9 Mart 2012 Cuma

Sahici Sevmeler Üzerine

Ayakları kıbleye uzatılmış ölü bir çocuğun kefenlenmeyi bekleyen vücudunu anımsatmaktaydı şehir. Kül rengi saçlarının arasında yaşlarını saklayan kadınlar görüyordum, buzdan nefesleriyle. Aydınlatmaların geceye şaibe düşürdüğü, musalla taşından bir garda elimde valizimle, kalkmakta olan otobüse koşuyordum. Öylesine hızlı koşuyordum ki, yetişememekten öylesine korkuyordum ki, o anda ne yırttığım kalabalık, ne omuzladığım insanlar, ne ciğerlerim, ne de dizlerim…

Otobüs, beni, varmayı delicesine arzuladığım başka bir şehre götürecekti, evime. Daha önce evime gitmeyi hiç bu kadar yürekten istememiştim. Şimdi ailemi görmek, onları gözlerinden ellerinden öpmekten, şehrimle hasret gidermekten başka bir hissi taşımaktaydım ceketimin iç cebinde.

Yetiştim. Yerime yerleştim. Kalbimi sağlama aldım, yüksek atışlarını sakinleştirdim. Ve uçsuz bir karasallıkta yol almaya başladım. Aklımda tek bir endişe husule gelmişti, sabahı bulamadan evime varamadan ölmemeliydim.

Ölmedim.

Şehrim, dantel dantel kirpiklerini dökmüş, zencefil kokusu sürünmüş, inciden dişleriyle kucağını açmış beklemekteydi.

Selamlaştık.

Şehrimde 7 gün kadar kaldım, evimde ben gideli eşyaların yeri değişmiş, masaya bir tabak eksik koyulmaya alışılmıştı.

Mühim değil.

Tam 7 gün o evde neden bulunduğumu, asıl sebebimi ve iç cebimdeki emaneti, kimselerin bilmediği bu niyeti düşünüp durdum. Planladım, vazgeçtim, tereddüt ettim, heyecanlandım, utandım. Ama 7 günün sonunda tüm cesaretimi toplayıp, bir pazar sabahı, babamı beni dışarı çıkarması için ikna ettim.

Kireç renginde inceden yağmur, gümüşten denize eşlik etmekte, tüm kıyılar uyumaktaydı.

Yarım saat kadar sahil şeridi boyunca bir otomobilin içinde yol aldık birlikte, tüm zamirlerin anlamını yitirdiği bir an; babam ve ben. Her kırmızı ışıkta yüreğim zangırdadı. Konuşacaklarım vardı, içimde tane tane biriktirdiklerim. Doğrusu onun da duymayı bekledikleri vardı ama ikimizde bu kandırmaca esnasında birbirimizden habersizmişçesine, öylesine susuyorduk.

Yaklaşık 1 saat geçmişti. Eve dönmüştük, yol bitmişti, her şey bitmişti, her şey anlamını yitirmişti, utancıma yenilmiştim sanki artık elimdeki tek fırsatı da kaybetmişçesine duran araçta çivilenip kaldım. Bir cesaret örneği göstererek inmek üzere olan babama oturmasını rica ettim ve beni meraklı gözlerle süzmesini izledim.

-Baba, lütfen otur. Sana söylemek istediğim bir şeyler var.

Gözlerindeki merak, benim hüzünlü, çok stresli ve boğuk ses tonumla endişeye dönmüştü. Oturdu, olduğu yerde ön camdan dışarıyı izledi bir müddet, sonra bana döndü.

-20 yaşındayım baba. Bu demek oluyor ki 20 senedir geç kalmışım baba. Bu şehre niçin geldim biliyor musun baba? Bu sefer eve neden geldim biliyor musun? Hayır, bilmiyorsun baba. Hayır, sen hiç bir şey bilmiyorsun? Ben sana bir şey söylemeye geldim baba. Çok uzun zamandır dilimin ucunda zikretmeyi düşündüğüm ama bir türlü ağzımdan çıkaramadığım cümleyi söylemeye geldim. Senin için geldim baba.

Fena halde korkmuştu, endişelenmişti ki gözleri fal taşı gibi açılmıştı, o an hastalıklarından birinin meyletmesi ihtimali çok yüksekti.

-“Ne oldu captaiin” dedi, titrer gibi.

-Ben seni çok seviyorum baba. Öylesine çok seviyorum ki, senin benden bu cümleyi bu vakte kadar hiç duymamış oluşuna üzülüyorum. Bu geç kalmışlık hissi, bu mesafeler, bu yüreğimdekiler ve ertelenmişlik cüzzam gibi yaralıyor aklımı.

Birkaç saniye sustu, yüzündeki bembeyaz ifadenin yerini hafiften bir gülümseme aldı. Elleriyle başımı tuttu, eğdi ve beni alnımdan ilk kez öptü. Bende seni çok seviyorum kızım demişti. Babam bana ilk kez sevdiğini söylemişti. Salt sevgi buydu, bu diğer hiçbir erkeğe söylenen türden değildi. Bu yeniden varoluşun arifesi gibiydi, kocaman bir yükü sırtımdan indirip soluklanmak gibi. Başucumda babamın olduğunu ve halen yaşadığını bilmek hissi…

Gözlerim ıslanmış, hıçkırıklarla ağlamıştım.Ölmemiştim, babama bu cümleyi bir kerede olsun sarf etmeden ölmemiştim.

Ve benim çok ciddi, çok mesafeli, neredeyse benimle hiç bir şey paylaşmayan, konuşmayan, çok hasta, çok mutsuz babam bir pazar günü bir kaç saatliğine de olsa mutlu bir adamdı.

Emaneti teslim etmiştim, artık geri dönebilirdim.

2 Mart 2012 Cuma

Yarım Kalan Bir Aşkın Hikayesi: Yeşil Gözler

Aşkla, özgürlük halef seleftir;
Tıpkı güneşle ay gibi,
Tek tek ikisi de güzel olduğu halde,
Bir arada var olmazlar..
Biri doğdu mu, diğeri silikleşir.
Aşk boyun eğip kalmaksa,
Özgürlük alıp başını gitmektir..
Ya gönüllü itaat,
Ya nihayetsiz seyahat…
Seyahati seçerseniz;
Aşk şapkasını alıp gidecek..
Aşka düşerseniz,
Özgürlüğe yolculuk bitecek..
Çünkü nasıl özgürlük aşkın zeminiyse,
Aşk da özgürlüğün finalidir…

(Can Dündar)

Geçtiğimiz yıl Erasmus'umun deli dolu günlerinden birinde:

Aklımın bir ucunda hala o bir çift yeşil göz var. Nereye baksam onları arıyorum. Sanki şu anda kompartımandan dışarıya adım attığımda trenin koridorlarında onlarla karşılaşacakmışım gibi hissediyorum. Ancak öyle bir ihtimal yok. Henüz farkında değilim; ancak seçimimi çoktan yaptım ben. Bencil davrandım, özgürlüğü seçtim. Bundan sonrası imkansızı zorlamaktan başka bir anlam taşımıyor. O bir çift yeşil gözü aslında daha bulduğum gün Varşova'da bıraktım ben! Şu anda da Viyana'ya gidiyorum. Olsztyn'den kalkan trenin Varşova istasyonunda durması benim inip, o yeşil gözlere kavuşacağım anlamına gelmiyor. Buradan binecek yolcuları aldıktan sonra beni o yeşil gözlere değil, hayat yolculuğumun bu noktasında görülmesi gereken yeni ve önemli bir kente götürecek.

Saat gecenin 11'i. Acaba şu anda ne yapıyor? Varşova'daki hemen hemen tüm eğlence yerlerini ezbere biliyorum artık. O yalnızca bir tanesine gider. Bense oraya yalnızca bir kez gittim. Bundan sonra her gece oraya gitse bile beni, bir çift siyah gözü tekrar göremeyecek. Ben de onu, o bir çift yeşil gözü göremeyeceğim. Çünkü seçimimi çoktan yaptım; sadece henüz bunun farkında değilim.

Tanışmamızın üstünden iki hafta geçti. O gece dört saatlik ilk beraberliğimizin ardından hiç buluşamadık. Ben yolda olmayı seçtim, o da sorumluluklarından taviz vermedi. İkimizinde hayatla ilgili kendimizce planlarımız var. Sadece hayatın akışı izin verdiği ölçüde birlikte vakit geçirebiliriz. Ya da sürekli beraber olabilmek pahasına yaşamlarımızdan ödünler vermeliyiz. Yalnızca şu an ikimizde bunun farkında değiliz.

Trenin garda durakladığı esnada amaçsızca dışarıyı seyrederken çaldı telefonum. Arayan oydu. Elim ayağıma dolandı. Şu anda ilk tanıştığımız yerde ve beni çağırıyor. Bundan daha kötü bir zamanlama olamazdı! Sanki hayat beni bir seçim yapmaya zorluyor. Neden iki haftanın peşine, tren tam da Varşova'da durmuşken beni arıyor? Psikolojim allak bullak, ya önceden ödemesini yaptığım, herşeyini planladığım bu turu yakacağım; ya da onu reddedip Viyana'ya gideceğim. Seçim yapmak için birkaç dakikam var. Yolda olmayı seçiyorum. Seçmek zorundayım. Onu daha sonra bir şekilde birkez daha görebilirim; ama Viyana'yı göremem. O an, tren yeniden hareket etmeye başlamadan birkaç saniye önce aklımdan geçenler bunlardı.

Viyana'yı gördüm; ama o bir çift yeşil gözü bir daha, ne kadar çabalarsam çabalayayım hiç göremedim. Okşadığım o narin kumral saçları bir daha hiç koklayamadım. O da bana yarım yamalak türkçesiyle: “Selam, Nasilsin?” diyemedi.

İki ay sonra, Türkiye'ye dönüşümden birkaç gün önce bana şu satırları yazdı. Silmedim, hala telefonumun belleğinde duruyor:

“You didn't do anything wrong. Maybe my behaviour was strange, but i'm always afraid of farewell. Erasmus people are here just for a while

Sen yanlış hiçbir şey yapmadın. Belki benim davranışım garipti; ama her zaman vedalaşmaktan korkmuşumdur. Erasmuslar çok kısa bir süreliğine buradalar


Bugün o yeşil gözleri göreli neredeyse 1 yıl oldu:

Haklıydın biliyorum; artık gerçekleşmesi çok daha zor ama seyahatimin sende noktalanmasını istiyorum. Tam bir senedir bu duyguyla içim içimi yiyor. Kimse bilmiyor, belki sen de çoktan unuttun; fakat ben hala o bir çift yeşil gözü arıyorum.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Amok Koşucusu

Amok, Doğu Asya ülkelerinde ve özellikle Malezya'da aşırı alkol tüketimi sonrası kontrolden çıkıp, karşısına çıkan ne varsa ezip geçerek hiç durmadan koşan insanlara verilen addır. Bir Amok, bizce mantıklı ya da mantıksız önemi yok, sadece kendince belirlediği bir amaç uğruna en sonunda kendi ölümüne koşar.

Yıllarca sarayın gözdesi olarak yaşamış bir düşes... Uzak bir dağ köyüne, bir nevi sürgüne gönderilir. Gururunu koruma mücadelesi, itibarını geri kazanma yolunda dibe batarken boşu boşuna çırpınmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Bilinmedik topraklarda savaşın içine sürüklenmiş onurlu bir subay...Yaşamak için tek bir şansı olduğunu düşünür: Yıllarca büyük bir gururla taşıdığı ülkesinin askeri üniformasını kalleş düşmanınkiyle değiştirmek! Verdiği bu tek; ancak önemli ödün onu yaşamından edecektir.

Yaşıtları üniversitede öğrenim görürken, hala lisede okumak zorunda kalan bir genç. Gurur mücadelesi, iç hesaplaşmaları ve bir anlık öfkesi onu bir amok yapacaktır.

Hayatı büyük çalkantılarla geçmiş bir doktor. Çok uzaklarda bir ülkeye herşeyden uzaklaşabilmek düşüncesiyle tayinini ister. Herşeyden kaçacak; ancak kendinden kaçamayacaktır.

Tek gayesi çalışıp, biriktirebildiği kadar para biriktirmek olan, hayattan kopuk yaşayan bir hizmetçi. Hayatta bağlılık duyduğu ilk ve tek insan farkında olmadan onu uçurumun kenarına itecektir.

Zengin bir adam. Herşeyi parayla satın alabileceğini düşünürken, karısının sevgisini kaybeder. Aşk yolculuğu peşinde herşeyini yitirir. Lüks otel lobilerinden, meyhane köşelerine sürüklenen bir hayatın öyküsü.

Evinden binlerce kilometre uzakta sebebini bile bilmediği bir savaşta yer almak zorunda bırakılan bir adam. Karısına ve çocuklarına dönebilme mücadelesi kursağında bırakılacaktır.

Stefan Zweig'ı favori yazarlarım arasına sokan Amok Koşucusu, babamın gelenekselleşen yılbaşı hediyelerinden birisi olarak kitaplığımdaki yerini aldı.

Zweig şimdiye kadar okuduklarım arasında insan psikolojisine en hakim yazarlardan biri. İnsanın sevinçlerini, değerlerini, korkularını ve en önemlisi onu çöküşe götüren süreçleri iyi gözlemlemiş bir adam. Dolayısıyla "Amok Koşucusu"nu okurken etkilenmem normaldi. Normal olmayansa gerilimli bir düzlemde ilerleyip sonu intiharla biten tüm bu hikayelerin, satır aralarında yaşama sevincine yönelik göndermeler yapabiliyor olmasıydı.

Amok Koşucusu, gecenin bir saati bir solukta bitirmeme rağmen bir süre daha elimde kalan, inatla elimden yatağa düşmeyen kitaplardan biri oldu. Sanırım bir ara tekrar okumam gerekecek.

27 Şubat 2012 Pazartesi

Hayal Kırıklığı

Yalova Gemisi orada olmaktan en çok keyif aldığımız mekanlardan biriydi.  Yelken Kulübün Batı Parka taşınması ile birlikte liman içine nakledilen gemi; İstanbul Şehir hatlarından emekli olmasının ardından dönemin Belediye Başkanı Muzaffer Önder tarafından şehire kazandırılan, onun döneminde olduğu gibi sonrasında da restoran ve kafeterya  olarak  belediye tarafından başarıyla işletilen bir mekandı.
Yurt içi ya da yurt dışından gelmiş konuklarımızı özellikle yaz akşamlarında güverteye atılmış masalarda ağırlamaktan çok zevk alırdık. Tırtıl'ın listesinde-özellikle pizzasıyla- üst sıralarda yer bulan Yalova Gemisinin tersaneye çekildiği süreçte yokluğunu hissetmiş, dönünce de çok sevinmiştik. Yeniden  açılmasını sabırsızlıkla beklemiş, iki hafta evvelde Mussano'lu bir pizza keyfi yapmıştık.
Bu hafta acıkınca kardeş ve nereye gitsek acabaların arasında dolaşırken, Tırtıl'dan gemiye gidelim önerisi geldi. Kardeşin fikriyatında başka yerler varken bizim referanslarımız üzerine rotamız  gemiye çevrildi .
Masaya oturup da camdan denize bakarken bir yandan da buraya getirmenin hoş olacağını düşündüğüm insanlar geçiyordu aklımdan. Hatta şöyle bir program yapmıştım: Sabah Samsunum 1 ile şehirin tüm sahilini denizden izleyebileceğimiz yolculuğa eşlik edecek mavilikler içinde bir kahvaltı, akşamda burada balık keyfi...
Özel işletmeciye devredilmiş mekanla ilgili ilk fikirler kafamda şekillenene kadar sürebilen bir hayal olarak kaldı  düşüncelerim.

Hemen arkamızda duran Doluca standındaki şaraplara bakarken, o ara gözüm Terra'lara takıldı ki Buzbağ ezeli  favorilerimden biridir.

Ben onlara göz atarken işletme sahibinin  Dolucalara yönlendirme çabası, bunu yaparken de  Dolucaları övmesi, katoloğunu elime tutuşturması ve de kurduğu "biz de içtiğimiz için biliyoruz, bunların tadı daha güzel" cümlesi, bu ifade edişteki çok bilmiş -uyanık- esnaf tavrı, aslında çok şeyi anlattı.
Sonuçta Tırtıl pizzasını beğenirken... paçanga böreğine -eskisinden epey uzak olmasına rağmen- hep birlikte geçer not verirken... bolonez soslu makarnalar iyi niyetli çabalarımız sayesinde idare eder noktasına kadar tırmanabildi. Ancak küçük birahaneler ile 5. sınıf meyhanelerde sunulan, lezzet ve ölçek açısından göz dolduramayan tavuk şiş rezaletti. En kötüsü de balıklarla aynı yerde pişirildiği için "mis" gibi balık kokuyorlardı.

Sonuçta, bize hizmet veren kadın garsonu başarılı bulup, mekana değer kattığını  hatta bu işletme anlayışı ve lezzete fazla olduğunu düşündük

Sabah Kanat Akkaya'nın yazısında yer alan Kaktüs'ün geleceği ile ilgili haberle birlikte iki kayıp ağır geldi açıkcası... Üstelik 87 yıldır aynı yerde hizmet veren Lezzet de taşınıyor. Off!

19 Şubat 2012 Pazar

İlan-ı Aşk

Daphne ile büyük bir aşk yaşıyoruz. 
Birbirinden kopamayan, dip dibe bir ilişkimiz var.
Çok mutluyum.

Onu en çok da sosyete marketlerde takılan bol makyajlı gözü cepte tikilerden olmadığı için seviyorum.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Söyleyince Sana Sanıyorum Söyledim*



Plakları hep sevdim. 
Kapaklarını daha çok sevdim. 
Çoğunu sadece kapaklarına bakarak aldım. 

"O", bilerek seçtiklerimin bir tanesiydi. 

 Duruşunu ve gözlerinin gülüşünü hep sevdim. 

Kimbilir kaç kez onun için plakçı vitrinlerinde kaldım. 

Günlerce sadece onu dinledim. 

Askılı bluzlu ince kadını hep sevdim.

Girdiğim kalplerde çok kaldığım günler değildi. 

Ne bir başka plağını ne de başka bir CD'sini aldım. 

Ölüm haberini aldığım gün kalbime bir damla düştü.

Bugün "o" gündeyim.



*Albüm  1987 yılında ilk çıktığı gün, birlikte ve bir an önce dinlemek için  defalarca uğranıp sorularak 2 saatin sonunda  alındı ve ilk kez -Doluca Moskado eşliğinde- şöminenin dibinde dinlendi..
*Başlık, Özdemir Asaf'ın Dum adlı şiirindendir. 
*Şarkı, aynı albümden Where Do Broken Hearts Go

17 Şubat 2012 Cuma

Batakhane Güzeli Teması Üzerine Bir Üslup Denemesi

Oyuna, başka hiç bir şey düşünmeksizin sadece müziklerini yapan Cem İdiz adını referans alarak gitmeye karar verir. Biletini net üzerinden alırken oyunun denk geldiği güne dair hiç bir ön duygusu olmadığı gibi farkındalığı da yoktur. Herşeyi o günün sabahında fark eder. Kendine ifade ettiği anlamı düşünür. Gün üzerine bir yazı yazmayı planlar ama akıp giden zamanın çok boyutlu, çok keyifli zenginlikleri içinde kaybolur. Onlarca  düşünce, anlar ve kişiler yüzüne kocaman  tebessümler kondurur. Yürek akıla bağdaş kurar. El klavyeden çekilir. Zaman tarihsiz bir şekilde başından, sonundan, rast gelesinden  akmaya başlar.

Oyunu izlerken,  aklında resmi  geçit  yapan karakterlerle, özellikle birisiyle bu oyundaki bir karakterin denkliğine şaşırır. Keyfinden başı döner. Kimsesizdir ama duyguların geçmişten geleceğe aktığı,  bonuslarla dolu, çok kalabalık ve şapşahane bir gece yaşar. Bu sevimli hali çok beğenir. Genel kullanımının dışına taşıdığı, kullanmayı sevdiği bir nitelemenin ve karakterin sahnedeki halini sever.

Asıl derdi, bu güzel oyunu insanlarla paylaşmaktır. Kendi anları ve duygularını da yazıya katmak istemektedir. Nereden başlayacağına, hangi bakıştan anlatacağına, nasıl bir üslup kullanacağına karar verememektedir. Çünkü oyun aşktan söz etmektedir. Her saniyeyi anlatma arzusu yüzünden -farkeder ki- yazı uzadıkça uzayacak, zaman  beklemeyecektir.

Sonunda oyun üzerine düşüncelerini kısaca ifade etmeyi ve yazısını da zaman içinde 'Vikipedia mantığıyla' eğip bükmeyi seçer. Ne zaman tamamlanacağı belli olmayan, şimdiki zamanın, geçmişin ve geleceğin harman olacağı bir yazı olacaktır.

Afişin altına oyuna dair cümleler yazıp, bir ara başlık atıp, olan biten herşeyi yazmayı, bu yazıyı sürekli çoğaltmayı zamana bırakmaya karar verir. O kadar çok şey çıkmıştır ki sandıktan, üstelik günün  sunduğu bonuslar o kadar lezzetlidir ki bu harmana bir kez daha rast gelmek mümkün değildir.

Alın size ruhunuza detoks, kırgınlıklarınıza botoks, yıkıntılarınıza sıva yapacak... elinizi asla  bırakmayacak, keyifli, naif, neşeli,  şarkılı/danslı...  esprileri, oyunculuk performansları, dekoru, kostümleri, ışığı, müziği, kurgusu, ritmi enfes... sıcak, sımsıcak bir oyun: Sivas Devlet Tiyatrosundan  Batakhane Güzeli. Kaçırmayın!



Vakitlerden Şubatın 14'ü

Salondaki izleyicilerden biri o gün tarifsiz bir zaman yolculuğundadır.

Oyun üzerine yazarken çok keyifli bir kullanma kılavuzu  oluşturmak niyeti vardır.

Bu güzel günün  başrol oyuncusu ise;

kolasan, sütlü börek ve limonatanın tadını çıkardığı pastanede, hiç akla gelmeyecek türden bir kadının, seçtiği pastaya yazdırmak istediği yazıdır.

10 Şubat 2012 Cuma

Bugün 10 Şubat: Günün Anlam ve Önemine Dair..

Hayatta insana kademe atlatan, geriye dönüp baktığında "Ben bunları bunları yapmışım be!" dedirten, kendine güvenini arttıran bazı kırılma anları vardır. Ona hayatının değerini farkettiren, kendine ve çevresine bundan böyle daha farklı bir gözle bakmasını sağlayan anlardır bunlar.

Hayatımın şimdiye kadarki en büyük olayı şüphesiz, geçtiğimiz yıl bugün, içinde bulunduğum Polonya Havayolları'na ait uçağın Varşova Chopin Uluslararası Havaalanına inmesiyle başlayan 5 aylık süreçti. Bambaşka topraklarda bambaşka hayatlar, bambaşka bakış açıları tanıdım. En önemlisi kendimi tanıdım. Daha doğrusu daha önceden duyduğum, okuduğum, hatta filmlerde şahit olduğum birçok olayı birebir içinde yer alarak test ettim. Kimi zaman olayın merkezinde kimi zaman çevresindeydim; ama hep bana birşeyler katacak kıssadan hisseler çıkartmaya gayret ettim.

Bu 5 aylık süreç, geriye dönüp baktığımda bana 5 yıl sürmüş gibi geliyorsa, hayatımda daha önce edinmediğim kadar tecrübe edinmişim demektir. Pişmanlıklar, "Keşke şunu da yapsaydım" dediğim şeyler yok mu? Elbette var. Günah çıkartmam gerekirse söyleyecek çok şeyim var. Ama bardağın dolu tarafına baktığımda kazandığım şeylerin sayısı hiç de azımsanamaz.

Hayatımızı farkında olarak ya da olmayarak yaptığımız seçimler belirler. Bu seçimlerden farkında olarak yaptıklarımın en doğrusu sanırım Erasmus'tu. Hayatımda daha önceden yapmış olduğum; ancak farkında olmadığım ya da çok önemli olmadığını düşündüğüm doğru seçimleri bile yeniden değerlendirmemi sağlayarak, birer deneyim olarak belleğime yeniden okuttu. Polonya'da geçirdiğim her bir dakika, -çoğunun anın akışı içinde farkına varamasam da- şüphesiz ufkumu genişletti, bana eldeki şeylerle yetinebilmenin, şikayet etmemenin, hayata her şartta pozitif bakabilmenin sözde değil özde önemli şeyler olduğunu, bizzat tecrübe ettirerek gösterdi.

Erasmus bana düşünsel ve eylemsel anlamda çok şey kattı. Burada hepsini yazabileceğimi sanmıyorum. Yalnızca tarihe bu günün benim için önemini vurgulayan küçük bir not düşmek istedim. Belki 5 ayda sırasıyla edindiğim birkaç deneyimi özlü sözler versiyonunda aktarabilirim.

Erasmus bana:

1-Daha önce soğuğu sevmeyen, kaloriferli evin rahatlığına hayran konformist bir çocuk olarak -20'leri gösterdi. İki ay karlar altında yaşattı. Esas olanın meteorolojik hava durumu değil, insanın havasının durumu olduğunu öğretti.

2-Uzun yıllar tek başına yolculuk etmekten, sinemaya restauranta gitmekten, hatta yolda yürümekten bile çekinen bir çocukken, hayatta bize karakter kazandıran eylemlerin tek başımıza çıkardığımız keyifler olduğunu fısıldadı kulağıma. İnsanın tek başına zaferler kazandığını gördüğünde, korkularının üzerine gidip onları yendiğinde, hatta onları artık stres topu gibi görmeye başladığında büyüdüğünü işaret etti.

3-Bir dilencinin bile mutlu olabildiğini gördüm, insanları sosyal statüsüne göre değerlendirmemek gerektiğini, Avrupalıların bizden çok üstün ya da çok zeki varlıklar değil, aslında bizim gibi sıradan insanlar olduğunu gösterdi. Bizden tek farklarının, kısaca kültür denerek geçilen; ancak içinde insan ilişkilerinde samimiyeti, aklınızı özgür bırakabilmenin önemini, küçük şeylerden mutluluklar yaratabilmenin değerini barındıran, hayata bakışınızı güçlendiren yaşam tarzları olduğunu öğretti.

4-Dünyanın her köşesinde, insanın olduğu her yerde benzer sıkıntıların ve mutlulukların olduğunu, başımıza gelen ufak tefek aksilikleri yalnızca bizim başımıza gelmiş gibi düşünmememiz gerektiğini söyledi.

5-İnsanlarla aramıza kendi kuruntularımızın oluşturduğu önyargılarla örülmüş duvarlar koymadan yaşamamız gerektiğini, karşımızdakini bizim gibi düşünmeye ya da davranmaya zorlamanın anlamsızlığını, sağlam arkadaşlığın ya da aşkın karşılıksız kurulabileceğini birkez daha gösterdi.

Çünkü Rotterdamlı Desiderius Erasmus bundan 500 yıl önce doğru hayatın, her koşul altında iç özgürlüğünü koruma uğrunda çaba harcamak, kimsenin efendisi olmaya kalkışmamak, fakat kimseye de boyun eğmemek; hiçbir sav ya da düşünceye baştan düşmanca yaklaşmamak, ama buyurgan nitelik almaya başladığı anda her savın ya da düşüncenin karşısına dikilmek olduğunu söylemişti.

5 Şubat 2012 Pazar

Zamanın Bedeni



...bol dumanlı, uzak bakışlı...


...kalabalık müzik içinde gülen düş...


...yazılmamış şarkının kokusu..


...kış güneşi sancılar çekerken güne...


...bankın kalabalığı...



kelimeler buradan...
hatta buradan da
Şarkı Müslüm Gürses- Artakalan (ü.d.k.v.e.t.k)
fotoğraflar Nikon L 23 ile sabahın erkeninde...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP