18 Ağustos 2011 Perşembe

Viyana'nın Surları

1850'li yıllarda, şu günlerde maalesef dahili ve harici bedhahları olan şanlı Türk ordusunun tehdidi ortadan kalkınca, şehir düzenlemesi kapsamında tamamen yıkılmış. Yerini bugünkü Ring caddesi almış. Sur içinde kalan 1. bölge ise benim de gerçekleştirdiğim üzere günümüzde turistlerin bir numaralı gezi alanı. O surlar bir zamanlar çeşitli nedenlerle aşılamadı belki; ancak günümüzde çeşitli nedenlerle kentte yaşamakta olan 200.000'e yakın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı mevcut.

Tur otobüsümüz Viyana'ya cumartesi sabahı saat 10.30 gibi girdiğinde, gözüme çarpan ilk şey düzenli, temiz ve sakin caddelerdi. Trafik problemi diye bir şey söz konusu bile değil. Bisiklet kullanımı yoğun, insanlar saray bahçelerinde dahi spor yapabiliyor. Bir nevi Viyana Maratonu koşmak mümkün. Tam bu sırada tur rehberimiz, Viyana'nın 2010 yılında kazandığı "en yaşanılabilir kent" ünvanından bahsediyor. Viyana, 2009'da da Zürih'in önünde yaşam kalitesi en yüksek şehir seçilmiş. Bir çok devin önünde, son iki yıldır dünyanın en kaliteli şehri yani..


Viyana aslında tarih boyunca yaşam standartı ve kültür seviyesi en yüksek kentlerden biriymiş. Burada biri ünlü Fransız Kraliçesi Marie Antoinette olmak üzere tam 16 çocuk dünyaya getiren ve Habsburg hanedanının devleti bizzat yöneten tek kadın hükümdarı olan Maria Theresia'ya özel tebrikler göndermek gerekiyor.



Prag'a ve Viyana'ya kadın eli değdiği, ince işlenmiş mimari yapılarla zaten dikkatimi çekmişti. O el bu hatuna aitmiş, şansıma Prag'da uzun yıllar Türkiye'de yaşamış bir Çek diplomat hanım (Kendisiyle AB üzerine yaptığımız sohbet de son derece keyifliydi), Viyana'da da uzun yıllardır Avusturya'da yaşamakta olan Türk bir işadamı rehberim olunca birçok bilgi edinmem mümkün oldu. Maria Theresia kültürel ve sanatsal birçok atılıma imza atmış. Karşılığını da adına dikilen heykeller ve çizilen portrelerle fazlasıyla almış. İsmi gerek Prag gerek Viyana'da birçok yerde karşınıza çıkmakta..



Viyana 2 milyona yakın nüfusa sahip, şehir merkezi 23 bölgeye bölünmüş. Avusturya başkentinin bir numaralı simgesi Stephen Katedrali'nin merkezinde yer aldığı 1. Bölge, yani eski suriçi (Innere Stadt) şehrin yüzyıllardır kalbinin attığı merkezi.. Çevresini saran Ring caddesi üzerinde adını çok kereler duyduğum ve önünde resim çekinme şerefine nail olduğum ünlü Opera binası, belediye, parlamento ve borsa binası gibi önemli yapılar bulunmakta. 

Viyana hem modern, hem de tarihi bir şehir. Dünyanın en önemli çok uluslu şirketlerinin merkezleri de burada, Habsburglardan miras kalan şaşalı tarihi yapılar da..

İlk durak Schönbrunn Sarayı. Habsburg'un bir tanecik imparatoriçesi Maria Theresia'nın yaptırdığı Avusturya'nın Versailles'ı, görkemli bahçesiyle göz kamaştırıyor. Bahçenin dört bir tarafını sarmalayan heykellerde öyle. Theresia bu sarayda ne aşklar yaşamış, sarayda ne entrikalar dönmüş duvarların bir dili olsa da anlatsa keşke!

Bir diğer saray Belveder. O da etkileyici bir mimariye, heykellerle donatılmış süs havuzlarına ve tabi ki koşu parkurlarına sahip. Çimlere basmak tabi ki yasak. Ancak ona da çözümümüz var. Çimlerde yuvarlanan birini görürseniz, o muhtemelen bizden biridir. Sevgiyle yaklaşın. Sonuçta çimlere basmak yasak, yuvarlanmak değil!


Prater kentin eğlence alanı. Simgesi çoğumuzun bildiği o ünlü dönme dolap. Halkımız boş zamanlarında bu geniş dinlenme-gezi alanına akın ediyor.

Norveç Başbakanı: "Breivik'inki gibi eylemlere cevabımız daha fazla demokrasi ve daha fazla şeffaflık olacak" derken bunun bize ne kadar uzak bir ifade olduğunu düşünmüştüm. Bizde böylesine cani bir eyleme karşı bu kadar sağduyulu kalabilmek ne kadar na mümkünse, devletin kurumlarında çalışan insanların da günün birinde bizden biri olduklarını hatırlamaları o kadar na mümkün gözüküyor.

Viyana'yı gezdiğim sıralarda Belediye Binası'nın önünde dev bir konser alanı kuruluyor, Parlamento'nun merdivenlerinde ise bir Bollywood filmi çekiliyordu. Avrupa'da çoğu yerde başkanlık saraylarının bile halka açık olduğunu gördüm. Beni karşılamadıkları için Avusturya ve Çek Cumhuriyeti başkanlarına kırgınım; ama rehber beni tufaya düşürmediyse kendileri normal şartlarda sık sık evlerinin balkonuna çıkıp halkla selamlaşıyorlarmış. Duyduğuma göre bu sırada öyle 100 araçlı konvoy, jammerlar, hava desteği falan da olmuyormuş.

-Lazanya yapan yer var mı?

-İyi bir kebapçı var mı?

Restoran konusunda tura katılan bazı Türk öğrencilerden rehbere yönelen bu soruları duyunca afalladım. Rehber de bozulmuş olacak ki, bizi biraz erken terketti. Viyana'da schnitzel yenir kardeşim, o da Figlmüller'de yenir! Yolunuz düşerse mutlaka uğrayın. Katedralin hemen arka sokağında iki adet şubesi var. Kime sorsanız gösterir! Türk'e rastlama konusunda da 1/10 şansınız mevcut nasılsa. Yolu her şekilde bulursunuz yani. Ama masanıza tatlı, tombul bir Germen garson amca tarafından getirilmekte olan kocaman bir tabak schnitzele ilk başta bilemeyip benim gibi mısır ekmeği muamelesi yapmayın sakın! Salata ve bira siparişiyle süslediğiniz entel duruşunuzda kaymalar yaşanmasın sonra..

Kebap ve Lazanya konusunda yardımcı olamayacağım. Fakat aynı zamanda lezzetli kahveler tadabileceğiniz şık cafeleriyle de ünlü olan Viyana'da bu iş için size bir yer önerebilirim. Freud başta olmak üzere, bugün isimleri Ring üzerindeki duvarlara sığmayacak ölçüde fazla olan birçok aydının yaşamları sırasında bir araya gelip keyifli sohbetlere imza attığı Cafe Landtman bu iş için benim önerim. Caddenin karşısındaki tiyatroya zamanında alttan bir tünelle ulaşılabildiği söylendi tarafıma. Ne kadar doğru bilemiyorum; ancak kahveler o derece kültür kokuyor yani.

Bir rivayete göre Viyana kahveyle Osmanlı sayesinde tanışmış. 2. Viyana Kuşatması'nın başarısızlığa uğraması sonucu şehrin yakınlarında kurulan kamplar terkedilip geri çekilirken, ardımızda bırakdığımız kahveyi elin Batılısı bulmuş, üzerinde düşünmüş, uğraşmış, Latte'ler, Espresso'lar, Mocha'lar, Cappuccino'lar üretmiş ve günümüzde bir nevi tereciye tere satmaya başlamış. Bu hikayeye göre Starbucks tamamen bizim sayemizde zengin yani. Hammaddeyi veren de biziz, mamulü alan da.

Viyana'yı gezen biri olarak Mozart'tan bahsetmemek olmazdı. Ancak canım Mozart günümüzde çikolata paketlerini süslemekte. Heykelinden önce, bir hediyelik eşya mağazasının önündeki sırıtan Mozart reklamıyla karşılaşmam psikolojimi bozmadı değil.

Hediyelik eşya fiyatları (biblolar, shot bardakları, magnetler vs.) 10-20 Euro civarında. Yemekle beraber Viyana'da bir günde harcadığım para 50 Euro'yu aştı sanırım. Zloti'yle yaşamaya alıştıktan sonra hazmı pek kolay olmadı benim için.

Viyana'yı anlamak, keyifli sosyal yaşamının tadına varabilmek için uzun bir süre yaşamak lazım sanırım. Oradaki erasmusları kıskanmıyor değilim.





13 Ağustos 2011 Cumartesi

Performans Alanos

Önceki gün, ailemizin kabesi evimizin güney batı tarafındaki bahçeyi arkadaki inşaat faliyetlerinden ayırmak üzere oluşturulmuş platformda, bir kısım "sanatçı" ve "aktivist" canlı bir performans gerçekleştirdi!

Performansın amacı ve mesajı; bir takım kamu mallarını, kampları ülkenin farklı bölgelerinden gençleri getirip gezdirmek, tatil yaptırmak ya da yakın bir dönemde yapıldığı gibi "genç çiftçi eğitim kampı" benzeri etkinliklerde kullanmak yerine satarak, toplumun ortak malı olmaktan ve kullanımından çıkaran, üstelik bu alanlarda bulunan 30-40 yıllık ağaçların kesilmesine, yakındaki ve önemli kuş cennetlerinden birine göç eden kuşların heryıl ziyaret ettikleri bir alanın, yuvalarının ve yeşilin yok edilmesine olanak yaratan ülke yöneticilerineydi.

Performans için bir ön hazırlık yapmamış, doğaçlamayı tercih etmişlerdi sanatçılar. Önce bir durum değerlendirmesi yaptılar. Sonra içlerinden gelen öfke, iyilik, coşku gibi duygularına protest bir tavır ekleyerek, sprey boyalar vasıtasıyla panolarda restmetmeye başladılar mesajlarını!

Bu performansta kullanacakları malzemelerin sponsorluğunu da aile fertlerinden Mehmet Bey üstlenmişti.

Yoğun konsantrasyonlarına bir otobüs eylemiyle vücüt bulacak güncel bir protestoyu da katan sanatçılar; 68 hippi kuşağına saygılarını da sunarak... içsel tepkilerinin dışavurumunu sanatçı duyarlılığının doğal yansıması resimlerinin yanı sıra, duruş ve kıyafetleriyle de ortaya koydular!



Süreç boyunca yoğun bir emek, kollektivist bir karakter ortaya koyan sanatçılar hem performansı canlı izleyen aile fertlerine, hem de akşam yapıtlarını ince ince inceleyip takdirlerini beyan eden ailenin diğer fertlerine mesajlarını iletmeyi başarmanın yanısıra, bahçenin güney batı yakasına da renk kattılar.



Akşam, performansın sergilendiği alana bakan masada yenilen ve sanatçıların katılımıyla zenginleşen yemek; ailenin tüm çocuklarının ota-böceğe-çiçeğe, dalından kopartılan böğürtlene, hayvana, yaprağa, meyvaya dokunarak büyümüş olmalarının geleceğe yansıması üzerinden yapılan, bölgenin adının Alanos olduğu döneme ve anılara giden bir muhabbetle ve keyifle sürdü. Devlete hakim olan zihniyetin bazı alanları parselasyonla bölüp imara açmasının yarattığı rantın -bireysel olarak karşı durulsa da- sonunda teslim olunmak zorunda kalınan haline bolca tebessüm edildi. Ve iki yandaki iki kamu alanının -satılmasıyla- yerlerine yapılacak site, iş alanları ve 5 yıldızlı otelle oluşacak ranta insanların direnemeyeceği ve bunun doğallığı üzerine sözler sarfedildi. Ta ki her espri yapmaya kalkışılan anda Mussano'dan çıkan " Ölü taklidi yapın" cümlelerine, çocukların ölü taklidi yaparak katılmalarına kadar...

(Laf aramızda -an itibariyle- sanatçıların olan bitenle ilgili bir dertleri yoktu... onlar ileride kendi çocuklarıyla anılarını -kendilerine kalacak yeni binalarının bahçesinde- paylaştıklarında farkına varacaklardı olan bitenin.. ve anlatırken ballandıracaklardı kendi dönemlerini... Sanırım!)

(Bir kova ve fırça ile duvarlara sloganlar yazılan günlerin hevesiyle fırsattan yararlanıp, sprey boya keyfiyle yazdığım" Darağacında olsak bile son sözümüz Fenerbahçe" sloganım ise, biranda koyu bir Samsunspor taraftarı olan Tırtıl'ın zulmüne uğradı. Tesellim: "Babam ne güzel ve hızlı yazıyor" kelimeleriyle, kısa pantolonlu militan günlerde polislerden saklanabilmenin temel gerekliliği olarak kazanılmış hızla yazabiliyor olma becerimi farkedip, takdir ediyor olması oldu.)


*Performans sürecini yansıtan klipteki müzik Zaz'dan Les Passant

9 Ağustos 2011 Salı

Oy İstiyoozz.. LÜTFEEEN

Hayatım boyunca bu tip işlerden, yani çevremdeki birileri için ya da onların istekleri doğrultusunda birilerinden ricacı olmaktan hep uzak durmaya gayret ederken; bir yandan da "herkesin bir fiyatı vardır" tezini savunmuş biri olarak hayatımın baskı altında kaldığım ender hallerinden birindeyim bir kaç gündür.

Derin nefesimi aldım, terlemem geçti ve bütün cesaretimi toplayarak söylüyorum: Sizlerden oy vermenizi istiyoruz.

Bu noktaya nasıl geldim kendime şaşıyorum açıkcası. Bir haftadır üç kişiden oluşan şahane çetenin manevi baskısı altındayım. Lafı eveleyip geveliyorum ve bir türlü dilimin altındaki baklayı çıkaramıyorum farkındaysanız! Aslında arada çıkardım da çıkarmamış numarasına yatıyor gibiyim sanki...

Herkesin bir fiyatı var diyerek bir genelleme yaparken (sadece) maddi bir karşılık değildi sözünü ettiğim, bazen manevi bedeller karşılığında da insanlar prensiplerinden vazgeçebilirler. İşte ben tam da bu haldeydim. Asla kıramayacağım üç şahane: Zeynep, Naz ve Tırtıl; 9,10,11 Eylül tarihlerinde İstanbul'da düzenlenecek UNIROCK FESTİVALİNİN açılış gruplarını belirleyecek oylama için benden kendi destekledikleri gruba oy vermemi istiyorlar bir süredir. Ben oyumu verirken demişim ki bir de; isterseniz bir blog yazısı da yazarım. Aslında verdim bu sözü. Yani benim fiyatım da ödendi! Ama dedim ya şu bir şey istemek durumu iki arada bir derede bırakıyordu beni. Sonra (birkaç gün) durup düşündüm; kendi hür irademle bir karar vereceğim ve gereğini ona göre yapacağım dedim.

Türün baba gruplarını zaman zaman dinleyen biri olarak grubu inceledim, dinledim, şarkılarına ve kendilerine bakıp, "hiç bir baskı altında kalmadan" bir karar verdim. Lise öğrencisi gençlerden oluşan (içlerinde Zeynep'in kuzenin de bulunduğu)Tekirdağlı bu grubu gerçekten sevdim. Sonra bir kez de türe daha yakın olan Mussano'ya danıştım; o da "okeydir, müzikleri iyi" dedi, ve siteye girip oyumu gönül rahatlığı ile kullandım.

Şimdi.. sizden ricamız: Şarkılarını ve onları, heyecan ve tutkuyla ortaya koydukları emeklerini severseniz, festivalde açılış gruplarından biri olabilmeleri için oyunuzu onlara yani KATRAN KABİR'e vermeniz.

Uff yaa! Yani şu linkten girip oyunuzu KATRAN KABİR'e ve kural gereği iki gruba daha verir misiniz? LÜÜTFEEN:)

Ha, Naz'dan gelen son dakika bilgisine göre her gün siteye girilip bir oy verilebiliyormuş:)

5 Ağustos 2011 Cuma

Final Cut


"Bazen biletler sizi yalnızca bir yerlere ulaştırmaz, yeni insanlarla tanışmanızı sağlayıp kaderinize yön verir. Bazense vedalaşmanın bir aracıdır." "Erasmus öğrencilerinin hayatları kelebekler gibidir" demişti birgün Erasmuslardan bir tanesi. "Ama bu hiçbir şey yaşamadıkları anlamına gelmez!" Eve döndüğümde, Polonya'ya ayağımı basmadan önceki günün bana çok uzak göründüğünü farketmiştim. Halbuki bu aralık topu topu 5.5 aydı. Bana hissettirdiği ise unuttuğum anılar hariç 5.5 yıl! Erasmus'ta 1 gün bile çok uzun bir süre.. O "1" günün içinde bile sizi hayat boyu idare edebilecek büyüklükte bir anılar yumağı oluşturabilirsiniz. İşte bu şanslı hikayelerden birisi, benim çok yakınımdaki Erasmuslardan birine ait. Onun özel izniyle yayında:  

"Veda"dan yaklaşık 2.5 ay önce: İki günlüğüne Türkiye'den Berlin'e tatil için gelen ailenin yanına gidip hasret giderip vedalaştıktan sonra, Olsztyn'e dönüş için Berlin Garı'ndan bir bilet alınır. Bilet Polonya'nın kuzeyinde, Alman sınırında önemli bir kent olan Szczecin aktarmalıdır. Ancak birşey unutulmuştur: Mart ayının son haftasındaki, artık hepimizin ezberlediği klasikleşen işlem yapılmamış, kol saati 1 saat ileri alınmamıştır. Bu durumun bedeli ağır olur ve tren kaçar. Umutlar, Olsztyn'e en yakın bir diğer bağlantı noktası olan Kutno trenine kalır. Aksilikler bununla bitmeyecektir. Lehçenin zorluğunun yanına bir anlık dalgınlık ve tereddüt eklenince daha Kutno'ya varmamışken Konin'de inilir. Yapılan hatanın farkına geç varılması yüzünden giden trenin ardından bir süre çaresizce bakıldıktan sonra oluşan karamsarlık bulutları, yardımsever Polonyalılar sayesinde dağılır. Bir sonraki Kutno treni için bir bilet bulunur ve herşey orada başlar. Bir sonraki istasyon Kolo'dur. İşte burada trene "o" biner.

"O" hayatta nadiren bulunandır. Aradığınızda elde edemeyeceğiniz, yalnızca kaderin karşınıza kendiliğinden çıkarabileceğidir. Saatler ileri alınmasa, tren kaçmasa, yanlış istasyonda inilmese "o"nunla karşılaşamazsınız! "Tekrar hata yapmamak için yanımda oturanlara Kutno'ya ne zaman varacağımızı sordum; ancak içlerinde İngilizce bilen yoktu. Kolo diye bir yerde trene "o" bindi, karşı çaprazıma oturdu. Yardımıma yetişen de "o" oldu. "Ben de orada ineceğim, beraber ineriz" dedi. Böylece tanıştık."

 Polonyalı genç kızlar, yabancı akranlarıyla tanışırken ilk başta çekingen davranabilir. Bu durum "o"nun karşılaşıp iletişime geçtiği yeryüzündeki ilk yabancıysanız daha da zor bir hal alır. Ancak tren yolculuğu bu kilidi kırmak için yeterli bir süredir ve arkadaşlık böylece başlar.  

Ara Olaylar: Okuduğu kent olan Torun'a davet, birlikte yapılan şehir turu: Şehrin altı üstüne getirilir, tarihi yerler, barlar, sokaklar, caddeler el-ele, kol-kola karış karış gezilir. Final bir gece kulübünde sabaha kadar dans ederek yapılır, ardından bir arkadaşın evinde birlikte uyumanın keyfi..  

Sonuç: Hayatınızda o güne kadar geçirdiğiniz en mutlu anlar ve kaçınılmaz olarak "bağlılık"..  

Rövanş Olsztyn'de: Göl kenarı, iskele, orman, bira, arkadaşlar. Birlikte verilen eğlenceli pozlar, şaklabanlık. "O" yeni yabancılarla tanışır. Tedirginlik.. Öğrenilen Türkçe kelimeler, Türkçe bir küfrü onun ağzından duymanın mazoşist keyfi. Barın aksi gibi 2'de kapanması. Halbuki Torun'da 5'e kadar eğlenilmişti. Memnuniyetsizlik. "O" dansa devam etmek ister: "Benim sınavlarım bitti. Dans etmek istiyorum, Kruwa!" (Polonyalı bir genç kız, eğer uygun ortam varsa 8-10 saat boyunca hiç durmadan dans edebilir. Bu birçok kez denenmiştir.) Olsztyn'den yolculadıktan birkaç gün sonra "O"nsuz gidilen bir konser. Yapılan bir anlık hata, eski sevgili ve Facebook'un azizliği... Herşey berbat oldu!

Veda'dan iki gün önce ani bir kararla sabahın köründe trene atlanıp, günü birlik "o"nun yaşadığı kasabaya, herşeyin başladığı yerlerden biri olan Kolo'ya gidildi. Halbuki "Gelme" demişti. Yine de bir umut gidildi. Tren garında her zamanki sıcakkanlılığı sayesinde "idare eder" bir karşılama oldu, ancak bir soğukluk hissediliyor. Birlikte geçirilen çok kısa bir zaman.

Polonyalılar planlı-programlı insanlar; eğer "gelme" derlerse bu gerçekten işleri olduğu içindir. Sebep belki de budur. "Olsun abi Polonya'yı anlamama yardımcı oldu bu gezi. Adamların 20.000 nüfuslu kasabasında bile alışveriş merkezi var, pub var! Burada her yerleşim yerinin kendi ekonomisi var, büyük kentlere yığılma yok." Avuntu.. Pardon ama çok safsın, sen oraya alışveriş merkezi için değil "o"nun için gitmiştin! Üniversite 1. sınıf öğrencisi, kızıl saçlı, tatlı suratlı, iyi niyetli, neşeli, gelecekte muhtemelen çok başarılı bir pedagog olacak o kız için! "Bu hikaye böyle bitmemeli. Poznan'da son kez buluşacağız. Fazla vaktim olmayacak. Yani tam bir Final Cut!"

 Final Cut: Sabahladık. Önceki gece İtalyan arkadaşlarla Old Town'ın güzel bir barında yapılan Martini'li vedalaşmanın etkisi hala sürüyor. Martini veda için iyi bir tercih.

