25 Şubat 2009 Çarşamba

Polis...


Bir gün, Mussano'nun msn iletisinde ''baba büyüksün'' cümlesini görünce, yine hayırlı ne yaptım ki diye düşünüp, biraz da keyiften şişinmiştim. Haluk Bilginer için yazdım onu, muhteşem oynamış Polis'te deyince; buradan yola çıkarak, film üzerine üç beş kelam daha edince, kendime çıkardığım paydan gardı düşmüş bir halde akıl defterime notu da düşmüştüm: Polis'e gidilecek...

Film nereden baktığınıza bağlı olarak değerlenecek ya da değerini yitirecek özelliklere sahip. Deneysellikle, uzun yıllarca hayal edilmiş bir tasarının ürünü olarak çekilmişliğin emek ve heyecan duyulmuş samimiyetini hissetirdi öncelikle bana...

Bir polis (Musa Rami) ekseninde; onun yaşamı, duyguları, korkuları, acıları, sığınmışlıkları üzerine bir karakter ortaya koyarken; tüm bunları, anlamsız gibi duran çarpıcı sahnelerle de destekliyor. Her bir sekansı özel "planlanmış'', üzerine çalışılmış ayrı ayrı küçük filmler  uygun sıralara yerleştirilerek büyük bir film yaratılmış gibi duran... benim de bu karmaşık ve anlaşılamazlık duygusu yaratan yanını sevdiğim filmin; sözleri, anlamı, okunuşundaki melodisi muhteşem olan Tekvir'in, yine muhteşem bir sesle okunuşuyla vurgulanan Haluk Bilginer'in cami önündeki, intikamdan ve acıdan kavrulmuş sığınmışlığı... ve yine Özgü Namal'la gittikleri gecede, Özgü Namal'ın şarkılarıyla beslenen duyguların yansıtılışı; hem oyunculuk, hem görsellik, hem de seçilen şarkılar adına muhteşemdi.

Ceza'nın harika şarkısıyla başlayan; müziğin, acının, sığınmanın, aşkın, öfkenin, korkunun, coşkunun, şefkatin içinde barındığı, özenli ve yeni bir şey denemenin cesaretini taşıyan farklı bir filmdi Polis...

Yönetmeninin ödül alırken söylediği söz, bu film için ortaya koyulan çabanın ve içtenliğin özetiydi. Ne demişti yönetmen: ''Derler ki; iyi bir yönetmen, odundan bile muhteşem oyuncular yaratır. Bu filmde, oyuncularım bir odundan yönetmen yarattılar.''

Evet, gerçekten büyük oyuncular ışığı gördükleri bir yönetmenin inandıkları filmine muhteşem bir katkı yapmışlardı. Filmi parlatan en önemli yan da belki bu inanmışlık ve samimiyetti. Sinema adına önemli bir katkı bu film benim için... Çünkü; yeni, güzel ve farklı bir dili var. Öneririm, derdiniz sinema ise!

24 Şubat 2009 Salı

Özgür Basın Kavgası mı


Doğan Medya Grubuna gelen ceza yüzünden, ortalıkta dolaşan doğruydu yalandı haberleriyle ve yorumlarla hiç ilgili değilim. Ama ezelden beri karşı olduğum ve hiç istemediğim durumdan; yani, gazete ve benzeri yayınların gerçek işlevlerinin ötesinde birer ticari kazanç kapısı gibi görülmesinden, gazetenin ya da derginin herhangi bir fabrikada üretilmiş çamaşır makinası, otomobil, kalem, şu bu gibi ticari bir mal gibi görülmesinden ve tıpkı o mallar gibi bir mantıkla, satılabilirlik üzerine, kapitalizmin mal, kazanç, piyasa koşulları,talep gibi unsurlarının göz önünde olduğu bir işletme mantığıyla şekillendirilmesinden rahatsızım.

Ticari kazanç kapısı derken kastettiğim: İşi, hiç bir şekilde yazma çizmeyle ilgili olmayan sermayedarların, yatırımcıların; piyasadaki geçerlilik esaslarından yola çıkarak, hem siyasal anlamda bir güç, hem kendilerinin, dolayısıyla şirketlerinin reklamı amacıyla öncelikle kendi çıkarlarına yönelik bir araç olarak görmeleridir. Hiç bir duygu, düşünce ve gönül bağı olmaksızın, kapitalist kârlılığın büyüklüğü esasından bakıyor olmalarıdır.

Oysa; gazete, daha doğrusu yazmak gönül işidir, öyle de olmalıdır. Gazetenin ya da gazetecinin tarafsızlığı söz konusu olmamalıdır. Gazeteci ya da gazete kendi fikirlerinden taraf olmalıdır. O gün, o an, içinden geçeni, inandığını samimiyetle ortaya koymalıdır. Düşüncelerin farklılığı, farklı bakış açıları ortaya içtenlikle koyulurken; çıkarsal amaçlar güden, hesaplı kitaplı ve günün menfaatlerine odaklı yazılar olmamalıdır.

Elbetteki para kazanmadan yaşamak mümkün değildir. Ama bir gazetecinin önceliği para olup gazete de sadece para kazanılacak bir mal gibi mi görülmelidir?

Daha çok para için, tıpkı diğer ürünlerin reklamları gibi bir çeşitlilikle algılara girip insanların tüketim eğilimlerine göre şekil alan gazeteler yaratıp aynı gazetede, herkesin ağzına gerektiğinde bal çalmak, gerektiğinde giydirmek amaçlı farklılıklarda yazarlar konuşlandırıp o yazarları patron elleriyle zenginleştirince, hayallerinde bile olmayan standartlara ulaştırınca, o kalemlerin herbirinin de köleleşmediğinden ve sahibinin sesi olmayacağından söz edilebilir mi?

Doğan grubunun son olayını sermaye basınına genellersek: Bir başkası benzer bir durum yaşadığında, siyasetçi ya da rakip firmalar söz konusu olduğunda adalete saygı duymak gerektiğini söyleyip şeriatın kestiği parmak acımaz referansından yola çıkarak, ne olursa olsun yargılanıp aklanmanın etik bir davranış olacağından dem vuranlar: Kendi başlarına geldiğinde, kalemşörleri ile birlikte kamuoyu oluşturmaya yönelik bas bas bağırmalarını, özgür basın çerçevesinde değerlendirmek mümkün müdür?

Bu ülkede düşüncelerinden dolayı yargılanıp işkencelerden geçen, cezalar gören onca insan varken; onlara, düşünce özgürlüğü çerçevesinde arka çıkmayıp kendilerinden farklı düşüncelerin özgürlüklerini görmezden gelenlerin; bu çirkin iki yüzlülükle, aslında gidecek paralarından başka üzüntüleri olmayan bu hâl çerçevesinde, susuturulmak istenen medya çığırtkanlığı yapmalarının samimiyeti ne kadar inandırıcıdır?

Asıl işi gazetecilik olmayan sermaye grupları kendilerini finanse etmek için nasıl banka satın aldılarsa zamanında; kendi çıkarlarının temini için bir başka araç olarakta, gerektiğinde şantaj ,gerektiğinde iktidarla ilişkilerini biçimlendirmek için medya organlarını aldılar. Kullandılar, kullanıyorlar.

Elbette bu tek yönlü bir kullanma değil. Siyasetçilerde tıpkı patronlar gibi amaca ulaşmak için her yol mantığından hareketle henüz bir güç olmadıkları , medya gücüne ihtiyaç duydukları evrelerde onlarla kucak kucağa menfaat ilişkileri içinde olurken, medya gücünü kullanmak için devlet kaynaklarını babalarının parasıymış gibi sunarken, bu ülkede ticaret yapan büyük bir çoğunluğun ülkeye özellikle vergiler konusunda çok uyanıkça çalımlar attığını bilmiyorlar mı?

Ama herkesin açığının olduğu bu ülkede; herkes, o açıkları bir gün diğerine kullanmak üzere çirkince heybelerinde saklıyor. Ta ki lazım olduğu güne kadar... Çünkü, karşılıklı işledikleri günahların ortağı oldukları kadar, en yakından tanıklarıdalar.

Tıpkı meydanlarda, aslında hesap sorma makamında olan ve bildiği halde gereğini yapmadığının da itirafı bir heybetle: ''Bir konuşursam diye kükreyip,beni konuşturmayın'' diye mesajlar yollayan, niyeyse bir türlü konuşmayan, bildiği suçu açıklayıp gereğini yapmayan başbakan gibi...

Aslında onlar özgürler; hem de sınırsız ve pervazsızca... Özgür olmayan biziz; sınırları çizilmiş, amaçları aynı, çıkarlara biçimlendirilmiş gazetelere, medya kuruluşlarına mahkum olduğumuz için...

Gazetemi arıyorum; yıllar önce kaybetmiştim de!..

21 Şubat 2009 Cumartesi

Flaş Haber...Serserinin Biri Neler Yapmış!..

Dün, geleneksel cuma yemeklerimize meze olan bu konu; dersanedeki çabalara ve derslerde yoğunlaşmaya göre gözden geçirilip, La Paragas Magazin Servisi tarafından çok da ballı bir şekilde, resimli ve açık kimlikle yeniden yazılabilir. Bu olayın okulda ve dersanede patlaması üzerine içine düşülecek durumu, yapılacak geyikleri göz önüne alınca; hangisinin daha doğru bir seçim olacağı gün gibi ortada gözüküyor. Hani bir de haberin kent içinde yayılması, telefon çaldığında aşkım diye çıkan uyarının aslı tarafından duyulması da eklenince; korkunç ötesi bir durum çıkıyor ortaya.

Bütün bunların daha korkuncu da, ihtiyaç duyulan günde bu haberi gündeme taşıyıp yazacak olan kişiyi ve oluşacak haberin abartılarını şöyle ufaktan bir hayal edince, bu yakışıklının aklını başına alarak ders durumunu yeniden gözden geçirip daha da yoğunlaşması yararına gibi gözüküyor.

Halbuki bu sırıklar küçük birer sırıkken, çocuklar için hazırlanmış, cinsellik konusunda oldukça kapsamlı bir kitabı diğer kitaplarının içine karıştırarak içirmiştik bunlara... Hatta kendi akranları kızlarla ellerine geçirdikleri erkek dergilerindeki resimlere bakarak yaptıkları sohbetlere çok kulak kesilmişliğimiz vardı. Arabanın içinde kızların bunları testır gibi öptüklerini de biliriz.

Tüm bunlara rağmen; demek ki, ebeveyn olarak biz de eksik kalmışız. Doğanın tüm canlılarını içeren bir bilgilendirme gerekiyormuş! Bu olayın başkalarının olduğu sosyal bir ortamda anlatılması durumunda içine düşeceğimiz utancı aile olarak taşımamız mümkün olmazdı. Verilmiş sadakamız varmış...

Bu utanç verici olay şudur: Geçen gün, bu yıl üniversiteye hazırlanan ailenin yakışıklı sırıklarından adı, kimliği şimdilik saklanan şahıs, balkondan içeri çok komik ve eğlenceli bir olay yakalamanın heyecanıyla şöyle sesleniyor: ''Anneee çabuk gel! Gel bak çok komik, serserinin biri iki köpeği kuyruklarından bağlamış bi gör hallerini. Millet neler yapıyo bir türlü ayrılamıyorlar. Kaçamıyorlar da... biri o tarafa öbürü bu tarafa gitmeye çalışıyor. Çok komik yaaa! Demek ki daha yetişkin ve görsellik de içeren kitaplara, belki de, gözününe bırakılacak 16+ bir kaç filme ihtiyaç var.

Eğitim şart...

Valla çok komikti(n) sevgili sırığımız; sayende çok güldük. Hadi bakalım ders başına, hâlâ oyun mu oynuyorsun sen:))

Düş'e Alt Yazı 8...Böyle bir e-posta kaç şanslı kadın aldı acaba bugün, hemde ikinci defa:))‏


15:04:16 kadının e-postasına düş(en)

Keşke gitmek zorunda olmasam da! Dirseği masaya koyulmuş sol avucuma:Şimdi ,şu anda olduğu gibi gün boyu yanağımı yaslayıp;yüzümde herşeyden boş bir odaklanma, bütün dünyaya duymaz bir kapanışla,melul melul ve tatlı tatlı yalnızca sana baksam:))

Ne edersin ki kader işte, gitmem gerekiyor:)). ..Bu sefer gidiyorum bebek;)


15:07:54 adamın e-postasına düş(tü)

:))))




Resim videlec.org
Müzik Badem-Badem albümünden Ala Gözlerini Sevdiğim Dilber adlı şarkı

20 Şubat 2009 Cuma

Sinemada Kitap Uyarlamaları Üzerine Bir Tartışmada Topa Girmiştim


Kusura bakmayın; biraz geriden geldiğim için anında katılamadığım tartışmalar üzerine, eğer ''becerebilirsem kısaca'' bir düşünce turu yapayım kendimce diyerek, girdim konuya. Ve şöyle devam ettim:

Edebiyat sinema ilişkisi konusunda herkesin görüşlerine katıldığımı belirtmek isterim öncelikle. Çünkü üzerine çok farklı açılardan doğrular bulunup, o doğrulardan çok haklı sonuçlar çıkarılabilecek bir konu... Ama herkesin üzerinde hemfikir olduğu algı, işin özü kanımca...

Xyx'in edebiyat sinemaya hikâye sağlar sözü çok doğru ama unutmamamız gereken bir nokta var ki edebiyata hikâye sağlayan da hayat.

Aslında, çok detay arzusuna fren yaptırarak yazıyorum. Hepimiz, okuduğumuz ya da izlediğimiz her şeyi, kendi yaşamımızın tanıklıklarıyla anlamlandırıyoruz. Aynı kitapları okuduğumuzda bile, nasıl ki yorumlarken her birimiz algımızda yeri olan tanıklıklarımız ve hayata bakışımızdaki seçimlerle doğru orantılı olarak farklı noktalarını öne çıkarıyorsak, aynısını filmlerde de yapıyoruz.

Buna şöyle somut bir örnek vermek isterim: Yxy çok iyi bilecektir ki Beynelmilel üzerine yazılmış, dalga geçer ve orada yaşananların olabilirliğini küçümser bir yoruma, bir yanıt yazmıştım. Orada, benim de filmi verdiğinin ötesinde anlamlandırdığım üzerine bir eleştiri yapıldı. Aslında ben olduğundan fazla anlamlandırmamıştım. Çünkü o yıllar, yaşım küçük de olsa, yaşadığım bir süreçti ve çok önemli aşamalarına bir birikimle, olayları içerden yaşayan biri olarak öncesine ve sonrasında da,  büyük bir davasının sorgu dahil tüm aşamalarına, tanıklık etmiştim.

Filmin her karesindeki ifade edilmek isteneni anlamlandıracak somut örneklerim vardı.

Farklı yaştaki (döneme tanıklık etmemiş) tarihsel ve toplumsal geçmişe meraksız birinin benimle aynı örneklere ve bakışa sahip olmaması olası; çok normal olarak da aynı şeyleri görmemiştik filmde!

Bu mantıktan baktığımızda, aslında okuduğumuz kitaptaki imgeleri kendi dünyamızda, kendi birikimimizle, tanıklıklarımızla anlamlandırıp somut bir durum oluşturuyoruz kafamızda; başı sonu şekillenmiş, ucu hiçbir şekilde açık olmayan, karakterleri vücut bulmuş ve bir bilinmezlik hali yok, kendimizce...

Ve kendi resimlediğimiz bu kitap, bir başkası (yönetmen) tarafından biçimlendiriliyor. Artık bir başka algının öne çıkardıklarıyla şekillenip, onun önceliklerinin öne çıktığı bir halde sahne alıyor, can buluyor.

Sorun da tam burada başlıyor zaten!

Bu konuyu Yxy gündeme alınca, kaç kitabın filmini izlediğimi düşündüm. Sonra bunun sonuçlarını... Fark ettim ki ben seçimimi yapmışım; filmi ve kitabı iki ayrı olarak ele alıyor, sıkıntı yaşamıyorum.

Bu platformda filmini izleyip, kitabını okumadığım bir çok örnek gördüm. Kitabı okuyanların bir beklentisi ve resmedilmiş bir şekli olduğu için genelde olumsuz eleştirdikleri filmleri; benim beğendiğimi fark ettim. Eminim ki onlar da kitabı okumadan filmi izleselerdi, beğenirlerdi.

Sonuç: Ya kitabı okuduğunuzda filmi izlemeyin hayalleriniz yıkılmasın (iki ayrı görmüyorsanız); ya da kitabı okumayıp, filmi izleyin.(bu kısım şaka tabii ki)

Yxy'nin, kitapta yazarın karakter üzerine yazdığı uzun tasvirlerin sinemada sınırlanacağı konusundaki görüşü de doğrudur. Ama, bunun da bir aması vardır!

Xyx'in, aynı reçeteden farklı tatlarda yemek yapan aşçılar örneğine baktığımızda, niye bazılarının daha güzel olduğunu düşünürsek, bunun nedeni; onların fikirsel zenginliğinin reçeteyi yorumlamadaki olmuşluğu, muhafazakârlıktan uzak cesareti, diyebiliriz.

Son cümle; her şeyden olduğu gibi edebiyattan da güzel film yapılabilir, yeter ki kitaptaki derinliği doğru algılama gücünde bir yönetmen olsun. İzleyicide de filmin iyi oynanmış herhangi bir sahnesindeki herhangi bir bakışı, sayfalarca anlatabilecek duygu tanıklığı ve yorumlama birikimi... .

19 Şubat 2009 Perşembe

Ben Kimimki Der(se)Biri!..



Kimse(sizmişim )!


(O)
zaman;


ebedi suskun(um) .



Toprağa karışmaz(sa ) kelimeler(im);


Ya da!

isterler(se)...

Ki;

istediler,

istiyorlar,

isteyecekler...


Kim(im) kim
(se)?


Savrulurlar...


Bulurlar,


kim(se)?

kim(sesiz)


de...




Resim,Videlec.org
Müzik Cem Karaca-Resimdeki Gözyaşları

18 Şubat 2009 Çarşamba

Nereden Sevdim O Zalim Kadını!..


Ne olacak şimdi?

Gazetedeki bir habere göre bilim adamları; acıyı, yaşanan kötü anları unutturacak bir ilaç bulmuşlar. Her buluşun olumlu yanları gibi, olumsuz yanları olduğunu da göz önüne alınca, başlıktaki şarkı gibi; aşk ya da yaşamın diğer acılarından beslenmiş şarkıların, filmlerin, hikayelerin, şiirlerin, karakterlerin ölümü yaklaşırken; terörün, cinayetlerin, her türlü mezalimin ve kötülüğün de önü açılabilir mi acaba?

Hemen aklıma gelen bir iki örneği, biraz da geyiğini yaparak şöyle bir sıralarsam: Örnek, kirala katili, işlet cinayeti, ver hapı al sana faili meçhule şükrettirecek; failun, failatün mefailün bir cinayet... Gir bankaya, ne var ne yok topla, ver hapı millete, allahın selameti başına güle güle harca paralarını... Gözü kazayla bir tarafa kaymış kadına, ''kime bakıyodun lan sen bakim'' tadında verip hapı, bir yandan dilim dilim doğrarken; kadın elinde çamaşır suyuna batırılmış bezle, en korumacı olduğu evine bulaşacak kanlarını -ölünce gelenler evimi kirli görmesinler diye düşüneceği garanti olduğu için- en itinalı şekilde temizlesin; olay yeri incelemeye de mis gibi temizlik kokusu kalsın... At bi hap da kendin, olay tümden sıfırlansın...

Benzeri bir sürü geyik yapılabilecek konuyu fazla uzatmadan, özellikle hiç ellerinde olmayan nedenlerle acı çekmek zorunda kalan başta küçük yaşlarda tacize, tecavüze uğramış; bunun etkisinden kurtulması çok zor olan çocuklar olmak üzere; bazı travmaların, kötü anların yok edilebilmesine yararlarını da görmezden gelmek olası değil.

Ve acaba diyorum, her yeni buluşdaki bu iki uçluluk yüzünden yaşamın tadı da azalıyor mu? Dinamitten yola çıkarak düşüneyim bunu... Yoksa insandan mı yola çıksam?

haberin aslı için burdan buyurabilirsiniz:))

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP