Burun kıvrılan, ''entel'' bakışlı yorumlarda ufalanan ''Esra Erol'la İzdivaç'' ve benzeri programlara göz atmayı, izlemeyi severim. Yaşamım boyunca, iş ziyaretleri için gittiğim yerlerin, özellikle küçük kasabaların sokak aralarında dolaşmayı, insanlara bakmayı, onlarla konuşmayı hep sevdim.
Hayatı öğrenmenin, fark etmenin, bilmenin, okunan onca kitabın, hayata dair bir çok teorinin kuramsal gerçeklikler olmaktan çıkarak bakışıma geniş açılar ve esneklikler sağlamasının yolunun oralardan geçtiğine inandım, inanırım. Bu yüzden, sözünü ettiğim programlardaki insan hallerini izlemek, tepkilere bakmak, insanların kararları ve tutumlarıyla ilgili tahminler yapmak hoşuma gider; ve çok şey öğrenirim.
Örneğin, yaşı atmışın üzerinde mutsuz geçtiğini söylediği evlilikten bir kızı olan, hali vakti oldukça yerinde, fiziği düzgün bir bey: İçinde hakikaten kayda değer insanların da olduğu yoğun bir taleple karşılaşınca ve içlerinden hiç birini seçmeyip, aramaya devam etmek istiyorum, deyince, seyircilerden tepki aldı. Bu beğenmezliği, parana mı güveniyorsun, şeklinde sözlerle eleştiren izleyicilere, özellikle kadınlara bakmak çok hoştu.
Oysa, beyefendi çok haklı olarak kendi yaşanmışlığından bakarak oluşturduğu bir tablosu olduğunu ve o tablodaki kişiyi aradığını söyledi. Bu cümleye hak verdim. Ama bunun için vaktin çoktan geçtiğini ve bir yaşamın ıskalanmış olduğunu da gördüm. Yaşamının gereken zamanlarında yeterli cesaretler gösterilemediğinden, özlemlerine ulaşabilmek konusunda boşa tüketilmiş bir hayattı beyefendininki.
Mutluluk, anların içinde gizli küçük tablolardan insanın kendi çabalarıyla görüp ortaya çıkardığı bir büyüklüktü oysa; beklediğinizde gelen bir şey değildi. Emek vererek, korkmaz bir cesaretle hayatın sokaklarında dolaşıp, kapıları tıklayıp girerek, bazen zorlayarak bulunan ve sürekli öğrenilerek tadı büyütülen bir şeydi; yaşamınızın hayallerini zorlamak konusunda cesur olmadığınızda, tıpkı o beyefendi gibi, hala bir tablonun peşinden koşmanın, onu aramanın lezzetiyle yetinmek zorunda kalıyordunuz.
Beyefendiye bakarken, zamanı eskimiş mektubun satır aralarında kalmış ''o neden en kadındı'' benim içini ifade eden cümlelerde, kendi yaşamıma bakışımı hatırladım. Ve zamanı eskimiş mektubun satır aralarında yaşama verilmiş emekleri, alınmış tadları gördüm. Ve kendimi, yaşamı, insanları sevmemin baş nedenlerinden biri gerektiğinde gözü kara olmayı bilen emeklerimse, diğeri ve daha önemlisi bende fazlasıyla emeği olan ve bu yaşamı benim için değerli kılan kadınlardı.
Bunun değerini hep bildim. Belki de çok şanslıydım. Ya da o şansı yaratmanın peşinden koşmayı bırakmadım ve bu koşuyu hep sevdim; bazen acemiliğin kırıp döken hallerinden geçerek de olsa...
Programı izlerken, kendini ifade etmekte zora düşen beyefendinin hallerine bakarken, bir ''mim'' yazısı oluşturdum kendi kafamda; sanki bana sorulmuş gibi. Zaten hepsi zamanı eskimiş mektupta olan duygularımın ve düşüncelerimin kişisel tarihime kaydedilmiş satırları arasından seçtiklerimi hem''onlar'', ama en çok da zamanı eskimiş mektubun satır aralarında kalan kadın için sonsuzluğa taşımak istedim.
Bu Bir Şükran Yazısıdır...
Ben seni hiç bir koşul barındırmayan bir sevgiyle sevmiştim. Birçok sevgiliden geçip gelmiş benim hayata tutkulu kalbim, seni bir kırmızı ışıkta beklerken arabanın önünden geçtiğin o kısacık sürede bir köşesine kaydetmişti. Sanma ki bir görüşte aşktı bu. Her sevgilide bir şey bulmuştum. Ama ben daha derin şeyler arıyordum.
Kiminin masum, çekingen, saklı sevişlerini. Kiminin, hayatın imbiğinden süzülmüş hesaplı bir üstünlükle, erotizmin doruklarında, pornografinin sınırlarını zorlayan ama hiç bir sorumluluk yüklemeyen sevişmelerini...
Kiminin bir konser salonunda bütün sıcaklığı ile omuzuma düşen baştaki içten, saf romantizmini...
Kiminin bir tatil yazının son akşamında, ayrı ayrı hayatlara yol alacak bir vedayla aşktan sırılsıklam kalbini avucuma bırakıp gidişini...
Kiminin, arkadaşlarla gidilen bir yemeğe inadına deri takımla gelerek ortaya koyduğu güç çatışmasını, başının dikliğini, teslim olmamak için bir gece boyunca kavga ederek, ama ağırlıkla öpüşerek şehrin dedikoducu gözlerle bakan sokaklarında yürüyüp evine gidişimizi; apartman kapısında vedaya hazırlanırken onunla uyumamı isteyişini, (o yaşta yüklenmek zorunda olduğum sorumluluklar yüzünden) gün ışısa da eve gitmem gerek dediğimde beni pay edemeyişini; hırstan, süt çocuğu sözcükleri eşliğinde her tarafımı cimdik cimdik ettikten sonra ben gecenin karanlığına doğru yürürken arkadan haykırışını; benim dönüp apartman kapısından girmemle, bütün zincirleri boşalmış bir teslimiyetle sarılıp öpüşmesini ve sabaha doğru içten bir anlayışla beni uyandırışını...
Kiminin, bir Bodrum akşamında Aziz'in barında tanışıp, sadece ikimizde öyle hayal ettik diye, sanki bir ömürdür berabermişiz tutkusuyla yaşanan bir günlük heyecandaki gerçekçiliğini...
Kiminin içten bir ihtiyaçla yalnızca adımı söyleyişindeki armoniyi...
Kiminin yağmurlu bir günde akşam yemeği yediğimiz tavernadan ayrılırken, garsonların çağırdığı ve az uzaklıktaki arabamıza kadar bizi götürecek taksicinin para istemesi sonucu, onların jesti olması gereken bu durum karşısında ben parayı ödemeye razıyken hışımla taksiden inip garsonun elindeki bütün bahşişi geri almasındaki sahiplenme duygusunu...
Kiminin bir hastane odasında kendi yalnızlığıyla baş başa bana sürpriz bir ziyaretle yatağımın yanına ilişip yanağıma dokunan elinin şefkatini...
Kiminin her şeyini sunarak bir türlü yaratamadığı duyguyu: Yalnızca çantasından çıkardığı bir Tadelleyle yaratabilen, bir kartpostalın arkasına yazdığı şiirle duygularımı göz ucuma yığabilen insan güzelliğini...
Kiminin hiç ummadığım bir yerde, hiç ummadığım bir fark edişle ruhumun boşalmadığını söyleyerek beni şaşırtmasını...
Kiminin bir kız arkadaşın doğum gününde, yalnızca o günkü liseli bir dans esnasında, bütün benliğimi sarmalayabilen kokusunu...
Kiminin; eski kentin binlerce kültürün aşktan, tutkudan, yürekten izler bıraktığı sokaklarında gezerken, harabe bir konağın duvarından bacaklarımızı ırmağa doğru sarkıtıp karşı dağlardaki efsane aşkın izlerine bakarak ,Fuzuli’nin sevgiliye kavuşmama felsefesi üzerine konuşmasını... Aynı kiminle oradan kalkıp, elimizde dondurmalarla yeniden kendimizi o daracık sokaklara atıp, o elindeki çantasını ben kendimi sağa sola avare avare sallayarak yürürken, kayalara oyulmuş tünelin üstüne çıkıp ağız tarafından bacaklarımızı sarkıtarak, altımızda uzanan rayların bizi uzaklara taşımasına sevdalı; evden izinsiz bir telaşla dondurmasını yiyen çocuk neşesinde ağzımıza yüzümüze bulaştıra bulaştıra, ''Sen Tereza’nı arıyorsun'' deyişini sevdim..
Beni sürekli şaşırtarak, ayakları yere basan, farkında, aradıkları güveni buldukça ortaya çıkan içten pervazsızlıklarını, en çokta hırçınlıklarını sevdim. Her birini ''Seni seviyorum'' demeden sevdim... Onlar da bunu anladılar... Ama sana söyledim. Çünkü sen, her birinde hissettiklerimin bileşkesiydin. ''Tereza'' sendin.
Ve şimdi; kapımı çalıp bodoslama içeri dalanı izliyorum... Hallerimi, hallerini seviyorum.
Kasım 2024.
1 saat önce