29 Ekim 2009 Perşembe

Akıl Krizi

Telefonum çaldığında yorgun gecenin aydınlanmasına çok az kalmıştı. Güne gebe saatin, o taze soğuklu diken diken haline montumu giyerken, bir insan düşünmeye başladım. Olay yerine vardığımda denizden henüz çıkarılmış kaskatı bedenle göz göze geldim. Yüzüne baktım. Kopkoyu bir bıkkınlık ve yenilmişliğin derinindeki, masum, zayıf ve sıcacık tebessüme takıldım: Ağız dolusu küfürleri tıkalı kalmıştı kadere öfkelerin ardında, ve lanetler yüklenmiş okkalı bir küfürdü bıyık ucu tebessüme yüklenmiş olan...

Ipıslak ve deniz kokulu bedeni sola doğru çevrildiğinde, gözleri; umutsuzluk, yitiklik ve lanetler yağdıran isyanlarla tan kızılı bir ufka bakıyordu. Bir anda, o kocaman ve kaskatı bedenin gevşediğini, çözüldüğünü farkettim. 112 doktorunun bedene saygı yüklü yana çevirmesiyle yutulan onca suyun seline kapılan kelimeleri, ayaz ayaz ve tane tane döküldüler. En öndeki kelimeleri büyük bir titizlikle toparladım. Hayata isyan cümlelerinin öfke sözcüklerini yaşamın çöplüğüne saldım. O tebessümde saklı her bir kelimeyi yan yana dizdim. Olay yeri inceleme ceset torbasına yerleştirirken kocaman kalpli gencecik bedeni, ben kelimelerden kocaman bir iz çıkardım.

çakmağını burada unutmuşsun benim kalbimde sende kalmış.Şimdi sigaranı neyle yakacaksın...Sigara içmeden duramazsın sen.Bir an önce gelip çakmağını al.Sakın birisine aldırma sen gel.Mesele sadece çakmak, yoksa başka bir şey yok...

Birde benim ev niye bu kadar boş ve içime niye bu kadar derin bir özlem düştü...Ve ben niye özlemeninde ne kadar güzel birşey olduğunu yeniden farkettim.Ve niye evin herköşesinde çok... çok... çok... güzel bir koku var.ve niye ben eve sinmiş bu kokunun çıkmasından bu kadar korkuyorum...ve niye mutfak tezgahının üzerindeki tabaklar, bardaklar,çatallar kullanılmış poşet çaylar bu kadar dekoratif ve güzel duruyor.Ve niye aklımda bir lezzet içimde bir hoşluk yüzümde bir tebessüm varken aynı zamanda da hüzün var...Ve niye beynimin bir köşesine arada bir uyanıp bana doğru
bakan ve gülen iki şirin göz var...Ve niye onlar için endişe duyduğum sorumluluk hissettiğim insanlar hanemdeki sayı arttı...Ve niye bu iş günümün tamamında ben neye baksam gözlerim hiç birşey görmeyecek gibi bir his var içimde.(Bunun cevabını biliyorum sanırım sadece; çünkü beynimin başka meşguliyeti olacak hep aynı kişiyi düşünecek... gün boyu onun zorluklarına eşlik edecek; ) Diğer niyeleri sen anlarsın ve bana da anlatırmısın ? ama dizlerine yatırarak ve saçlarımı okşayarak...

Fotoğraf: Neslihan Öncel
http://neslihanoncel.blogspot.com/

24 Ekim 2009 Cumartesi

Spyro Gyra


Evvel zaman önce militan bir tıfıl, yeni yetme bir anarşist iken... Yani; 0 zamanın dillere yapışmış pek popüler sözcüğü entellektüel olma halinin tıfıllık dilinden ifadesiyle entel takılınılan yıllarda, sözcüğü üzerimize bir kimlik olarak yapıştırıp ya da öyle tariflenmeyi, her ne kadar birikimimizin ve düzeyimizin çok çok ötelerinde bir yerde olmasına ve üstelik de bunun farkında olmamıza karşın pek severken... Kızlar cenahının da feminizmle, dolayısıyla feministlikle kendilerini süsledikleri etiketlerin, öykünmeci ve taklitçi bir ergenlikle üzerimize yapıştığı o zamanlarda; adını telafuz edebilmenin ve kasetlerini kol altına sıkıştırıp hava atmanın keyfini şahane şahane çıkarmama sebep olan bir gruptur kendileri...

Rock'tan başka tür müzik dinlemeyi anarşist tavrıma aykırı bulduğum yaşlardan evrilmeye başlayıp kendimi daha büyümüş de küçülmüş yıllarıma taşırken, ve bu açılım esnasında öncelikle Caz'a dümen kırmaya başladığımda, yaptıkları füzyonla Yavuz Aydar'ın efsane programı Stüdyo FM sayesinde gündemimde yer bulan grup, çok doğal olarak da etrafa caka satabilmenin mihenk taşlarından biri olmuştu.

Duydum ki; dün ve önceki gün İstanbul Jazz Center'da iki konser vermişler... Bu haberle akıl defterimden çıkan grubun albümlerine gidince ellerim, gönlümde doğal olarak kaydı o yıllara...

Kendilerine özel bir soundları vardır onların. Jay Beckinstein'in saksafonu alır götürür sizi Caz'dan Funk'a oradan R&B'ye ve Pop'a... Temel anlamda ve genelde bir Pop Jazz çizgisine oturtulsa da grup, benim için Spyro Gyra(spayro Cayra) müziği Spyro Gyra müziğidir. Özgündür. Bir kalıba sokulamaz ve başka türlü tariflenemez diye düşünürüm kendimce.

Onları dinlerken bazen, birbirinin benzeri şarkılar duygusuna kapılabilirsiniz dinlediklerinizin. Hatta dinlediğinizin asansör müziği olduğunu düşünüp burun da kıvırabilirsiniz. Dedim ya, Spyro Gyra müziği öyle bir füzyondur ki; her bir parçanın neresinden bakarsanız orasını görürsünüz.

20 milyondan fazla albüm satmış, 7 Grammy ödüllü Spyro Gyra: ömür boyu hiç sıkılmadan dinlenebilecek ve hiç eskimeyecek neşeli bir müziğin adıdır. Ve sanırım, müzik tarihinin en hatırlanacak ve izleri asla silinmeyecek gruplarından biridir. Bunlar onların yaptığı müziğin geniş kitleler tarafından sevildiği ya da sevileceği ya da bilindiği anlamında ortaya atılan iddialı cümleler değildir. Ama müziğe gerçek anlamda ilgi duyan herkesin haklarını teslim edeceğine olan güvenle, onların müzik adına ortaya koyduğu katkıya, emeğe ve samimiyete duyacağı saygının sözcükleridir. Bende çok özel bir yeri vardır üç şarkılarıyla tanıtmaya çalıştığım grubun; ruhumun ve kendimin büyümesine yaptıkları katkılardan dolayı...

De La Luz

Morning Dance

Funky Tina

Brubaker

Amerikan Sineması'nın, sosyal sorunları yansıtan filmleri bile; aksiyonu, gerilimi, kısaca sinemanın ilgi çektiren klişelerini kullanarak anlatma tarzının iyi örneklerinden biridir Brubaker...

Filmin özellikle yeni izleyecek olanlarda (sonradan çekilmiş olmalarına rağmen) izledikleri bir çok hapishane filminin benzeriymiş duygusu yaratması olasıdır. Ama sinemalarda oynadığı yıl itibariyle çok ses getirmiş, gerçek bir olaya dayalı bu film özellikle, öykünecek kadar çok sevdiğim film karakterlerinden biri olan idealist cezaevi müdürü Brubaker'ın, cezaevi koşullarında insan onuruna yaraşır, insan haklarına saygılı iyileştirme çabalarının yanısıra; genelde politikanın, statükonun bozulmasına izin vermeyen dirençleri ve oyunlarıyla mücadele etmek zorunda kalışını da anlatır.

Filmin finalinde binlerce mahkumun, aynı ritmde ve gittikçe yükselen bir sesle alkışlayarak onu uğurlamaları; tüyleri diken diken eden, çok dramatik, hüzünlü, gidene duyulan saygıyı derin bir sevgiyle ifade eden çok güzel, ama çok güzel veda sahnelerinden biridir sinemanın...

Aslında film; suç ve ona verilen cezanın boyutlarını, sistemin zaten yasalarla cezalandırarak mahkum ettiklerinin cezaevi koşulları içinde ekstradan ve onurlarını ellerinden alır düzeyde hırpalamasının ne kadar adil ve medeni bir tavır olduğunu sorgularken, politikanın muhafazakar kanatları için mahkum özelinde insan değerinin ne olduğunu da ortaya koyar.

Sıkı bir sistem eleştirisi yapan filmin oldukça da ilginç ve heyecanlı bir başlangıcı vardır. Ve bu heyecan film boyunca sürer. Bulunabileceği konusunda şüphelerim olan bu film, eğer bulunabilirse, haftasonu için muhteşem bir seçim olabilir.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Wolfsburg...

Wolfsburg; fabrikada çalışmaktan arta kalan zamanda futbol oynayan işçiler ve onlar için kurulan bir şehir... Beşiktaş'ın bu gece 21.45'te karşılaşacağı Şampiyonlar Ligi'ndeki rakibi Wolfsburg'un macerası işte böyle başladı. Fabrikanın adı: KdF-Wagen'di... Daha sonra Beetle'ıyla (Türkiye'de kaplumbağa) ünlü olacak Volkswagen yani! Fabrikayı ise yine ünlü bir isim Adolf Hitler, her Alman vatandaşını bir araba sahibi yapmak amacıyla kurdurtmuştu. (1938) İleride buradan bir futbol takımının çıkıp, Bundesliga şampiyonu olacağınıysa muhtemelen düşünmüyordu. Wolfsburg, şehri ve futbol takımı ile yarattığı sinerjiyle dünyadaki belki de tek takım. Dev bir otomobil firması, onun çalışanlarının yaşadığı bir şehir ve içini dolduran 30.000 kişinin hepsinin birbirini tanıdığı bir stadyuma sahip futbol takımı. Bu üçgende değişenler ise doğal olarak işçilerin yerini profesyonel futbolcuların alması ve fabrikanın giderek büyüyerek futbola daha çok yatırım yapması oldu. Wolfsburg'un ilk kez manşetlerde yer alması bundan bir kaç sezon önce tanıdık bir isim Eric Gerets'le oldu. (Galatasaray'a gelmesi de bu başarı sayesinde olmuştu.) Ligi uzun süre lider götüren takımın yıldızları ise Bulgar sol açık Martin Petrov'la Arjantinli D'Alessandro'ydu. İlginç olansa bu ikisinin bir daha asla Wolfsburg'daki formlarını yakalayamamalarıydı. D'alessandro Zaragoza'yla İspanya'da küme düşerken, Petrov en son Manchester'ın mavi yakasında görüldü. İlk kez başa oynayabilecek duruma gelmek Wolfsburg şehrindeki ateşi arttırmış olacak ki, 2 sezon önce takımın başına Bayern Münih'i şampiyon yapmış efsane Alman futbolcu Felix Magath'ı getirdiler. Bayern Münih'i şampiyon yapmak çok zor olmayabilirdi; ancak daha önce ligi 2. bile bitirmemiş bir takımı zafere taşımak akıl alır şey değildi. Magath bunu üstelik, Münih'teki gibi hazır yıldızlarla değil, takımla birlikte büyüyen oyuncularla başardı. Bundan 2 yıl önce kimse Misimovic, Dzeko, Grafite gibi isimleri tanımıyordu örneğin... 2 yıl önce Copa America'da Brezilya milli takımında parlayan ön libero Josue, yine milli İtalyanlar Barzagli ve Zaccardo gibi doğru ve önemli transferlerde yapan Wolfsburg (yakın zamanda da ajanslara Martins transferi yansıdı) bu sezona da iyi futbol ve galibiyetle başladı. Her ne kadar Magath takımdan ayrılsa da yerine, yine yakın zamanda Bayern Münih dışında bir takımı şampiyon yapmayı başarmış Armin Veh'i getirdiler. Veh, Stuttgart'la bir sezon dışında Bayern Münih hegomonyasını kırmayı başaramamıştı. Bakalım bu kez başarabilecek, başka bir deyişle Bundesliga'da uzun zaman sonra Münih dışında bir takım, iki yıl üst üste şampiyonluk yaşayabilecek mi? Not:Son kez iki yıl üst üste şampiyon olan takım 94-95 ve 95-96'yla Borussia Dortmund'du. Wolfsburg-Beşiktaş maçı sebebiyle yeniden yayınlanan yazının ilk yayın tarihi: 08.08.09 macarsalatası.blogspot.com

20 Ekim 2009 Salı

Ölüme Bakıp Sıtmaya Deniz Baykal'a Bakıp Tayyip Erdoğan'a Razı Olmak...

Kendileri, zaten bugüne kadar elini sıcak sudan soğuk suya vurmamış, riskten hep uzak durmuş bir zat-ı muhterem olarak, ülke tarihinin en önemli süreçlerinden birinin yaşandığı şu zamanda bile -benim için hiç de sürpriz olmayan bir davranış ortaya koyarak- one man show'una devam ediyor ne yazık ki... Ve ne yazık ki muhalefet olmayı, tıpkı okul münazarasında tartışılan bir konunun taraflarından biri mantığıyla hareket etmek sanıyor. Çok uzun yıllara dayalı acıların sonlanmasına yönelik böyle bir süreçte oturup görüşlerini sunmak varken, ülkenin tüm kesimlerinden kişilerin katılımıyla toplantılar düzenleyip o toplantılarda olgunlaştırılmış görüşleri gündeme sunmak varken... Beğenmediği çözümlere alternatif çözümler sunması gerekirken... O hala tüm sorumsuz insanların kolaycılığıyla ve kendince uyanıklıklarla laf salataları yaparak siyasi rant peşinde koşuyor. Yıllardır üzerine giydiği siyaset uslubunun bir işe yaramadığını fark edememiş olmasına ben şaşırmıyorum. Çünkü biliyorum ki onun bir aynası var ve o aynasına her baktığında aynası ona senden büyük yok diyor. Ayna arada bir senden büyük şu var dediğinde de o kişi zaten yok ediliyor.

Milyonlarca insanın umutlarının ve parti aşkının üzerine konup iktidar olmak çabası ve derdi olmadan, hiç sorumluluk almadan, kendine ve keyfine göre siyaset eğlenceleri yaratarak yan gelip yatmanın güzel bir örneği olarak gömülecek kendisi siyaset tarihimize bunu biliyorum.

Şu süreçte, ülkenin en önemli sorununun konuşulmasını bile; tüm aciliyetini ve önemini bir kenara bırakarak, siyasi rakip olarak gördüğü kişiyle televizyon kameraları önünde teke tek bir maça çevirip oradan, siyasi bir rant ve keyif çıkarma arzusuna da ülke adına acıyorum. Ve ne yazık ki bir sol partinin öncelikli derdi olması gereken konulardaki adımları öyle ya da böyle, solcu olmayan biri atıyor. Ve bir şekilde bu sürecin bir kenarından bir çok kesim tutmuşken , sürecin insiyatifini tutan ve sürükleyeni olması gereken sol(!) lider yine balta oluyor. Ve ne yazık ki her seferinde de golü yiyor. Bunu sandıklar hep söylüyor ama o grup toplantısındaki alkışları seviyor, ondan ötesini de duymuyor. Çünkü dünyası o kadar küçük. Kendi de demeye dilim varmıyor yaşına hürmetimden dolayı.

Bizim yakışıklı genç lider(!) sürekli tekrar eden zeka yoksunu, kıt akıllı siyaset uslubuyla peynir gemisi yürür sanıyor. Gerçi onun gemisi yürüyor. Sabah sporunu yapıyor, havuç suyunu içiyor, sonra şahane makam arabasına binip beş yıldızlı otel tadındaki genel merkeze geliyor ve kaptan köşkü kıvamındaki odasında değişmeyen kahve arkadaşlarıyla günlük hoşbeşini yapıyor.

Sonra en sevdiği mesaisi başlıyor. Grup toplantıları dahil her mekanda; değerli arkadaşlarım cümleleri ve boğaz temizleme efektleri eşliğinde, vurgularla beslenen değişik tonlamalarla, ve ne büyük bir hatip olduğunu göze sokan teatral jest ve mimiklerle desteklediği polemikten öte gitmeyen, en ufacık bir katkı ve fikir içermeyen, çözüm sunmayan pek sevdiği demogojik konuşmalarını yapıyor.

Sonra evine gidip -kendi ifadesiyle- herşeyi unutuyor ta ki, ertesi sabah ki one man show'una kadar... Ve o, mutluluğuna mutluluk katıp vaktini keyif içinde kendini eğlendirerek geçirirken, olan ülkeye ve hala varsa ona umut bağlayanlara oluyor. Ve çok yazık oluyor!

18 Ekim 2009 Pazar

Akdeniz'den Yola Çıktım Nerelere Nerelere Vardım!

1992 yılında En İyi Yabancı Film Oscarı'nı almış olan Akdeniz: savaş karşıtı bir tavır ortaya koyan eğlenceli bir İtalyan filmi.

Şahane Akdeniz görüntülerine sahip film; bir grup İtalyan askerinin çıktıkları Yunan adasında yaşadıkları keyifler üzerinden ve halkların kardeşliğine vurgu yapan diyaloglarıyla bu anlamda mesajlarını hoş görüntüler eşliğinde başarıyla veriyor.

Filmi izlemeye karar verir ve izlerseniz; başladığı ilk andan itibaren büyük olasılıkla Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini'yle benzeştireceksiniz. Aslında temel hikayesi çerçevesinden bakıldığında olay yeri, askerler ve kasaba halkı ilişkileri oldukça benzeş. Ama bu film içinde mizah barındırıyor olması, savaş karşıtı söylemlerin yer aldığı felsefi derinliği olan diyaloglarıyla ve üstlendiği misyonla birlikte o filmden başka bir kulvara doğru yürüyor. Ve çekilme tarihi itibariyle Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini'nden önce olması sebebiyle de en fazla romandan etkilenmiş olabileceği ihtimali söz konusu edilebilir; eğer illa da eleştirel bir bakış gerekirse... (edit: ki bu da mümkün görünmüyor, son araştırmalarıma göre kitap da bu filmden sonra yayınlanmış)

Aslında bu film üzerine bir yorum yazmayı düşünmemiştim. Ama son günlerde gündemi fazlasıyla meşgul eden TRT yapımı Ayrılık dizisine İsrail'in gösterdiği tepkiyle birlikte ortaya dökülen hükümet, TRT'den sorumlu Devlet Bakanı, TRT Genel Müdürü, yazar çizer takımı ve dizinin yapımcısının görüşleri ve bu görüşlerin zeka yoksunu ve amigo ağızlarla ifade ediliş biçimleri ortalığı toz duman edince, bu filmi aşağıda sözünü edeceğim nedenden dolayı yorumlamak farz oldu.

Öncelikle kişisel olarak yapılanı şık bulmadığımı belirtmeliyim. Bu İsrail'in Gazze'de ya da başka yerlerde yaptıklarına karşı durmadığım anlamına gelsin de istemem açıkçası... Ki o olaylar esnasında yazdığım Değinmeler başlıklı yazımda, durumu kendi bakış açımdan oldukça detaylı yansıtmıştım o günlerde....

Bu film ya da dizi özel televizyonlarda yayınlansa ya da özel kişiler tarafından yapılmış bir sinema filmi olsa yine de sorun etmez, demokrasinin gereği bir tavır olarak bakardım. Ama devletin daha doğrusu ülkenin resmi yayın organının böyle bir yayın yapması ve bunun halkın isteği ve görüşlerinin bir yansıması olarak duyurması kaçınılmaz bir biçimde halkın hangi kesiminin sorusunu getiriyor akla...

Yani işin özü devlet televizyonunun bir siyasi tavrın aracı olarak kullanılmasını, Türkiye gibi önemli bir devletin dış politika üslubuna yakıştıramıyorum. Özellikle devlet katından ortaya koyulan karşı tavrın ve politikanın daha zekice, daha şık ve daha düzeyli olmasını beklerdim. Bu olaydaki gibi kendi tribünlerine oynayan, son derece ideolojik bir bakışın abartan kışkırtıcılığı ve hıncıyla; ve 'keser döner sap döner gün gelir hesap döner' lafının çokça geçerli olduğu dış politikada hiç olmaması gereken, son derece umursuz bir pespayelikle değil... Üstelik bir filmin (Gece Yarısı Ekspresi) çizdiği imajla yıllarca uğraşmış bir ülke olarak duracağımız yeri ve böyle ucuzluklara başvurmamayı en iyi bizim bilmemiz gerekirken...

Siyaset bir halka karşı ve onun duygularını rencide edecek bir üslupla yapılmamalı. Siyaset siyasetçilere karşı olmalı.

Bütün bu yazdıklarımla bu film ne alaka noktasına gelirsem, olayımız şudur: Muhtemeldir ki ülkede pek izleyici bulmamış ve dolayısıyla devletimizin gözünden kaçmış bu filmin(Akdeniz) bir sahnesinde İtalyan gözcüler bir geminin yaklaştığını işaret eden fişeklerini atarlar. Telaşlanan askerler ve ada halkı sonunda bunun Türkiye bayraklı bir küçük motor olduğunu fark ederler. Filmi izlerken siz Yunanlıların ve İtalyanların birbirlerini aynı ve kardeş görmelerinin yansıması olarak bu Türkün de, o üçgene yani Akdenizlilik haline ve kardeşliğe ortak edildiğini düşünürsünüz (elinizdeki reçete de filmin savaş karşıtı olduğu yazmaktadır ya, dolayısıyla yaklaşımlarının asla ırkçı olmayacağı duygusu yer etmiştir algınızda)...


O gece son derece dostane bir şekilde güle oynaya, çala söyleye, Aziz adlı bu Türk'ün getirdiği türlü türlü uyuşturucuyla keyiften keyife geçilir. Ertesi sabah, bu Türkiye bayraklı Türk motorunun Türk kaptanı Aziz, adada uyuşturucuyla uyanamaz hale getirdiği herkesin neyi var neyi yok çalar... Valla her ne kadar böyle Türkler var desem de, uyuşturucu dünyasındaki tartışılmaz liderliğimizi bireysel bazda kabul etsem de bunları bir filmde izlemek kanıma dokundu açıkçası! Üstelik de bunu bir ülkenin devlet televizyonunda izlememiş ve onların politikacılarının siyasi sorumluluklarını: halkımızın bakışı bu diye adreslememiş olmalarına rağmen...

Bu yazı vesileyle de bu filmi değerli devlet büyüklerimize sesimin yettiğince ihbar ediyorum. Acilen acımı dindirsinler! Ülke namusumuza sürülen bu lekeyi tez zamanda temizletsinler. Çünkü ben istiyorum. Ben halkım ya!

Hani mesela bir kısım halkımız Darfur içinde sesini yükseltmişti! O pek duyulamamıştı galiba... Üstelik son söylemlerden yola çıktığımızda TRT özerkti ve ülkemizde sansür yoktu!

Bu askerler Amerikalı ya da Alman ya da Rus ya da Fransız olsaydı mesela; aynı kelamları ederler miydi ki devletimizin büyükleri acaba? Ya da dilim hiç varmıyor ama bir devletin televizyonunda bizim güneydoğu bölgemizdeki insanlara yapılanlar üzerinden bir film yayınlansa ne olurdu ki halimiz?

Ha birde! İğneyi kendine çuvaldızı ele batır mıydı ki o atasözümüz?

Seçim?


Böyle zamanlarda hayal etmeye devam etmek ve hayatta kalmak için en iyi yol kaçmaktır.

Henry Laborit



Görseller: Videlec.org

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP