Adam, yani şu Buraneros, şu yazıları yazan kişi önceki akşam sanki kilolarca pirzola yemiş kelle gibiydi. Yazıyı neden ona bırakmadım? Çünkü abarttıkça abartacak, vik vik edecek, kasım kasım kasılacak, yok trene bindim, hava süperdi, ben de süperdim diyecek, kaldırım taşlarından girip ağaçlardan çıkacak, geceye ve denize vurgu yapacak, seyircinin kahkahalara boğulduğu oyuncuyla ilgili coşkusunu kanıt olarak ortaya saçıp, bunu önceden altını çizerek vurgulamış olmasının suyunu çıkaracak, bu kendini bişey sanma halinden dolayı da damarıma basıp asabımı kışın göbeğindeki Everest buzuluna çıkaracak.
Mesela, daha önce yazdığı bir yazıdan, Sevgili Doktor'dan cümleler kopyalayarak : ''Oyundan söz etmeden önce de bir oyuncudan söz etmem gerekiyor: Banu Manioğlu. Sosyal, ekonomik ve sınıfsal konumları açısından farklı üç karakterin her birini başka bir oyuncu oynamış gibi, bir önceki skeçte canlandırdığı karakterin izini tümüyle silerek sevdirirken, yepyeni bir karakteri izleyici algısına yerleştirebilmek nasıl bir başarı olarak tanımlanırsa, tam anlamıyla o tanımın karşılığı bir oyunculuk gösterisiydi sergilediği." diyecek. Cümleleri bu oyundaki performansa referans yaparak, ben bu işlerden anlarımın havasını atıp, şımarıklığına tavan yaptıracak.
Banu Manioğlu'nun Şahane Düğün'de canlandırdığı karaktere methiyeler dizerek her oyunda bambaşka bedenlere bürünüp, başka başka karakterler olabilme becerisine vurgu yapacak, hatta şu cümleyi kuracak: "Şimdi düşünüyorum da Şahane Düğün'deki kat görevlisini bundan öte kim oynasa insan kıyaslar, gözler onu arar, yabancılar. Banu Manioğlu öylesine gerçek, öylesine sempatik ve öylesine kalıcı bir kimlik haline getirdi ki karakteri, öylesine kazıdı ki seyircinin algısına, bu oyunu bir başka zamanda bir başka oyuncuyla izleseniz, benimsemeniz çok çok zor."
Bununla yetinmeyip doğruluğuna bir kez daha tanıklık etmiş olmanın keyfini çıkara çıkara, yine yazısında kullandığı şu cümleleri gözünüze sokacak : "Olağanüstü bir oyuncu izledim ben salı gecesi, bunu çok net söyleyebilirim. Size önerim; bu adı not alın ve onun oynadığı oyunlara gözünüz kapalı gidin. Emin olun ki, izlediğiniz oyun ne kadar kötü olursa olsun, Banu Manioğlu performansının bırakacağı tat, yetecek size."
Daha da ileri gidip -seyirci coşkusuyla kanıtlanmış- bilmişlik halinden aldığı gazla iyice kasılıp gemi azıya alarak, "Bu oyundan Banu Manioğlu'nu çekip alsak seyirci bu kadar gülüp bu kadar coşkuyla izler miydi oyunu?" diye bir soru soracak. Sonra Banu Manioğlu performansının ve can verdiği karakterin oyunu çoğaltıp seyircinin gönlüne soktuğunu, onun performansının diğer oyuncuların performanslarının da benimsenip sevilmesine, anlam kazanmasına, dolayısıyla diğer karakterlerin de parlamasına neden olduğunun altını çizecek .
Fakat! Durağan başlayan oyunda ne olup bittiğini anlamaya çalışan izleyicinin; Banu Manioğlu'nun sahne almasıyla birlikte kopup coştuğu, kendisinin de gözünden yaşlar gelecek kadar güldüğü anlarda, tepeden gelen ve kendisine odaklanmış ışığın altında; "Bakın bakın, ben bu oyuncuyla ilgili övgü dolu cümleler kurmuştum... ben demiştim... o yazıları yazan benim... o benim işte!" diyebilmek için yanıp tutuştuğundan; "Banu Manioğlu çok büyüksün." diye bağırmayı aklından geçirdiğinden; kendine çevrilmiş hayran gözlerden gelecek " Bu adam biliyor canım!" bakışlarını hayal ettiğinden söz etmeyecek. Demedi demeyin.
Ben...
Pragmatik Şahsiyet.
İzleyici beğenisinin ve algısının göreceli olduğunu göz önüne aldığımızda bazı izleyicilerin daha önce izledikleri At ile kıyaslayıp -ki Ben izlediğim halde yazmadım-, onu daha komik ve eğlenceli buldukları... Yönetmen Hakan Çimenser'in dinamik bir kurgu ile sahnelediği, muhteşem bir bitim ile oyuncusunu taçlandırdığı, bir balayı odasında yaşanan karışıklığa çözüm ararken işin sarpa sarması üzerine kahkahaların çoğaldığı, mizahı güzel, eğlenceli ve tempolu bir oyun Trabzon Devlet Tiyatrosu'nun Şahane Düğün'ü. İzlenmeli... içinde Banu Manioğlu adı olan her oyun gibi!
26 Ocak 2012 Perşembe
25 Ocak 2012 Çarşamba
Varşova Yolcusu Kalmasın!
Geçtiğimiz sene okulunuzda girdiğiniz Erasmus sınavında dereceye girdiyseniz..
Okulunuzun Erasmus Koordinatörü ve AB Ofisi arasında yılmadan mekik dokuyup, bütün formlarınızı zor olsa da tamamladıysanız..
Lot'tan gidiş dönüş biletinizi uyanık olup erkenden indirimli aldıysanız..
Pasaport başvurunuzu yapıp, elinize geçtiği ilk gece onunla birlikte uyuduysanız..
İstanbul Başkonsolosluğu ya da Ankara'daki Polonya Büyükelçiliği'ne giderek, gerekli belgelerinizi eksiksiz bir şekilde tamamladığınız takdirde, sempatik çalışanları sayesinde iki dakika içinde sorunsuz bir şekilde vize başvurunuzu yaptıysanız..
D tipi vizenizle birlikte pasaportunuz size geri gönderildikten sonra Schengen haritasına heyecanla tekrar tekrar göz attıysanız..
Hibeniz yattıysa, ya da ekonomik durumunuz iyiyse, hatta gözünüzü karartıp: "Bi yolunu bulurum yeter ki gideyim!" dediyseniz..
Yapı Kredi'den Türk lirası hesabı açıp, hibenizi ya da aileden akrabadan gelen maddi destekleri bu hesaba yatırıp banka kartınızı elinize aldıysanız..
Finalleriniz başarılı bir şekilde geçtiyse, ya da: "Başlarım sınavına da hocasına da Erasmus'um lan ben artık!" dediyseniz..
Palace of Culture'ın yapılış hikayesini öğrendiyseniz, 2. Dünya Savaşı'nda bu neşeli halkın Varşova gettolarında çektiği acıları yüreğinizde hissettiyseniz..
Kafanızı tamemen boşaltıp, kendinizi mental olarak Avrupa hayatına hazırlayabildiyseniz..
Nerede kalacağım telaşına düşmeden, "Yaban ellerde ne yapacağım, inşallah orda Türk vardır, domuz eti mi yiyeceğiz?" gibi gereksiz kuruntulara girmeden..
50 kilo bavul doldurmadan, uzaya değil, sizin gibi etten kemikten yapılma insanların yaşadığı, herşeyin olduğu bir başka dünya kentine gideceğinizi bilerek..
Gidin Varşova'ya!
Unutmayın ki siz orada her dakika yeni bir tecrübe edinmenin mutluluğuyla, o bar senin bu şehir benim gezip tozup eğlenirken, bu topraklarda da mutlu olmaya çalışan; ancak sizin oradaki imkanlarınızın 10'da 1'ine bile sahip olamayan arkadaşlarınız olacak..
Ne kadar eğlenirseniz, onlar da o kadar mutlu olacak..
Kendilerine Erasmus'un kattığının 10'da birini katmayacak derslerden, sınavlardan vakit bulabilirlerse tabii!
Etiketler:
Erasmuscu'nun El Kitabı,
erasmusname,
mussano yazıları,
Varşova
24 Ocak 2012 Salı
Bahaneler
Araf;
bir yazının giriş cümlesinde kelime olmayı bekliyor.
Bir yazı;
bir üçlemede son olmayı bekliyor.
Bir gidiş-dönüş uçak bileti;
şimdisini bekliyor.
Bir soru;
bilet olmayı bekliyor.
Bir arzu;
düş olmayı bekliyor.
Bir mekan;
iz olmayı bekliyor.
Bir mekan;
iz olmayı bekliyor.
Sipariş edilmemiş bir şişe şarap;
anını bekliyor.
Madeleine Peyroux son albüm Standing on the Rooftop şahane;
kelimelerse bahane.
Madeleine Peyroux son albüm Standing on the Rooftop şahane;
kelimelerse bahane.
18 Ocak 2012 Çarşamba
Barış
Tanıtımında "... eski mi eski. Ama ne yazık ki hâlâ insanı duraksatıp düşündürecek kadar yeni ve taze..." yazan Barış; Aristophanes tarafından yazılmış 2400 küsur yıl öncesinden kalma bir komedya. Yücel Erten bu metni yakın tarihin olaylarına zemin yapıp, bugünün izleyicisinin seveceği espriler, danslar ve müzikle destekleyerek, seyirciyi gülmekten kırıp geçiren bir oyun yaratmış.
Güncel yorumuna Anadolu insanını, onun davranış biçimlerini ve dilini katan, Türk Tiyatro sanatının geleneksel unsurlarıyla Modern Tiyatronun ögelerini harmanlayan yönetmen, kullanmaktan çekinmediği "hoyrat" dil ile seyirciyi oyunun en başında kazanıyor.
Son derece dinamik bir kurgu üzerinde yürüyen oyun, ikinci perdenin hemen başında ritmini biraz düşürse de, kısa sürede kalabalıklaşan sahne ile tekrar aynı dinamizmine ulaşıyor.
İnteraktif oyun; seyirciyle diyaloglar kurup, zaman zaman onu oyunun bir karakteri haline getirirken, şarkı ve danslarında eğlencesine dahil ediyor.
Oyun eleştirmenlerden siyasetçilere, yazarlardan felsefecilere kadar yaşam üzerine söz söyleyen herkesi -farklı duruşlara sahip- örneklerle sunuyor. Hatta ortak bir paydada buluşan, örgütlenmenin değerini farkeden ama uzlaşma sorunu yaşayan, farklı "siyasi" görüşlere sahip insanların tipik özelliklerini karikatürize ediyor.
Teknolojiyle erişilen yeni davranış biçimlerinin, iletişim dilinin absürt unsurlarını esprilerinin içine serpiştiren oyun; yer yer doruk yapan sağlam diyalogları ve oyunculuklarıyla akıp giderken, Devlet Tiyatrolarına da güncel göndermeler yapmaktan çekinmiyor.
Açıkçası oyunun yürekli haline baktığımda; en azından bu alanda yarattığı özgür ortam nedeniyle mevcut iktidara karşı uzun zamandır duyduğum "saygıyı" ifade etmek ihtiyacı hissediyorum. Gerek Opera Balede gerekse Devlet Tiyatrolarında izlediğim gösterilerde yer bulabilen cinselliğe, bunun dile yansımlarına, bugünü bile eleştirebilen hallere baktığımda; muhalif seslere yapılan kısıtlamalar ve cezalandırmalar, kliplere yapılan kırmızı nokta muamelesi, bu yüzden yayın saatlerinin ötelenme tavrı, yazılmamış kitaplar ile sahnelere tanınan özgürlüğün yarattığı ironiye tebessüm ediyorum.
Şeytanın avukatlığına soyunup bunun toplumun bir kesimine verilmiş elma şekerleri olduğunu düşünen aklıma da çelme takıyorum. Hatta daha ileri gidip tüm muhafazakar yapısına rağmen Ertuğrul Günay'ı Kültür Bakanı yapma iradesini göstermiş olmalarını mevcut koşullar üzerinden değerlendirerek alkışlıyorum.
Seyircinin önemli bir kısmını korkutan başarılı efektlere sahip oyunun en can alıcı sahnelerinden biri Mussolini kılıklı bir karakterle ajan provakatörün son derece anlamlı diyaloglarının olduğu an. Bu sahne derdini ne kadar güzel anlatabiliyorsa, ne kadar ustacaysa; silah tüccarlarının barış ile düştüğü hali sembolleyen -aklıma muhteşem film Savaş Tanrısı'ndaki Nicolas Cage'i getiren- sahne o kadar sıradan.
Eğlenip gülünecek, akıcı ve komik, dekor-ışık-kostüm ve efekt anlamında başarılı,"bu kadar kusur kadı kızında da olur" türünden eğlenceli bir oyun Barış. Gidin eğlenin, ötesine pek kafa yormayın, yani kalite anlamındaki eleştirel aklınızı ve gözünü off konumuna getirin. Gecenin keyfini çıkarıp, sıkıntı ve streslerinizi koltuğunuza bırakarak evinize dönün. Ertesi güne fazla bir şey kalmayacak çünkü...
Bir dip not olarak; bizim seyircinin oyunu çok beğendiğini, çok eğlendiğini, finali alkış sağanağına çevirdiğini, fuayede herkesin memnuniyetini ifade eden sözler ettiğini de altını çizerek belirtmeliyim!
Güncel yorumuna Anadolu insanını, onun davranış biçimlerini ve dilini katan, Türk Tiyatro sanatının geleneksel unsurlarıyla Modern Tiyatronun ögelerini harmanlayan yönetmen, kullanmaktan çekinmediği "hoyrat" dil ile seyirciyi oyunun en başında kazanıyor.
Son derece dinamik bir kurgu üzerinde yürüyen oyun, ikinci perdenin hemen başında ritmini biraz düşürse de, kısa sürede kalabalıklaşan sahne ile tekrar aynı dinamizmine ulaşıyor.
İnteraktif oyun; seyirciyle diyaloglar kurup, zaman zaman onu oyunun bir karakteri haline getirirken, şarkı ve danslarında eğlencesine dahil ediyor.
Oyun eleştirmenlerden siyasetçilere, yazarlardan felsefecilere kadar yaşam üzerine söz söyleyen herkesi -farklı duruşlara sahip- örneklerle sunuyor. Hatta ortak bir paydada buluşan, örgütlenmenin değerini farkeden ama uzlaşma sorunu yaşayan, farklı "siyasi" görüşlere sahip insanların tipik özelliklerini karikatürize ediyor.
Teknolojiyle erişilen yeni davranış biçimlerinin, iletişim dilinin absürt unsurlarını esprilerinin içine serpiştiren oyun; yer yer doruk yapan sağlam diyalogları ve oyunculuklarıyla akıp giderken, Devlet Tiyatrolarına da güncel göndermeler yapmaktan çekinmiyor.
Açıkçası oyunun yürekli haline baktığımda; en azından bu alanda yarattığı özgür ortam nedeniyle mevcut iktidara karşı uzun zamandır duyduğum "saygıyı" ifade etmek ihtiyacı hissediyorum. Gerek Opera Balede gerekse Devlet Tiyatrolarında izlediğim gösterilerde yer bulabilen cinselliğe, bunun dile yansımlarına, bugünü bile eleştirebilen hallere baktığımda; muhalif seslere yapılan kısıtlamalar ve cezalandırmalar, kliplere yapılan kırmızı nokta muamelesi, bu yüzden yayın saatlerinin ötelenme tavrı, yazılmamış kitaplar ile sahnelere tanınan özgürlüğün yarattığı ironiye tebessüm ediyorum.
Şeytanın avukatlığına soyunup bunun toplumun bir kesimine verilmiş elma şekerleri olduğunu düşünen aklıma da çelme takıyorum. Hatta daha ileri gidip tüm muhafazakar yapısına rağmen Ertuğrul Günay'ı Kültür Bakanı yapma iradesini göstermiş olmalarını mevcut koşullar üzerinden değerlendirerek alkışlıyorum.
Seyircinin önemli bir kısmını korkutan başarılı efektlere sahip oyunun en can alıcı sahnelerinden biri Mussolini kılıklı bir karakterle ajan provakatörün son derece anlamlı diyaloglarının olduğu an. Bu sahne derdini ne kadar güzel anlatabiliyorsa, ne kadar ustacaysa; silah tüccarlarının barış ile düştüğü hali sembolleyen -aklıma muhteşem film Savaş Tanrısı'ndaki Nicolas Cage'i getiren- sahne o kadar sıradan.
Eğlenip gülünecek, akıcı ve komik, dekor-ışık-kostüm ve efekt anlamında başarılı,"bu kadar kusur kadı kızında da olur" türünden eğlenceli bir oyun Barış. Gidin eğlenin, ötesine pek kafa yormayın, yani kalite anlamındaki eleştirel aklınızı ve gözünü off konumuna getirin. Gecenin keyfini çıkarıp, sıkıntı ve streslerinizi koltuğunuza bırakarak evinize dönün. Ertesi güne fazla bir şey kalmayacak çünkü...
Bir dip not olarak; bizim seyircinin oyunu çok beğendiğini, çok eğlendiğini, finali alkış sağanağına çevirdiğini, fuayede herkesin memnuniyetini ifade eden sözler ettiğini de altını çizerek belirtmeliyim!
13 Ocak 2012 Cuma
Labirent
Zaman zaman türeyen -içimdeki- "entelektüel" ukala çok bilmiş eleştiriler yapsa da, ben bu tavrı bizden olanları küçümseme eğilimlerimizin bir tezahürü olarak değerlendirdim.
Labirent, içimdeki ukalanın eleştirdiği noktalarına rağmen çok güzel bir sinema günü yaşattı bana. Bunun altını rahatlıkla çizebilirim. Üstelik öyle bir açılışı vardı ki filmin, öyle bir şok haliydi ki; inanmayacaksınız ama ağır çekim tekrarını bekledim, üstelik bu bütünüyle bilinçsiz, içgüdüsel bir tavırdı.
Filmin etkileyici jeneriği akarken, ellerinde mısır kutularıyla salona girmiş izleyicilere imrendim. Aradım. Almamış olduğuma pişman oldum.
Hırsız Polis severek izlediğim -nadir- dizilerden biriydi ve Timuçin Esen orada bir polisi canlandırıyordu. O halini benimsemiş, beğendiğim oyuncular kategorisine dahil etmiştim. Bu filmde de aynı hali görmek, aynı ses tonunu işitmek başlangıçta yadırgadığım bir durum olmasına rağmen, alıştım ve oradakiyle yakın ama başka bir kimliğe taşıyarak izlemeye başladım, performansı beğendim.
Filmin bazı sahnelerinde bir sonraki hali tahmin eden ukala, sinema dilinin Paul Greengrass taklidi olduğunu söylese de, ben buna kulak asmadım. Çünkü bunu bir kopyalama olarak değil sadece beğenilen bir ekolun kendince yorumlanarak uygulanması noktasından aldım.
Labirent, popüler sinemanın ajan-terör-terörist temalı filmlerinin tüm klişelerini içinde barındırsa da, üstelik daha önce de vurguladığım gibi olan biteni aşağı yukarı tahmin etseniz de, yine de ondan zevk almanızı engellemiyor.
Küçük roller dahil oyunculuk performansları, teknik alt yapı, kameranın devingen hali, filmin temasına son derece uygun, etkileyici ve başarılı müzik, dinamik kurgu, gerçeğe çok yakın sahneler ve tüm bu uğraşlardaki samimiyet kaçınılmaz bir biçimde insanı etkiliyor; tabii ki her şeyde kusur arayan, nüanslardaki hataları bulup çıkarmaya seven, bunları öne çıkarıp filmleri yerden yere vurmaya bayılan biri değilseniz! Ben de -zaman zaman- Paul Greengrass'in bayıldığım Bourne serisiyle benzeştirsem de filmin işleyişini; film, ilerleyen dakikalarında ve bitiminde içimdeki ukalayı alt edip -iyi- yüreğime dokunarak, bunun özgün bir çaba olduğu noktasına taşımayı başardı beni.
Oyuncuların çok doğal ve hayatın içindenmişlercesine kimlikler haline getirmeyi başardıkları karakterler etkileyiciydi. Meltem Cumbul'a bayıldım. Hem fiziki görüntüsü hem de oyunculuğu kusursuzdu. Meltem Cumbul halinden ve daha önce oynadığı karakterlerden sıyrılmış ve tümüyle Reyhan(Suna) olmuştu. Özellikle- bu bilinçli bir tercih midir bilmiyorum ama- Hırsız Polisteki ana karakterlerden biri olan Mavi'den izler taşıyor olması, en azından dizinin ve Mavi'nin hayranı olan ben için Fikret- Reyhan(Suna) ikilisini benimsemek açısından kolaylaştırıcı bir faktör oldu.
Politik göndermeler de içeren ama bunların hiçbirini bir iddiayla oraya koymayan, temasını bunun üzerine kurmayan, bu noktada oldukça samimi olan filme; ritminden, kurduğu aksiyondan, yarattığı heyecandan, polis-terörist-eylem üçgenine odaklı, karakterlerin yan hikayelerini de izleyiciye sunan "popüler" bir aksiyon filmi noktasından baktığımda izlemesi keyifli ve başarılı bir film olduğunu söylemem kaçınılmaz.
Üstelik film arasında aldığım küçük paket mısırı ikinci yarıdaki akışa kendimi kaptırdığım için erkenden tüketince; neden büyük bir paket mısır almadığım için epeyi hayıflandım.
Yazının içinde vurguladığım noktalardan bakmayacaksanız, sadece iyi bir aksiyon filmi izleyeceğim ama beklentilerimi yüksek tutmayacağım, eleştirel bakan gözlerimi off konumuna getireceğim, mısırımı yiyip kolamı içerken iyi vakit geçireceğim diyorsanız, diyebiliyorsanız, bu filmi izleyin derim ben!
Ötesi size kalmış.
Labirent, içimdeki ukalanın eleştirdiği noktalarına rağmen çok güzel bir sinema günü yaşattı bana. Bunun altını rahatlıkla çizebilirim. Üstelik öyle bir açılışı vardı ki filmin, öyle bir şok haliydi ki; inanmayacaksınız ama ağır çekim tekrarını bekledim, üstelik bu bütünüyle bilinçsiz, içgüdüsel bir tavırdı.
Filmin etkileyici jeneriği akarken, ellerinde mısır kutularıyla salona girmiş izleyicilere imrendim. Aradım. Almamış olduğuma pişman oldum.
Hırsız Polis severek izlediğim -nadir- dizilerden biriydi ve Timuçin Esen orada bir polisi canlandırıyordu. O halini benimsemiş, beğendiğim oyuncular kategorisine dahil etmiştim. Bu filmde de aynı hali görmek, aynı ses tonunu işitmek başlangıçta yadırgadığım bir durum olmasına rağmen, alıştım ve oradakiyle yakın ama başka bir kimliğe taşıyarak izlemeye başladım, performansı beğendim.
Filmin bazı sahnelerinde bir sonraki hali tahmin eden ukala, sinema dilinin Paul Greengrass taklidi olduğunu söylese de, ben buna kulak asmadım. Çünkü bunu bir kopyalama olarak değil sadece beğenilen bir ekolun kendince yorumlanarak uygulanması noktasından aldım.
Labirent, popüler sinemanın ajan-terör-terörist temalı filmlerinin tüm klişelerini içinde barındırsa da, üstelik daha önce de vurguladığım gibi olan biteni aşağı yukarı tahmin etseniz de, yine de ondan zevk almanızı engellemiyor.
Küçük roller dahil oyunculuk performansları, teknik alt yapı, kameranın devingen hali, filmin temasına son derece uygun, etkileyici ve başarılı müzik, dinamik kurgu, gerçeğe çok yakın sahneler ve tüm bu uğraşlardaki samimiyet kaçınılmaz bir biçimde insanı etkiliyor; tabii ki her şeyde kusur arayan, nüanslardaki hataları bulup çıkarmaya seven, bunları öne çıkarıp filmleri yerden yere vurmaya bayılan biri değilseniz! Ben de -zaman zaman- Paul Greengrass'in bayıldığım Bourne serisiyle benzeştirsem de filmin işleyişini; film, ilerleyen dakikalarında ve bitiminde içimdeki ukalayı alt edip -iyi- yüreğime dokunarak, bunun özgün bir çaba olduğu noktasına taşımayı başardı beni.
Oyuncuların çok doğal ve hayatın içindenmişlercesine kimlikler haline getirmeyi başardıkları karakterler etkileyiciydi. Meltem Cumbul'a bayıldım. Hem fiziki görüntüsü hem de oyunculuğu kusursuzdu. Meltem Cumbul halinden ve daha önce oynadığı karakterlerden sıyrılmış ve tümüyle Reyhan(Suna) olmuştu. Özellikle- bu bilinçli bir tercih midir bilmiyorum ama- Hırsız Polisteki ana karakterlerden biri olan Mavi'den izler taşıyor olması, en azından dizinin ve Mavi'nin hayranı olan ben için Fikret- Reyhan(Suna) ikilisini benimsemek açısından kolaylaştırıcı bir faktör oldu.
Politik göndermeler de içeren ama bunların hiçbirini bir iddiayla oraya koymayan, temasını bunun üzerine kurmayan, bu noktada oldukça samimi olan filme; ritminden, kurduğu aksiyondan, yarattığı heyecandan, polis-terörist-eylem üçgenine odaklı, karakterlerin yan hikayelerini de izleyiciye sunan "popüler" bir aksiyon filmi noktasından baktığımda izlemesi keyifli ve başarılı bir film olduğunu söylemem kaçınılmaz.
Üstelik film arasında aldığım küçük paket mısırı ikinci yarıdaki akışa kendimi kaptırdığım için erkenden tüketince; neden büyük bir paket mısır almadığım için epeyi hayıflandım.
Yazının içinde vurguladığım noktalardan bakmayacaksanız, sadece iyi bir aksiyon filmi izleyeceğim ama beklentilerimi yüksek tutmayacağım, eleştirel bakan gözlerimi off konumuna getireceğim, mısırımı yiyip kolamı içerken iyi vakit geçireceğim diyorsanız, diyebiliyorsanız, bu filmi izleyin derim ben!
Ötesi size kalmış.
11 Ocak 2012 Çarşamba
Tek Kişilik Şehir
İki yıldır, biletlerim elimde olmasına rağmen iki kez kaçırdığım, üçüncüde yine bileti almış olmama rağmen yolumuzun kesişme olasılığının azaldığı bir oyundu Tek Kişilik Şehir.
Ben ısrarla izlemek istiyor ama yaşamın önüme çıkardığı engeller her seferinde duygularıma, aklıma setler örüyordu.
Aramızdaki ilişki tam anlamıyla kaçan kovalanır halini almıştı. Ne kadar ısrarcıysam, yaşamda o kadar engelleyiciydi.
Önceki salı, yeni yıldaki ilk yazımın satır arasına sıkıştırdığım kişinin yarattığı, dolaylı da olsa beni etkileyen sorunun, en azından muhataplarını rahatlatan haberiyle birlikte kalabalıktan iyice uzaklaştım.
Sevdiğim sokakların yağmur kokusu kararsızlığıma yön verdi ve eve gidecekken kendimi AKM' de buldum.
Salona girdiğimde oyunun başlamasına 15 dakika vardı... ama oyun başlamıştı! Bir restoran şeklinde düzenlenmiş sahnede sırtı seyirciye dönük bir erkek, izleyicinin profilden izleyebildiği birisi erkek diğeri kadın üç kişi ayrı masalarda yemek yiyorlardı. Oyun da zaten bu kurgusuyla salona girdiğiniz andan itibaren sizi içine çekmeye başlıyordu.
Çoğunluk tarafından durağan olarak nitelendirilebilecek sahnede gözünüzü alamadığınız türden bir işleyiş hakimdi. Bu durağanlık yaşamdan biriktirdiklerimizle orantılı olarak sahnenin farklı köşelerindeki kişileri ilgiyle takip etmemize, onlara senaryolar yazarak profiller oluşturmamıza olanak yaratırken, izleyiciyi daha en baştan zihinsel bir oyuna dahil ediyordu.
Oyunu çok ama çok beğendiğimi hemen söylemeliyim. Çünkü bir haftadır hangi cümleyle başlayıp nerelerine dokunsam dediğim oyun üzerine ciddi bir üslup arayışı içindeyim. Bir haftadır, aklımdan geçen cümleleri kaydedecek bir aygıtın henüz bulunamamış olmasına hayıflanıp duruyorum. Çünkü çok sevdiğim, büyük bir keyifle ve kahkahalarla izlediğim oyunu, uzun ve güzel cümlelerle anlatmak istiyorum. Ancak yetemiyorum.Yaşama olan tutkumla, tiyatroya olan bağımı katmerleyen oyunun en etkileyici hoşluklarına dokunarak, kısa yoldan bitirmek istiyorum yazıyı...
Neredeyse yaşamının tamamını internet, dolayısıyla bilgisayar üzerinde yaşayan, sürekli bir şeyler alıp satan -Cüneyt Mete'nin muhteşem oynadığı- kahramanımızla... salona girdiğimiz anda dahil olduğumuz restoranın, oyuna ve ana fikre önemli katkı veren ve sürekli tekrarlanan eylemler esnasındaki "İster ağır ol ister hafif aynı hızla düşersin. Çünkü ivme sabittir. G eşittir dokuz onda sekiz" cümleleriyle beni benden alan, ödüllü oyuncu Devrim Yakut'un canlandırdığı, diyaloglarına bayılacağınız bir garsonumuz var.
İkinci perdede randevuya gelen -chat arkadaşı- kadın kahramanımızla tanışıyoruz. Ve tabii ki ona bayılıyoruz. Üstelik internetin yaşamımıza girmesi ile başladığımız yeni hayatın ve "trendy" akımların üzerinde vücut bulduğu -Benian Dönmez'in şahane oynadığı-, "tiki" dilli harika bir karakter bu.
Oyun ikinci perdede zaman zaman üçlünün diyalogları ile bol kahkahalı, etraftan cümleli ve tanıklıklarımızla devam ederken, ödüllü yönetmen Serhat Nalbantoğlu yavaş yavaş bir sürprize hazırlıyor bizi.
Dokunamadığımız yaşamın insanı aslında nasıl yalnızlaştırdığı üzerine olaylar ve düşünceler ortaya koyan bu şahane oyun; yaşamım boyunca izlediğim gösterilere göz attığımda, en etkileyici ve muhteşem finallerden birine sahip.
Behiç Ak'ın elinden çıkmış absürt, güldürürken aslında yaşadığımız zamanın ve geleceğin dramını yansıtan öyküyü efektlerle destekleyip ışık ile çoğaltan, oyunu olağanüstü bir finale ulaştıran yönetmen Serdar Nalbantoğlu'nu... ışık tasarımlarının sahibi Şükrü Kırımoğlu'nu... bitişi muhteşem bir görsel şölene çevirip, elimizden kayıp gidenlerin ne olduğunu kalbimize ve aklımıza çakan -En İyi Çevre Tasarımı ödüllü- Işın Mumcu'yu, tabii ki üstün performanslar ortaya koyan tüm oyuncuları yaşattıkları güzel gece için fazlasıyla alkışlamak gerekiyordu ki bizim seyirci olağanüstüydü.
Restoranın dışında olup bitenlere dikkat!
Ben ısrarla izlemek istiyor ama yaşamın önüme çıkardığı engeller her seferinde duygularıma, aklıma setler örüyordu.
Aramızdaki ilişki tam anlamıyla kaçan kovalanır halini almıştı. Ne kadar ısrarcıysam, yaşamda o kadar engelleyiciydi.
Önceki salı, yeni yıldaki ilk yazımın satır arasına sıkıştırdığım kişinin yarattığı, dolaylı da olsa beni etkileyen sorunun, en azından muhataplarını rahatlatan haberiyle birlikte kalabalıktan iyice uzaklaştım.
Sevdiğim sokakların yağmur kokusu kararsızlığıma yön verdi ve eve gidecekken kendimi AKM' de buldum.
Salona girdiğimde oyunun başlamasına 15 dakika vardı... ama oyun başlamıştı! Bir restoran şeklinde düzenlenmiş sahnede sırtı seyirciye dönük bir erkek, izleyicinin profilden izleyebildiği birisi erkek diğeri kadın üç kişi ayrı masalarda yemek yiyorlardı. Oyun da zaten bu kurgusuyla salona girdiğiniz andan itibaren sizi içine çekmeye başlıyordu.
Çoğunluk tarafından durağan olarak nitelendirilebilecek sahnede gözünüzü alamadığınız türden bir işleyiş hakimdi. Bu durağanlık yaşamdan biriktirdiklerimizle orantılı olarak sahnenin farklı köşelerindeki kişileri ilgiyle takip etmemize, onlara senaryolar yazarak profiller oluşturmamıza olanak yaratırken, izleyiciyi daha en baştan zihinsel bir oyuna dahil ediyordu.
Oyunu çok ama çok beğendiğimi hemen söylemeliyim. Çünkü bir haftadır hangi cümleyle başlayıp nerelerine dokunsam dediğim oyun üzerine ciddi bir üslup arayışı içindeyim. Bir haftadır, aklımdan geçen cümleleri kaydedecek bir aygıtın henüz bulunamamış olmasına hayıflanıp duruyorum. Çünkü çok sevdiğim, büyük bir keyifle ve kahkahalarla izlediğim oyunu, uzun ve güzel cümlelerle anlatmak istiyorum. Ancak yetemiyorum.Yaşama olan tutkumla, tiyatroya olan bağımı katmerleyen oyunun en etkileyici hoşluklarına dokunarak, kısa yoldan bitirmek istiyorum yazıyı...
Neredeyse yaşamının tamamını internet, dolayısıyla bilgisayar üzerinde yaşayan, sürekli bir şeyler alıp satan -Cüneyt Mete'nin muhteşem oynadığı- kahramanımızla... salona girdiğimiz anda dahil olduğumuz restoranın, oyuna ve ana fikre önemli katkı veren ve sürekli tekrarlanan eylemler esnasındaki "İster ağır ol ister hafif aynı hızla düşersin. Çünkü ivme sabittir. G eşittir dokuz onda sekiz" cümleleriyle beni benden alan, ödüllü oyuncu Devrim Yakut'un canlandırdığı, diyaloglarına bayılacağınız bir garsonumuz var.
İkinci perdede randevuya gelen -chat arkadaşı- kadın kahramanımızla tanışıyoruz. Ve tabii ki ona bayılıyoruz. Üstelik internetin yaşamımıza girmesi ile başladığımız yeni hayatın ve "trendy" akımların üzerinde vücut bulduğu -Benian Dönmez'in şahane oynadığı-, "tiki" dilli harika bir karakter bu.
Oyun ikinci perdede zaman zaman üçlünün diyalogları ile bol kahkahalı, etraftan cümleli ve tanıklıklarımızla devam ederken, ödüllü yönetmen Serhat Nalbantoğlu yavaş yavaş bir sürprize hazırlıyor bizi.
Dokunamadığımız yaşamın insanı aslında nasıl yalnızlaştırdığı üzerine olaylar ve düşünceler ortaya koyan bu şahane oyun; yaşamım boyunca izlediğim gösterilere göz attığımda, en etkileyici ve muhteşem finallerden birine sahip.
Behiç Ak'ın elinden çıkmış absürt, güldürürken aslında yaşadığımız zamanın ve geleceğin dramını yansıtan öyküyü efektlerle destekleyip ışık ile çoğaltan, oyunu olağanüstü bir finale ulaştıran yönetmen Serdar Nalbantoğlu'nu... ışık tasarımlarının sahibi Şükrü Kırımoğlu'nu... bitişi muhteşem bir görsel şölene çevirip, elimizden kayıp gidenlerin ne olduğunu kalbimize ve aklımıza çakan -En İyi Çevre Tasarımı ödüllü- Işın Mumcu'yu, tabii ki üstün performanslar ortaya koyan tüm oyuncuları yaşattıkları güzel gece için fazlasıyla alkışlamak gerekiyordu ki bizim seyirci olağanüstüydü.
Restoranın dışında olup bitenlere dikkat!
6 Ocak 2012 Cuma
Sanat Sokağı
...bir filmin her karesinin açtığı ufuklara teslim,
Yoksa çalan şarkı mıdır, tetik tetik vuran...
akıl çeperlerine takılmış duyguların kavga dövüşü
... üşümüş ve sokulgan adımlarla çocuk uykusundaki sokaklarda...
... üşümüş ve sokulgan adımlarla çocuk uykusundaki sokaklarda...
Meyhane köşelerinde,
kum üzerinde,
şiirler okunmuş ağaçların gölgesinde,
yaz esintilerinin yosun kokularında,
alkole bulanmışlığın gecelerinde
"gözlerime kilitlenmiş gözleri özlemek istiyorum." diyor, iç ses...
kum üzerinde,
şiirler okunmuş ağaçların gölgesinde,
yaz esintilerinin yosun kokularında,
alkole bulanmışlığın gecelerinde
"gözlerime kilitlenmiş gözleri özlemek istiyorum." diyor, iç ses...
Öteki de "sus!.."
*resim altı cümleler buradan
Etiketler:
akıp giden zamana fotoğraflar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)