İki yıldır, biletlerim elimde olmasına rağmen iki kez kaçırdığım, üçüncüde yine bileti almış olmama rağmen yolumuzun kesişme olasılığının azaldığı bir oyundu Tek Kişilik Şehir.
Ben ısrarla izlemek istiyor ama yaşamın önüme çıkardığı engeller her seferinde duygularıma, aklıma setler örüyordu.
Aramızdaki ilişki tam anlamıyla kaçan kovalanır halini almıştı. Ne kadar ısrarcıysam, yaşamda o kadar engelleyiciydi.
Önceki salı, yeni yıldaki ilk yazımın satır arasına sıkıştırdığım kişinin yarattığı, dolaylı da olsa beni etkileyen sorunun, en azından muhataplarını rahatlatan haberiyle birlikte kalabalıktan iyice uzaklaştım.
Sevdiğim sokakların yağmur kokusu kararsızlığıma yön verdi ve eve gidecekken kendimi AKM' de buldum.
Salona girdiğimde oyunun başlamasına 15 dakika vardı... ama oyun başlamıştı! Bir restoran şeklinde düzenlenmiş sahnede sırtı seyirciye dönük bir erkek, izleyicinin profilden izleyebildiği birisi erkek diğeri kadın üç kişi ayrı masalarda yemek yiyorlardı. Oyun da zaten bu kurgusuyla salona girdiğiniz andan itibaren sizi içine çekmeye başlıyordu.
Çoğunluk tarafından durağan olarak nitelendirilebilecek sahnede gözünüzü alamadığınız türden bir işleyiş hakimdi. Bu durağanlık yaşamdan biriktirdiklerimizle orantılı olarak sahnenin farklı köşelerindeki kişileri ilgiyle takip etmemize, onlara senaryolar yazarak profiller oluşturmamıza olanak yaratırken, izleyiciyi daha en baştan zihinsel bir oyuna dahil ediyordu.
Oyunu çok ama çok beğendiğimi hemen söylemeliyim. Çünkü bir haftadır hangi cümleyle başlayıp nerelerine dokunsam dediğim oyun üzerine ciddi bir üslup arayışı içindeyim. Bir haftadır, aklımdan geçen cümleleri kaydedecek bir aygıtın henüz bulunamamış olmasına hayıflanıp duruyorum. Çünkü çok sevdiğim, büyük bir keyifle ve kahkahalarla izlediğim oyunu, uzun ve güzel cümlelerle anlatmak istiyorum. Ancak yetemiyorum.Yaşama olan tutkumla, tiyatroya olan bağımı katmerleyen oyunun en etkileyici hoşluklarına dokunarak, kısa yoldan bitirmek istiyorum yazıyı...
Neredeyse yaşamının tamamını internet, dolayısıyla bilgisayar üzerinde yaşayan, sürekli bir şeyler alıp satan -Cüneyt Mete'nin muhteşem oynadığı- kahramanımızla... salona girdiğimiz anda dahil olduğumuz restoranın, oyuna ve ana fikre önemli katkı veren ve sürekli tekrarlanan eylemler esnasındaki
"İster ağır ol ister hafif aynı hızla düşersin. Çünkü ivme sabittir. G eşittir dokuz onda sekiz" cümleleriyle beni benden alan, ödüllü oyuncu Devrim Yakut'un canlandırdığı, diyaloglarına bayılacağınız bir garsonumuz var.
İkinci perdede randevuya gelen -chat arkadaşı- kadın kahramanımızla tanışıyoruz. Ve tabii ki ona bayılıyoruz. Üstelik internetin yaşamımıza girmesi ile başladığımız yeni hayatın ve "trendy" akımların üzerinde vücut bulduğu -Benian Dönmez'in şahane oynadığı-, "tiki" dilli harika bir karakter bu.
Oyun ikinci perdede zaman zaman üçlünün diyalogları ile bol kahkahalı, etraftan cümleli ve tanıklıklarımızla devam ederken, ödüllü yönetmen Serhat Nalbantoğlu yavaş yavaş bir sürprize hazırlıyor bizi.
Dokunamadığımız yaşamın insanı aslında nasıl yalnızlaştırdığı üzerine olaylar ve düşünceler ortaya koyan bu şahane oyun; yaşamım boyunca izlediğim gösterilere göz attığımda, en etkileyici ve muhteşem finallerden birine sahip.
Behiç Ak'ın elinden çıkmış absürt, güldürürken aslında yaşadığımız zamanın ve geleceğin dramını yansıtan öyküyü efektlerle destekleyip ışık ile çoğaltan, oyunu olağanüstü bir finale ulaştıran yönetmen Serdar Nalbantoğlu'nu... ışık tasarımlarının sahibi Şükrü Kırımoğlu'nu... bitişi muhteşem bir görsel şölene çevirip, elimizden kayıp gidenlerin ne olduğunu kalbimize ve aklımıza çakan -En İyi Çevre Tasarımı ödüllü- Işın Mumcu'yu, tabii ki üstün performanslar ortaya koyan tüm oyuncuları yaşattıkları güzel gece için fazlasıyla alkışlamak gerekiyordu ki bizim seyirci olağanüstüydü.
Restoranın dışında olup bitenlere dikkat!