6 Ağustos 2009 Perşembe

Cümleyi Çaldım, Hırsızlığımı Sevdim;)



izin ver.. susuyum sözlerimde.. gözlerim anlatsın kalbimi; veya gözlerime bak, göz kalbimi; ben anlatamıyorum..


Cümleler vardır, okuduğunuz anda çarpar sizi... Ve hatta içinden iki kelime dağları taşları aşırtır... Bugün, blogları dolaşırken, en sevdiklerimden Pesimist Rapci'deki yazının içinde vurdu cümle beni... Ve sevmek olgusunu bu kadar yalın ve içten anlatan kaç cümleyle karşılaştığımı düşündürttü bana... O kadar hoştu ki; dayanamadım ve izinsiz yayınladım. En çok da sizi mahrum kılmak istemedim bu şahane yazıdan.

Şahanesin Enes; her zamanki gibi...

Yazının tamamı için, buradan lütfen

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Bir Yanı Hep O Küçük Kız Çocuğuydu...

Sen de ne aradığını bilerek yürüyordun aslında; daha yolun başındayken firen vardı senin; bütün hayatın boyunca en çok ihtiyaç duyduğun yoktu...

Kırıldığında kalbini onarsın istedin, hasta olduğunda başucunda... Hata yaptığında dozunda bir sertlikte, ama yine de sımsıcak bir kalple yanında olsun istedin...

Başardığında aferin kızım desin, saçını okşasın, seninle gurur duysun; başaramadığında, olur böyle şeyler kızım deyip yanağına eli değsin istedin...

Gerekirse bağırsın, hatta tokat atsın, razıydın.

Biri sana yanlış yaptığında, karşısına dikilsin istedin; ya da varlığı sana zarar verilmesine engel olmaya yetsindi.

Okul çıkışında elinden tutup seni eve götürsün; giderken belki de sana çikolata alsın istedin...

Sen sıcacık evinizde beklerken; o elinde ekmekle kapıdan içeri girsin, sen koşup hoş geldin diyesin, o seni kucaklayıp öpsün istedin...

Sofranızda ne olursa olsun önemi yoktu; yeter ki o olsundu... Ama yoktu.

Kimseler yerini dolduramadı. Kimseler senin o küçücük yüreğini, o yürekteki kocaman yangını göremedi...

Üstelikte yarana tuzlar döktüler.



Çoğu zaman, sen serpilmiş ve uyurken, tanrıya dua ederdi belki biri; sen hiç büyüme diye...

Yüzündeki huzura bakıp, basit yanlış anlatmalar yüzünden çektiğin acılara ağlardı belki bir diğeri.

Ufacık meselelerin yarattığı büyük sonuçlara nasıl yanardı belki öteki...

Sanırdın ki o olsa, başına gelenler gelmez.

Sen belki birinden, diğerinden, ötekinden her şey olmasını bekledin.

Derin öfkelerle yarattığın yel değirmenleriyle savaşan şövalyeler olmasını bekledin.

Onlar belki şövalyelerdi. Oysa, belki hayat gerçekti; onunla uzlaşan bir çatışma içinde olmak gerekti.

Asla teslim olmadan!


Zaten gerçek gözlerle bakabildiğinde, kendine güvendiğinde; cennetleri yaratan sen değil miydin?



Bir yaz ayazının taşlarına çarpan bedenden sızan kankarası harfleri bir araya getirdiğimde, yukarıdaki öykü çıkmıştı ortaya... Olay yeri inceleme yaralı bedeni ambulansa yüklerken, son nefesindeki kalbin isyan etmiş kelimelerini duyabilmiştim son kertede; usul ve dingin tiktaklarla şunu haykırıyordu : '' Siz üzerinizdeki elbiseler olmadan insan değil misiniz ?'' ...

Bedenin tebeşirle betona çizilmiş silüetiyle başbaşa kaldığımda: Her türden ahlaksızlıkları ceset torbalarında taşınan ''enkır''ların haber bültenlerine malzeme olan; ve üniversite sınavlarına girdiği yılki başarı derecesiyle değil de; genç, özgür ve kadın olmanın dik duruşuyla değil de... Bir tavrın, bir haykırışın içinden en malzeme, en magazin yanın öne çıkarılması halinin, kartviziti yapılmış çıplaklık haberlerine kustum.

Usul ve sessiz bir özürle...

4 Ağustos 2009 Salı

Polonya ve Türkiye...


Yıllarca, aramızda hiç bir bağın olamayacağını düşündüğüm ülkelerden biriydi Polonya. Lise boyunca, arkadaşlarla kafamızda kurduğumuz gezi planlarında adı bile geçmezdi örneğin. En basitinden gezmek için yurtdışına gidecek olsak, o ülke Polonya olmazdı muhtemelen...


Hayat en büyük üniversiteymiş gerçekten. Sadece üniversite okumak ayrıcalığına!! kavuşamayan kişiler anlamlandırmıyormuş bu klişeyi. Yaklaşık iki hafta önce bir kaç günlüğüne bizde kalan Polonya'lı bir misafirimiz olmasa, ya da organizasyon kapsamında örneğin Amerikalı biri bizim eve düşse, Polonya benim için çok uzak bir yer olarak kalmaya devam edecekti. Üstüne üstlük, okuduğum bölüm icabı Amerika'nın kuruluşunu ezbere bilirken (aramızda bize dayatılanlar dışında hiç bir kültürel bağ olmamasına karşın) , ayrı bir ders olarak okutulabilecek zenginlikteki Polonya-Türkiye ilişkilerinden haberim bile olmayacaktı. Obama aslında Türk vs. gibi saçmalıklara bile, Polonya'yla aramızda ufacık bir yakınlık bulanabileceğinden daha fazla ihtimal verecektim belki de.


Yabancı bir misafiriniz olduğunda, onun ülkesi ile sizinki arasındaki benzerlikler hakkında araştırma yapmak gereği doğar ev sahibi aile için. Bizde de bu iş için en uygun aday ben olduğumdan ve Lehistan'la Osmanlı'nın bir kaç münasebetinden başka bir şey bilmediğimden; ortaya çıkan "Off şimdi bütün Ana Britannica'ları, Meydan Larousse'ları dökmek gerekecek" sıkıntısıyla başladım sağı solu kurcalamaya. Daha doğrusu kurcalayacaktım, eğer ilk elimi attığım yer olan internette anında bir ton bilgi bulmasaydım! Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp gerçekten...

***Osmanlı-Haçlı savaşlarında çok sayıda Polonya'lı asker bulunurmuş, yani aramızdaki ilk ciddi ilişkiler 14.yy'da başlamış.

***2. Viyana Kuşatması'nda; lise boyunca bize bir çok kez anlatılan Kırım Hanı'nın, savaşmaktan kaçarak açtığı boşluktan girerek Viyana'yı kurtaran kişi, bize hiç anlatılmayan Lehistan kralı 3.Jan Sobieski ve ordusuymuş.

***Polonya 18.yy'da Alman-Rus ve Avusturya'lılar tarafında haritadan silinince, göçmenlere yardım eden ülke Osmanlı olmuş ve onlar için İstanbul'daki ünlü Polonezköy (Adampol) kurulmuş. Bu köyü zamanında fransız yazar Gustave Flaubert gibi isimler ziyaret etmiş, Leyla Gencer burada doğmuş ve bir çok Polonyalı devlet adamı yakın tarih boyunca burayı ziyaret etmiş.

***Polonya Cumhuriyeti de Türkiye gibi 1.Dünya Savaşı'ndan sonra (1918'de) kurulmuş. Yeni Türkiye Cumhuriyeti'ni ilk tanıyan ülke ise yine Polonya olmuş.

***2. Dünya Savaşı sırasında Almanlarca işgal edilen Polonya'nın, Türkiye'deki büyükelçiliğine de el konulmak istenmiş; ancak dönemin cumhurbaşkanı İsmet Paşa aramızdaki dostluğu anlatarak Almanlara izin vermemiş.


İlişkilerimiz ana hatlarıyla böyle, gerekirse ayrı bir kitap yazılabilecek kadar detaylı bilgi de toplanabilir. Uzun lafın kısası Polonya, benim adıma Lehistan, Roman Polanski, bir kaç futbolcu ve nobel ödüllü edebiyatçılardan çok daha fazlasıymış.


Not: Fotoğraf, Alanya'nın kardeş şehri Wodsizlaw Slaski'li heyetin Alanya'ya bir ziyaretinde çekilmiş.

Vatan Elden Gidiyor, Çaresine Baksana !


Bizi Yakacaklar!..

Bu yeni kurtuluş savaşımızın ''farkındalık'' belgesi, acil koduyla ve sabah sabah e-postama düşürülmüş , ben de paylaşmak istedim; duyarlı bir vatansever olarak... Bir duyarlı kepabçımız reklam broşürüne bastırmış, hem de harfi harfine ve elbette yüksek vatandaşlık bilinciyle...

Ey kapitalizm nelere kadirsin!

Okuyun ve uyanın, ve asla asimile olmayın...


Diyet, perhiz, rejim gibi faaliyetler hedefte Türk delikanlılarının ve genelde de Türk milletinin devamını engellemek için dış mihraklar tarafından gündeme getirilmiş şuurlu bir düzmecedir. Gaye, eskiden bir koyunu, bir oturuşta götüren dev gibi babayiğit atalarımızı ve tarlada doğum yaptıktan sonra bebeğini kundaklayıp, elde orak tarlada çalışmaya devam eden Türk kadınlarını; kalori hesaplayan, hapşırınca yatağa giren, fitness ve aerobik yapan çıtkırıldım tiplere dönüştürmek ve Türkleri Çinliler, Japonlar gibi sıska, zayıf ve sağlıksız bir ırk haline getirmektir.

İcabi halinde 240 kiloluk top mermisini tek başına namluya süren bir babayiğidin, kalori hesaplayan, yoğurtlu kebabı reddeden bir züppe haline getirilmesinden daha büyük bir soykırım olabilir mi?

İç yağının, kuyruk yağlarının, anamızın Vita yağının kolestrol yaptığı palavradır.




Kolestrol, kebapları yedikten sonra

iki şise soda içerek ayarlanabilecek bir gaz durumudur.

Sakın bu oyuna düşmeyin.



Feminizm, kadın hakları, çevre şuuru ve eşitlik adı altında Türk kızlarının akılları çelinerek, yemek yapmayı bilmeyen, bizim istikbalimiz olan yavrularını, abuk subuk yiyeceklerle yetiştirecek, damak zevki gelişmemiş, sunta kılıklı diyet bisküvilerini yiyecek sanan bir hale getirmişlerdir.

Ayrıca kör olası dış mihraklar, bu kızlarımıza kebap, soğan, çiğ köfte vb. Lezzetleri yiyen, bardak bardak şalgam suyu içen yiğitlerimize hanzo-kıro gibi sıfatlar takmayı öğretmişlerdir.

Ayrıca son yıllarda moda gibi gösterilmeye çalışılan Çin mutfağı diye birşey yoktur. Bu sözde mutfak, acaip zerzevat ile acaip mahlukatın, wog adı verilen bir tencerede yarı pişmiş yarı çiğ olarak hazırlanıp insanlara eziyet olsun diye sopalarla yenmesinden ibaret bir hokkabazlıktır. Sakın kanmayın, sakın yemeyin. Helal değildir!

SİZ KEBAP, CİĞER KAVURMA,NOHUTLU DÜRÜM, BEYRAN VE MİS GİBİ FISTIKLI BAKLAVA YEYİN.

Unutmayın su uyur, düşman uyumaz!

31 Temmuz 2009 Cuma

Yol Arkadaşım

Bizi aynı küvette yıkadılar.

Beraber korktuk sudan, beraber yaşardı gözlerimiz sabun köpüğünden.

Ben sana adını hiç sormadım ben doğduğumda adın zaten vardı aklımda.

Ben senden öncesini ve senden sonrasını hiç düşünmedim.

Biz aynı yatakta uyuduk. Aynı sobanın sıcaklığı ısıttı vücutlarımızı.

Altı üstü mahallelimdin akrabam bile değil, altı üstü yan komşumun kızıydın.

Ben seni bir kardeşi sevebileceğim gibi sevdim.

Aynı numaraydı botlarımız, okul eteklerimizse hep kısa...

Ben aklımın erdiği yaşta senden başka bir kimseyi senin gibi sevemeyeceğimi anladım.

Ben senin düğününde içip sabahlara kadar oynamayı düşledim ve doğacak ilk çocuğuna getireceğim patikleri…

Sen beni üzeceğin gün lanetlenmeyi diledin, mektupların hep kapalı kutularda sonsuza dek saklanmayı bekledi.

Sen derdim için kendi derdinden vazgeçtin.

Sende beni çok sevdin…

Şimdi seni; bu al yüzü, bu bir çift güzel gözü; ıssız, soğuk, karanlık hastane odalarında görmek, refakatçi halimde sabahlara kadar izlemek aklımdan geçmezdi.

Şimdi yetmeyen nefesin, nefes alıp verişin çınlıyor kulaklarımda

Şimdi upuzun saçların beyaz çarşaflara seriliyor.

Şimdi yaşının gençliğine hastalığının yaşlılığına isyanlar okumak geliyor içimden

Şimdi sana bakmak canımı yakıyor


Çalsalar ömrümden, hepsi senin olsa…


captaiin

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Sibirya Berberi



Rus sinema geleneğinin geniş planlar içeren çekimlerinin...

Estetik kaygılar taşıyan nitelikli kamera açılarının...

İyi oyunculukların...

Müziğin ve dansların;

Çarlık Rusyasının görkemli atmosferini; coşkulu, görkemli ve dokunaklı bir aşkı hüzün ve mizahla tatlandırarak daha da parlattığını vurgulamayı, sinemanın ne olduğunu hatırlatan bu güzel filme karşı bir sorumluluk addederim.

28 Temmuz 2009 Salı

Doğa Düğünleri...(+16:))

.......

Tam bu sırada beyaz kanatlı ve kanatlarının üstü üç siyah benli bir kelebek peydahlanmıştı. Çiğdem hemen sustu. Kelebek, çiğdemin üstünde sevdalı sevdalı uçuyor, konayım mı konmayayım mı diye düşünüyormuş gibi çiçeğin önünde kanatlarını çırpıyor, süzülüyor, süzülüyor, sonra uzaklaşıyor, havada acaip kıvrımlar çizerek türlü cambazlıklar ediyor, yine dönüyor, çiçeğe yaklaşıyor, aynı oyunları tekrarlıyordu. Nihayet, çiçeğin önünde bir hayli süzüldükten sonra, kondu. Konar konmaz da çenesinin altına kıvrılmış olan hortumunu bir fil hortumu gibi uzatarak çiçeğin içine, dibine daldırdı. Belli ki kana kana bir şey içiyordu. İçtiği şey azaldıkça da başını ve hortumunu daha derinlere sokmak zorunda kalıyordu. Çiçeğin içine sokuldukça başı çiçeğin toz torbalarına sürtünüyor, çiçek sarsılıyor ve torbalardan sarı bir buğu gibi sızmış olan tozlarla başı, boynuzları, göğsü, her yanı sapsarı kesiliyor, pudralanıyordu. Artık kanmıştı. Yavaş yavaş geri çıkıyordu. Dışarı çıktıktan sonra ön ayaklarıyla yüzünü, gözünü sildi ve hemen uçtu, gitti.

- Artık düğünüm de başlıyor. Bu gelen ilk dünürdü, ilk düğün elçisi. Ona sarı tozumu yükledim ve başka bir çiğdeme yolladım. (s.46)

.......

- Bu elçi seni bu koskoca yamaçta, bu taşların, çalıların arasında nasıl gördü, nasıl buldu?

- Onlar da sizin gibi şatafatı severler. Reklam tekniğinin renk ve ışık oyunlarına kendilerini kaptırırlar. Çiçeklerimin parlak sarısı onun dikkatini çekmek, gönlünü çelmek içindir. Onun gözleri bu rengi iyi seçer. Akçiğdemin elçisi de bir gece kelebeğidir. Çünkü ak, gece karanlığında en iyi seçilen, en çok göze çarpan renktir. Bu renkler sizin otellerinize, dükkân ve gazinolarınıza müşteri çekmek için türlü renklerle yaptığınız afişlerden, ışık oyunlarından başka bir şey değildir. (s.47)

.......

- Bizimkiler de öyle. Bu aşık beni ne gül hatırım için, ne de çiçeklerimin parlak sarısı için ziyaret eder. Onu da bana bağlayan şey, ne yazık ki dünyadaki alakaların en hasisi, yani menfaat duygusudur. İşte gördün. Konara konmaz onun için hazırladığım şerbeti sömürmeye başladı ve kana kana içtikten sonra bir lahza bile durmadan çekip gitti. Fakat ben de ona tatlı şerbetimi boşuna ikram etmedim. Bu ikrama karşılık onunda bana göreceği bir hizmet var: Şerbetimi öyle kolayca içivereceği bir yere koymadım, öyle yere koydum ki onu içmek için başını çiçeğimin içine soktuğu zaman, başı antenlerime sürtünsün ve böylece yırtılmak zorunda kalan veya zaten yırtılmış olan torbalarımdan dükülen tozlarım onun başına, göğsüne yüklensin ve bunları şerbetini içmek için gittiği başka bir çiğdeme iletsin. (s.47)

..........


Yaz başından beri bloga pek dokunamayan ve yazma ve yorumlama konusunda son derece kısır olup alemden de uzaklaşmış ben her sabah kalktığımda, ilk iş kitaplığa bir göz atıyorum. Bu sabah elimi attığım kitap Tubitak yayınlarından çıkmış, ilk basım tarihi 1957 olan ve ülkemizde bitki sosyolojisi bilim dalını kurmuş Prof. Dr. Hikmet Birand' ın (1904-1972) yazmış olduğu Anadolu Manzaraları idi.

En sevdiğim kitaplar listemde yeri olan bu kitap, tam ve gerçek bir doğa sosyolojisi. Yazar, tıpkı yukarı bölümde alıntıların yeraldığı Ankara Çiğdemi örneğinde olduğu gibi; doğanın işleyişini ve onun fertlerinin herbirini, tıpkı insan topluluklarını araştıran sosyologlar diliyle ve zaman zaman bir röportajcı uslubuyla anlatıyor. 119 sayfalık kitap, sıcak yaz günlerinize, hem fiyatı ve kolay okunabilirliği hem de içinde dolaştığınız doğayı kendi dilinden anlatıyor olması özelliği ile taptaze serinlikler ve çokca keyif katabilir. Tavsiye edilir. Seyahat çantanızda bulunması fazlasıyla yararınızadır.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP