12 Ağustos 2008 Salı

Alejandro González Iñárritu...Her filmine asıl damgayı basan adam!..


Inarritu'nun kendine özel, kimselere benzemeyen anlatımı ile özgün yönetmenlerin en başında geleni olduğunu kendi adıma rahatlıkla söyleyebilirim.

Bir Inarritu filminde tek bir öykü izlediğinizi zannederken, aslında pek çok kısa film tadında farklı öykülerin birbirleriyle ilişkilendirilerek, bir potada büyük bir lezzetle ve olağanlıkla birleştirildiğine tanıklık ediyorsunuz.

Ve her Inarritu filminden çıktığınızda, kocaman bir dünyanın içindeki her bir farklı karakterin öyküsünü ayrı ayrı düşünürken, onların duyguları ve yaşadıkları üzerine sanki yaşamınız bir köşesindenmişler gibi sahici üzüntüler ve sevinçler duyarken buluyorsunuz kendinizi...

Ve herşey insana dair olduğu için; perdede akan her görüntü,kendi duygularınız, yaşadıklarınız ve tanıklık ettiklerinizle birlikte sizi daha da zenginleştiriyor.

Ve sanki her bir filmde oyuncuların adları ne olursa olsun,o adların hiç bir zaman filmin bütünlüğünün önüne geçemediğini,sokaktan çevrilmiş insanların yarattığı karakterlerin bile o ünlü oyuncuların büyük oyunculuklarıyla eş değer ölçüde içinizi acıtan ya da sevindiren bir sahicilikte olduğunu görüyorsunuz.

Ve Inarritu'nun kamerasının başka kimselere benzemeyen bir tarzda, ve ince bir fırlamalıkla sizi öykülerin içinde son derece vurucu ve gelenekselin dışında açılarla dolaştırdığına tanıklık ediyorsunuz. Ve onun filmlerinin çok eğlenerek,hiç oyuncu kaprisi barındırmadan, çok takım ve büyük bir coşkuyla ortaya konmuş kollektif ürünler olduğunu seziyorsunuz.

Her seferinde tüm bunları başaran; ve her filmine asıl damgayı basan adamın Alejandro González Iñárritu olduğunu biliyorsunuz.

Charlie Wilson'ın Savaşı...


Afganistan özelinde dünyada ne oluyor ne bitiyor üzerine meraklarınızı tetikleyecek!

Özellikle şu günlerde; Gürcistan, Rusya, Amerika arasındaki olayları daha iyi yorumlamanıza aracı olabilecek!

Kafalarınızda bu anlamda ışıklar yakacak!

Uluslararası siyasetin esas aktörlerinin iyi niyetleri nasıl kullandığını; dini inançlar, milliyetçilik ve özgürlük eksenlerinde insanları nasıl okşadığını, gaza getirdiğini, sonra da dize getirip oralarda kendi hedefleri doğrultusunda ve mecburiyetler ekseninde nasıl iktidarlar oluşturduğu noktasında cevaplar bulmanıza yardımcı olacak bir film Charlie Wilson'ın Savaşı...

Büyüklerin; yerel güçleri silahlandırma, askeri destek ve eğitim verme konusunda kendi çıkarları için uygun ölçekler kullanarak nasıl stratejiler yaratabildiği üzerine sert mesajlarını ironinin tatlı diliyle de verebilen film: Filler tepişir çimler ezilir cümlesini onaylarcasına, az gelişmişliğin asıl savaşanların piyonu olduğunu da göze sokuyor. Çıkar savaşlarının klasik iki yüzlülükleri, iç siyaset entrikaları, medyanın insanları manupule etmek adına nasıl kullanılabildiği üzerine güzel örnekler veriyor .

Özellikle Julia Roberts'ın canlandırdığı karakterin işlevine ve filmin son bölümlerine doğru Tom Hanks ile Philip Seymour Hoffman arasındaki diyalogda geçen cümlelere dikkat! O konuşmada, görevlerini yapan iyi niyetli çabalarla donanmış insanların aslında neye hizmet ettiklerinin hayal kırıklıklarını ve onları kullanan oligarşik yapının kirlenmişliğini göreceksiniz.

Tüm bu kirliliğin en anlaşılır ve çarpıcı anı şura belki: Göz önündeyken parlak nutuklar atan yönetenler için ülke adlarının, insanlarının öneminin olmadığına, onların dünyaya sadece ekonomik çıkarların kör gözleriyle baktığına, ülke adı gözetmeksizin benzer reçeteleri her yerde kullandığına ironik bir vurgu yapan: Kahramanımız Afganistan'daki yoksulluğu ve yoksunluğu görüp sözde özgürleştirme için Afganistan bütçesini yüzlerce kat artırmayı başarmışken; oradaki bir okulun yenilenmesi için savaşa harcanan paranın içinde lafı bile olmayacak bir miktar talep ettiğinde ''sanki Kabil'in milletvekili'' esprilerine maruz kalıp, kimse ''Pakistan'' için o parayı vermez ilgisizliğindeki yöneticinin sözcüğünü, Afganistan diyerek düzelttiği toplantıda. O toplantıdaki yüz ifadelerine ve diyaloglara dikkat !..

Aslında umurda olanın ne olduğunu sorgulatan, dünyada kirli savaşların temelindeki gerçeklikleri bir kez daha ortaya koymak adına mizahı da güzel kullanan, yakın çevremizdeki şekillenmenin ana amaçlarını anlamanıza katkı verecek, ha dedirtecek güzel bir film... İzleyin.

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Bir İskelenin Uzağında...


İki evvel zaman önce bi sabahın en bi sabahında, güzelinden bir kış güneşi sancılar çekerken güne... Yığın yığın özlem ve anı yağdıran  zifirinden bi gök altında, bi bankın senli kalabalığında -ama kalabalıktan uzak- sen kokulu, bol dumanlı, uzak bakışlı saçsız yolculukta; konuşmasız, neşesiz, en çok da sırdaşsız müebbet günlerin hakedilmiş avuntusu muydu, düş müydü zaman ?

Havası coşkulu renklere çalan düş gibi bir ruhsal odada, ödül hapsinde miydim ben, yıl kadar?

Bi tutulma anı mıydı, bi kalabalık müzik içinde bi gülen düş müydü, bi güzel kadın mıydı zamanın bedenini deşen?

Ve herşeyin dili olan ama dilsizlikler doluluğunda bi bira bardağından dilsizliği delip geçen gözler; kendini seyre dalan bakışları egemenliğine alan sessizlikte, huzurlu ama, ama lımıydı?..

Pencerelerine yağmur çizgileri çizilmiş yalnızlığı kalabalıklaştıran, kalabalık içindeki iki kişilik ezgilerin 'bu denklik ne hoş' bisleri miydi; bi su gözesine yüzünü daldıran, bi çöl susuzluğuna ruhuyla dokunan, bi yazılmamış şarkının kokuları gibi tene?

Bırakın, uzun uzun dinleyeyim bir periskop derinliğinde...

"Saçlarının kokusunda yelkenlerim şişmiş, saçlarının melteminde güzel iklimlere, mavinin en bi maviden daha mavi, havanın en bi derin olduğu bi deniz ortasında, bi selvi altında, en bi memleketten türkülerin söylendiği bi bilinmez, ama düşde bilinir limana gideyim." dedim... ve özledim!


Not: Resim;Zerrin Tekindor'un -Gözümü Açarsam Günaha Gireriz-adlı akrilik çalışmasıdır.

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği...



Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği benim enlerimden başta gelenidir. Bir ideolojinin ortodoks tavrına; sorgulayan, eleştirel ve anarşist aklımın başkaldırdığı bir ilk gençlik döneminde, karakter özelliklerimin ruh ikiziydi sanki romanın kahramanı... İlk gençliğin öykünen tavrıyla bireyselleşen kimliğin başkaldırıları arasında çatışan ve gelişen bir ruhun yolunu ışıldatan bir kitap olmuştu benim için.

Ve Teraza: Geçmişte sevdiğim, gelecekte seveceğim hayatın iki önemli kadının resmedilmesiydi sanki. Juliette Binoche'yi bu filmle sevdim, onlara benzediği için...

İlk gençliğin meraklarıyla başlayan ve devam eden ilişkilerdeki önceliklerin duygularla tatlanmaya başladığı bir yükselme döneminde, bir bedeni sevmekle bir ruhu sevmek arasındaki farkın ayrıdına varma yolculuğundaki ruhuma, güzel olanın onunla uyanmak olduğunu hissettiren, ilişkiler üzerine bir beslenme sürecinde sorularımı netleştiren bir kitap da olmuştur aynı zamanda.

Hem siyaset sorgulamaları, hem de ilişkiler odağında, ihraç edilmiş totaliter bir ideolojinin anaforları ile yalnızlık, aşk, tutku, cinsellik üzerine doğru yorumlar yapan çok hoş bir kitaptır. Ve bu kitaptan yapılmış filmi kaçırmam da olası değildi elbette. İlk izlediğimde, sonra defalarca izlediğimde hep sevdim filmi.

Ve Juliette Binoche: Kırılgan, seven, kıskanan, naif görünüşün ardındaki cinsel kimliğiyle inandıklarının arkasında güçlü ve savaşcı duran Teraza karakterinde müthişti... Olağanüstü güzel bir kitaptan olağanüstü bir film yapmıştı Philip Kaufman. Bana filmi her izlediğimde, kitabı ilk okuduğum ruh halinde hayran hayran bakmak düştü .

Felsefi çıkarımlarla dolu, bitmekte olan insani değerler üzerine incelikli bir düşünme, aşk üzerine bir felsefe, empoze edilmek istenene bir başkaldırı, cinsellik üzerine sorgulamaları olan Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği: Hem kitap, hem de film olarak benim aşkımdır. Ötesi yok!

10 Ağustos 2008 Pazar

Buz Diyarı... Globalizmin dayattıklarının dondurucu gerçekleri...

Yazı sevme nedenlerimden bir tanesi belki de en önemlisi, odalardan dışarı atmasıdır beni. Bir diğeri de her ne kadar filmleri sinemada izlemeyi sevsem de yazın güzel ve yıldızlı gecelerinde kendi yeraltıma sığınıp; sinema salonlarından, dolayısıyla üzerine para yatırılıp kar beklentileri hedefine kurulmuş, satabilmesi için insan algısına yön verecek pazarlama unsurlarının, sinemanın klişelerinin sonuna kadar kullanılmasıyla ortaya çıkan (Hollywood) filmlerinin samimiyetine duyduğum şüpheden kurtulmuş olmaktır.

Yaz benim için yıldızlı gök altında ve yazlık sinema keyfinde, ağaçların hışırtısı ve ağustos böcekleri eşliğinde, bağımsız ve farklı filmler izlemektir. Ve Hollywood sinemasının yaratığı gerçekliklerden sıyrılıp, hayatın samimi gerçeklikleriyle yüzleşme mevsimi, ruhuma detoks zamanıdır.

Kitapları, plakları, filmleri saklı yerlerinden kapaklarıyla kurduğum iletişimle satın almayı severim. Bu belki de popüler kültüre, popülizmin dayatmalarına bir başkaldırıdır. Ve onlar beni hiç yanıltmazlar!.. Buz Diyarı böyle bir seçimdi... Film boyunca filmle ilgili aklımdan geçen tek bir ifade vardı. Enfes!..

Uygarlık ve barbarlık arasındaki sosyolojik tanımlarda ortaya koyulan referanslar hep insan odaklıdır. Bir kıyımı, öldürmeyi, ölmeyi ifade eder. Ve barbar: Yaşam ve ölüme -hayvani- bir içgüdüyle yaklaşır. Kendi yaşamını sürdürmek için kolaylıkla öldürür. Bu film global köy denen yeni dünya düzenini, kapitalizmi, adına uygarlık denen gelişmeyi hepimize hükmeden tekil -barbar- bir varlık olarak tanımlarken; sırtlarımızı, hayallerimizi, kendi yarattığı özlemlerimizi sıvazlayarak aslında bizi tüketen yüzünü bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyor. Sistemin, yaşamakta olduğumuz çağın ''pornografisini'', hiç birimizin: ''Hayır! Bu; hayatın içinde yok,'' diyemeyeceğimiz gerçekliklerle bir bir önümüze seriyor.

Finlandiya özelinde, Avrupa Birliği'nin ana simgesi euro üzerinden genelde paraya, kirlenmenin ve yok oluşun simgeleri olarak göndermeler yaparken bu global sistemin, aslında referansı (marksizm olan) sosyal demokrat Finlandiya'nın hayatını nasıl sarstığını, insanlar odağında tüketim simgeleriyle de anlatıyor.

Bütün bunları, Kuzey Avrupa'nın soğuğunun aksine sinemasının sıcacık, gerçekçi üslubuyla hayatlar ve aileler üzerinden yapıyor. Müthiş bir kurgu, kesişen yollar, enfes diyaloglar, derin bir felsefe, sürekli merakı ayakta tutan bir ritimle olağanüstü ''insan bir film'' sunuyor bizlere...

Eğer bu yazıyı oluşturan cümlelerde size yakın ifadeler bulduysanız, sisteme karşı yeraltılarınız varsa bu, filmi de çok seveceksiniz demektir! O halde; içinde ''insan'' olan enfes bir sinema örneğine hazır olun. İyi seyirler.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP