Senfoni
Yağmur öyle güzel bir kıvamdaki... boş tramvayla beraber tadını çıkarıyoruz ıslanmanın. Gecenin yalnızlığına yaslanmış Antalya'yı, caddelerden geçen bir kaç arabayı, eskinin güzelliğini muhteşem hikâyelere işleyerek zarif dillerle anlatan apartmanların pencerelerinden taşan mutluluklarla katmerleyerek; alabildiğine tadını çıkarıyoruz Akdeniz'in. Gecenin müziğine ritim katan tıkırtılarıyla eski zamanları yad edip, yan camdan salına salına inen izlerinde kayboluyoruz yağmurun.
26 Kasım 2017, sabah
İçgüdülerim mi kuvvetli yoksa ilahi güç mü şu hayata verdiğimiz emeklerin hak edişlerini ödüyor bilmiyorum. Ama her seferinde kompakt bir uyumun rast gelişini başka nasıl açıklayabilirim ki... Gün içlerinde yaşanmış mutluluk anlarını tamamlasın, yeni güne mutlulukla yollasın diye mi hep renkleri sakin, mobilyaları uyumlu, karyolaları romantik sevimli odalara... her biri "Evet, biz sizin bu kezki masalınız için buradayız," diyen otellere rast geliyoruz?* Odadan her çıktığımızda, mevsim yağmurları içeri girmesin diye cephesi şu an şeffaf brandalarla kapatılmış kat koridorumuzdan avlunun ve havuzun mevsimi geldiğindeki halini görüyoruz. Hiç göze sokulmaksızın, her yere zarifçe yerleştirilmiş kadim objelere bayılıyoruz.
Daha basamaklara ilk adımı atmadan karşılıyor melodik çıtırtı ve odunun muhteşem kokusu... İndikçe merdivenleri, o şefkatli sıcağı şöminenin, sarıp sarmalıyor ruhumuzu. Masa mükellef, hatta bazılarını tüketemeyeceğimizden... daha dokunmadan azalttırıyoruz. Omletimiz âlâ. Müzik uyarıcı. Portakal sularımız az önce sıkılıp da geliyor. Kahve kabulümüz. Akşama görüşürüz.
Şu tarihi hamam yaratıcı insan aklıyla ne de sevimli bir hale getirilmiş. Kaleiçindeki bu hamamın ince bir dokunuşla elde ettiği görüntü, çeşit çeşit masalı ve kahramanlarını akla getiriyor kesinlikle. Sevimli bir işçilik, takdire şayan.
Tchibo'ya uğramalıyız; gerçi yanlış yorumlamamızdan kaynaklı bir şikayetmiş bizimkisi, aydınlanıyoruz. Bense aradığımı deniyorum ama denediklerimin üzerimdeki hallerini sevemiyorum. O halde kahve. Hava sabah serinliğinde ama berrak. Yağmur parlak bir gün sunuyor. Dışarıdaki masalarsa çağırıyor.
"İki Amerikano, karton bardakta olsun lütfen."
"Bir dilim de ballı cevizli kek lütfen"
Hımmm... lezzetli... kendisini medovik sanıyor olabilir mi? Gerçek bir medovik asla olamaz, hatta bizim PastaHane'nin sahibesi Türkan'ın elinden çıkanların yanına bile yanaşamaz, lakin bu da tatlı yahu! Karamelimsi bal-ceviz tadı iyi geliyor sabaha. Kadim bir Rus lokantasında yemek sonrası yenilecek olan medovikin keyfi nasıldır acaba?
Bir süre daha hayal kurmalıyım!
Kahvelerimizle atlıyoruz tramvaya. Üç Kapılar hatırası olmadan asla. Şahane bir pazar gezintisi bu. Dün akşam gidip gece döndüğümüz yolun gündüzü de çok eğlenceli. İstikamet son durak, dolayısıyla Antalya Müzesi. Önce Konyaaltına ve Beydağlarına bir selam çakalım ama. Şimdi karşıya geçip müzeye girebiliriz. Karton "fincanlarımız" geri dönüşüm kutusuna.
Çapkın delikanlı, düğmeleri orta yerine kadar çözülmüş, sportmen vücuduna yapışık kocaman yakalı beyaz gömleği, siyah İspanyol paça pantolonu, belindeki kocaman tokalı geniş kemeriyle esmer coğrafyalarından Akdeniz'in. Hanımefendi pek asil bir aileden belli. Kumral. Mürebbiyelerle büyümüş. Zarif, bakımlı ve eğitimli. Delikanlı ne kadar ataksa, hanımefendi o oranda çekingen. Delikanlının bir planı var sabah için, hissiyatımız öyle. Bu kez her ne kadar zapt etmekte güçlük çekiyorsa da tavrını, belli ki saygısı büyük. Pervasız değil, bir özgüven kaybı var. Hanımefendi bir bahane ile çıkmış evden belli. Belki de ilk buluşması... ama sanki tanıyorlar da birbirlerini. An itibari ile orta refüjün oralardalar. Aşk beklemez eyvallah da... aman arabalara dikkat! Varlığımızı mümkün olduğunca hissettirmeden, usulca geçiyoruz yanlarından.
Müze
Dışarıdan görünce bulunduğu alanı, ısınıveriyor içim. Bir derin ruh var burada, tıpkı sahil boyunca uzanan 50'li 60'lı yıllar mimarisini onurla taşıyan apartmanlar gibi. Bir sigara içimlik dikiliyoruz kapısında. Yağmur, havanın çok da üşütmeyen soğuğu, banklarda oturan Japonlar, ağaçlık park alanındaki ihtiyar ama gençliklerini de pek yitirmemiş tur otobüsleri müthiş bir uyum içindeler. Yakışıyorlar sabaha.
Koynumda seviyorum müzeyi. En çok da hikâyesi etkiliyor beni. Bir kahramanım daha oluyor: Süleyman Fikri Bey. O, bizim öğretmenimiz. İşgal altındaki bir şehirde, işgalciler tarafından sahiplenilen eserlerin bir kısmını kurtarıp küçük bir mescidi düzenleyerek bu müzenin nüvesini oluşturan arkeoloji tutkunu, Cumhuriyet'e harç taşıyan insan.
Kapıdaki güvenlik görevlisi genç kadın güler yüzle, incelikli bir zarafetle karşılıyor. Çantalar için nazikçe uyarıp kasaların olduğu yere gönderiyor misafirleri.
Müzeyi dolaştıkça Cumhuriyet'in ve Atatürk'ün değerini, yurt denen şeyin ne kadar kıymetli olduğunu iliklerime kadar hissediyorum. Prof. jale İnan şahsında cumhuriyetle birlikte alanda gördüğümüz kadınlara açılan yolun değerini, ve bu yolda yürümüş, yürüyen tüm kadınları minnetle anıyorum.
Heykellere, belki de ilk kez, bu kadar derin bakarken bir tanım düşüyor aklıma, daha doğrusu bir eşleme. İlk kez geçmişin heykeltıraşlarının birer romancı olduğunu düşünüyor, bir taş parçasını işlerken aslında satır satır bir roman yazdıklarını görüyorum. İfadelerdeki derinliğe baktıkça, aklıma yazdıkları cümleleri bu kez okuyorum.
Dansçı Kadın, heykeltıraşların birer romancı olduğu benzeşmesini ilk aklıma getiren oluyor. Muhteşem bir meydan okuyuş var duruşunda... elbisesinin uçuşma hali onu öyle kanlı canlı kılıyor ki... tutkusu yakıcı, vakarı dans adımlarında saklı, ulaşılması cesaret isteyen, belki de bunun yalnızlığında bir kadın. Hani saatlerce önünde kalıp, tüm anlamları hikâyelendirmeye çalışsanız, her seferinde bir eksik kalacak sanki. Zeus'un kulaklarını çınlatıyoruz elbette. Hınzırca gıybet yapıyoruz. Hermes güzel adam. Kime yakıştırdığımı yazsam mı acaba?
Bunca tanrı ve tanrıçanın arasındayken bir kez daha, aslında tek tanrılı dinlerle çok tanrılı/tanrıçalı dinler arasında çok da farklı bir anlayış olmadığını düşünüyorum. Birinde doğal afetler başta olmak üzere, her olayı adları ile müsemma farklı tanrılara atfederken, diğerinde tüm bu olayları bir tanrıya yüklemekten öte ne fark var ki? Sonuçta iman ve inanç, öğretilen ve insanlara nizam vermek için kullanılan bir şey haline getirilmiyor mu egemenler tarafından. Oysa oku diyor kitabın en başında. Oku.
Tanrıçalar arasından ayırdığım, ayrı baktığım, adı benim hayatımda fazlası ile yer tutan biri var. Artemis.
Bir gün en amcam, Ankara bürokrasisinin kıymetli insanlarından, ölümü taze bir arkadaşının eşi, oğlu ve kızını misafir olarak getirdi evimize.
Kültürel değil de sınıfsal ve sosyal fark tartışmasızdı aramızda.
Bunu hiç hissettirmediler.
Beğendiğim bir kız vardı; aykırılığını seviyordum.
Ama bu da çok tatlıydı, değişikti, Ankara'lıydı.
Kalbim attı.
O da ilkokul 3.sınıftaydı.
Oyunlar oynadık. Çok sohbetler ettik. Okuduğumuz kitaplardan konuştuk. Her gece uyurken tavanlara bakıp boynumdaki kolyeyi iki parmağımın arasında çevirdim.
Sonra gittiler.
Yanağımda bir öpücük, hafızamda kısa kesilmiş içe kıvrık saçlar, siyah gözler, esmer bir ten, ve yere dizlerimiz üzerinde yan yana oturup üzerinde bir şeyler çiziktirdiğimiz orta sehpa ve bir ad kaldı.
Sonra mektuplar geldi... gitti.
Son yazan oydu.
Ben bu tür konularda hassas değildim, yazmadım.
Sonra, anladım ki kadınlar hassas.
Niyetinizi doğru okusalar da...
Artemis'ti adı.
Müzenin kahvesini içmeden asla
Müzeye ana kapıdan girip, sağa dönerek salonlara yöneldiğimizde dikkatimi çekmişti müzenin iç bahçesi. Hem kitaplara hem de magnetlere göz atıyoruz. O ara kahveler hazır. Müzenin Kahvesi. Bardakların üzerindeki iki kelime ne kadar anlam katıyor, onu sempatik ve farklı kılıyor Antakya'dan beri... Müzenin tavus kuşu, havalı havalı gelip hemen yanımızdaki camdan içeri bakarak denetliyor durumu. Elleri belinin arkasında bağlı, göremediği noktalar için eğip bakıyor başını... Müzenin kedisi ise iç denetim sorumlusu, dolaşıyor Müzenin mağazasını.
Sergi salonunda Faruk Manici'nin Boyalı Kuş adlı seramik sergisi var. Beyaz ve mavi tonları hakim. Akdeniz kokulu. O halde kıyısına. Çekelim bir kez daha Akdeniz ve dönsün başımız. Önce bir tarif almalıyız. Müzenin kapısındaki taksiciye soruyoruz. O da bir arkadaşına soruyor telefonla. Sonuçta bulunduğumuz noktadan gidemeyeceğimize karar veriyor. Anca taksi ile gidebiliriz aşılaması aslında yaptığı. Oysa deniz kentlerinde yaşayan insanlar bilir ki deniz şehirlerinde kolaydır bir yeri bulmak.
İniyoruz, çıkıyoruz, yürüyoruz, duruyoruz, içimize çekiyoruz kokusunu. Kaleiçine selam yolluyoruz. Kuytular bulup çıkartıyoruz. Tam uca koyulmuş boş iki koltuğa hikâyeler yazıyoruz. Ufacık bir kayayı zemin yapıp adeta mini bir balkon gibi denizin üzerine uzanan saklı kulübeye bayılıyoruz. Şurada iki bira çaksak mı, diyoruz. Doyamıyoruz.
Öğleni çoktan geçtik. Tramvay geldi. O, raylarla oluşturdukları şarkıyı terennüm ederken biz camdan aşağı doğru kayan hüzün yaşlarının arkasından bakıyoruz eskinin güzelliğini yansıtan, ve ne yazık ki sırasını bekleyen "Yeni Türkiye" kurbanı apartmanlara. Biliyoruz ki bu bir veda.
Kaleiçinde iniyoruz. Tanıdığım en kedi sever yol arkadaşım kediler için magnetler alıyor. Şimdi kendi beslenmemiz için Kaleiçine sırtımızı verip yukarı doğru, çarşı içinden yürümemiz gerek.
Şişçi Ramazan
Son kez bir simitçiye soruyoruz çıktığımız yokuşun başında. Biraz ilerde solda, diyor. Gördük. Fenerbahçe de Antalya'da. Formalarını giymiş aileler stad yolunda. Camla çevrilmiş bölümün kaldırıma sıfır, bulvarı bir ucundan diğerine gören bölümüne oturuyoruz.
"İki köfte ve bir piyaz lütfen."
Acar garson siparişleri alıyor. Masa önce garnitürlerle donatılıyor. Piyaz Antalya usulü, tahinli, domatesli... kendine özel sosuyla farklı bir lezzet. Ben köftenin yanında bildiğimiz klasik; taze yapılan, soğanlı, sirkeli, zeytinyağlı piyazdan yanayım normalde, lakin burası Antalya.
Şiş köfte tabağı güzel, kızarmış biberler ve közde terletilmiş soğanlar yeterli. Bıçak kıyması olduğu belli. Köz tadı üzerinde. Olması gerektiği kadar yağlı ve tuz baharat oranı kararında. Yağlanmış pideler harika. Seviyoruz kendisini. Benim garnitürüm daha çok şeklinde bir yarış var artık piyasada. Oysaki önden gelenler bir şekilde bastırıyor ana yemeği, doyuruyor gözleri. Karar verdik ki bundan öte, aşırı bulduğumuzda koydurmayacağız masaya. Mesela burada biz için bir tek roka yeterliydi. Beklerken ana yemeği, rahat duramıyor insan değil mi? Karın doyurmak için belki âlâ ama yemeği hissetmek isteyen için eziyetli bir hâl kanımca. Kabak tatlısı güzel; tahin, ceviz ve kabakların dişe gelir hâli uyumlu. İki kişiye bir porsiyonsa yeterli.
Çaylarımızı da içip çıkıyoruz mekândan. Geldiğimiz yoldan geri şimdi. Ağırlıkla gençlerin takıldığı bir kahve dükkânı dikkat çekici. Piyango satıcılarını görünce bir kez daha yanılıyoruz. Yılbaşı biletleri henüz çıkmamış. Yağmur hiç de rahatsız etmeyecek bir ritimle yağıyor. Çarşı kalabalık. Şuradan para çeksem.
Banka kartımı takıyorum matiğe. İstediğim miktarı giriyorum. Makine verdikçe veriyor. Panikliyorum. Tasarladığımla gelen arasındaki süre ise sanki asır. Algı işte. İlk kez başıma gelen bir durum, şaşkınlığım ondan. Gün pazar, banka kapalı. Telaş. Vurdu piyango! Hiç sevmediğim bir iş para taşımak. En sevdiğim kadın çözüyor olayı sayınca ben paraları. Bir sıfır fazla basmışım. Geri yatırıyorum. Lakin geyiği Kaleiçine varana kadar sürüyor.
Kaleiçi. Ruhları Dürtükleyen Saatler ve Günden Kalanlar
*White Garden Hotel-Kaleiçi