Yine trendeyiz: Sabah 07.18 Olsztyn Zachodnia-Poznan Glowny. Regionalne, yani kompartımansız hızlı tren. Saat 12.40'ta Poznan-Berlin treni, 16.30'da Berlin-İstanbul uçağı var. "O"nu son kez görmek için 1 saat bile vakti olmayabilir. Atılan mesaj: "Saat 12'de saat kulesinin önünde buluşalım". İyi de sen 12'de oraya varıp varamayacağını, herşeyden geçtim Old Town'ın yerini bile bilmiyorsun ki! Herşeyden geçtim, Berlin treni kaçarsa, uçak; uçak kaçarsa, uzun bir süreliğine tekrar Avrupa topraklarına ayak basma şansı kaçabilir! Vizen doldu çünkü.

Tren'de uyuma şansı yok. Hem kompartımansız trenin dezavantajı, hem de sürekli bağırıp çağıran, Poznan'a öğretmenleriyle birlikte geziye giden ortaokullu talebelerle aynı vagondayız. 11'30 Poznan Garı. Herşey için son 1 saat.. Old Town'a nasıl gideceğiz? Hemen tren garının önünden kalkan bir otobüsle. Otobüste oturan alımlı bir kadın bize çatpat İngilizcesi'yle yardımcı oldu. Şansa otobüs 5 dk içinde kalkacak. İnşallah Old Town çok uzakta değildir. Kadın bu durakta inmemizi söyledi. Görünürde saat kulesi falan yok! Old Town ne tarafta? Yardımcı olan genç bir kız. Bavullarla koşmak zorundayız. Saat 11.45.. 7-8 dakikalık bir yürüyüşün ardından Saat Kulesi'nin önü. Buluşmaya ve hergün olduğu gibi saat 12'yi vurduğunda inatlaşmaya başlayan keçilere 5 dakika var. Çiçek! Çiçek unutuldu! Çiçeğin anlamı Polonyalı bir kadın için, tıpkı olması gerektiği gibi derindir. Hayatında hiç çiçek almamış birbirinden güzel kızlar olduğunu düşünürsek, gerçekten önemli bir hediye.

Saat 12.00: Çiçek tamam, keçiler hazır ve "o" geldi. Yorgun ve mahcup. Artık romantizmin son saniyeleri. Yarım saat sonra herşey bitecek. İnsan 1 gün içinde boyut değiştirebileceğine inanamıyor. Şimdi "o"nunla Poznan'ın göbeğinde romantik anlar yaşıyorsun. Yarınsa bu saatlerde aylardır uyumadığın kendi yatağında "o"nu düşünmekten yine uyuyamayacaksın. Şimdilik bunun bir önemi yok. Hayatın tadını çıkarmaya bak.



 Keçilerin şovu bitti. Şimdi gara dönme zamanı, Berlin trenine yalnızca yarım saat var. Binilen yanlış bir otobüs. Tramway destekli bir yolculuk. Takıldığımız kırmızı ışıklar. Geçsek ceza yeme ihtimalimiz var ve böyle birşey olursa çok daha fazla vakit kaybederiz. "Bavulları bize bırak, koş git biletini al!" Bavullarla 2 nolu peronun önündeyiz. Varşova'dan kalkan Berlin Express göründü. Tam o sırada sevinç çığlıklarıyla biletini sallayarak bize doğru koşmaya başladı. Ayarlasak böyle bir zamanlama olmaz. Alfabelerin önemi yok, hep birlikte çekilen derin bir "ohh". Trene binerken son kez kucaklaşıldı ve son öpücük. Herşey ayarlanmış gibi, trenle başlayıp trenle bitiyor. Tren'in ardından "o"nun gözlerinden ellerindeki çiçeklere süzülen yaşlar. Güneş gözlüklerimi çıkarıp, ona taktım. İlginç. Normalde güneş gözlüğümü pek kullanmam. Ama nasılsa herşey önceden ayarlanmıştı!

*Müzik: The Final Cut- Pink Floyd

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Kilitlenmek

"Sen yanlış hiçbir şey yapmadın. Belki benim davranışım biraz garipti. Ama Erasmus öğrencileri çok kısa süreliğine buradalar ve eninde sonunda vedalaşmak zorundayız. Bu yüzden tedirgin davrandım."

"O"nun ve benim adımın yanyana bu köprülerden birinin üzerinde yer almamasını açıklayan cümlelerden biri bu. Köprüler diyorum; çünkü bu yalnızca fotoğrafları çektiğim yer olan Olsztyn'e özgü bir durum değil. Polonya ve diğer Avrupa ülkelerinin çoğunda sevgililer ilişkiye başladıklarında, yani tenlerden daha önemlisi kalpler ve fikirler birbirine değdiği zaman isimlerini bir kilidin üzerine yazıp, tarih atarak kilitlerini köprünün korkuluğuna takıyorlar. Bu çok ciddi bir anlam taşıyor, öyle 1-2 günlük tanışıklıktan sonra hemen kilit takılmaz çünkü. Muhtemelen kilitten önce en az 5-6 aylık bir flört durumu var. Bu da aşkın belgeli hali. Duygular ölmeye başladığındaysa kilit önce kalpten sonra korkuluktan sökülüyor.

Agnieszka ve Kasper 1960 , Wojtek ve Beata 2011, Marta ve Filip 2006..

İlk çift belki çoktan öldü, ama kilit sökülmemiş. Demek ki birbirlerini hep sevmişler.

İkinci çift yola yeni çıkmış. Umarım Wojtek çok sarhoş olduğu akşamlardan birinde Beata'yı üzecek birşey yapmaz, ona sadık kalır.

Marta ve Filip şu ana kadar büyük ihtimalle evlenmiş olabilir.

Bense şimdi buradayım, "o" ise seneye İtalya'ya Erasmus'a gidecek. Rahat mı olmalıyım bilemiyorum, nasılsa Erasmus öğrencisi olarak çok kısa süreliğine orada olacak!

26 Temmuz 2011 Salı

Aydın ve Işıltılı Bir Gün

Rutin işleri halledip elime kitabı almış ve epey ilerlemiştim. Vakitse günün en kavurucu sıcağını iki saat kadar geçmişti. Bir anda soğuk çay ve Eti Finger ile akşam beşten sonra dışarı masada oturup kitap okumanın güzel olacağını düşündüm. Aslında düşünmedim, o ânı kısa süreliğine olsa da tüm kokularıyla yaşadım.

Sonra kendimi Kalkan benzeri bir yerde, beyaz badanalı kerpiçten bir evin bir odasında yatağa uzanmış, açık camdan esen rüzgârla hareketlenen tül perdenin ayağıma değdiği bir esnada kitap okurken gördüm. Tatil alışkanlığı bir yere bağlanıp kalmak olmayan kendimi orada, ya da benzer bir yerde, başka hiç bir yere kıpırdamadan sadece kitap okuyan, akşam üstü bir iki adımlık bir mesafede gidip içki içen, ay ışığını seyreden, sonra dönüp yatan biri olarak hayal ettim. İşin garibi bu durumu sevdim.

Aslında altı ya da yedi yıl önce bir gün, karşıdan gelen "Seni şu an yan odada çalışma masasında yazarken ve ben elimde kahvemle seni izlerken," diye başlayan cümlelerin çizdiği resimle eşledim. Sonra yaşadığım anlara başka sahneler de kattım. Mesela o beyaz badanalı kerpiç evde açık camdan esen rüzgârla hareketlenen tül perde ayağıma değdiği esnada, aynı evin bir nefes uzaktaki diğer odasında sere serpe uzanmış, kitabını okuyan kadını hayal ettim. Neden aynı anda aynı odada ve aynı yatakta kitap okunmasını değil de ayrı odalarda olunmasını tercih ettiğime kıkırdadım. İşin açığı ben açık camdan esen rüzgârla hareketlenen tül perde tenime değdiği esnada, yan odadaki kadının sessizce geldiğini, iki elimle bir insan kafasının geçebileceği kadar yukarıda tuttuğum kitapla kollarımın arasından kafasını uzattığını, bütünüyle kitaba yoğunlaşmış dikkatimi dağıttığını hissetim. Aslında o anda, ne kadının ağırlığı bedenimde, ne de muzırca gülümseyen nefesi nefesimdeydi. Bu ânı sadece ve tümüyle elimdeki kitaptan bağımsız olarak hayal ettim. Tüm bu hayal anlarının beni heyecanlandırmadığını, zaten bir kaç düğmesi çözülmüş elbisesinin üst aralığından görünen bedenini fark etmediğimi tam da metnin burasına yazmam ise külliyetli bir yalan olur.

Kitabı göğsüme bırakıp ama hâlâ iki elimle tutmaya devam ederek bu hayal üzerine biraz daha düşündüm, derinliğinden bağımsız olarak... Bu ânı kimin eli kimin neresinde, kimin bacağı kimin bacağında belli olmayan bir sabaha kadar götürdüm. Buradan bir çıkarım yaptım: son durağın hangi oda olduğunu bilmeden, çok sayıdalık düzeyine varacak bir sıklık içermeden, uzun aralıklar bırakılarak ve zamansızca sürmeliydi bu turlar. Bu anlardan uyanmam uzun sürmedi, çalan telefon üzerine. Araya giren işler beni yıldırmadı ve kaldığım yerden devam ettim, tabii ki.

Tüm bu hayal anlarının çıkış noktasını bir eylemle hayata geçirdim. Önce BİM'e gittim; O da ne, Eti Finger yok! "Olsun," dedim, "Onu başka yerden alırım." Hevesle soğuk çayların olduğu reyona geldim. Geldiğim yerde Lipton'lar bana göz kırpıyorlardı. Gözlerimi ovuşturdum, değişen bir şey olmadı. Etikette Teatone 0.55 TL yazıyordu ama rafta gördüklerim Lipton'du. Acaba Lipton kılığına girmiş Teatone olabilir mi bunlar diye görevliye fiyatlarını sordum. Aldığım cevap bunların gerçek birer Lipton olduğunu anlamama yetti. Hayallerim an itibariyle iki sıfır mağluptu. Yılmadım.

Dışarı çıktığımda Carrefour mu Atamark mı ikileminde tercihimi, ikinciden yana kullandım. Eti Finger'ların yanına bir de Egzotik Meyveli Biscolata ekledim ve bir karton kutu Lipton Limon Aramolı Soğuk Çay aldım. Şimdi saat 17'nin ardını bekliyorum. Bu arada elimdeki kitabı göğsüme bırakarak kısa süreli de olsa kestirmişim.

Kendimi tam anlamıyla Kalkan'da sandım sanırım. Gerçi Kalkan, yazıyı bir roman havasına büründürmek maksatlı olarak, bir yazar özentisinin, o an itibariyle havaya girip, yazıyı süslemek amacıyla özellikle seçtiği bir kelime olarak eklenmişti oraya. Bundan hiç şüphe yok. Çünkü zatın bulunduğu yerin de tasvir edilen yerden eksik kalır bir yanı yok. Eksik olan; camdan esen rüzgarla hareketlenen tül perdenin ayağına değdiği anda ayrıntıları verilmeyen, yuvarlak profil boruları mavi renge boyalı, somyası dört bir kenarına yerleştirilmiş yaylara takılı sepet örgü ince ve iki santim genişliğinde saclardan oluşmuş, düz beyaz çarşaflı, beyaz nevresimli ve yatağı yün doldurulmuş ama sertleştirilmiş bir karyolaydı.

Tüm bu anlardan uzaklaşmam ikinci kez çalan telefon kadar yakındı bana. Üzerimdekilerin, yaz rehavetinden sıyrılmış kıyafetlerle yer değiştirmesi biri iki dakikamı aldı. Kapıda bekleyen arabaya oturup da olay yerine varmamsa on dakika. O on dakika beni ısrarla "Seni şu an yan odada çalışma masasında yazarken ve ben elimde kahvemle seni izlerken," diyen kadına götürdü; "Tülden ince tüyden hafif duygularımın demek ki hayatta bir karşılığı varmış" diyen, o tanımlamayı miras bırakan kadına...

Olay yerine vardığımızda işaret edilen kat beşti. Bense aynı jenerasyondan kadınların Tezer Özlü artı Sylvia Plath hayranlığı üzerine düşünüyordum. Bu kuşak ile ilgili ne zaman bir konu açılsa en büyük argümanımdı  iki yazar. Garip bir büyüsü vardı zamanın... Derin hassasiyetleri olan, yürekten seven, bu sevgiyi karşılıksızca veren, sanan, kesinlikle derin kadınlar ve her seferinde bu kadınların verdikleri karşısında kendini bir bok sanıp  şımaran erkekler... Belki de üzerine derin  araştırmalar yapılabilecek bu konuyu şu kıytırık yazının içinde, üstelik de benim gibi hayatı barut kokusu ile cesetler arasında geçmiş birinin anlatabilmesi tabii ki mümkün değil. Ama an itibariyle gitmekte olduğumuz olayın ve biraz sonra karşılaşacağımın ne olduğunu bilmek, kaçınılmaz bir biçimde düşündürtüyordu  bunları.

Merdivenlerden, telaşlı ama meraklı yüzleri hızla eksilterek çıkıp beşinci katın açık kapısına vardım. Kapıdan geçtiğimde geride bıraktığım eşiklerdeki düz, sakin, ahlakçı hayatlardan; başı dik, yürekli, kimseye eyvallahı olmayan ama o eyvallahın sahibini arayan başka bir dünyaya adım attığımı biliyordum. Tavana asılmış bir ip, tekmeyle devrilmiş bir sandalye ve ipin ucunda sallanan gencecik bir hayattı tablo.

İntihar bir eşiktir demiştim bir gün. Kesinlikle bir eşiktir ve o eşiği geçebilmek tülden ince-tüyden hafif, gerçek ve kocaman bir yürek ister, bazen... İpin ucunda sallanan gülümsemeye baktığım ilk anda olayı çözmüştüm. Olay yeri inceleme  narin yüreği usulca indirip ceset torbasına koyarken ve henüz fermuar o gülücüğü kapatmamışken, gülümsedim. Kendi ipini kendi çeken bedenin tüm kelimelerini, çoklukla tanık olduğum, benzerini sıkça gördüğüm gülümsemesinden alıp cebime koydum. Daha bir kaç gün önce, yıllar sonra bir mahkemenin hakkaniyetle ve tam da benim baktığım noktadan kusmuş olmasının sevincini yaşamıştım. O olayı ve o olayın kahramanı genç kadını hatırladım. Neden kadınların tarafında olduğuma ise güldüm; üzerine çok şey yazabilecekken... Olay yerindeki konuşmalara hiç kulak asmayarak mekânı terk ederken az önceki gülümsemesinde parlayan kelimelerinden,haklı sebepler oluşturdum.

şimdi iyiyim...durduğum,soluklandığım yer güzel...eylül 2002 den evvel birtakım sıkıntılarla başlayan süreç dağılıyor.önümde yeni,pırıl pırıl bir dönem.kendimin kendine vaat ettiklerini gerçekleştirme anı bu.salt aşk diyemem,salt şu günlerde hissettiklerim diyemem ama yaşadıklarımın uzantısında sen buluştuğum noktadasın.belki yarın ya da öbür gün olmayacaksın.kendi yollarımıza gitme arzusunda bile bunu anlaşılır,şefkatli kılan bir anlayış var ortada.her şeyi baş göz etme,en güzeli olsun,daha güzeli yaşansın arzuları günü geldiğinde ayırır bizi kimbilebilir ki??? hiç olmadığım,olamadığım ancak olmayı arzuladığım kadar dürüstüm kendime ve bize.bunun bana yaşattığı iç huzuru tarif edemem,kelimelerim eksik kalıyor.sanki ruhum doğuruyor,orgazm oluyor,sanki nirvana...ama o değil ...bunu da biliyorum...........sen şimdi yatağında gömülü,çoktan uykunun en derin anında yol alırken,ben inadına(nöbet bahane)günün en duygusal atraksiyonlu saatlerini tek başıma yaşıyorum şimdi.yanında uyumayı arzulamadığımı hissettim birden.ama sen uyurken,ruhumun koynuna senin ruhunu sokuverdim usulca.masumane ve erotizmden eser yok şimdi.cinsiyetlerimiz yok.beyninle sevişiyorum.kalbi temiz,hayatın kıçına parmak atmanın hoyratlıktan değil sakınımlı yollardan geçtiğini bilen ve hala aşkla donanan güzel erkek...seni bir lütuf olarak hissediyorum bana.ve hergün biraz daha...biraz daha...biraz daha...tam da burada seni seven kadın olarak(:)) aydın ve ışıltılı birgün diliyorum sana.............................

15 Temmuz 2011 Cuma

Vera Babanne Ben

Bazen, hiç yüz yüze gelmediğim insanlarla aramda derin bağlar kurabilirim. Bir satır yazıdaki samimiyet, herhangi bir yüzdeki anlamlı ifade bana çok şeyler anlatabilir. Ve ben, o insanları alıp hayatımın bir yerine iğneleyebilirim.

Öte yandan, yüz yüze sıklıkla geldiğimiz, uzun yıllardır tanıdığım, sohbetler ettiğim ama hayatımın herhangi bir yerine tutturmadığım insanlar da vardır.

Bir gün ağzımdan dökülen ve bana ait olduğunu sandığım, belki de bir yerlerden duyup da aklımda asılı kalmış "Ben herkesin arkadaşıyım ama herkes benim arkadaşım değil." cümlesinde anlam bulur bu hissiyatım... Bir gazete köşesinde ya da televizyon ekranında ettiği iki cümleden, o cümlede kendini gösteren hayata duruştan dolayı gönül haneme yazılmış ve bundan hiç haberleri olmayan, yollarımız herhangi bir günde bir yerde kesişmezse de olmayacak insanlarım vardır. Tıpkı Vera gibi.

Kürk Mantolu Madonna'nın onların şarkıları, benim de bir yazımın adı olması dolayısıyla grubun solisti Arel Koray'dan bir mail almamla başladı, Vera'yla tanışıklığım. O güne kadar varlıklarından haberdar olmadığım grupla o gün, aramda bir kan bağı oluştu. Onları izler olmaya başladım, taraf oldum. Bizi aynı çizgide buluşturan olgu, onların yaptıkları işe koydukları samimiyetti... edebiyatı müzik yolculuklarında önemli bir yere koymaları, dönemlerinin tanıklıklarında yer almayan değerlere sahip çıkıyor olmalarıydı... Yani bu çocuklar; emek vermeyi, bazı değerleri dışlamadan, hesap edilmiş yolları rehber etmeden, tutarlı ve inatçı bir çizgide var olmayı hedef bellemişlerdi. Müziklerini duyurmanın samimi gayreti içindeydiler. Ben de onların bu hallerini sevdim.


Henüz stereo pikaplarla, makaralı teyplerle tanışmadığımız gibi varlıklarından da haberimiz olmayan kısa pantolonlu hayatlarımızda plaklar vardı. Babam ve amcalarımın geceden sıraya girerek aldıkları lambalı Philips marka radyoya entegre edilmiş Garrant marka mono pikaptan dinlerdik aldığımız plakları... Henüz ilk Longplay'imizi almadığımız, stereo Dual pikabımızı yeni kitaplığımızın baş köşesine koyacağımız yeni ve kendimize ait evimize taşınmadığımız yıllardı.

O zamanlar, şimdilerde kapılarından sokaklara, günün popüler CD'lerinden şarkıların döküldüğü mağazalar gibi plakçı dükkanları vardı; 45'lik plakların çalındığı... En çok hoşlandığım şeydi önlerinde kalmak; bin bir emekle süslenmiş camlarındaki ve vitrin zeminlerindeki plakları incelemek...

Günlerden bir gün, mağazada çalıştığım bir yaz, babamdan önce, arabayla değil de geze geze gitmek için erkenden yola koyulduğum ve hızlı adımlarla yürüdüğüm akşam üstünde; hâlâ çok salonlu haliyle varlığını sürdüren Konak Sineması'nın karşısındaki, şu an dönerci olarak hizmet veren plakçıdan sokağa yayılan şarkı, beni yakaladığı gibi vitrine çarpmayı başardı. Vitrin camında gördüğüm plağın adıyla çalan şarkıyı senkronize ettiğim andan itibaren de, bir an öncenin telaşları paçamdan çekiştirmeye başladı.

Oradan, eski modern pazarın, şimdiki Anneler Parkı'nın hemen karşısındaki, mısır tarlalarının içinden geçilerek gidilen Kışla Sokak'taki, tarabalarını çok sevdiğim, duvar diplerindeki döşeme tahtalarından mantarlar çıkan eve koşturdum. Kapıdan dalar dalmaz babaannemi aradı gözlerim. Ben babaannenin büyük oğlundan torunuydum. Ailenin yeni kuşağının ilk çocuğu olmanın avantajlarını doya doya yaşamış olmanın yanı sıra, her daim, babaannemin "nambır van"ıydım.

Sözünü ettiğim plak, aşıklar geleneğinden gelip de türküler söyleyen, başta Çobanoğlu olmak üzere benzer sanatçıların plaklarını bir yandan dinleyip bir yandan ağlayan, üzerine bir yazıyı fazlasıyla hak eden farklı kadın babaannemin tutkunu olduğu, onun ifade edişiyle Manço'nundu... Yani parayı babaanneden koparmak için bir sürü gerekçe vardı. Sonuçta da öyle oldu. Engel, akşamın kendini hissettirmeye başlamasıydı. Oysa benim bir an öncenin telaşlarını zapt etmem, en sevdiğim heyecanımdan vazgeçmem ve olayı sonraya bırakmam da mümkün değildi.

İnsanlarının ağzından girip burnundan çıkmayı iyi beceren, bu yolda her türden duygu sömürüsüne başvurabilen ben, parayı kaptığım gibi soluğu plakçıda aldım.

Büyük bir zevkle ve özenle onu kabından çıkardım. Pikaba yerleştirdim ve babaannem şarkıyı çoook sevdi. İşin garibi, şarkı söylemeyi hiç beceremeyen benim hayatım boyunca söylemeyi başarabildiğim bir kaç şarkıdan biri oldu.

Şimdi upuzun yıllar sonra, şarkı yaşamıma yeniden ve yeni haliyle girdi. Vera, şarkıya yaptığı yeni düzenlemenin de olduğu performansıyla Babylon'da yapılan Be The Band finalinde ikinci oldu. Birgün çıkacak CD'lerinde daha iyi bir kayıttan dinleme dileği ile...





Üsteki resim Google'dan bulunmuş olup asıl kaynağı www.hafifmüzik org'dur.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP