27 Şubat 2010 Cumartesi

Güneş!


...
Onun zarar görmesini istemeyen çırpındıkça; kuş iyice telaşlanır. İyi niyetli bir çaba içinde gelecek felaketi fark edip korumaya çalışanın her hareketini, kendine yapılmış saldırı olarak algılar. Bütün çabalar artık onun kendi doğrularının hapsindedir...

Sonunda, sadece içgüdüselliğin öğretisinde kendine doğru duruma yanlış olanı seçtiği için; kontrolsüz bir korkunun telaşında çıkış yolunu da bulamadığından gider, cama çarpar ve ölür. Onu kurtarma çabası içindeki insanın çektiği acıyı bilmeden. O insan için anlamının, bütün telaşların niyesinin kendi olduğunu öğrenmeden...

Camdan Bir Kuş Girdi başlıklı yazıdan(2008)


Fotoğraf: Claudetienne

26 Şubat 2010 Cuma

Sağanak!


...
Kuş, doğası ve yetiştiği hayatın örneklerini; sanki her benzer olay, her kişi böyleymişe yayan bir endişe halinin ve sürekli negatif algının esiridir o anda... Artık kendi yargısının ötesinde bir doğru olabileceği olasılığı sıfırdır. Her yol onun doğrusuna çıkar. Ya da istenen öyle olmasıdır...

Camdan Bir Kuş Girdi başlıklı yazıdan(2008)...



Fotoğraf: Birgit Woehlbrant

Uçmak!


Inarritu'nun Babil'i, 'anlamak için dinlemelisin' cümlesi perdedeyken biter. İletişimin en önemli noktası budur sanki; sürdürülebilir ya da yaşanabilir olması için zamanın...

En büyük kayıplar, sanmaların ürünleri değil midir?

Dinleme gereği bile duymadan varılmış yargıların içgüdüsel öfkelerine teslim edilmiş, 'bir yemin ettim ki dönemem' gidişlerinin...

Her seferinde; yanlış yargılara adlar koymuş öfkelerin sonuçlarından elde edilmiş farkedişlere rağmen yine de, kalbin öteki tarafından okşanmasını, onun kuytularının sıcaklarında sarmalanmasını talep eden çakma sanmaların, kıyımları değil midir kayıp zamanlar...

Camdan Bir Kuş Girdi başlıklı yazıdan(2008)...

Fotoğraf: Petr Drozdov

25 Şubat 2010 Perşembe

Münih

Film, ele aldığı konu ve onu işleyişi bakımından nereden baktığınıza bağlı olarak (tam da Orhan babanın sen de haklısın şarkısındaki gibi) farklı analizler ve tartışmalar yapabileceğiniz derinlikte bir ''terörizm'' sorgulamasına olanak veriyor.

Ama, sonuçta tüm tartışmalarınızın gelip dayandığı bir nokta var ki; o da, şiddet şiddeti doğurur tezini doğrularcasına, filmin sonundaki toplantıda ajanların dilinden dökülen ''her öldürdüğümüz Filistinlinin yerine altı yeni Filistinli çıkıyor'' sözlerinde gizli.

Film: Terörizmle mücadelenin aslında siyasal ve sosyal anlamda ne kadar zor, çaresiz ve uyguladığı yöntemler itibariyle tartışılabilir olduğunun özetidir.

Filme kuramsal anlamda ve taraf olmadan baktığınızda, tarihin en önemli eylemlerinden birini kendi haklılığına dayandırarak yapan bir grup (Filistinliler), ön yargılı bir operasyonla tarihin en büyük fiyaskolarından birini gerçekleştirerek gereksiz yere kan döken ve yaptığını meşru kabul eden büyük bir devlet(Almanya), diğer yanda yine kendi doğruları üzerinden kendi haklılığına dayandırarak bir tür fedailer mangası oluşturup illegal ve modern toplumun adalet kurallarının ötesinde bir biçimde insan avı yapan bir başka devlet(İsrail)...

Bunlardan hangisi niteliği açısından kuramsal anlamda terörizm tanımının dışındadır?

Film tam da bu durumları önümüze seriyor ve soruyor. Ve bizi düşündürtüyor... Ve film -her öldürdüğümüz Filistinlinin yerine altısı çıkıyor- gözlemini yapan, ama gözünü kırpmadan da adam öldürebilen eşi hamile ''kahramanımızla'' birlikte bütün tarafların insan olma vasıflarının yaptıkları işle çelişen duygularını da bize yansıtmayı başarıyor.

Siyasal sorgulamalarınızı bir yana bırakıp, taraf olmadan sadece bir film gibi baktığınızda: Klasik, illegalde birbirini yok etme savaşları veren ajan temalı filmlerin, incelikli ve zeki tadını fazlasıyla veriyor.

Çok küçük yaşlardan beri Filistin İsrail sürecini özel bir ilgiyle izleyen biri olarak, konu üzerine çekilmiş tüm filmleri izledim. Belki de en tarafsız sayılabilecek ve işlediği konu(terörizm) üzerine en çok düşündürten filmlerden birinin Münih olduğu düşüncesindeyim...

İzlenmeden önce ya da izledikten sonra; özelde Münih olayı, genelde de Ortadoğunun bu sorunu üzerine bir şeyler okunursa, filmin değeri çok daha iyi anlaşılabilir.

Bütün bunlar beni ilgilendirmez ben film izlerim diyorsanız da izleyin. Çünkü, çok heyecanlı ve kaliteli aksiyonları olan bir görsellik abidesidir aynı zamanda, kendinizi 70 lere ışınlamış olursunuz...

Yazının İlk Yayın Tarihi Ekim 2008

24 Şubat 2010 Çarşamba

Ölüm Kitabı 'Misery'

Stephan King'in, Türkiye'de Sadist adıyla yayınlanan romanından uyarlanan, yönetmeni Hakan Boyav olan, Adana Devlet Tiyatrosu'nun iki perdelik oyunu Ölüm Kitabı "Misery", dekor ve ışık tasarımıyla göz dolduruyor. Başarılı gerilimi; etkili ses efektleri ve ürkütücülüğü dozunda bir müzik destekliyor.

Ölüm Kitabı; yazdığı son romanını yayınlanmak üzere yayın evine götürürken kaza geçiren Paul Sheldon'ın, o güne kadar yazdığı tüm kitaplarını neredeyse satır satır bilen Annie tarafından kaza yerinden alınıp ıssız çiftlik evine getirilmesiyle gelişen bir oyun.

Eski hemşire Annie, yazarı bir anlamda evinde mahpus ederken onun yayımlanmamış romanını okuma fırsatı da bulur. Ve o roman üzerindeki sözcükleri ahlak dışı bularak yazarla tartışır. Aslında Annie, yazarın Misery serisinin hayranıdır, ve yazarın Misery karakterini son romanında öldürüp seriyi bitirmesine öfkelidir. Oyun ilerledikçe gerilimin dozu yükselir. Annie, yazardan Misery karakterini yeniden canlandırmasını ister. Ona bir daktilo ve kağıtlar alıp bir oda düzenler. Yazarın itirazlarını bertaraf edecek bir kozu ve tehdit unsuru vardır elinde.
Oyunun sonu yaklaştıkça bir yandan Annie'nin geçmişini anlarsınız ve gerçekle hayali nasıl iç içe koyup yaşadığını farkedersiniz.
Bütünüyle üst düzey bir oyunculuk gösterisi olan Ölüm Kitabı'nın en önemli anlarından biri; gerilimin dozunu tavana vurduran müzik ve ışık efektleriyle desteklenen ayak kırma sahnesidir. Salondaki pek çok seyircinin vahşetten ürküp başını yana çevirmesini sağlayacak kadar başarılı canlandırılır. (Romanı okuyanların betimleme açısından en öne çıkardıkları andır bu.)
Tiyatro deyince komiklik algılayan bir kısım seyircinin, şizofren bünyenin gelgitlerininin bir yansıması olan diyaloglara zaman zaman kıkırdamasını; gerilimin yansımasından kaçıp mezarlıkta ıslık çalma olarak yorumlayabileceğimiz gibi; karakterlerin, Ahenk Demir ve M. Şekip Taşpınar* tarafından büyük bir başarıyla canlandırılmasının teyidi olarak görebiliriz.
Ölüm Kitabı, radyo tiyatrolarının tadını yaşatan bir oyun. İzlediğim oyunda illa da sahne kalabalık olacak demiyorsanız... Karakter analizleri yaparken sağlam bir öykü üzerinden gerilim yaratan tiyatro oyunları sizi sıkmazsa... En azından emeğe ve sanata saygınızdan dolayı yanımda oturan çift gibi birinci perdenin sonunda salonu terk etmeyecekseniz... Jack Daniel's seviyorsanız... Dekorları Sinan Yardımedici'ye, ışık tasarımı H.İbrahim Karahan'a ait, M. Şekip Taşpınar ile Ahenk Demir'in gerçekten muhteşem oynadıkları 2,5 satlik bu şahane oyun, aklınızın not defterinde bulunsun.

*Paul Sheldon'ı oynayan M. Şekip Taşpınar'ı Kurtlar Vadisi hayranları hatırlayacaklardır.

23 Şubat 2010 Salı

MEVLANA "ÇAĞRI"

Bazen yazarken, insan nereden başlayacağını şaşırır. Özellikle farklı ve izi derin bir lezzetin aktarımında kafanız fazlasıyla karışır. O kadar büyük bir zenginlik, o kadar coşkulu bir taddır ki ruhunuzda kalan, bütünlüğün içindeki anların hangisini öne koyacağınızı bilemezsiniz, kıyamazsınız.

O anlar bütününün bazı anlarını eleştirseniz de, bazen sıkılsanız da, duygularınızın yoğunluğu, tüm o olumsuz bakışlarınızı süpürüp yaşamın denizlerine döker. Ve siz, ruhunuzda kalanların çoğaltımıyla zamanın kumbarasına atarsınız anlar bütününden biriktirdiklerinizi...

Çağrı'nın finali; tam da ifade etmeye çalıştığım ruh halini yansıtan, mutluluğu, memnuniyeti, şahane bir 95 dakika yaşatan sanatçıların emeğine duyulan saygıyı, huzur dolu duyguların saflığını, yüreklerden kopup gelen 'bravo'ları, sanatçıyla izleyiciyi bütünleştiren alkışları tümüyle içinde barındıran kocaman ve şahane bir fotoğraftı.

Oyun çıkışında; ilk canlı bale gösterisini izleyen, bir dönem baleye de bulaşmış olan, böyle bir gecede eşlik etmesinden onur duyduğumuz ünlü ressam Naz Özsamsun'a ne düşündüğünü sorduk. LA PARAGAS dışında hiç bir medya kuruluşuna demeç vermeyen sanatçı Naz Özsamsun, bazen durağan gelse de gösteriyi çok beğendiğinin altını çizdi. Birbirinden değerli resimleri sanat dünyamıza kazandıran sanatçının görsel kalitesini bildiğimiz için; ışık, kostümler, dekorlar uyumunu değerlendirmesini de istedik. Dilinden dökülen tek bir kelime, uzun cümleler kurularak ifade edilemeyecek bir özeti yapıyordu: Bayıldım.

Mevlana, bu topraklarda yüzyıllarca sonra bile bu kadar güzel anıldığı için gurur duyardı denilesi gösteri; Samsun Klasik Türk Müziği Korosu Orkestrasından dört sanatçının sahnenin yan tarafında kendileri için düzenlenmiş bölümde yerlerini almasıyla başladı. Özel tasarlanmış kıyafetleriyle çok hoş bir görüntü sergileyen sanatçıların keyifli giriş müziği; vurmalıların, elbette kudümün ritmi üzerine üflenen neyin ve udun muhteşem tınılarıyla harika bir konser tadı yaşattı salona...

Ortalığın birden ve tümüyle karanlığa gömülmesiyle ön perde açıldığında, üzerimize doğru gelen beyazlıklar, iri taneli bir tipiyi çağrıştırıyordu. Olağanüstü güzel, çarpıcı ve gittikçe yükselen bir ritmle salona akan kar beyazların arasından seçmeye başlamıştık ki semazen görüntülerini, bir anda duruverdi herşey... Video görüntülerin aktığı perde kalktığında ortaya çıkan ve sahnenin tümüne hakim olan aydınlık, hoş motiflerle bezenmiş şeffaf perdelerden oluşturulmuş mekanla yaratılan konsept, içindeki müritlerle birlikte evreni ve dergahı simgeliyordu.

Zaten gösterinin geneline bakıldığında simge kulanımının beden diliyle nasıl güzel birleştirilmiş olduğunu seziyordunuz. Ara ara Mevlana felsefesinin ana cümleleriyle de desteklenen gösteri, konuyla derinliğine ilgisi olmayanlara bile dans ve müzikle anlatabiliyordu hikayeyi... Zaten yeniden doğuşa vurgu yapan şeb-i aruz la başlamıştı herşey.

Can Atilla'nın zaman zaman elektronik ögeleride de kullandığı ve farklı ritmlere sahip temalarla bütünlediği müziğine dörtlünün canlı katkısı, ortaya şahane bir müzik ziyafeti çıkarıyordu. Şems'in ardından, yaşanan yalnızlığı vurgulayan, ana müziğin sustuğu, Mevlana'nın neyin sesine sığındığı sahnede, dörtlümüzün performansı müthişti.

Dünyevi aşkla, yüce aşkın alevler içinde anlatıldığı sahnedeki lazer kullanımı, itfaiyeyi arattıracak nitelikteydi. Son derece çarpıcı ve ışıltılı renklerin kullanıldığı ve nefsi simgeleyen sahnelerde fon olan elma ve onu elinde tutan kadın görüntüleri çok güzeldi.

Her olan biteni anlatma isteğim yüzünden kafam o kadar karışıyor ki, neyi öne koyacağımı şaşırıyor ve bir türlü toparlayamıyorum yazıyı. Bütün unsurlarıyla yerli olan bu güzel eserin dokunulası o kadar çok noktası var ki; Işık düzenlemesini yapan Robert Cramer'a ayrı bir paragaf, kostümleri tasarlayan Funda Çebi'ye ayrı bir paragraf, son derece geçişken ve efektif dekor tasarımını yapan Tayfun Çebi'ye ayrı bir paragraf, librettoyu yazan Şefik Kahraman Kaptan'a ayrı bir paragraf, kareograf Mehmet Balkan'a ayrı bir paragraf, video tasarımlarını yapan Şafak Türkel'e ayrı bir paragraf, sahneye koyan Lale Balkan içinde ayrı bir paragraf açmak gerekiyor.

Gösteriye zarafet ve estetik katan iki muhteşem balerin; Gevher- Nazmiye Kıratlı ve Şehvet- İpek Özgüncü'nün altını kalın kalın çizmek gerekiyor. Günlük dilde kadın güzelliğini vurgulama için kullanılan balerin gibi cümlesini sonuna kadar hak ettiklerini belirtmek gerekiyor. Mevlana- David Khozashvili, Şems- Lasha Khozashvili, Zerkup- Erkan İnan ve adını buraya sığdırmanın güç olduğu Samsun Opera ve Balesi'nin diğer tüm danscılarının performanslarıyla rüya gibi bir gece yaşattıklarını çok güzel cümlelerle anlatmak gerekiyor. İnsan yetemiyor.

Fakat yazı ne kadar uzun olacaksa olsun, okuyanı ne kadar sıkacaksa sıksın onlardan bahsetmeden yazıyı bitirmek duygulara ihanet olur. Kudüm : Nihat Gönül, Vurmalı: Okan O. Dolgunyürek, Ud: Mehmet Yetimoğlu, Ney: Pelin Başar'dan oluşan Samsun Devlet Klasik Türk Sanat Müziği Korosu Orkestra sanatçılarını yürekten kutlarken; ülkenin en bilinen neyzeninin köklerinin olduğu bu şehirde neyi doyumsuz bir güzellikle üfleyen Pelin Başar'ı da bir adım öne çıkarıp alkışlamak gerekiyor... Udun insanı teslim aldığı her anda aklımdan geçen isim, kıyas noktam: Anouar Brahem'di... Bundan sonra ud dinlediğimde aklımdan geçen ad Mehmet Yetimoğlu olacak.

Yani! Mevlana felsefesinin tüm unsurlarını içinde barındıran, onun öğütlerinden yola çıkılarak oluşturulmuş güçlü bir metni, yerel ve evrensel seslerin harmanlandığı şahane bir müziği, modern dansla balenin çok güzel birleştirildiği, adında Mevlana olan her oyunda akla gelen sema gösterilerine sırtını dayamadan ama onun unsurlarını danslarına yedirmiş, finalinde dört semazenle dozunu ayarlamış, tek perdelik yüzde yüz yerli bir bale Mevlana- Çağrı... Hangi tür müziği, hangi tür sanatı seviyorsanız sevin, çağrıya mutlaka kulak verin ve bu baleyi izleyin!

22 Şubat 2010 Pazartesi

Pek Bi Manasız Fotoğraf


Beyaz peynirle kavuna değiyordu anasonunun dokusu...
Mangalın dumanına yüklenmiş deryaların kokusu ...

Cümle kelamın kırılıyordu beli...
Duyduğum son lakırdı cümlenin sonundaki kelimeydi:
Deli

İki taşın arası deklanşöre basmış oğlan.
Ortaya çıkmış ne idüğü belirsiz bu an!

Fotoğraf: Tırtıl

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP