24 Eylül 2023 Pazar

İki Film Birden Festivali

Cumartesi


Üç film mi yapsam kararsızlığı içindeyim. Tereddütüm son trene yetişememek. İki film kesin. Haklarında hiç bir araştırma yapmıyor, başka fikirlerin zihnimi etkilemesini her zamanki gibi istemiyorum. Sadece saat itibariyle bir şeyler yesem mi tereddütüm var. Aklımdan mekânlar geçse de niyetimle aklım zamanı doğru kullanmam konusunda mutabık ve önerileri yol üstündeki Migros'tan sigara böreği formunda sarılıp fırınlanmış böreklerden almak. Karara uyuyor ve bir tanesini yürürken ve istasyona varmamışken götürüyorum. Kartımı okuttum ve banklardan birine çöküp ikinci böreği sırt çantamdan çıkardım. Yarıya gelmek üzereyken de tren gözüküyor. Börek sırt çantasına ben trene; üstelik sevdiklerimden.

Çantamı x ray'e yollarken güvenlik görevlisi genç kadının zarif gülümsemesine eşlik eden hoş geldiniz'ine sıcacık gülümseyerek hoş bulduk diyorum. Ve Migros'a dalıyorum. Geleneksel havuçlu, tarçınlı keklerimi aldım, Pepsi Max yok, o halde Kola'nın yeni ürününden. Ve sinema katı.

İki film için biletlerim an itibariyle cepte, lakin bu kez D-5.

Sağ yanımda çok hoş iki hanımefendi sol yanımda da genç bir çift var.



Ve film en ufak bir aksaklık yaşanmadan etkili açılış müziğinin ardından başlar...


Açılış sahnesi çok hoş. Rastlaşma! Bir araba ve içinde yaşlı bir beyefendi. Sonra bir genç kadın, ilginç ve etkileyici bir karakter; çalışmak için orada. Yağmur. Üç genç adam; gurbetçi, hayaller var ve hayalleri büyük. Avrupa'nın -bazıları için- zor yılları, ekmek aslanın ağzında. Mekân seçimleri, görüntü yönetimi muhteşem. Ve müzikler! Ana karakterler Beyefendi (Renato Carpentieri) ve Genç Kadın (Sara Serrai Occo) gibi dursa da aslında pek de öyle değil. Güçlü senaryo ve onun Yönetmen Donato Rotunno tarafından yazılmış olması; her türlü kalabalığına, çoklu ilişki ve insan hikâyelerine ve farklı ilişkilerin çapraşık, karmaşık yapısına ve karakter çokluğuna ve ne oluyoruz yahu diyen izleyicilere rağmen yönetmenin zoru başararak, sonuçta ortaya anlaşılır bir bütünlük koyması muhteşem.

Yani bir film yazısını romana çevirmek istemeyen Buraneros kısaca diyor ki: Ben bir sinemaseverim diyenlerdenseniz, şuracığa bıraktığım ipuçlarını iyi değerlendirin, filmin müziklerinin ve kalabalığının tadını çıkarın!


İyiyim'in tadı zihnimde kısa bir özetle akarken salondan çıkıyorum. İkinci film için 15 dakikam var ve o arada salon temizleniyor; ben de bu kez çoğu filmi salonda tek, en fazla da 5 kişi ile izlediğim zamanlarda yaptığımı yapmıyor, belki de salonun kalabalık oluşunun yarattığı hoşluk karşılığında kolamı ve keklerimi filmi izlerken açmayıp bekletiyor ve bu arayı değerlendirerek beslenme bölgesindeki bir masada keyifle götürüyorum.

Ve ara sonrası yeniden Yeşilyurt Paribu Cineverse salon 2'deyim. Bu kez bir Bulgar filmi. Metronom'un tadı henüz zihnimden silinmiş değil ve onun güzelliği bu film için pek davetkâr bir referans.

Son derece ilginç bir sahne ve akışla başlıyor film. Cennet mi yoksa burası, içine çoktan çekti beni. Sanırım haketmişim! Rüya tadında bir zaman dilimi. Fonda enfes bir müzik. Film boyunca yakamızı bırakmayacak sanki. Bırakmasın da!

Bazı izleyicileri sıkıntı basmış olabilir, hissediyorum çünkü kokusu sol yanımdan geliyor?! Bakalım antrakta kaç fire vereceğiz. Perdede büyülü sahneler, biraz da anlaşılmaz. İçimde bir ukala türemedi değil, bu neyin nesi şaşkınlığı isyanlarda. Cin bir yönetmenin eline düştüğümüz tartışmasız. İlk film İyiyim'in bıraktığı ritmin tadıyla şu ânkini tutturamıyor bünyem sanıyorum.

Sakinim, hani bir festival salonunda ve bilinçli sinemaseverler arasında olmasam öteki beni tutmam mümkün değil...

Gibi!

Bir duralım ve düşünelim.

Hiç ara vermeyen bir müzik; görkemli, ilahi bir tadı da var sanki. Görüntüler yemede yanında yat tadında. Görünüşte her şey hoş lakin ben garibi içinden farklı farklı benler çıkarıyor. Sanırım bu arada bünyemin ilgili birimi yeni filmin ayarlarını kavrıyor ve usul usul beni de o seviyeye taşıyor. Çünkü filmin ruhuyla benim ruhumun senkronize olduğunu hissediyorum. İçimde övgü sözcükleri ortaya çıkmaya başlıyor ve gittikçe de kalabalıklaşıyorlar. Kadın oyuncuların performanslarını ve üstlendikleri rollerin güçlüğünü de göz önüne alırken filme de bayılmaya başladığımı seziyorum; hatta erkek oyucuların ve figürasyonun kalitesinin farkına varıyorum. Dip dalgası gibi gelen incelikli düzen eleştirileri ince ince işliyorlar zihnimi. Çok severek izlemiş olduğum, üslubu farklı Metronom'dan aldığım tadın bile ötesine taşıyacağını Sessiz Bahçe'nin, iyice hissediyorum. Artık perdede olan biten her şeye, simgesel anlatımlara bile hakimim.

Ve Antrak.

Sol yanımdaki çift en azından bekleme nezaketini gösterdiler ve salonu antrakta terk ediyorlar. Kalktıklarında ve önümden geçerlerken kısa bir sohbetin ardından geçmiş olsun, diyorum.

Ve fakat sağ yanımda oturan iki çok tatlı, zarif genç hanımefendiden benim hemen yan koltuğumda olanına soruyorum ve yanılmıyorum; çünkü sevdim filmi, dedi.

Filmin bitiminde iki kişi dışında tamamı salonda kalmış izleyicilerin zihinlerinde ve gönüllerinde giriş gelişme ve sonuç evreleri tamamlanmış, kavradığımız filmle birlikte fabrika ayarlarımıza da dönmüştük.

Muhteşem ötesi bir ikinci yarı izlediğimiz kesin, nefes alamadığımız da kesin çünkü fırsat bulmak mümkün değildi. Kolektif bir rüyanın içinde oyuncu olmuştuk sanki; finale nefes nefese geldik, coşku sanırım paçalarımızdan, gözümüzden, kulaklarımızdan, en çok da kalplerimizden akıyordu.

Hanımefendilere iyi akşamlar dileyip çıktım. Binadan çıkarken güvenlik görevlisi hanımefendiye iyi akşamlar diledim. Işıklardan karşıya geçecektim ve kırmızı yanıyordu. Çok ama çok tatlı bir kara köpekse karşıya geçme çabasında; sanki ışığın yeşil olmasını bekliyor. O sırada da ufak hamleler yapıyor ve benim başına bir şey gelecek diye içim gidiyor. Göz göze geldik ve bekle dedim. Biraz sonra yeşil yandı fakat o bekliyor, döndüm ve hadi dedim. Beraberce orta refrüje vardık. İkinci bölüm için hadi dedim ancak o:"Ben bu yeşillikte biraz takılıp eğleneceğim sen devam et," dedi.

O küçük pastanenenin açık olmasını o kadar yürekten istiyordum ki yürürken...

Önüne vardığımda yine kapalı.

Gecenin vaktinin geç zamanı ve artık evdeyim, kızların seyredemediğim Japonya maçını izliyorum. Telefon çalıyor... Ve O. Enn Sevdiğim Kadın. Filmden başlıyorum ve dakikaları aşıyor konuşma...

23 Eylül 2023 Cumartesi

Avrupa Filmleri Haftası- Koşucu

Cuma


Žygimantė Elena Jakštaitė, bayım bayım bayıldım.

Yönetmen Andrius Blaževičius'un tarzına bayıldım.

Görüntü yönetmeni Narvydas Naujalis'in son derece akışkan, o oranda etkileyici, soluk kesen, izleyiciyi koltuğundan alıp filmin içine yerleştiren ve orada tutmayı başaran akıcı ve haraketli sahnelerinin her birine ve Litvanya'ya, ayrı ayrı bayıldım.

Öncelikle açılış müziği olmak üzere filmin müziklerine, ses efektlerine bayıldım.

Ve bunlarla birlikte tüm, ama tüm yan oyunculara bayım bayım bayıldım.

Çünkü sinema serüvenimin en etkileyeci filmlerden birini izledim.

Ancak genç oyuncu Žygimantė Elena Jakštaitė'nin altını bir kez daha çizmek isterim: Marija karakterindeki performansı, duyguları ve onları izleyicinin kalbine nakış gibi işliyor olması, ve hastalıklı gibi duran aşkı, bir o kadar da özgür ruhu ve seven kadın tavrı muhteşemdi...


Oysa salona girdiğimde ve film başladıktan sonra neredeyse yarım saati bulan aksaklıklar nedeniyle, yanımdaki genç çifte "Ve Avrupa Filmleri Haftası skandalla başlar," gibi bir ifade de kullandım. Çünkü film bir kaç kez baştan alınmak zorunda kalındı. Bir türlü kesintilerden kurtulamadı, bunun yanı sıra da görüntü ve alt yazı senkronizasyonu bir türlü sağlanamadı. Hem festival yöneticileri hem de sinema personeli bu aksaklık için defalarca özür dilemek zorunda kaldılar ki yazacağı eleştiri cümlelerinin hazzı kendini sinema yazarı sanan ben ukalasının bile iştahını kabarttı.


Ve nihayet film sağlıklı bir şekilde -bilmem kaçıncı kere- baştan başlıyor.

Tekrar tekrar izlemek zorunda kaldığımız açılış sahnelerini tekrar izlemek durumunda kalınırken ben ukalası gözlerini dört açmış durumda ve izleyici endişeleri ile birlikte yeni aksama ne zaman olacak endişeleri de yaşıyor; ancak bu kez anlayışlı ve yufka yürekli ben halime de dönmüştüm. Bu benim başarım değildi ama! Filmdi beni bu edepli hale çeken. Öyle bir kaptı ki ve ben de öyle bir kapıldım ki en az oyuncular kadar filmin içindeydim. Marija nereye ben oraya peşinden sürükleniyordum.

Yalnız ben mi?

Sanırım tüm salon: çünkü ara vermeyen filmin sonuna kadar kendimi mezarlıkta tek sağlam kalmış insan gibi hissettim: Salon boşalmış gibi ıssız ve sessizdi. Film sanırım tüm izleyicilere asla ama asla sıkılmak gibi bir duyguyu hissettirmediği gibi tüm salonu gönderdiği büyü tozlarıyla sessiz soluksuz bırakırken, bunun yanı sıra da ıssızlıkla, unutulmaz bir sinema akşamını nokta nokta bünyelere katıyordu.

Sinemadan çok keyifle çıktım. İlk işim ıssız bir noktadan Enn Sevdiğim Kadın'ı aramak oldu. Lakin telefonun şarjı buna izin vermedi.

Sonra tren raylarını gören ıssız, unutulmuş, minik bir pastaneyi hedefledim.

Filmin keyfini bir kez de orada taçlandırmaktı hayalim.

Ancak, önüne doğru kıvrılıp da yaklaştığımda kapalı olduğunu gördüm. Üzülmedim! Çünkü tüm hücerelerim filmin verdiği keyifle dopdolu.

Issız gecede ve ıssız istasyonda treni bekliyor olmak da, sanki bu filmin üzerine içilmiş enfes bir kahveydi...

Üstelik gecenin sakinliğindeki yalnızlığımla istasyonun yalnızlığı ve yine biz gibi treni bekleyen tatlı genç kızın yalnızlığındaki ortaklaşma; kaymaklı ekmek kadayıfı tadı veriyordu.

Yani gece mutluydu.

Biriktirilmiş bu gazlarla birlikte Salih Usta'ya uğruyorum; tezgah arkasındaki genç adama az pişmiş pizza dilimini mikrodalgada pişirmeye devam edip sonlandırdıktan sonra sadece kağıda koymasını, yürürken yiyeceğimi söylememe rağmen o bir kabın tabanını yağlı kağıt ile hazırladıktan sonra, pişmesi tamamlanmış pizzamı lokmalık dilimleyip kaba koyma konusunda ısrarcı oluyor ve kağıt poşette peynirlerin kenarlara yapışacağının altını çiziyor. Aslında haklıydı ama diğeri benim kolayıma geliyordu. Fakat o öylesine güleryüzlüydü ki her zamanki tercihim konusunda ısrarcı olmuyorum. Sonra kendine çok teşekkür ediyorum bu içten çabası için... "Sen şahane bir adamsın, çalıştığı yerin prestijini yükselten bir elemansın," diyerek gülümserken bir kez daha teşekkür ediyor, iyi akşamlar dileyerek, elbette gecenin ve denizin tadını çıkararırken lokmalık pizza dilimlerimi de keyifle lüpleterek eve varıyorum.

Telefon ve tek tuş.

Enn Sevdiğim Kadın...

Keyif tavanda ayaklarım yerden kesik, enfes bir sohbet ve dilimden akıp taaa Ege'ye varan film temelli ve coşkulu kelimelerimin her biri, inci tanesi gibi!


21 Eylül 2023 Perşembe

Hayal ve Kıyım


İki önceki, Yoksa Ben Deli miyim başlıklı yazıdan kısa bir alıntı ile:

Benim de uzun yıllardır bir hayalim var. Çocukluğuma nakşolmuş, ânların zihnime kazındığı bir şehir,

taa o yıllarda mini golf sahaları olan!

Savarona'yı Savarona iken orada gezdiğim.

Orduevinin karşısında bir ev, enn şaşalı yıllarında ve gencecik Pakize Suda ile karşılaştığım...

Tenis kortlarına bayıldığım ve hafta sonları bandonun geldiği, bayrak töreninin yapıldığı, İstiklâl Marşı'nın söylendiği...

Öncesinde, oraya gelirken ve sonrasında oradan gidilirken cadde boyu aynı bando tarafından günün popüler şarkılarının çalındığı...

Bir terslik olmazsa ayın 25'inden sonra, üstelik yıllar yıllar sonra orada olmayı düşündüğüm bir şehir.


*
 
Dün akşamı benle paylaşan, sanki bu ânı dört yıldır bekleyen, enfes öyküler içeren, diğerlerini okuyup onu sona bıraktığım, Kalem Kültür Yayınları'nın  Avrupa Birliği Yaratıcı Avrupa Programı desteğiyle yayımladığı farklı ülkelerden yedi kitaplık, Kısa Öykülerden Uzun Bir Köprü* başlıklı serisinin Kehribar Ülkesinden Yeni Öyküler adlı kitabına -keyifle geçirdiğim- çok hoş akşam için teşekkürlerimle...

Ve her koşulda umutlarımı tazeleyen, her daim nefesimi kesen ve kısacık bir cümle ile elime yepyeni bir senaryo tutuşturan Enn Sevdiğim Kadın'a da...

*


Hayalimin peşinden koşmaya başlıyorum. Bir taşla çok kuş vurmayı planlıyor, bunu da bir kaç günün içine tıkıştırıyorum. Efsane geziden sonra aynı coğrafyaya ilk gidişle benzeşen bir kısa plan bu.

Yunan adaları konusunda düşüncem istekli ancak kısa süre ve vizeye dair işlemler nedeni ile kendisini sepetten çıkarıyorum. Ana hedefim şehir, orada biriktirdiğim ve bir film tekrarı gibi zihnimden akan görüntülerle karşılaşmak, kendimi zamanda sıçratarak da çok net hatırladığım yaşanmışlıkların, ânların geçtiği noktalarda dünü, bugünden solumak.

Bir ilkokul çocuğuyum ben; kayıkla Savarona'ya varıp denize sarkıtılmış merdivenlerini tırmandığımda...

Golf sahaları, üst yazıda söz ettiğim bando, köy tadındaki bahçelerden satın aldığımız, enn amcamın elleri ile seçtiği sebzeler...

Aynalı Çarşı'daki en meşhur dondurmacısında yediğim ve abarttığım dondurmalardan sonra hasta olup da gecenin bir vakti gittiğimiz, banka müdürü enn amcamın arkadaşı askeri doktor...

Ve onların lojmanından izlediğim boğaz...

Sonra, yıllar yıllar sonra henüz askerliğini yapmamış, ehliyeti pırıl pırıl bir çocukken enn arkadaşla yaptığımız, Çanakkale'ye uğramamış olsak da Akçay'dan, Edremit'ten geçerek vardığımız ve yola devam etmeden önce bir gece konakladığımız Ayvalık...

Bu heyecanlarla bir kaç günü geçiriyorum. Sonra Samsun'dan İstanbul aktarmalı ve Edremit Koca Yusuf Havaalanı'na inecek uçaklardan birinde 26 Eylül tarihi için, saat açısından da çok avantajlı, 14:00 da buradan kalkıp akabinde İstanbul'a varacak ve bir aktarma ile de 20:15'de Koca Seyit Havaalanı'na inecek bir uçuş buluyor ve hemen satın alıyorum.

Bir iki gün sonra bu kez kafamda netleşen dönüş tarihi için karar veriyor, benim için uygun tarih için aktarma arası vaktin de yakın olduğu uygun uçuş arıyor ama yakın tarihe bir türlü bulamıyorum.

THY ile Pegasus sanki bir centilmenlik anlaşması yapmışlar. THY Çanakkale Havaalanı'na iniyor, Pegasus ise Edremit Koca Seyit. Eskiden olsa misal, bunların hiçbirini sorun etmezdim. Şimdi, özellikle pandemi ve sonrası koşullarında özellikle seyahatler konusunda kısmen bir konformist olduğum kesin, oysa eskiden sırf yolun uzun tadını çıkarmak için tren ya da otobüs yolculuklarını özellikle seçerdim. Yoğun iş süreçlerindeki ve iş temelli olan bu yolculuklar sanki işten kaytarılmış enfes ara sıcaklar gibiydi ben için...

Velhasıl bir hayal şimdilik gerçekleşmiyor, dondurucuda ... Bileti iptal ettim ki o opsiyonu kullanmıştım her olasılağa karşı, ödediğim para şıp diye -elbette ufak bir kesinti ile- anında hesabıma aktarıldı.

Belki çok uzak olmayan bir zamanda...

Bir bakmışım ki tersten esiyor rüzgâr...

Ve kendimi Aynalı Çarşı'daki tuhafiyeciye gönderilmiş, az önce Truva Oteli'nin önünden geçmiş, elbette Truva Atı'na bakmış ve Aşil'i düşünmüş... Sonrasında bir banka oturup, ıssız ve insansız kordonda karşı kıyılara bakarken; bir anda geniş kaldırımın üzerinde duran, birbirlerine sarılan ve kocaman bir sevgiyle dudak dudağa öpüşen;

çok hoş, sırt çantalı, yakışıklı ve yabancı abi ile...

yine çok hoş ve sırt çantalı enfes bir ablaya takılmış halde bulurum gözlerimi.

Sonra kim bilir, şehrime dönünce, hem şehri ama daha çok da pervasız bu öpüşme ânını arkadaşlarıma enfes bir filmin karesi gibi, heyecanla anlatırım...



*Söz konusu kitapların toplu fotoğrafı ve bir kaç kelâm...

16 Eylül 2023 Cumartesi

Kadınlar Gümbür Gümbür Geliyorlar Diyorum ya Hep

Perşembe

Filmin Son Günü


Film, bir ilk film olduğu için zaten bir beklenti oluşturabilecek arka plandan yoksundum. Kar var, çok severim, e köydür, çok güzel, ayılar mı var acaba, metafor mu, bilemiyorum ikisi de benim için uygun, şöyle güzel bir hikâye de varsa, oyunculuklar da ne kadar kötü olabilir… di.

Büyük oranda da böyleydi, kar, köy, ayı, oyunculuklar, görüntüler, görüntü yönetmenliği, renkler çok güzeldi. Ses çok mu patlıyordu, bizim salonda mı sorun vardı bundan çok emin değilim ama müzikler de oldukça güzeldi. Fakat bunca güzellik klişelerin arasında boğuldu gitti? Zaten 1 buçuk saatlik film, seyirciye sürekli yürüyen karakter izletmek bence bir sorun. Köye gelip de umduğunu bulamayan idealist okumuş insan bence bir sorun. O yokluğu, yoksunluğu, cehaleti ya da inadı, karın ortasındaki hiçliği, köyde anlatılan, inanılan efsaneleri, hikayeleri, mitleri hissettirememiş olmak büyük bir sorun. Bunlar yüzünden de film hayal kırıklığıyla sonlandı ama sonunu beğendim.

Sevgili Elisabeth Vogler'in film hakkındaki yazısından..




Ne yazık ki klasik sinema alışverişimi yapamıyorum çünkü istasyona vardığımda bana yanmakta olan kırmızı nedeniyle ve -bir kez daha çocuklara kötü örnek olmamak için- karşıya şıp diye kırmızıda geçen iki genç kızın aksine yeşili bekliyorum ki o sırada aslında pek sevmediğim modeldeki tren istasyona yaklaşıyor ve hız kesiyor. Beğenmediğim de olsa film saati öncesindeki abur cubur alışverişlerim için yetişebilsem binecektim. Mesele zaman. Bir sonraki için bekliyorum, biraz telaşlıyım ritüeller eksik kalacak diye ki tren uzak virajdan çıkıyor, enn sevdiğim, üstelik bir genç kadın kullanıyor. Okulların açıldığı belli ama! Şansıma bir yer buluyorum, bir sonraki istasyonda yine öğrenciler... tatlı çocuklar, kulaklarım onlarda.

Şimdi AVM'deyim. Hızla sinema katına çıkıyorum; hareket halindeki yürüyen merdivenleri de adımlayarak. Gişelerin önünde Allah'ın kulu yok; bir gişe açık ve oradaki genç kız da can sıkıntısından bir hâl olmuş.

"Kar ve Ayı için bir bilet lütfen..."

"D-3 lütfen!"


Genç kız uyarıyor:

"Salondaki klima çalışmıyor."

Uyarı için teşekkür ediyor, benim için sorun olmayacağının da altını çiziyorum. Salonların olduğu kata hemen çıkmıyor, filme 15 dakika varken sinema klasiklerim için Migros'a inip dönebilir miyim hesapları zihnimde nakarat halindeyken hamle yapıyor, bir kaç adım sonra da kasaların önünde olma ihtimali kesin kuyruklar gözümde canlanıyorlar ve kendini boşuna yorma diyorlar bana. Dönüyorum!

Sinema katında da bir Allah'ın kulu yok. Çünkü kısmen kalabalık yapan, paralara kıyıp kola ve koca koca mısırları alabilen ve memleketin halinden dolayısı ile memnun olan ama halkımızın neden mutsuz olduğunu da anlamayan, o halkın ellerindeki paranın pul olduğunu fark edemeyen, mevcut liderin aşığı, üstelik ellerindeki euro'ların şımarığı kitle de -çok şükür ki- dönmüşler.

D-3'ümle kucaklaşıyoruz, iki hafta Başka Sinema filmi gelmeyince görüşemedik  kendisiyle, hasret büyük... Az önce dışarıda bizim salon 6'ya yakın oturan blucinli abla şimdi salonda ve benim 5,6 sıra arkamda... Kendisi yeni anneanne olmuş, buralı değil, doğum için gelmiş ve sinema onun için bir nefes ânı... Sonuçta salonda biz bizeyiz, abla telefonun öteki ucundaki arkadaşı ile özgürce konuşabilir ki öyle yapıyor ve ben konuya bütünüyle hakim durumdayım. Lakin salonun ışıkları yanmıyor ve abla bu duruma kızdı. Bunu sesle de ifade etti ve tam da o sırada ışıklar yandı ama zaten perdede de reklâmlar ve fragmanlar akmaya başlamıştı ki salon ışıkları da aynı hızla söndü.

Klima arızalı ifadesinden aslında çakmıştım köfteyi. Bomboş salonlar zorunlu olarak masraflardan kısıntı gerektiriyordu ki bunu en iyi anlayacak olan halk da bizdik; yani cebinde pul olmuş TL bulunduran insanlar. Koca bir grup olan, Güney Kore'li sinema işletmecileri dahil ceplerimizdeki para TL idi. Bilet fiyatlarının uçmuş hali cepleri yakmış, insanlar çoluk çocuk salonlardan çekilmiş, doğal olarak işletmeci de personel sayısını düşürmekle sorunu çözememiş artık klimaları kapatır ve ışıkları da çok kısa süreli yakar hale gelmişti.

Şimdi gelirsek sadede... Filmin açılış sahnesine ve ablanın o doğa ve yol koşullarında araba sürüşüne ve drone kamera ile yapılan çekimlere bayıldım; üstelik bizim salonda ses problemi yoktu, sesler, müzikler, doğa şırıl şırıl akıyordu! Lakin benim bile gözümün almayacağı hava, doğa ve yol koşulları altında köye atandığını öğreneceğimiz ablanın asfaltta gidermiş şekilde ve sular seller gibi virajları alışındaki hıza ve arabayla devam edişine ukalaca bir bilmişlikle "Hadi canım sen de," dedim. Belki de kıskandım. Çünkü şehrin en hızlı sürücülerinden biri olarak kendimi direksiyondan bir süre önce emekli etmiştim.

İlk yarıda filme girmekte biraz sorunlar yaşamadım değil; iki arada bir deredeydim. Merve Dizdar'ı ilk kez Tamirhane'de izlemiş ve performansına ve de tiplemesine bayılmış, altını çizmiştim. Hemşire abla rolünde ve filmin genel akışında muhteşemdi. Hakeza görüntü yönetimine, ve elbette kadın yönetmen Selcen Ergun'a ve geleceğinin çok parlak olduğunu düşündüğüm genç oyuncu Derya Pınar Ak'a ve filmde olan yan oyuncular dahil, figürasyonlarda biraz eksiklikler olsa da bayılmış; bünyemdeki eleştirmen ukalayı film kapı dışarı edip beni en candan haliyle içine buyur ettikten sonra da zevkten ölmüştüm. Ve ayrıca doğayı filminde bir oyuncu haline döndürüp neredeyse başrole taşımayı başaran yönetmen Selcen Ergun başta olmak üzere, filme emek vermiş görüntü yönetmeni Florent Herry ve tüm emekçilere finalde tek tek teşekkür ederek, koskocaman bir alkış yollamayı da ihmal etmedim.

Filmsever değil aksine sinemaseverim diyen herkese de -katlanamayacak olsalar bile- bu filme bir göz atmalarını -şiddetle- tavsiye edebilirim!

Film bittiğinde, belki de erkenden salonu terk ettiklerinde; bu muydu, diyerek bana saydırma olasılıklarını da göze alarak!

13 Eylül 2023 Çarşamba

Yoksa Ben Deli miyim

Deli mi divane miyim?!



Gün pazar, Enn Sevdiğim Kadın pazartesi 17'de yola çıkacak. O doğma büyüme bir Ankaralı. İki gün sonra da yazlığa...

Ege'nin incisi noktalardan birine!

Bu onun gelenekseli.

Ayın son çeyreği içinde de heyecan verici ve sevilesi bir başka noktaya.

Benim de uzun yıllardır bir hayalim var. Çocukluğuma nakşolmuş, ânların zihnime kazındığı bir şehir,

taa o yıllarda mini golf sahaları olan!

Savarona'yı Savarona iken orada gezdiğim.

Orduevinin karşısında bir ev, enn şaşalı yıllarında ve gencecik Pakize Suda ile karşılaştığım...

Tenis kortlarına bayıldığım ve hafta sonları bandonun geldiği, bayrak töreninin yapıldığı, İstiklâl Marşı'nın söylendiği...

Öncesinde, oraya gelirken ve sonrasında oradan gidilirken cadde boyu aynı bando tarafından günün popüler şarkılarının çalındığı...

Bir terslik olmazsa ayın 25'inden sonra, üstelik yıllar yıllar sonra orada olmayı düşündüğüm bir şehir.




Yaza Veda Rakısı

Kararında İçiniz!


15:30'da mekânda buluşmak üzere anlaşıyoruz. Duşumu yapıp, tıraşımı olup, askıdan yine mavi ama lacivertle mavi arası, rengine bayıldığım, elbette polo yaka tişörtü çekiyorum. Bu kez eskitilmiş kotum bir tık açık mavi ,

Bir tık daha dar paça.


Trenden Cumhuriyet Meydanı İstasyonu'nda iniyorum. Kartımı okutup iademi alıyor ve ışıklardan karşıya geçiyorum. Kadim Divan Pastanesi'nin bahçe kenarından yürüyerek, eski sigara fabrikasından ve  tütün depolarından Yusuf Başkan döneminde son derece başarılı bir şekilde AVM ve yeme içme mekânlarına evrilen bölgeyi keyifle geçip Sanat Sokağı'ndan mekâna doğru yürürken saate bakıyorum; zamanlamam müthiş: 15:30'a üç dakika var.

İçerdeyim ve bir önceki masamızın olduğu yere yürüyor, geçici ikâmet için masaya oturuyor, üst taraftaki kalabalık nedeni ile hazırlanmakta olan masayı, durduruyor ve kadim iki binadan soldakine doğru yürüyüp, bu kez iki kişilik bir masaya geçici olarak yerleşiyorum. Ve servis açmamalarını söylüyorum. Derken... tam da o sırada Enn Sevdiğim Kadın bahçe kapısından giriyor. Ayaklanıyorum, o da bana doğru yürüyor. Enn sevdiğim temas ânı.  Bulunduğum noktayı ben eskisine göre daha çok sevdim lakin onun fikri daha önemli... Mutabıkız.

Bu gruba bakan garson farklı, onu da sevdik. Ne içer mişiz! Elbette rakı. "35'lik lütfen!" "Yeni Rakı lütfen!"

O halde gelsin mezeler!

"Bamya lütfen,"

"Beyaz peynir lütfen,"

"Kavun lütfen,"

"Yoğurtlu semizotu lütfen,"

"Roka salatası lütfen,"



Hava enfes, kararında bir sıcaklık. Sohbet derin... daldan dala. Nelerden söz etmiyoruz ki. Artık şehir merkezinden yok olan çocukluğumun ve ilk gençliğimin ucundan yakalayabildiği, arkadaşlarla tadını çıkarma fırsatı bulabildiğimiz, ölçülü ve adabıyla içme kurslarında olduğumuz kadim, kolalı peçeteli, her birinden tek tek söz edilesi mekânları saygıyla anıp bir kez daha gözden ve sözden geçiriyoruz.

İçki içilebilen orduevleri, artık yok edilen kamplar, gar lokantaları, lokaller, kadim meyhaneler, Turban'lar tek tek masamızı ziyaret ediyor. Güzel sözler ve derin anılarla her birini masamızda ağırlamanın mutluluğunu paylaşıyoruz ve lafı bizim Gar Lokantası'na getiriyorum.

Bir kaç gün önce nette eski bir fotoğrafını ararken -bizim- Gar Lokantası'nda bir masaya rastladığımdan söz ediyorum ki masada üç değerli şahsiyet var: Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin ve lise yıllarımızda her türden kitaplarımızı özellikle oradan aldığımız -artık olmayan- Macit Kitapevi'nin sahibi beyefendi.

​Oradan meyhanelere sıçrıyoruz, şu an bizim şehirde o manada bir tek mekânın bile kalmamış olduğunun altını çizerek, entelektüel kitlesi ile bir adım önde olan Dramalı'dan söz ediyorum.

"Bir 20'lik Yeni Rakı lütfen."

Gündemden alıp geçmişin derinlerine doğru uzayan, daldan dala sıçrayan, inadına güleryüzlü, esprili, kahkahalı bir sohbet. Gözlerimi, O konuşurken ona olan hayranlıklarından bir geri alabilsem, nerelere uzayacak zaman. Usul rakı yudumları, su olup akan cümleler, anılar, gündemler derken bir ânda; bugüne kadar hakkında yazmadığım ama yazmaya karar verdiğim, hayatımın en zor yıllarından, asker ve taze bir yirmilikken, ve belki de üzdüğüm, bir seçilmiş olarak televizyon ekranında siyah beyaz gözükmüşken; 12 Eylül 1980 darbesi sonrasındaki bir 19 Mayıs günü ve ilk kez yapılan canlı yayında; bayrağı Bandırma Vapuru'ndan aldıktan sonra uzun bir mesafe koşarak onu tören alanına taşıyan, tek kanallı siyah-beyaz TRT ekranından akan, elbette kasılmama sebep olan ve sonrasında adı -şehrimizde- Bayrağı Taşıyan Kız olarak kalana geliyor. Ve başka mekânlara, başka ânlara doğru yürüyor kelimeler.

Oradan pat diye pavyonlar mevzusuna giriyoruz. İzmir pavyonlarının altını çiziyor, Ankara pavyonları konuya dahil oluyor. Belki zaman içinde yazıya çevrilecek ulaklıklarımla birlikte, postacılık işlevi olarak asker mektuplarını, bir pavyon güzeline ve çok sevdiğim aynı abinin nişanlanıp evleneceği bir başka ablaya taşıdığım bir kaç yeniyetmelik anısı daha saçılıyor masaya.

Ve artık demir alma zamanı. Bu kez son trene yetişmek istiyorum. Enn Sevdiğim Kadın yarın öğleden sonra yolcu. Ödememizi yapıyor ve çıkıyoruz Sanat Sokağı'na. Bir fotoğrafını çekiyorum sokağın lakin flu, ikinciyi çekiyorum o da flu. Ya ben sarhoşum ya da makine. Çünkü biraz sonra kıvrılacağımız sokaktan sonra kıvrılacağımız yerde de aynı fotoğraf cebelleşmesi.


Cumhuriyet Meydanı İstasyonu'na doğru yürüyoruz. Bıcır bıcır konuşuyoruz, şimdi mağazalarla dolu eski fabrikadan hayali sigara makinelerinin ve çalışan kadınların sesleri geliyor. Enn Sevdiğim Kadın'a bu cadde üzerindeki artık yok olan Meyhane'yi işaretliyorum. Tarihin bile unuttuğu genelevle, artık yok olan ve rolünü AVM'ye devretmiş sigara fabrikasının arasından geçiyoruz. Şimdi, az evvel artık olmayan Konak Sineması'nı, sonra da kadim parkın içindeki, bu kez tüccarlara ait tütün depolarının yok oldukları noktada kalan hayali silüetlerinden söz ediyorum. Lakin şehrin en ünlü fotoğrafçısının artık yok binalardan birinde olduğunu ve benim ceket kravatlı halimle ve enn amcamla çekilmiş ve blogda da paylaştığım 5-6 yaşlarımdaki fotoğrafın, o fotoğrafçı tarafından çekildiğini söylemeyi unutuyorum.


Artık trendeyiz. Bir de çok konuşkan ablalar grubu var. Dönüşte son trene yetişebileceğim kesin. O'na, Enn Sevdiğim Kadın'a, sessiz ninniler söyleyebilirim.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP