31 Ekim 2008 Cuma

Devrim Arabaları...Arşivlenesi Bir Film


"129 gün kaldı" sadece 129!..

Ortada bir avuç mühendis, yetersiz bir bütçe,kalıpları bile olmayan otomobil parçaları ve büyük yerden verilmiş emirle hantal iki demir kapının virane bir atölyeye açılmasıyla başlar, "devrimin hikayesi"...

Sürekli gidip gelen elektrikler eşliğinde yola yüreklerini koymuş, en büyük avantajları olan "kimseciklerin onlara inanmıyor oldukları" gerçeğiyle başbaşa mühendisler, işçiler, Recep ustalar...

Demirin cız ettiği yerler...

Başedebilirsen helal sana dedittirecek bürokratik engeller devamında sürekli çalan telefonlar, ve olumsuz haber telgrafları...Yetişmesi belki imkansız 'siparişler'e dökülen alın teri.

Devrim; ilk Türk Malı otomobilin üretim aşamasında işe sevdalarını, umutlarını ve inançları koyan; eşini, çocuğunu, evini unutup çalışan insanların birliktelik hikayesi...

"Devrim Arabaları" tek solukta izlediğim ve çok uzun zaman sonra tüylerimi ürpertebilen arşivlenilesi bir Türk yapımı...

Tam isabet bir kadronun,doğal mekanın ve güçlü müziklerin ahengi...

55 gün kaldı!..Sadece 55!..

29 Ekim 2008 Çarşamba

Aranıyor Bir Kafa ve Bir Kalp


Güneydoğu'da ya da yurdun değişik yerlerinde çocukların ön saflara sürülmesiyle yapılan eylemler üzerine basın toplantısındaki siyasetçiye sorulan soruya verilen yanıt üzerine, durdum.

Donmadım, şaşırmadım , sadece o hale acıdım... Hem de çocuklardan daha çok acıdım...

En azından biliyorum ki, çocuklar sadece içlerindeki safiyane heyecanların bir oyunu gibi algılıyorlar durumu, masumlar...

Ve belki de ilk kez, devlet ön yargısız ve sevecen. Ve ilk kez, hiç değilse(!) o çocukların eylem alanlarındaki durumlarının, kullanılmışlıklarının farkında...

Ama ne yazık ki! İnsan adına, ismi lazım değil şahsın adına üzgünüm; üzgünden öte ,çokça ihmallerine, bir çok haksızlıklarına rağmen yine de bu ülkenin ona tanıdığı haklarla seçilebilmiş, oralara kadar gelebilmiş, siyaset yapabilen, bu ülke insanlarının alınterleriyle kazandıklarının vergilerinden ve uğruna mücadele ettiğini ''sandığı'' insanların yaşam koşullarından çok ötelerde bir standart oluşturabilecek kadar kazanan bir milletvekiline ve en çok da bir kadına acıdım.

Kendini referansladığı ideolojinin temel dayanağının hümanizm olduğunun bile farkında olmayan; sığ, kültürsüz, samimiyetsiz, seçkinci iki yüzlülüğün çok bilmişlik taklidindeki cahilliğine acıdım...

Kıvrak bir yanıtla faka bastırma edaları taşıyan, soruya çok zekice cevap vererek soranın önyargılı tavrını parçaladığını sanan insanlıktan bunca uzak gülüşündeki beceriksiz, sığ sıkışmışlığa acıdım.

Sorulan, ''Siz çocuğunuzu eylemlere gönderir miydiniz?'' sorusuna: Çirkin, yakışıksız, samimiyetsiz, sıkışmış, sahiplendiği ideolojinin gerçeğine ve derinliğine cahil, insan sevgisini dış kapının mandalı haline getiren gülüşle verilen ''Çocuğum olmadığı için bir şey diyemiyeceğim, ''şeklindeki, anlamı olunca bakarızda vücut bulan yanıtın zavallığının çirkin uyanıklığına acıdım... Ve iğrendim.

Hayatımda ilk kez bir insandan iğrendim... Çok gaddarlar gördüm, çok dramatik olaylara tanıklık ettim. Ama hiç değilse onlara baktığımda, durumu kendilerince sahiplenerek ortaya koydukları savunularındaki netliği, açıklığı, sahiplenmeyi gördüm. Burada, her sözcükteki, her mimikteki iğretiliğe iğrendim...

Bir etnik kimliğe sırtını dayıyarak paşa paşa maaşlar alıp, sahne yıldızları gibi göz önlerinde olmanın keyfini çıkaran bir siyasetçinin, her şeyden önce bir kadının: Ne insan, ne kadın olamama haline acıdım... Evet sadece acıdım ve iğrendim...

Gönderirdim ya da göndermezdim diyemezken, aslında yanıtı aşikar biçimde göndermezdim olan, tam anlamıyla altına yapmak halinin pişkin gülüşüne iğrendim...

Ve bu ülkenin genelinde var olan, hiç bir kimlik ayrımcılığı içermeyen, geniş kitlelerin özgürlük, açlık, eğitim, sağlık gibi sorunları ortadayken; onları, kendi derdi sayıp peşinden koşmak, takipçisi olmak varken; kültürsüz, insana bu kadar uzak çapsızların çapsız hesapları için çocuklarını yitiren annelere, o annelerin gencecik fidanlarına üzüldüm... O kadına sadece acıdım, insan olmaktan çok ötelerdeki zavallığına... Ve iğrendim.

Ve bir insanın çocuklarla ilgili bir soruya ve o çocuklara bu kadar uzak olmasına, onları kendi dar kafalı bilgisiz ideolojisinin savaş silahı haline getirmesine ve bunu haklı kılar gülüşündeki sevgisizliğe acıdım. Bir çocuğa üzülmek, ona kıyamamak için anne olmaya gerek var mı ki sorusu ve yanıtı bile anlamını yitirdi, çocuklara üzüldüm...

Ve düşündüm!.. Aslında bu türden sığlıkları, hayvanat bahçesindeki gibi televizyon ekranlarından sürekli kamuoyuna kendi sözcükleriyle sunmak gerektiğini; saklıda kalmışlığın kahraman yaratan hallerinden çıkarıp, gün ışığının tökezleten şaşkın durumlarının gerçeklik halleriyle teşhir olmaları için...

26 Ekim 2008 Pazar

Altyazı...



''İnsan köledir” demişti Nikolay Berdyaev; “çünkü özgürlük zor zanaatken, kölelikse kolay ve rahattır.”

23 Ekim 2008 Perşembe

Zamanı Eskimiş Bir Mektubun Satır Aralarından...


Elbette o da bazen güzel kadınlara bakıyordu. Ve bunu çok samimiyetle yazıyordu. Uzunca bir bakmazlığın ardından ilk defa, büyükçe bir markette o akşam için yiyecek bir şeyler ararken bir kadın, ''onu'' ilk gördüğü gündeki fark edişle gözüne takıldı.

Yüzünde hüzünle tatlanmış çocuk masumiyetinde parlak iki göz; duruşunda kendine güvenin yanına kaygılar da almış alabildiğine asil bir tavır; üzerinde yalnızca dünyada bir kişinin üzerinde o kadar güzel duracak siyah ve onun markası olabilecek saçları olan birisiydi.

Ve algısı o kadar kısa bir anda analizi yapabilmiş notu vermişti.

Sonra birisine duyduğu kızgınlık onu, ''onu'' görmezden getiren ve kasada karşılaştırmak istemeyen bir öfkeyle ve hızlı adımlarla dışarı attı .

Bu fark edişle kalbine bir sızı yerleşti. Kalbine sızı yerleşen bu adamı anladı. Anılarını onunla pay etti.

Ve çok özledi. Ve üzüldü.

Ve o kadının ördüğü duvarların bazen yıkılamayacak kadar yüksek olduğunu bildiği için cesaret edemedi. Doğabilecek öfkenin o anki düşünüşünü başka yerlere taşıyıp duygularını tahrip etmesine izin vermek istemedi.

Anılarıyla beraber, onunla ıslanmak varken yalnız arabaya yürüdü; bin tane hayalle birlikte...

Üstelik de günlerden Cumartesiydi...


Beş evvel zaman önce...

22 Ekim 2008 Çarşamba

Altyazı...




Aşk sıradan bir suç değildir!..

Breaking and Entering (Hırsız)

21 Ekim 2008 Salı

Zamanın Ötesinden Berisinden Rastgelesinden Romanımsı Bir Gün: Sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün; neyleyim ben.


Konuşurken bir şişe şarabı götürmüştük. İkinciyle birlikte birer bonfile sipariş verdik. Artık kadehler yitip giden arkadaş hayatları içindi. Onların yarım kalan hayatlarını, hayallerinde bile olmamış bir mekânda, hiç tatmadıkları, bilmedikleri yiyeceklerle, şarapla kutsuyorduk sanki...

Ne olursa olsun insan bencil diye düşündük, doğasında var bu deyip; Ayn Rand üzerinden "ben" ve "bencillik" üzerine bol esprili, kahkahalı sözler ederken, aynı anda aynı seslerle tekila içmeye karar verdik.

Bara çıkıp, oradaki orkestranın çaldığı yeni nesil için sadece şarkı, bizim için küf kokulu izbelerin diken üstü karanlıklarında dizlerine yatılmış bir ''devrimci'' romantizm anı olan Bella Ciao'ya tekilalarla eşlik ederek, son dönem izlediğimiz Amerikan kökenli bazı siyasi filmlerin bize nasıl sığ geldiğinden ve birbirlerine benzerliklerinden şikayet ettik. Bizim eleştiriyi kendi birikimimizden, pratiğimizden, dünyanın o anki halinden ve çok okuyor olmanın çok bilmişlik gazından bakarak yaptığımızı, genç insanlar için bütün bunların yeni hikâyeler olduğunu falan konuştuk. Bu ukalalığımız üzerine gülüştük. Sonra, hadi okulun bahçesine gidelim ortak kararını veren iki "anarşist" restorana inip, paltolarımızı ve kalan şarabı alarak, hesabı ödeyip çıktık .

Gecenin o vaktinde onlarca eylem konuşması yaptığımız lisenin kantin pencerelerinden içeri baktık. Bahçede yürüdük. İlk kez jandarmanın okul bahçesine girdiği, bizim onları "jandarma biz sosyalistiz, dostuz yalnız biz sana" diye başlayan marşla durduracağımızı sandığımız gün kafamıza gelen dipçiklerin, nasıl hayatın gerçeği olarak bizi silkelediğini, Fransa’da Miterrand’ın bir sosyalist olarak iktidara gelmesi üzerine kendi fraksiyonlarımızla biraz da Behice Boran'ın bize çok romantik gelen; sanki romanlar içinden fışkırmış karakterler gibi duruşuna ve hikâyesine duyduğumuz sempati dolayısıyla onun düşüncelerine yakın sözcüklerle yaptığımız tartışmalarda nasıl papaz olduğumuzu; İran’da Humeyni’nin solcular desteğinde yaptığı devrime nasıl destek veren eylemler yaptığımızı, bir büyük mitingde onların devrimi lehine sloganlar attığımızı, o mitingde liderleri olarak üzerinde anlaştığımız sloganlardan gruplarımızın vazgeçip bildiklerini söylemeleri üzerine ikimizin birbirimizi nasıl yediğimizi; devrimci abilerin bilgisiz iki yüzlülüklerini, cahil ideolojilerini falan konuştuk. Bol bol güldük bu çelişkilere...

Bütün bunları konuşurken, yıkılıp yerine basket sahası yapılan havacılık odasının olduğu yerdeki betona oturup, kalan şişe şarabı; afiş akşamlarının yaz kokulu saatlerinde gelip geçen polislerden sakınmak için saklandığımız duvar arkalarında içilen Derdalan'lar gibi, aynı şişeden içtik. Alkolden ısınmış vücutlarımız yıldızlı ayazın soğuğunu hissetmeye başlayana kadar oturduk orada...

Gitmeye karar verdiğimizde direksiyona ben geçim dedim. O, olası bir alkol kontrolünde takılmasın diye yaptım sandı. Oysa, yolda giderken başını sola çevirip kafalığa yaslanmış gözleriyle bana baksın istedim.

Gecenin ıssızında kayalara çarpıp sıçrayan dalgaların arabanın üzerinden aşarken camlarında çıkardığı sesle içerdeki müziğe eşlik ettikleri bir yerde arabayı durdurup bu kez, ben de kafamı kafalığa yaslayıp, ona döndüm. Bir yarım kalmışlığın duygularıyla, olgun bi yaşta ama o militan kızın izlerini taşıyan, kariyerinin sade şıklığındaki, yeşil gözlü, yumuşak tenli hafif çıkık elmacık yanakların, balık etinden biraz ince vücudun, yumuşacık bi sarılıkta ipeksi saçların güzel yüzüne baktım. Sarhoşluğun sınırındaki başım ahlaksızlaştı bir an... Bin sahne yazdı beynim, utanmadım.

Sahil boyunca; yağmaya başlayan yağmurun sokak lambalarıyla, asfaltla, sileceklerle haşır neşir haline hissettiklerimizle eşlik ederek, seslerin sessizliğinde evlerinin önüne geldik. Apartmanın otoparkına çektiğim arabada kaloriferin sıcağından ve gevşemişlikten sıyrılmadan oturduk bir süre daha... Sonra, yanağına bir veda öpücüğü için uzandım. Sarhoşluktan mı yoksa onun bahanesiyle mi bilmiyorum, tutturamadım. Tutturduğum yerde ne kadar kaldık bilemedim. Ama o ıslak sıcaklık muhteşemdi.

Masumdu...


...zamanın ötesinden berisinden bir saatte gecenin ilk şişesiyle devam edecek. Zamansızca yani;)



Resim:Madeliene Abling

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP