Günün akşama dönen saatleriydi. Binbaşıyı evine bırakıp arabayı park ettikten sonra, yukarı, subay gazinosuna doğru çıkmaya başlamıştım ki arkadan gelip koluma giren Aziz'le birlikte yürümeye başladık. "Naber, nasılsın, nasıl geçti gün?" muhabbetiyle ağaçlı yoldan yürüyüp gazinonun kapısından içeri girdik. Altı kişilik şahane bir çeteydik. Hem efendi, hem fırlama, biraz serseri, alabildiğine gözü kara, altı farklı şehirden, altı gencecik çocuk. Her günü, her akşamı aksiyon yüklü altı asker.
Biz Aziz'le orduevinden girdiğimizde, diğer dört adam ortalıkta yoktu. Ve garip bir şekilde canım sıkkındı. Aziz; ''Sen otur tertip, ben işlerim var onları halledip geliyorum,'' dedi. Ben, o an orada bulunan diğer çocuklarla, klasik asker deyimiyle alt devrelerle sohbete başladım. İzmirli, köle diye seslendiğimiz, çok sevdiğimiz, çok uyanık bir garson vardı. Yine alt devre Tokatlı, Türk Sanat Müziği söyleyen, Orduevi eğlencelerinin ve eski kentin kızlarının sevgilisi İbo'da oradaydı.
Bizim çetenin elemanları ortalıkta olmadığı gibi, biraz sonra o ikisi de kayboldu; ve ben, orduevinin oturma salonunda yapayalnız kaldım. Belki bu ilk kez olan bir şey değildi, ki çoğu zaman, şehir dışında ya da görevde olduğumuzda eksik oluyordu kadroda... Ama o gün, canım sıkkındı işte!
Babamın öldüğü, koğuştan izine gidiyorsun diye kaldırılıp otobüse bindiğim geceden henüz bir yıl geçmişti. Askerlikle ve babanın zamansız ölümüyle yüklenilmiş sorumlulukların, vazgeçilmiş hayallerin ortasında bir yerdeydim. O çete, benim o süreci kolay geçirmemin en önemli ögesiydi. En atak, en fırlama çağında bölünen hayatıma katılıp, yaşamı hiç bir şey olmamışçasına sürdürmemin en büyük dayanağıydı.
Hava kararmaya başladığında sadece Aziz benim olduğum yere gelip gidiyordu ki bu da gayet normaldi. Komutan (Tuğgeneral) orduevine yemeğe geldiğinde ya da büyük protokol yemeklerinde bütün düzenden sorumlu olan oydu. Saat sekize yaklaştığında, henüz çetenin diğer elemanları ortalıkta görünmüyordu. O ara, Aziz yanıma geldi, ''Tertip yukarıda az işim var, gel senle beraber gidelim'' dedi. Orduevinin alt binasından çıktık. Kurulu olduğu yamaç dolayısıyla yıkılma riski olduğu için kapatılan üst orduevine doğru yürümeye başladık. Üst orduevinin sadece cuntacı generallere ayrılmış bölümü kullanılabilirdi ve oranın sorumlusu da Aziz'di.
Sadece onlar gelirlerse kullanılan, tugay komutanı dahil hiç bir üst ya da alt rütbeli subayın kullanamadığı bu odalar ve salon: Bizim askerliğimiz süresince, bir kez hizmet verdi cuntaya...
Biz Aziz'in ana kapıyı açmasıyla binadan içeri girdik, oranın sorumlusu olarak her akşam kontrol ediyordu ve her gün temizleniyordu odalar; her an gelirlermiş gibi... Üst kata çıktık, ana salona doğru yöneldik; burası, geldiklerinde yemeklerini yedikleri salondu ve olağanüstü güzel tabakları, kadehleri, çatalları, bıçakları vardı. Mobilyaları anlatmama da gerek yok sanırım. Kapalı ve karanlık salonun önüne geldiğimizde, Aziz kapının anahtarlarını bakındı, çıkardı, elini kapıya uzattı ve ''Aa açıkmış!'' dedi. Biz içeri girdiğimizde, birden ışıklar yandı ve alkış kıyamet koptu. Muhteşem bir masa hazırlanmıştı... Yaş pastaya kadar her şey vardı... Eski kentte bulunması mümkün olmayan Doluca Moskado'yu, kim bilir kaç gün önceden ayarlayıp, bulup buluşturup, masaya koymuşlardı. O zor koşullarda, onca riski alıp, bütün nöbet yerlerini ve nöbetçileri ayarlayıp, bana netekim paşa ve evanesine ayrılmış salonu açmışlardı. Masaya zor oturdum, bir konuşma yapmaya çalıştım. Gözyaşılarımın ve hıçkırıklarımın izin verdiği kadar konuştum; sadece sizi seviyorum diyebildim...
Her biri, bir hediye almıştı: Bir küçük kutu kibrit, bir tadelle, sevdiğim gazozdan bir şişe, bir resim çerçevesi ve benzeri küçük küçük sembolik hediyeler... Hepsini bir torbada hâlâ saklarım; hayatımın en anlamlı ve en değerli hediyeleri olarak... Bir yirmi nisan akşamıydı.
Ve bu yirmi nisan akşamında, bu yazıyı bloga koymaya karar vermiştim. Yayımlamak için bloga girdiğimde şaşırdım. Blogda ''Bir Doğum Günü'' yazısı vardı. Ve gerçekten anlayamadım önce... Sonra okumaya başladım. Duygulandım. Gözlerim doldu. Ama onun altındaki yazı baraj kapaklarını açtı. Mussano burada olsaydı da kutlayacaktı. Tıpkı ailenin diğer fertleri gibi. Buna sevinecektim elbet; ama şaşırmayacaktım.
Yazma konusu aramızda bir meseleydi. Ben özellikle NBA konusunda çok başarılı olduğuna inandığım için yazmasını istiyordum. O da bir sürü bahane öne sürerek yazmıyordu. Doğum günümde, o yazıyı yazmış olması bu yüzden çok anlamlıydı ve o anki şartlarını, sınavlarını göz önüne aldığımda bunun anlamı bir kat daha artıyordu. Hiç bir ekonomik değer o yazının ve diğer tüm dostların yazdıklarının ve gönüllerinden geçenin değerine ulaşamazdı. Hayatımın ikinci en değerli hediyelerini bu doğum günümde aldım. İki gündür, bahçenin kuşları ne şarkılar söylüyor bir bilseniz. Herkese çok teşekkür ediyorum, çok iyisiniz, hepinizi seviyorum:))
Son Okuduklarım 98
2 saat önce