5 Ekim 2023 Perşembe

Ama Ne Bakkal

05/02/2016

...
Kesinlikle bir rüya. Henüz sabahın erkeni ve sanki kırpıştırmak gerek gözleri. Olamaz. Ama oldu! Yalnız cami ve ev birlikte çok hoş. Çekmeden bırakılmaz. Onların hemen yanında ise "işte budur" dedirten ev. Mavileri asla kaçırmayan, mavi aşkı tavanda birisinin deklanşöründen olmalı kesinlikle. Önce bakkala mı girsek acaba?

Hiç bir müzede, hiç bir objenin önünde olmadığımız kadar vitrininde kalıyoruz. Ne garip ki Karadeniz'in ücra bir köşesindeki de bu da mavi.* Eski bakkalların hepsinde mutlaka mavi var mıdır ki?


Bir masalın kapısını aralayıp da içine girer gibi giriyoruz dükkâna. Kapının hemen yanındaki sobanın başında ısınan bir genç adam var. Üzerindeki montun ambleminden anlaşılıyor ki dışarıdaki araç onun.  Abiyi sevdiği belli. Sobanın üzerinde çay.

Abi çok kibar, ayağa kalktı.

"Bir su lütfen."

İki de meyve suyu alıyorum raftan. Çocukluk gibi. Muhteşem bi an. Daha çok şey almak geliyor içimizden. Bütün paramızı buraya döksek mutlu olacağız gibi. O an duruyorum. İki duygu bir arada.  İnayet kısmına fren yaptırıyorum. An'a yakışmadı.

 "Ne  kadar?"

Şu an hatırlamıyorum ama şaşırtıcı gelecek kadar düşük bir fiyat. 2.25'di, hatırladım. Bir liraları veriyorum ve küsurat için bozuk arıyoruz. İstemiyor. "Misafirsiniz," diyor. Almamakta ısrarcı. Masasının üzerine bırakıyoruz.


"Adın ne abi.?"

"Vahit."

"Abi sakın bu dükkânı bozma, sakın ama."

Gülümsüyor. Niyet etmiş gibi. Sanki sonra vazgeçmiş. İlgi odağı olduğunun farkında. "Fotoğrafını çekebilir miyiz?" diye soruyoruz. Kabul ediyor, alışkın sanki. "Bir yazıda kullanacağım ama! Yayımlayacağım." Havasını atıyor: "Turuncu Dergisi çekti, dergiyi göndereceklerdi güya. TRT çekim yaptı, uğrayan çok oluyor." Amblemli montu olan genci de çağırdı yanına "Gel, sen de çık." dedi, poz verirken. Çekingen geldi diğeri, biraz utangaç. Ama istekli de. Şöhret olmanın dayanılmaz sevinci.

Raflar rengârenk. Bilmediğim markada kekler, bisküviler, çikolatalar, meyve suları.

Acaba lokum ile açık bisküvi de var mıydı?
...



Yazının tamamı: Sen kaç yüzyıldır burada bakkalsın be Vahit Abi

3 Ekim 2023 Salı

Toplu Gösteri

Bulutların üzerinde bir haftaydı sanki...

Yeni insanlar tanıdığım, sonra alıştığım, bir haftanın tamamında rastlaştığım, sohbet ettiğim, çok keyif aldığım, ülke gündeminden sıyrılıp da kendimi İskandinavya'da sandığım...

Ve gündemden baktığımda da cennette bir rüyaydı sanki yaşadığım.


Sadece enfes biletler biriktirmekle kalmadım. Notos'dan okuduğum Epepe üzerinden konuşmalarımız mıydı sebep hatırlamıyorum.

Laf lafı açmıştı muhtemelen, ki ben bir rüya haftadaydım;

Enn Sevdiğim Kadın bana kitaplar öneriyordu Ege'den...

Ve ben yazarların hiçbirini tanımıyordum.

Bir kültür haftasının içinde saklanmış; yaşadığımız hayatın hem ekonomik hem siyasal, hem de mutsuz ortamından azade; üstelik paranın kullanılmadığı, biletlerin bedava olduğu sosyalist bir keyif ve huzur ortamındaydım.

Hafta bitti, cadı püff dedi ve ülkemizin acı gündemine geri döndüm.

Lakin ruhum hâlâ güzel.


Yaşasın panzehirler!

Yaşasın mücadelemiz!

Yaşasın Müzik!



30 Eylül 2023 Cumartesi

Ve Rüya Hafta Biter

Perşembe


Güzel bir akşamüstü ve bir veda gecesi. Spor bir şıklık. İşi kapatıyor, dışarıda atıştırmayı düşünüyor ve biraz erken çıkıyorum yola. Fikrim "Ne yesem?!" diye fırdönüyor. Önce doğrudan trene atlayıp yeme içme işini AVM'de halletmeyi düşünüyorum. İstasyona yürürken de fikrim beni sokak aralarına yönlendiriyor ve "Vakit var!" diyor. Az önce tereyağlı simit ve dereotlu poğaça aldım ve minik poşeti sırt çantama attım.

İstasyona dolana dolana ve ağır aksak adımlarla gitmeyi planlıyorum.

Pazar kurulu, çünkü gün onun günü. Önce kenarından geçiyorum tezgâh yüklü sokakların. Hoş seslerini dinliyorum pazarcıların, istasyondan uzaklaşırken, dağdan gelip denize akan derenin kenarından ana caddeye yönleniyor, ona varmadan da sola ve geriye dönüp pazar şenliğinin içine dalıyorum. Çığırtkan sesler, pazarlıklar, meyvalar, sebzeler arasından aynı ağır adımlarla geçerken; akşamın güzelliğine, kalabalığın enfes senfonisine öpücükler yolluyorum.

Pazar yeri ile vedalaşıp bulvara kıvrılınca da markete girip kendime bir çikolatalı gofret ile kutu Pepsi alıyorum. Sallana sallana, adeta dans eder adımlarla onları götürürken de ışıklardan karşıya geçip istasyona varıyorum.

Ruhum tüy hafifliğinde, ayaklarım yerden kesik, adımlarım avare...

Ve tren gözüküyor.

Enn sevdiğim...

Trenden iniyor, pırıl pırıl akşamüstünün altından ağır adımlarla geçiyor, AVM'ye de sallana sallana varıyorum. Sırt çantam x ray'den geçerken, bana gülümseyen güvenlik görevlisi genç hanımefendi ile iki lafın belini kırıyoruz.

Filme hâlâ vaktim var, sırt çantamda da bir öykü kitabı var. Sinema katında oturuyorum; yuvarlak masalardan birinin, onu çevreleyen deri koltuğuna.

Filme bayılıyorum. Bu kez Malta'dayız. Genç bir çift. Evin erkeği balıkçı; baba yadigarı bir kayığı var. Bir de minik bebeleri lâkin bebenin de ciddi bir bakıma ihtiyacı var; ilaçlar el yakıyor. Genç adam gururlu, minnetsiz ancak ekmek de aslanın ağzında.

Velhasıl şu satırları yazan adam, genç yönetmen ve senarist Alex Camilleri'nin elinden çıkmış, Jesmark Scicluna ve Michaela Farrugia'nın başrolü paylaştığı, görüntü yönetmeni Léo Lefèvre'in çok hoş sahneleri ve John Natchez'in enfes müzikleri eşliğinde bu sıcacık, sevimli, denizli ve hayat gaileli enfes filmin içinde -zevkten dört köşe bir şekilde- eriyor.



Luzzu çok kararında bir film, süresi de ona göre... Dolayısıyla diğer film öncesi bir boşluk bırakıyor ve ben kahve mi içsem noktasındayım.

Düşünürken düşünürken bundan vazgeçiyorum.

Ve bu akşamın ertesi akşamı -yani bugün- için şahsıma hem enfes bir Türk filmi hem de enfes bir film öncesi ya da film sonrası planlıyorum.

Ve o ân için de az sonra izleyeceğim filmin başdöndürücü ritmine ve tadına bayılacağımı henüz bilmiyorum.

Ve hakkında bir kaç cümleden öte kelâm etmeyi de düşünmüyorum.

Çünkü çok katmanlı, karakterleri ilginç, görüntüleri ve mekânları hoş, ritmi güzel, şaşırtıcı, seksi, çarpık, belki çok eleştirilecek, ahlaki anlamda sorgulanacak, belki üzerine uzun uzun düşünülecek...

Kara mizahı; enfes hazırlanlanmış, az süt ve çok az şeker ilaveli koyu kahve tadında bu filme, yani Bir Daha Asla Kar Yağmayacak'a, senaryoya ve anlatıma sanırım sadece ben bayılmıyorum. Çünkü bir kaç kişi dışında filmden kimse rahatsız olmuyor ve uzun süresine rağmen ara dışında da kimse koltuğunu terk etmiyor.


Çok keyifle tadını çıkarıyorum filmin; bir sinemasever olarak... Ve yönetmenler Malgorzata Szumowska ile Michal Englert tarafından senaryosu da yazılmış bu enfes Polonya yapımı filmin keyiften ölmüş ama tavsiye konusunda ceset seyircisi olarak, Avrupa Filmleri Haftası'ndaki seçkiye çok ama çok yakıştığını düşünüyorum ve son isim geçene kadar salonda kalıyorum ki müzik de enfes. Mutlu bir haftanın mutlu son akşamının, oldukça geç bir vaktinde salonu terk ederken; gösterimlerin başından beri sürecin iyi işlemesi için çaba gösteren, takdirlerimi daha önce de yazdığım ve bizzat kendisine de söylediğim hanımefendiye, harikaydınız ilavesi ile teşekkür edip, bu kez elini de sıkarken, enfes bir sinema haftasını geride bırakmış ama tadı hâlâ gülümsemesinde saklı kendime de: "İyi ki sinemaseversin ve bu enfes akşam dahil mükemmel bir haftayı bana yaşattın," diyerek teşekkür ediyor ve ayakta alkışlıyorum.

28 Eylül 2023 Perşembe

Boşuna Kadınlar Gümbür Gümbür Geliyor Demiyoruz

Çarşamba


Ne giyeceğime bir türlü karar veremeyince ve yayına hazırladığım yazının son düzeltmelerini yaparken vaktin daraldığını fark ediyorum. Yazıyı toparlayıp, duş ve traş işini halletikten sonra kendimi sokakta ve hızlı adımlarla istasyona yürürken buluyorum. Bugün gömlek giymeye karar verdim. Trenin üç dakikası var ve istasyondayım. Saati sürekli kontrol ediyorum çünkü film başlamışken salona girmeyi sevmiyorum. Tren göründü ve kısa sürede önümde. Bindim ve meleklerin benim yanımda olduğunu hissettim, yetişebileceğime inancım tam. Çünkü kapılar kapandığında trafik lambası yeşile döndü. Ve şansım her kavşakta benden yana. İneceğim istasyona vardığımızda filme yarım saat var. Yaşasın!

AVM'ye yaklaştım ve bulvarı karşıya geçmek üzereyken alçaktaki ayı fark ediyorum. Yusyuvarlak ve harika görünüyor. Bir an orta refrüjde kalıp fotoğraf çekmek istiyorum ancak kırmızıya takılıp da zaman kaybetme ihtimalini göze alamıyorum. Karşıya geçince daha güzel bir açı yakalıyorum. Bu kez de çantaya attığım küçük makine için hayıflanıyorum; ciddi bir zuma ihtiyacım var. Elbette bunu küçüğe hissettirmiyorum ve görüntüde oluşacak aksaklıkları da umursamıyorum çünkü ay ve bulunduğu yer çok güzel ve bu bir fırsat.

Kader kısmet deyip makinenin kapasitesi kadar zumluyorum ve basıyorum deklanşöre: üç kere...

Nokta kadar da olsa varlığı, hoş bir ânı olarak belki de yıllarca kalacak bu gecede.


İki filme de bayılıyorum, hatta şu ana kadar izlediğim filmler içinde bam teline dokunan, kendilerini soluksuz bir keyifle izleten iki film diyerek ön sıralara çekiyorum onları.

Okul Kızları'nı Pilar Palomero kadın duyarlılığı ile hem yazmış hem yönetmiş. Elleri dert görmesin.

Ben çok ama çok beğendim ki üzerine uzun cümleler kurmayı ne izlerken düşündüm ne de şimdi yazarken. Velhasıl kısa keseceğim: Enfes bir sinema tadı yaşatan, derdini kısa, kestirme bir yoldan derin derin anlatan, normalleşme potansiyeli olan Odun'lara da faydası dokunacak bir kadın filmi.

Giriş, gelişme ve finali müthiş bence! Ergen Andrea Fandos din eğitimi veren, bizdeki İmam Hatip'lerin muadili bir kızlar okulunda öğrenci rolünde ve oyunculuğu müthiş... Ve Annesi rolünde Natalia De Molina var ki başlangıçta kendisine -kızı gibi- kızıyordum lakin ikinci yarıda beni ters köşeye yatırmakla kalmadı, kendisine de hayran bıraktı.

Kadın yönetmen Pilar'sa kelimenin tam anlamıyla ilmek ilmek örüyor filmini ve muhteşem bir finalle de sonlandırıyor.


Ve Signe Baumane. Tanımazdım bilmezdim. Letonyalı bir animatör ve yazar olduğunu film sonrası Wikipedia'dan öğreniyorum. Ve akşamın geç vaktinde ve üstelik enfes bir filmin ardından -yine kadın elinden çıkmış- bu kez muhteşem bir animasyon izliyorum ki standartlara vurduğumuzda süresi bayağı uzun. Gelin görün ki ince mizahı, bilimsel açıklamaları beyin üzerinden esprili bir şekilde anlatıp aynı zamanda beynin içindeki kimyasal değişimleri de gösteren enfes bir akışı var filmin. Komik üstelik. Ve kadın erkek ilişkilerini ve hallerini pek güzel anlatmakla kalmıyor, bizi Sovyetler Birliği'ne dahi götürürken finalde de tam anlamı ile ters köşeye yatırıyor ki şu âna kadar yazdıklarımın içinde filme dair pek çok güzel ân, espri ve olay yok. Çünkü iki film üzerine kısa da olsa yazmayı düşünmemiştim. Afişlerinin arasına tek bir cümle yazıp bırakacaktım ki yine durduramadım klavyeyi...



İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP