguyu seviyorum.

Ve şu an, hiçte ötelere bakmadan, hiç bir olumsuz olabilirliği düşünmeden, bu anın keyfini çıkarıyorum.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP